28 Haziran 2024 Cuma

 

BİLİM/İDEOLOJİ SORUNSALI ÜZERİNE* 

 

Hegel’in keşfi olan diyalektik yöntem işe her şeyden önce gerçekliğin kavranması sürecinde doğa bilimlerine özgü yöntemin eleştirisiyle başlar. Bu yöntemin temel ilkesinin ayırma ve soyutlama olduğunu söylemeliyiz: nesnenin kendisini nesneye ait olmayan, ona dışardan gelen öğelerden kesin bir çizgiyle ayırır bu yöntem. Böylece nesne iki cepheye bölünmüş olur: nesnenin kendi başına ya da “kendi içinde” sahip olduğu “asıl” varlığı ve başka bir şeyle olan ilişkisinde o “başkası için” ya da “dışardan” sahip olduğu “yüzeysel”, raslansal, zemine, zamana ve kişiye göre değişen varlığı ( an sich ve für anderas varlıkları). Diyalektik böylesi bir bölünmenin kendi içinde çelişkili, sakat bir işlem olduğunu gösterir bize. (Hegel Üstüne adlı kitabında W.T.Stace, Kant eleştirisi bağlamında iyi, kolay anlaşılır bir anlatımını becerir bunun.)

Bir nesneyi ele alalım ve onu başlı başına, olduğu gibi kavramaya çalışalım. Diyeceğiz ki bu nesne şudur, şöyledir, şöyle bir takım yasa ve mekanizmalarla işler, karakteristik tavır ve tepkileri şunlardır.  Böylece nesneyi vazetmiş (ortaya koymuş, kuvveden fiile çıkarmış, üretmiş) oluyoruz. Bu, nesne hakkındaki tezimiz. Tezimizin gerçekten nesnel ve bilgimizin gerçekten nesnenin bilgisi olabilmesi, saydığımız belirlemelerin nesnemizin bizzat kendisinde olmasına bağlıdır: öyle ki biz ya da herhangi bir gözlemci olmasa, hatta dünyada başka hiçbir şey olmasa da nesne bu özelliklere sahip olmalıdır.

Bu yaptığımız bir tecrit, soyutlama işi olduğuna dikkat etmeliyiz. Gerçekliği oluşturan sonsuz sayıda nesneler, etmenler, kavramlar, etki-tepkiler, benzerlik ve izlenimler yığını içinden bir yumağı alıp onu sınırları çizilmiş, tecrit edilmiş ayrı bir gerçeklik (mücerret bir gerçeklik) olarak kavramaya çalışıyoruz. Nesnenin kendi gerçekliğine sahip olduğunu söylemekle zaten evrende başkaca hiçbir şey olmasa bile nesnenin tek başına bu gerçekliğe sahip olacağını söylemiş ve tasavvurumuzda evrenin geri kalan kısmının üstününü çizip nesneyi mutlak yalnızlığıyla baş başa bırakmış oluyoruz. Bilim her şeyden önce bir soyutlama, bütünün öğelerini birbirinden ayırma çabasıdır.

Soyutlamayı gerçekleştiren ayrım çizgisi, aynı zamanda karşıtlık çizgisidir. Nesne hakkında bir tez önermekle, bir yanda nesnemiz ve onu tanımlayan belirlemeler, öbür yanda nesnemizi tanımlayan belirlemelerin dışında kalan, nesnemize ait olmayan, nesnemiz-olmayan şeyler vardır diyoruz. Bir yanda nesnemiz, öbür yanda nesnemizin olumsuzlaması. Diyelim ki nesnemiz “şu”dur; bunu böylece belirtmekle yaptığımız, evreni, şu anda burada bulunmak ve bulunmamak ekseni boyunca ikiye ayırmaktır. Ya da nesnemiz örneğin “kağıt” kavramı ise ve bunu bilimsel olarak tanımlamaya çalışıyorsak, yaptığımız yine evreni “kağıt”ı tanımlayan a,b,c,d.. özelliklerine sahip olan ve olmayan öğeler diye ikiye bölmek olacaktır. Öyle ki artık herhangi bir nesneye baktığımızda “bu kağıttır” ya da “değildir” diye yargımızı verebileceğiz.

