28 Haziran 2015 Pazar

SOSYAL-DEMOKRASİ KİMİN MALI?


Nisan ve mayıs aylarında  Aydınlık Gazetesinde, iki köşe yazarı arasında Sosyal Demokrasi konusunda sürüp giden bir tartışma  yaşanmıştı. Tartışmanın taraflarından olan sayın Örsan.K.Öymen, bu tartışma sonucunda okurlarına veda ederek gazeteden ayrılmıştı(Aydınlık, 10 Mayıs 2015). Yıldırım Koç ile Örsan.K.Öymen arasında cereyan eden bu tartışmada  benim de bir tuzum bulunsun  istedim ve  'hakikat denizi'ne açılmaya karar verdim; bakalım sular köpürecek mi biraz..?

Devrimci bir ermiş ne demişti :  “Barikayı hakikat, müsademeyi efkardan doğar”. Yani;  fikirler çatışsın ki ‘hakikat şimşeği’ gökyüzünde parlasın. Bir ‘hakikat sever’ olarak, ulaşıldıkça ulaşılmaz olan o 'Hakikat Denizi'nde öncelikle şu "sosyal-demokrasi" ibaresine esastan bir itirazım olacak.

Bir defa, tarihsel bir kavram olan  Demokrasi’nin önüne  ne diye ayrıca bir  ‘sosyal’  nitelemesi getirirler anlayabilmiş değilim. Zira; ta Aristoteles(MÖ 385-322)’ten beri ‘insan’ zaten 'zoon politikon' değil miydi? Yani, insan, siyasal-sosyal bir hayvandı. Şimdi; insan, siyasal-toplumsal(sosyal) bir varlıksa, toplum halinde ve toplum içinde/sayesinde yaşıyorsa, sosyal varlık olan  insanoğlunun  üretmiş olduğu bir ürün olan Demokrasi de, (hoş;  ‘ürün’ daha sonra ‘mal’ ; ‘toplum’ da ‘piyasa’ oldu ya!)  herhalde ‘sosyal’ olacaktı değil mi?  Peki; buna rağmen, sadece ‘demokrasi’ demek varken, ne diye, hala ‘sosyal-demokrasi’ diyoruz? Sadece ‘demokrasi’ demek ‘demokrasi’nin neyine yetmiyor ki!? Hem sonra; demokrasi’nin zamanla  ‘a-sosyal’ olacak hali yok ya!

Peki; şu uğruna kavgalar yapılan ve destanlar yazılan demokrasi ne ?  Halka sorun bakalım demokrasi hakkındaki ne diyecek size? Her kafadan bir ses çıkacağından eminim. Fakir fukaranın demokrasisiyle, halıları yalıları olan zenginin demokrasisi bir ve ayni mi? Demokrasinin ne olduğunu anlamak için  gelin isterseniz önce tarihte bir yolculuğa çıkalım sizlerle.

Tarihsel olarak demokrasi fikrinin  eski Yunan’ın küçük site devleti olan Atina’da gelişmiş olduğu söylenir.(Ahmet Taner Kışlalı, Eski Yunan’da Demokrasi ve Demokratik Düşünce http://www.todaie.edu.tr/, Alaeddin Şenel,Siyasal Düşünceler Tarihi,Teori Yayınları 1986). Yaygın görüşe göre, Demokrasi, halkın kendi kendini yönetmesi(halk egemenliği) ve devlet yönetimine katılmasıdır. Buraya kadar tamam, ama  benim ‘o-biçim demokrasiciler’den ayrıldığım husus 'hangi halkın?' diye soruda ısrar edişimdir. Bu soru cevaplanmazsa demokrasinin ne olduğu eksik kalır. Ve bizler, toplumsal hayatı ve sosyal ilişkileri  kendi şahsi amaçlarına alet eden  bazı kötü niyetli kişilerin elinde oyuncak oluruz. Eski Roma'daki gladyatör oyunlarını seyreden  halk gibi "demokrasi" ile oyalanır ve aldatılır dururuz.

Antik Atina’da, ‘halk’,  siyaset yapmaya ve devlet yönetimine katılmaya hak sahibi olanlar (politikon) ve olmayanlar diye ikiye ayrılmıştı. Yani; tabiri caizse, adam yerine konanlar ve konmayanlar vardı. Atina’da yaşayıp da adam yerine konmayan ve yurttaştan sayılmayanlar arasında: köleler, yoksul ve mülksüz köylüler, kadınlar, Atina doğumlu olmayıp Atina’ya dışarıdan gelen yabancılar(metek) ve çocuklar  vardı.