O halde nesneyi belirlemek, aynı zamanda zorunlu olarak nesneyi öteki nesnelerin karşısına koymak ya da öteki nesnelerle bir ilişki içine sokmak demektir. Nesneyi öteki şeylerden bağımsız kendi başına bir gerçeklik olarak tanımlayabilmek, ister istemez onu öteki şeylerle belli bir ilişki ( antitetik bir ilişki, bir karşıtlık ilişkisi) içine sokmak demektir. Nesnenin kendisini belirleyen, onu bilmemize tanımlamamıza, parmağımızı üstüne koymamıza imkan veren tüm öğeler, ancak bir takım başka şeylere göre bir anlam taşır. Evrende bir tek nesne olsaydı, o nesneyi tanımlamak imkânsız olurdu.

Demek ki, nesne hakkında kendi başına bir şey söyleyebilmemize imkân yoktur. Söyleyebileceğimiz her şey, nesneyle bir takım başka şeyler arasındaki ilişkiyi, kıyaslamayı, oranlamayı, bir etki/tepki, etkinlik/ edilgenlik, olumluluk/ olumsuzluk bağını ifade der. Amacımızsa nesneyi hala “olduğu gibi”, ilişkileri ne olursa olsun değişmeyen (baki kalan) “özü” ile kavramaktır-bilimin başka bir amacı olamaz. Oysa karşılaştığımız nedir? Tezimizde ortaya koyduğumuz belirlemelere nesnenin kendisi bakir halde sahip olamaz; bunları ancak dışarısı ile ilişkisinde kazanmaktadır. Nesne bir kere vardır: bilim bunu ısrarla savunmamızı gerektirir. Sonra bu nesne başka nesnelerle bir takım belirli ilişkilere sokulduğunda bu belirlemeleri kazanmaktadır.  Ortada eklenen bir şey söz konusu olduğuna göre, demek ki nesnenin kendisi bakir halinde, bu eklenen şeylere sahip değildir. Öyleyse nesnenin “kendisi“, yukarıda söz ettiğimiz ayrım çizgisinin öbür tarafına düşmektedir. Eğer nesne a, b, c, d… diye belirleniyorsa, nesnenin “kendisi”, a, b, c, d… olmayan bir şeydir; a, b, c, d,… belirlemeleri nesneye dışarıdan gelmektedir. Böylece bu defa, yukarıda söylediklerimizin tam tersine nesneyi tanımlarken kullanmış olduğumuz belirlemeleri olumsuzlamış, inkâr etmiş oluyoruz. Bu da antitezimiz.

Hemen burada durum muhasebesi yapalım: Nesnel bir bilgi edinmeyi amaçlayan çabamız kendi kendisiyle çelişkiye düştü. İleri sürdüğü her tezin aynı zamanda ve aynı nesne hakkında geçerli olmak üzere antitezini de savunmak durumundadır. Başta benimsediğimiz nesne kavramı da bir paradoksa dönüşmüştür: nesne kavramı hem tanımı gereği sadece kendi kendisinden kaynaklanan bağımsız bir gerçekliği karşılar, hem de bu nesne hakkında söylenen her şey nesnenin bir başka şeyle kurulan ilişkisine dayanır ve dolayısıyla nesnenin tanımı gereği varsaydığımız “asıl kendisi“  ne olduğu bilinemez bir sır haline girer.  İlkin çok doğal, anlamı açık ve berrak bir şeymiş gibi görünen  “nesne”  şimdi bulanmış, bakire ana ya da üç köşeli dörtgen  cinsinden bir anlamsızlığa dönüşmüştür.  Dolayısıyla bu nesneyi keşfetme çabamız, yani bilimsel çalışma, şimdi hayali, imkânsız, irrasyonel bir kavramın peşinde boşuna bir telaş olmak durumuyla yüz yüzedir. Arayıp bulmaya çalıştığımız şey, acaba var olması imkânsız bir şey midir? Eğer nesnelerin basit algılanışından, ya da doğa bilimlerinden söz ediyorsak, şartlı bir hayır; nesnemiz kendi kendini kavramaya çalışan toplum ya da birey ise, kesin bir evet!

Yalnızca algılanan nesneler ve doğa nesnelerinde, nesnenin kendi başına varlığı ile başkası için varlığı iki ayrı temelde durur: nesne ve ondan ayrı duran, onu algılayan ve bilen özne (bilinç). Çelişki aşılsa bile bu iki temelin ayrı kalacağı varsayıldığından, çelişkinin nesneyi değil sadece özneyi ilgilendirdiğini söylemek zorundadır; nesnenin bilgisi bin türlü çelişki ile karşılaşsa bile nesnenin yine de çelişkisiz olduğu sarsılmaz bir inançla savunulabilir.  Doğa bilimleri kendi disiplinlerini şu ya da bu nesnenin nesnel bilgisi olarak tanımlamakla diyalektiği zaten peşinen reddetmişler, çelişkiyi dikkate, umura almayacaklarını önceden ilan etmişlerdir. Bu soyutlanmış alan çerçevesinde doğa bilimlerinin söylediklerine diyalektik ne bir şey katar ne de ondan bir şey eksiltir. Ama bu soyutlamanın kendisi, ya da şöyle diyelim, nesnenin bilgisindeki sonsuz çelişkilere rağmen nesnenin kendisine duyulan sonsuz iman, diyalektiğin başlıca ilgi konularından birini oluşturur.  

Nesnenin kendi başına varlığı ile başkası için varlığının aynı temelde durduğu, özne ile nesnenin aynı varlığın iki cephesinden ibaret olduğu, öznenin kendi kendini nesnel bir şekilde kavramaya çalışılmasından söz ettiğimiz Toplum nesnesine gelince, çelişkiyi hesaba katmadan yapılan soyutlamalar nesnede olsun, öznede olsun, vahim çarpıtmalara yol açmaya başlar.

Evet, şimdi toplumu “nesnel” ya da “ bilimsel “ bir biçimde kavramaya çalışalım. Toplum bir insanlar arası ilişkiler sistemi olduğuna göre, bulmaya çalıştığımız, aslında insanlar arası ilişkilerde ve bu ilişkilerin zaman içinde değişmesinde herhangi bir keyfi ve öznel iradeye bağımlı olmayan öğedir. Adı geçen irade, toplumu yönetenlerin iradesi olabileceği gibi, sadece bireyin ya da bireylerden oluşan örgütlerin de iradesi olabilir.  Toplumda nesnel olan bir öğenin varlığını iddia etmekle bu birey ve örgütlerin toplum içinde bazı isteklerini gerçekleştirmelerinin nesnel bir imkânsızlık olduğunu ileri sürmüş oluyoruz. Bireyler keyfi ve özgür olarak birtakım eylemlere girişirler- ama toplum içinde bu eylemleri sınırlayan, onları yöneten, eylemleri sadece bireylerin keyfi iradesiyle sınırlı olmaktan çıkaran birtakım nesnel güçler vardır.  Nesnel güçlerle kuşkusuz toplumların pozitif birtakım kanun ve kurumlarını ( hükümdar, polis ceza kanunu, TRT kanunu, vs.) kastetmiyoruz; bunlar öznel iradeyle konmuş/kurulmuş ve yine öznel iradeyle kaldırılabilecek şeylerdir. Nesnel güçleri uzun araştırmalar sonunda ve doğa bilimlerine özgü tüm gözlem, deney, vs. yöntemlerini kullanarak yapabiliriz. Sözgelimi uzun iktisadi araştırmalarımız bize, benzinin arz ve talep koşullarının tarafımızdan analiz edilmiş belli karakteristiklere sahip olduğu İstanbul ya da İzmir piyasasında, X gazetesinde çıkan “piyasada benzin yok” yollu bir haberin benzine talebi iki kat artıracağını gösterebilir. Ayni araştırmalar makine fiyatları, hükümetin dış politikası ve makine sektöründeki şirketlerin tahvilat piyasası arasında birtakım ilişkiler bulabilir. Ya da yine benzeri araştırmalarla, toplumların tarih boyunca belli aralarla a, b, c, d, .. aşamalarından geçeceklerini keşfedebiliriz. Belki aristokratik tahakküm altındaki her toplum önünde sonunda çöküp serbest rekabete yol açmak, ya da kapitalist toplum süresini doldurup sosyalist olmak zorundadır. Bunlar nesnel yasalardır. Bireyler ve örgütler, ne yapsalar, ne kadar keyfi davransalar; istedikleri kadar yasaları bilmesinler, inkar ya da protesto etseler, yasalar şu ya da bu yoldan onlara baskın çıkacaktır.