Atina şehir devletinde, İ.Ö.7.yy’da, egemen sınıf olarak örgütlenmiş toprak sahibi aristokratlar ile ezilen mülksüzler sınıfı arasında   sınıf çelişkileri keskinleşmeye başlayınca, egemen  aristokrat sınıf, önce Drakon Yasaları(ceza-şiddet-baskı) ile, daha sonra da, Solon Reformları ile bu sınıf mücadelelerini yatıştırmaya çalışmıştı. Solon Reformları, gittikçe  zenginleşen kentli orta sınıfın üst katmalarıyla aristokratları uzlaştırmıştı.  Ve  Solon Reformları sonucunda,  bazı siyasal kurumlar ortaya çıkmıştı. O kurumlardan birisi de Eklesia denen Halk Meclisi idi. İşte; yasa çıkartma ve devleti yönetme hakkı ve yetkisi bu meclise aitti.

İkinci siyasal kurum ise, Halk Meclisi’nin işlerini hafifletmek için kurulmuş olan Dörtyüzler Meclisi idi. Bu mecliste bazı yüksek bürokratlar  ve generaller ‘seçim’ ile değil; ‘kura’ ile seçiliyordu. ‘Kura’ ile seçilmiş olan generaller de, daha sonra, kendi aralarından bir lider seçiyorlardı. İşte;  bütün bunlar, yani ayrıcalıklı egemen sınıf mensuplarının kendi egemenlik anlayışına ve mülkiyet ilişkilerine  göre yapmış oldukları toplumsal düzenlemeler ve kurumlar, ‘demokrasi’ oluyordu. Yani; toplumun ‘onda biri’ni oluşturan bir avuç azınlık için Demokrasi… Eşitlik ise,  bu ‘onda bir’in kendi arasındaki eşitlikti. Üretimin bel kemiği olan köleler için ise, demokrasi ve eşitliğin  lafı bile edilemezdi.

Ancak, zamanla, toplumsal gelişmelere bağlı olarak, ezilen-sömürülen, hakları yenilen sınıf ve katmanlar kendileri için de "demokrasi " istemeye başladılar ve demokrasiyi kendilerine göre/kendileri için tarif ettiler. Böylece; demokrasinin iki tanımı oldu: 1-Egemen Güce göre/için demokrasi, 2-Ezilen-sömürülen-yaşama-hakları elinden alınanlara göre/için demokrasi. Örneğin, M.Ö.73 yılında Spartaküs'ün Roma Cumhuriyetine karşı  başlatmış olduğu köle ayaklanması, köleler için özgürleştirici demokratik bir hak iken Romalı generaller için anti-demokratik, düzen karşıtı asice bir isyandı.

Demek ki, Demokrasi, tarihsel olarak ortaya çıkışı itibariyle,  belli bir toplumda, mevcut sınıflar arasındaki egemenlik ilişkilerini ve sınıf çelişkilerini var  sayıyordu. O yüzden; Antik Atina şehir devletinden İngiltere kralının yetkilerini halk adına sınırlayan Magna Carta Libertum(Büyük Özgürlük Fermanı)'a; Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'nden Fransız Devrimi'ne;  Paris Komünü’nden Sosyalist Devrimlere...liberal, sosyalist ve  sosyal(!)  tüm demokrasilerin değişmeyen mahiyeti buydu. Şu farkla ki; Kapitalist düzen(leniş)de ezen-egemen güç, sermayedar sınıf iken, Sosyalist düzen(leniş)de ezen-egemen güç, işçi sınıfıdır. Dolayısıyla; demokrasi, daima, çıkarları birbirlerine zıt olan toplumsal sınıfların ve zümrelerin varlığını ilkesel olarak kabullenmiştir. Yani; toplumsal sınıfların olmadığı yerde Demokrasi’ye yer yoktur. Daha doğrusu, artık, Demokrasi’ye ihtiyaç  yoktur.

Eğer; ‘Demokrasi’nin  kavramsallaştırılmasında,  bir devlet yönetim biçimi olan Demokrasi’ye, ‘Sosyal’ yerine,  toplumun bağrında mevcut olan   sınıf ve zümrelerin   üretim ilişkilerindeki rolleri ve  pozisyonlarına   göre bir niteleme yapılmış olsaydı, örneğin, ‘ücretli-çalışanlar’ için demokrasi, 'köylü-çiftçi için demokrasi', ‘serbest piyasacılar’ için demokrasi, ‘mafyalaşmış para-babaları’ için demokrasi, 'uluslar arası dev tekelci sermaye' için demokrasi... gibi, bak işte o zaman, buna bir itirazım olmazdı. Çünkü; demokrasi, daima,"kim için/kime göre demokrasi?"  halinde vardır. Yani; somut sınıf mücadelesi'nden ayrı ve soyutlanmış olarak, kendi başına,  mutlak ve saf  bir demokrasi yoktur! 