Toplumu yöneten bu yasaları (nesnel yasaları) keşfetmek, ayni zamanda toplum içinde birey ve örgütlerin eylemleri hakkında bir takım normatif yargılarda bulunmamıza imkan açar; nasıl tavuk yumurtasından fil çıkarmaya ya da aya sapanla taş atmaya çalışan birey ve örgütlerin çabaları saçmaysa; toplumun nesnel yasalarına karşı gelmeye çalışan, sözgelimi B aşamasındaki bir toplumda A’ya dönmek  ya da C’ye atlamak için uğraş veren birey ya da örgütlerin çabası da o derece saçmadır. Saçmadır, çünkü amaçlarına ulaşmaları nesnel bir imkansızlıktır; istedikleri kadar çabalasınlar, toplum için vız gelir! Eğer yasalar nesnelse, birey ve örgütler hangi tepkileri gösterirlerse göstersinler hükmünü sürdürecektir.

Toplumun nesnel yasalarının hükmü, birey ve örgütlerin onu uygulayıp uygulamamasına bağlı değildir. Bu fikri çok iyi kavramamız gerekiyor: Diyoruz ki toplumun eğer nesnel birtakım belirleyicileri varsa, artık öznenin bu belirleyiciler karşısında hangi tavrı takındığı hiç önem taşımaz; isterse onları kabul ya da inkâr edebilir, karşı çıkabilir, karşı protesto ya da eylemde bulunabilir vb. Öyleyse birey ya da örgütün kendisi toplum karşısında tamamen özgürdür. Toplumun yasaları hiç yokmuşçasına davranabilir. İradesi ve eylemleri için, belli yasaları olan bir toplunda, şu ya da bu toplumda, herhangi bir toplumda yaşıyor olması hiç fark etmez.- Nasıl ki yerçekimi yasasının sessiz ve sakin nesnelliği bireyi alacağı tavırda tamamen serbest bırakıyor, onu hiç bağlamıyorsa. Toplumsal gerçek, nesnel ve mutlaktır; birey ise tam tersine, bir değişkenlik, keyfilik, belirsizlik içinde yaşar; toplum karşısında mutlak biçimde özgürdür.

Sadede gelelim. İki ihtimal karşısındayız: a) ya yasaların hükmü bireylerin bu yasalara uymasına - kendi istekleri ile ya da zorla- bağlıdır; sözgelimi bireyler yasalara uymayacak olurlarsa yasalar yürümeyecektir;  demek ki yasalar nesnel değildir, birey ve örgütlerin iradesine bağlıdır; birey ve örgütlerin iradesinden başka ayrıca bir toplumsal gerçeklik yoktur; toplumbilimimiz iflas etmiştir; b) ya da toplumun yasaları, bireylerin eylemleri ne olursa olsun geçerlidir. Toplumsal kader ve tarihi determinizm insanların kendisine yönelik çabalarını acı bir alayla bir yana iter. Bu halde de şu soruyu sormayı hak kazanıyoruz: Bu yasalar eğer bireyler eylemlerinde kendilerinden bağımsızken de hükümlerini sürdüreceklerse, bu hükmü kimin üzerinde sürdüreceklerdir? Eğer bireyler bu yasalardan bağımsızsa, bu yasalar neyi yöneten yasalardır? Kitleler şunu ya da bunu yapmaya karar verirse, determinizmin kararlarını kim uygulayacaktır?

Bu soruların cevabı yoktur. Toplumun “bilimi” tam bir anlamsızlıktan ibarettir.  “Toplumun nesnel yasaları” kavramının bütünüyle anlamsız bir kavram olduğunu bir süre kavramayabiliriz. Ama çelişki açıktır ve hemen olmazsa bile önünde sonunda bu gerçeğe çarpıp kalmamız kaçınılmazdır.

Toplum “bilimcileri” de durumun farkındadırlar aslında ve bunu iki karakteristik yoldan açığa vururlar:

a)     Hiç farkına varmaz görünüp en toplumsal determinizmden en bireysel determinizme düşmek. Bu, klasik anlatımını burjuva akademik toplum “bilimlerinde” bulur. Toplumun yasalarına nesnellik izafe etmenin gerçekte bireyi bu yasalar karşısında özgür bırakmak olduğunun pekala bilincinde olan “bilimciler”, yasaların varolduğunu ve bireyin eylemlerini gerçekten yönettiğini hala iddia edebilmek için, bu defa tezlerini tam tersine çevirmek zorundadırlar- toplumda gerçekten yasalar vardır ve nesneldir, ama bunlar toplumun değil bireyin yasalarıdır. Bireyin, örneğin kendi çıkarlarını gözetmek, güvenliğini arttırmak, yiyecek giyecek bulmak, mülk edinmek ve soyunu sürdürmek gibi içgüdüleri vardır; ya da doğanın ekolojik dengeleri onun davranışlarını etkilemektedir; ya da beyin hücrelerinin yapısı, kimyasal bileşkenleri, falan filanı belli davranış kalıplarına göre programlanmıştır. Böylece benzin örneğini alırsak, toplumda arz ve talebi yöneten nesnel bir yasanın varlığı gerçekte bir optik yanılsama gibidir; aslolan sadece tek tek bireylerin doğal davranışlarıdır. Robison Crusoe nasıl havada fırtına belirtileri görüp keçileri ağıla kapatırsa, modern insan da benzin darlığını duyunca iki misli benzin alır. Topluma özgü ya da toplumu tanımlayan bir yasadan söz etmek aslında anlamsızdır, çünkü gerçek olan, sadece  toplum olsa da olmasa da ayni kalacak olan, dolayısıyla toplum gerçeğinden hiçbir şekilde etkilenmeyen, ondan bağımsız bireysel eylemlerdir. Toplum yoktur, birey vardır. Toplum adı verilen şey, hepsi de kendinden başka hiçbir şey yokmuşçasına kendi doğal eğilimlerine yani – Wool’fun Septimus’un deyimiyle- insan tabiatına uyan çok sayıda insanın çatışıp kaynaşmasından, tek tek eylemlerin toplamından, istatistik ortalamasından ibarettir.

b)     Çelişkinin ikinci açığa vuruluş tarzı, hiç farkına varmaz görünüp en nesnelci determinizmden en öznelci voluntarizme düşmektir. (Klasik faşist düşünce ve ne yazık ki Stalinizm örneği vb..)  Şöyle denir: madem ki toplumun ve tarihin nesnel yasaları vardır, bireyler ve örgütler ne yaparlarsa yapsınlar bunlar işlemelidir. Fakat birey ve örgütlerin yaptıklarından başka tarih ve toplum olmadığına göre, eğer birey ve örgütler eylemlerinde özgürse, demek ki bu yasaların hükmü yoktur.  Bu çelişki gündeme gelince yukardaki cümlenin ikinci yarısı paranteze alınır, zihnin karanlık bir köşesine gönderilip unutulur ve cümle yeniden şöyle kurulur: Madem ki toplumun yasaları vardır, bu yasaların var olabilmesi için toplumun ve onu oluşturan birey ve örgütlerin bu yasalara uyması gerekir. Söz gelimi toplumun B aşamasından C aşamasına geçeceği “bilimsel” bir gerçekse, bazı birey ve örgütlerin buna karşı çıkması saçmalıktır, bunlar “tedavi” edilmelidir. Aklın yolu tektir, vb...

Sonunda varılan nokta şudur: toplumun ve tarihin yasalarının hükümlerini sürdürebilmesi, toplumun onlara uymasına bağlıdır. Tüm bireyler ne pahasına olurlarsa olsunlar bu yasalara uyacaktır.  Demek ki yasaların varlığı birey ve örgütlerin tümünün onlara uymaya karar vermesine bağlıdır; bir irade ve eylem sorunudur. Bu eğilim bu muazzam tarih fetişizmi bu mantık çukurundan kendini kurtaramazdı: toplumun ve toplumların evriminin nesnel yasalarca yönetildiğini iddia eden “bilimsel” teori, ister istemez tam tersine dönüp, evrimin tek kuralının bireysel irade olduğunu söyleme noktasına geldi. Tez ile antitez, toplumun nesnel yasaları vardır iddiasıyla toplumun yasalarını biz uygulayacağız iddiası aynı anda ileri sürüldüğü halde kimse çelişkinin farkında değildi ya da daha doğrusu değil gözüktü. Farkında olmayanlar bugün sosyalist harekette hala çoğunluktadır: ayni ağızla hem sosyalizme geçişin nesnel bir zorunluk olduğundan hem de partinin mutlak önderliği ya da devrimci kahramanlıktan söz edenler her an yanımızda yöremizdedir.