Ama, gelin görün ki, adlarının önünde "prof" yazan  koca koca adamlar ve İktidarların "bilmiş" takımları demokrasiden söz açıldımı, her seferinde, sınıf mücadelesinden ve sosyal sınıflardan soyutlanmış, kendi başına varolabilen, saf ve mutlak bir demokrasiye atıf yaparlar. Metafizik kafalı bu muhteremler şu başit soruyu sormaktan nedense imtina ederler: "Kim için demomokrasi/Kime göre demokrasi ? Sömürenler-ezenler için mi demokrasi; yoksa, sömürülenler-ezilenler için mi?"  Oysa, Demokrasi bir devlet biçimiydi ve devlet de, belli bir sosyal sınıfın egemenlik ve örgütlenme aracıydı. Belli bir sosyal sınıfın yönetimine hizmet etmeyen bir demokrasi(!) de, henüz, tarihte  bulunmamıştı.

Ayrıca; belirli bir toplumda yaşayan bireyler, gündelik hayatlarında, yaşamlarını sürdürme biçimleri itibariyle, daima, belirli sınıf ilişkilerini ve sınıf çıkarlarını taşır ve temsil ederler. Bu da, belli sınıfsal egemenlik ilişkilerinin ve biçiminin, her gün, 'yeniden üretim'i anlamına gelir.  İşte, demokrasi, ancak, bu bağlamda söz konusu edilebilir. Dolayısıyla, egemenlik ilişkileri ve mücadeleleri, zaten ‘toplum’ içinde cereyan ettiğinden ve ‘toplum’ sayesinde gerçekleştiğinden, Demokrasi'nin,  ‘sosyal’ nitelemesine ve tamlamasına  ihtiyacı yoktur. Nasıl ki dört köşe ‘kare’ demiyorsak, sadece ‘kare’ diyorsak, ‘demokrasi’ye de, ‘sosyal-demokrasi’ dememek lazım. Aksi takdirde totoloji ve demogoji yapmış oluruz. O yüzden ben, bu gibi söylemleri doğru ve uygun  bulmuyorum. Çünkü; Demokrasi, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, tarihsel olarak mevcut-verili üretim tarzında, bir devlet yönetim biçimi olarak, sosyal sınıflar arasında 'belli bir   istikrarın ve dengenin  tesisi için  mücadeledir' ayni zamanda. Tesis edilmek istenen bu denge ve istikrarın kendisi ise, bizatihi ‘sosyal’dir zaten.

Peki nasıl oldu da Demokrasi, Sosyal(!) Demokrasiye evrildi?

19.yy'la gelindiğinde, bu adı ilk kullanan,  bu günkü Alman Sosyal Demokrat Partisi(SPD)'nin çekirdeği olan Genel Alman İşçileri Birliği'ni kuran Ferdinand Lassalle(1825-1864) oldu. Lassalle, çıkardığı gazeteyi 'Sosyal Demokrat' olarak adlandırmıştı ve Alman işçilerinin devlet sosyalizmini kurmalarını savunmuştu. Sosyal Demokrasi, başlangıçta bazı marxist politikacıları kapsasa da daha sonra kimlik değiştirip tamamen sanayileşmiş Batı Avrupa'nın ve emperyalizmin  "malı" olmuştur. Bu sürece giden yolda, Marxizmi revize eden Eduard BERNSTEİN(1850-1932)'in de çok büyük katkıları  ve payı olmuştur.

Genelleştirilmiş meta üretimi olan Kapitalizmin öyle kendi kendine yerinde sayacak hali yoktu. 19.yy kapitalizmi sermaye biriktire biriktire, genişleye genişleye dağ olup;  'emperyalizm' denilen "tekelci ileri-kapitalizm" aşamasına ulaştı. Yani; belli bir malın tekel'i olan dev-sermaye sahib(ler)i artık  sadece belli ülkelere, milletlere değil dünyaya  'egemen güç' oldu. Meta Uygarlığı ve Dünya, onlardan sorulur oldu. İktisadi, siyasi  ve askeri güç onlardaydı. Şimdi; sömürü-metabolizmasına alış(tırıl)mış bu mal sahibi  sermaye-adamlar, demokrasi-memokrasi dinler mi hiç!? Nasıl ki allah'ın/ hükümdarın  dediği oluyorsa, bu mal sahibi 'tekelci-mal-adam' için de ancak kendi dedikleri/istedikleri/amaçladıkları olacaktı. Dolayısıyla; burada, Kapitalizmin bu "yeni ve ileri" aşaması, yani emperyalizm denilen "şey", demokrasi'ye düşmandır artık! Geniş halk yığınları için iktisadi-siyasi 'devrimsel talepler', "tekelci-mal-adamlar" için kabul edilebilir şeyler değildir artık..Öyleyse, Emperyalizmin bekası için bir ve tek amaç vardır o da  "karşı-devrimi"  her yer de örgütlemektir. O yüzden;  Emperyalizm açısından "sosyal demokrasi", "karşı-devrimi" örgütleme aracı ve  biçiminden başka bir şey değildir.

Şimdi sorularımıza geçebiliriz: Günümüzde  emperyalist egemen kapitalist sınıf,   kendi sınıfsal ihtiyaçları ve çıkarları için, doğayı, toplumu, devleti, siyaseti, iktisadı, tarihi, bilimi, kültürü, sanatı, ahlakı, hukuku, felsefeyi, sevgiyi, cesareti, başarıyı…hasılı, ne bileyim aklınıza gelebilecek her hangi bir beşeri faaliyeti ve topyekun bütün bir hayatı kendine göre/kendi için sistematize ed(ebil)iyorsa; ve bunları genel olarak toplumun makul, muteber, meşru, rıza gösterilebilen  egemen değerleri haline getirebiliyorsa (egemen güç olmak işte böyle bir şey zaten!) o zaman; başta  sosyal-demokrasinin babası Eduard Bernstein olmak üzere kendine sosyal-demokratım diyenlere  soruyorum : 1- Sosyal(!) Demokrasi, bu ideolojik ve sınıfsal  düzen(leniş)in  neresinde ne amaçla konumlanıyor? 2- Sosyal(!) Demokrasinin tezleri, bu ideolojik ve sınıfsal  düzen(leniş)in dışında, kendi başına, yalıtık ve saf bir halde gerçekleşebilir mi?

Eğer; Sosyal(!) Demokrasi, ideolojik ve sınıfsal bir kavram olan ‘demokrasi’nin bir çeşidi ve biçimi ise, son tahlilde, günümüzün demokrasileri gibi ücretli emek ve sermaye ilişkisi ve çelişkisinin yeniden üretilmesinde bir pozisyonu olacaktır. Ya Kapitalist üretim tarzının(ücrete kölelik/ücretli kölelik sistemi) yeniden üretilmesine; yani; sınıf mücadelesinin yatıştırılması ve bastırılması yoluyla kapitalist düzenin istikrarının korunmasına ve emperyalizmin karşı-devrimi örgütlemesine  hizmet edecektir; ya da, emperyalist-kapitalist sistemi devrimci  inkara uğratarak aşmak isteyen siyasi hareketin bir parçası olacaktır.

Günümüzde Sosyal-Demokratlar, toplumsal-iktisadi-siyasi-kültürel sorunların çözümlerini, üretimin yapılış tarzı  ("toplumsal üretim nasıl yapılıyor? üretimin mahiyeti ve yapısı ne?" ) bağlamında ve temelinde değil de, toplumda "üretilmiş olanlar" (bölüşüm ve tüketim) bağlamında ve temelinde   ele aldıkları için, tezleri gerçekleşmiş(!) olsa bile, kapitalist üretimin işleyiş ve düzenlenişi, hafifletmek istemiş oldukları  baskı ve sömürüyü yeniden üretmeye devam edecektir. Dolayısıyla; Sosyal Demokratlar, kapitalist sömürü ve baskıdan tavizler koparmaya çalışan insani(!) ve iyi(!) niyetli "kapitalist-emperyalist düzen" taraftarları ve egemen sınıfın  işbirlikçileri olmaktan öteye geçemeyeceklerdir.

Bizim gibi Emperyalizme bağımlı ülkelerde, sosyal demokrasi, bağımlılığı pekiştirici işlev görür. Atatürk ta 1921’de T.B.M.M.’de yaptığı konuşmasında bütün bunları önceden görmüş; “bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücahedeyi uygun gören bir mesleği takip eden insanlarız” diyerek bu tarihi insanlık davasındaki tarafını ve mücadele anlayışını belirlemişti.

Sözüm, kendilerine Atatürkçüyüm diyen sosyal demokratlara...(Bkz:http://t24.com.tr/yazarlar/orsan-k-oymen/sosyal-demokrat-chp-hareketi,4656  ve  http://www.sosyaldemokratchp.org/)

Eğer, sosyal demokratlar, gerçekten "demokrat" olmak istiyorlarsa  ezilen-sömürülen ve yaşama hakları elinden alınan tüm insanların mücadelesine ortak olmalıdırlar. Bunun için de, dünyayı ve ülkemizi mahvetmek isteyen emperyalizme; ve  insanlık düşmanı ‘kapitalist-düzen(leniş)e karşı mücadele etmelidirler.. Aksi takdirde; sosyal demokratlar, "kapitalist-emperyalizmin tescilli malıdır" damgasını yemekten kendilerini asla kurtaramayacaklardır.

Ne dersiniz, Hakikat Denizi   köpürmüş müdür biraz ?