Özetliyorum: toplumun bireyden bağımsız nesnel yasaları olduğu düşüncesi ve bu düşünceden kaynaklanan reflektif toplum “bilimleri”, sonuçta toplumun sadece ve sadece birey ve örgütlerin her türlü toplumsal  belirlemeden bağımsız irade ve eylemlerine dayandığını söylemek zorundadır. İddia, kendi kendisini çürüten, söylemek istediğinin tam tersini söyleyen bir iddiadır.  Aldığı iki biçimin her ikisi de sonunda, farklı şekillerde de olsa, toplumu yok sayma noktasında birleşmektedir.

Toplum “bilimlerinin” bilinçsiz varsayımı, hiç kuşkusuz, burjuva ideolojisidir. Diyalektik olmayan Toplum bilimi Burjuva ideolojisine aittir.

Burjuva ideolojisinin ilk tezi, bireyin içinde bulunduğu somut toplumsal ve tarihi konum ne olursa olsun irade ve eylem bakımından mutlak özgürlüğe sahip olduğudur. (K.Marx, Grundrisse, İst.,1980. Bu kitapta Sevan Nişanyan, Sunuş’unun ikinci bölümünde bunu iyi anlatır.) Birey her zaman için toplum-dışı bir adacıkta kendi özgürce belirlediği çıkarlarını kollayan bir Robinson’dur. Ya da yine ayni adacıkta, toplumdan bağımsız olarak karar verdiği birtakım ilkeleri toplumdan bağımsız olarak uygulamaya çalışan bir Robinsonlar örgütü. Tarihi ve toplumsal koşulların değişmesi onun sadece hesaba katması gereken etmenleri, elinin altındaki araçları değiştirir, kendisini değil. Birey ya da örgüt kendi başına verili olan bir mutlaktır; toplum ve tarih ise bireyin veya örgütün kendisini değil sadece dış görünüşünü ve dış ilişkilerini, amaçlarına ulaşmak için kullandığı araçları değiştiren dışsal (raslansal) bir değişken.

Burjuva ideolojisinin ikinci tezi, baştan beri üzerinde durduğumuz, toplumun kendi başına verili bir mutlak, birey ve örgütlerin ise toplumun kendisini değil sadece algılanışını ve mutlak toplumla girişilen tek tek ilişkileri etkileyen dışsal (raslansal) birer değişken olduğu tezidir. Bir yanda kendi bildiğini okuyan, bireyi dıştalayan toplum: birey ile topumun böyle birbirine yabancılaşması burjuva ideolojisinin kavramsal temelini oluşturur. İki tez kesinlikle birbirini gerektirir ve birbirini tamamlar; birini, ayni zamanda öbürünü de savunmadan, savunmak mantıken imkansızdır. Toplumun nesnel yasalarının, bireylerin toplumdan tamamen bağımsız yaratıklar olmasını gerektirdiğini gördük. Bunların tersi de ayni derece doğrudur: gemi batar, Robinson tek başına kalır, bir başka gemi geçer, Robinson Avrupa’ya çıkar. Eğer kendisi koşullar ne olursa olsun onlardan etkilenmeden kendi yasalarıyla işliyorsa, koşulların gelip geçiciliği de ondan bağımsız olarak, başka dinamiklerle işliyor demektir.

İki tez birbirini tamamlar, fakat birbirinin tam tersi olan iki şey söylerler. Bireyler toplumdan, toplum da bireylerden bağımsızdır- Fakat toplum ve bireyler ayni şeyin iki ayrı adından başka şey değildir. İnsan ve doğa karşılıklı birbirinden bağımsız olabilir, Ahmet ile Mehmet de bağımsız olabilir; ama bir grup birey ile ayni grup birey, ya da bir toplum ile ayni toplum birbirinden bağımsız nasıl olabilir? Ayni birey ve örgütlerden oluşan bütünlük birbirinden bağımsız iki ayrı rolde birden nasıl oynayabilir?

Burjuva ideolojisinin iki ana tezi, bu iki karşıt tez, aynı derecede çelişkili, kendi karşıtlarına dönüşen, dediğini aynı anda tam tersini savunan birer çelişkidir. Bir yanda bireyler ile öbür yanda onların bütünü olan toplum arasında yapılan ayrım, bir tek bütünlüğün iki cephesinin bölünüp birbirine yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Birbirinin anti tezi olarak konulan birey ve toplum, bireysel özgürlük ve toplumsal zorunluk, mantıken yanlış ve derin bir bilinç bölünmesine işaret eden kavramlardır. Burjuva ideolojisi, bu iki düşman ikizi aynı anda savunmanın zorunluğu ve imkansızlığın karşısında sonsuz bir huzursuzluk içinde yaşar, bir an savunduğunu bir an sonrasında inkâr etmek, fakat ortada bir çelişki bulunduğunu kesinlikle kabul etmemek, ayni iki karşıt fikri birden savunduğu halde ikisini birbiriyle bağdaştırmamak, birbiriyle yüzleştirmemek, kafasını sürekli olarak en az iki ayrı düzeyde birden çalıştırmak zorundadır.

Diyalektik zorunlu olarak burjuva ideolojisinin çelişkilerini açığa vurmak, yani onu bir gerçeğe tekabül etmesi imkânsız olan bir düşünce sistemi olarak teşhir etmek durumundadır. Toplumu diyalektik yöntemle incelemek, burjuva ideolojisini eleştirmekle eş anlamlıdır, çünkü toplum nesnesinin “kendi başına” haliyle “dışardan” hali arasındaki çelişki, bizzat burjuva ideolojisinin çelişkisidir. Marx Grundrisse önsözünün daha ilk sayfalarını, hatta ilk cümlesini birey ve toplum arasında burjuva ideolojisinde  kurulan ilişkiye hücuma ayırır. Ama teslim etmeliyiz ki burjuva ideolojisinin eleştirisinin burjuva ideolojisinden kurtulmak için yeterli olup olmadığı da şimdilik (açıklamalarda vardığımız bu yer bağlamında) açık bir sorudur. Eleştirdiğimiz bu ideolojiyi ne yapacağız? Yerine hangi “doğru” toplum anlayışını koyacağız? Bu konular Hegel dışına taşan Marx diyalektiğini, daha doğrusu diyalektiğin ötesinde maddeciliği gerektirecektir.

 

                                                         SONSÖZ YERİNE

 

Diyalektiğin toplum babında ( toplumsal-tarihsel gerçekle sınırlandırıldığında) eleştiri sürecinin işleyiş tarzı şöyledir:

Toplum, gelişiminin her döneminde kendini belli bir biçimde kavrar ve bu kavrayışa uygun toplumsal davranış ve ilişki kalıplarını geliştirir. Belli dönemlerde bu kavrayış, toplumun kendi iradesinden bağımsız belli bir takım temel karakteristikler bulunduğu inancını içerebilir. Bu durumda ortada “toplum şudur” diye bir tez vardır ve toplumda kendi kendisiyle ilişkisinde bu tezi temel doğru kabul edip onu fiilen doğrulayan eylemelere girişecektir. Giderek tez üzerinde derinleştikçe (teorik olarak tezi mantıki sonuçlarına götürdükçe ve daha önemlisi pratik olarak söz konusu anlayış çerçevesinde çeşitli toplumsal eylemler uygulandıkça) ortaya çeşitli zorlukların çıktığı görülür. Toplumda “kural dışı” işler olmakta, insanlar doğru olduğu varsayılan toplum anlayışıyla eyleme giriştikçe umulmadık ters sonuçlar alınmakta, bir kural dışılık düzeltildikçe bir başkası boy göstermektedir. Toplum böylece söz konusu tezin yardımı ve aracılığıyla sürekli olarak kendini eleştirir (Diyalektik, gerçeğin kendi kendini eleştirme sürecidir- tanımı böyledir; toplumun diyalektik hareketi de şu yukarıda söylediğimizdir); bozukluklar, terslikler ve krizler çıktıkça doğru varsayılan toplum anlayışıyla eylem ve tavırlar yeniden düzenlenir; çeşitli eylem ve kurumlar yanlış oldukları görülerek düzeltilir, toplumun çeşitli cepheleri tamir edilir; hasılı toplum tedricen yavaş yavaş değişir. Sonun da bakılır ki “toplum şudur” diye ileri sürülen anlayış savunula savunula toplum artık başlangıç noktasıyla ilgisi olmayan bir yere getirilmiştir. Yani başlangıçtaki “toplum şudur” iddiasının yanlış olduğu ispatlanmıştır.

Basit ama paradoksal bir şey bu söylediğimiz. Diyoruz ki toplumun kendini bu kavrayış biçimine uygun eylem süreçleri (ideoloji ve o ideolojiyi temel alan toplumsal üstyapı) ayni zamanda bizzat o kavrayış biçimini ve kendi kendilerini giderek geçersiz kılan, kendi kendilerini eleştiren süreçlerdir.  Toplum şudur diye bir varsayımdan hareket edilir ve ona göre eyleme geçilir; fakat bu eylem ve ilişkiler doğal sonuçlarını üretip terslik ve krizlerle karşılaştıkça görülür ki toplumun gerçekten “şu” olabilmesi için bir takım yeni düzenlemelere (reform ) gerek vardır. Yani şimdiye kadarki eylem ve ilişkiler sistemi ve bunlardan oluşan toplumsal düzen sanıldığı gibi değildi, ancak şimdi öyle olacaktır. “Toplum şudur” derken aslında yanılıyorduk, ya da daha doğrusu ancak şimdi – reformlardan sonra- gerçekleşecek olan bir potansiyelden söz ediyorduk. Dediğimiz ancak şimdi geçerlidir. Ve bunun gibi, önüne sarkıtılan samanı yakalamak için ebediyen koşan eşek misali sürüp giden bir ilerleme: her varsayımın sürekli olarak eleştirildiği, sil baştan edilip yeniden temellendirildiği sonsuz bir süreç.

“Toplum şudur”  cinsinden her tezin, yani toplumun ideolojisinin ve ona tekabül eden üstyapının var olabilmesi için bunun mümkün kılınması, yaratılması, üretilmesi ve yeniden- üretilmesi fikri, diyalektiğin temel taşıdır. “Şu” dur diye gözüken toplum aslında hiç durmadan, tekrar tekrar, her an yeniden yaratılmaktadır. Ya da şöyle diyelim: toplumun durağan görüntüsü, hiç durmayan bir süreç içerisinde üretilmektedir. Toplumu öylece duran bir “şey” gibi gösteren ideoloji ve üstyapı, aslında sonsuz bir eleştiri ve yeniden-üretim sayesinde ayakta tutulmaktadır. Toplum bunun bilincinde olamaz, çünkü toplumun gözünde olay, ebedi bir özün tüm bu değişikliklerin içinde kendini sürekli olarak doğrulamasından ibarettir. Ta ki “toplum şudur” anlayışının kendi bağrından doğan terslikler o anlayışın kendini eleştirip yeniden temellendirme kapasitesinin  ve hızının ötesine geçip süreci bambaşka bir mecraya taşırsınlar.

Bu “taşma”nın, yani devrimin, yapacağını tek cümleyle özetlemek gerekirse: devrim, toplumun ideolojisinin gösterdiği şey olmadığını fakat öyle yapıldığını, sürekli olarak o hale getirildiğini ispat eder; ideolojinin bir nesne gösterdiği yerde devrim bir süreç olduğunu gösterir; ideolojin edilgin ve masum bir oluştan söz ettiği yerde devrim, işin temelini açarak etkin bir “olduruş” keşfeder. Devrimler gündemine hep bunu koymuşlardır.  Toplumun görüntüsünden, yani ideoloji ve üstyapıdan başlanarak, bunu üreten süreçler keşfedilecektir. Toplum nasıl oluyor da böyle gözüküyor? Bunu mümkün kılan üretim süreci nasıl bir üretim sürecidir.

Taşkın Sözdinler


*Yıllar öce, 1985 Nisan’ında ilk sayısı yayınlanan ve künyesinde “hiçbir hakkı mahfuz değildir” diye yazan AKINTIYA KARŞI adında tartışma dizisi dergisi vardı. Dergide egemen düşünce ve anlayışın akıntısına kapılmadan  yüzmeye çalışan bir öbek yazar kadrosunun  siyasi, felsefi, ideolojik, sanatsal, edebi yazıları yer alırdı. İşte AKINTIYA KARŞI’nın 2. Sayısında yer alan o yazılardan birini, Taşkın Sözdinler’in “BİLİM/İDEOLOJİ SORUNSALI ÜZERİNE” adlı zihin açıcı eleştirel yazısını sadece tarihin tozlu arşivinde kalmasın diye sizlerle paylaşmak istedim