20 Aralık 2011 Salı

"kavram kavrama karşı": devrimciliğin skolastizmi

Kavramlar, düşünce hayatımızın ayrılmazlarıdır. Düşüncelerimiz ise,  beynimizin yaşama faaliyetinin yüksek birer ürünüdürler. Kavramlar sayesinde, nesne ve olayların, maddi süreçlerin  ortak özelliklerini soyut ve genel  biçimde tasavvur ederiz. Kavramlar, sırf ve sadece, düşünce dünyasında vardır ve donukturlar;  doğada kavramlara yer yoktur. Doğada özel vasıflara sahip canlı-hareketli balık ( palamut, hamsi, kefal, balina, vb..) vardır ama genel anlamda balık ve balık kavramı yoktur. Biz balık tutmaya gittiğimizde "genel" anlamda balık tutmayız; çünkü denizde genel anlamda balığı değil   somut, özel bir balığı/ balıkları (hamsi, mezgit, orkinos..) tutarız. 

Ya da balıkçıdan "genel" (anlamda) balık satın almayız; belirli bir balık çeşidi alırız.  Balıkçı bize bir kg hamsi verince balıkçıya, "ama  ben senden 'genel' anlamda balık istemiştim" diye çıkışmayız. Zihnimizdeki genel anlamda balık kavramını balıkçıya gösterip(!) "bana şundan 1 kg niye vermedin" demeyiz yani.  Hangi balık? sorusuna cevap verilmediği sürece ve için, balık  kavramıyla sadece balık olarak balığı, tüm balıkları(özdeşlik) ve tümelliği ifade etmiş oluruz. ve böylece balıktan başka şeylerle aramıza bir sınır çekmiş oluruz. 

Nesnel gerçeklikteki mevcut balıkları somut olarak her birine özgü özel içerikleriyle tek tek  anlatacak olsaydık vay halimize o zaman! Tasnif ve tanımlama yapmak için, işin yoksa  her ayrı ve özel bir balık için tek tek tanımlama yap ve kavram üret. İnsanlar arası  iletişim ve anlaşma yolları nasıl  zorlaşırdı kim bilir?  Düşünsenize bir, yüz binlerce elma arasında benim yediğim elmayı soyutlama yapmadan somut olarak  diğer elmalara nazaran tanımladığınızı; herhalde kafayı üşütürdük hep birlikte.   Doğada her şey bir birinden farklı ve değişken olduğu için her tekil nesne, olay, maddi süreç için sonsuz çeşitlilikte kavram ( anlam) üretmek zorunda kalırdık. Bir bezelye kapçığındaki bezelyeler; bir nardaki taneler ve  kuarklar.. bile birbirlerinden farklı özellik ve hareket biçimlerine sahip olduklarından her biri için ayrı ayrı ayrı kavram üretmek işkence olurdu herhalde insanlara. 

Ama soyutlama ve kavram üretme yeteneğimiz  sayesinde biz bu işkenceden kurtulur büyük bir zihinsel ifade bereketine kavuşuruz. Her ne kadar tümel kavramlar her tekil varlığın kendine has özel mahiyetini ve doğasını bize bildirmemiş olsa da.. Yeter ki biz soyutlama yeteneğimizi somutu tanıma ve bilmek için kullandığımız bir araç, bir yöntem olduğunu unutmayalım.  Aksi takdirde soyutlama sonucu elde edilmiş kavramlar mutlaklaşır ve  kavram gerçekliği kendini nesnel gerçeklik sanmaya başlar; Spinoza'nın aksine  köpek kavramı  havlamaya başlar.

Biz soyutlama[1] yeteneğimiz sayesinde her tekil balıkta mevcut bulunan zorunlu müşterek tarafı, ayırt edici yönü, "balık" olma halini, bir tek "balık"  kavramı ile soyut  ve genel olarak ifade ede(bili)riz. Fakat;  bu "balık"  kavramı tek tek balıklardan zihnimize yansımış olmakla birlikte ve yansımış diye, asla, belli bir balığa, örneğin "lüfer" balığına karşılık gelmez ve ona indirgenemez. Genel anlamdaki balık kavramı bir tecrittir(ayırma) zaten, tek tek ayrı ayrı "özel" olarak var olan balıklardan yapılmış bir tecrit.
 
Dahası, ben, "lüfer balığı lezzetlidir"  diye bir yargı belirttiğimde lüfer balığının lezzetli olması dışında kalan bütün özelliklerini ve pek çok ayrıntıyı da  ister istemez ihmal etmek durumunda kalırım. Yani "lezzetlidir" yüklemi,  Özne'ye dair geri kalan  özellikleri ve yönleri (lüferin boyunu, kilosunu, biyolojik yapısını; kımıltısını veya aklınıza gelebilecek her hangi bir yanını..) ihmal etme durumunda kalır. "lezzetlidir" yüklemi,  lüfere dair söyleyebileceğimiz her şeyi,  lüferin bütünlüğünü(tümelliğini) yani, dışarda bırakmış olur. Lüfere dair her şeyi söylediğimizi sandığımız halde dahi,  hala, öznede eksik bıraktığımız bir şeyler kalır. Yani; bir özneyi bir bütün olarak ifade etmek istediğimizde bile, yüklemlerimizin tamamı, hiç bir zaman özneyi tam olarak  karşılayamayacaktır; ancak, yaklaşık olarak onu  ifade ve temsil edebilecektir. Çünkü, lüfer, sırf ve sadece, lezzetli  değil; o ayni zamanda hareketi ve gelişim süreciyle birlikte neyse, odur; yani bütünlüktür. Bu bütünlüğü ise, hiç bir yüklem ve yüklemler silsilesi tam olarak ifade edemez. Çünkü; lüferin tamı,   somuttur. Somut ise, çok sayıda belirlenimin birliği; bir noktada bağdaşması  demek olan  yaşayan ve çelişkili, katmanlı bir gerçekliktir.  Oysa; lüfere ve  lüferin tamlığına  dair olan yüklemler ise, soyuttur; yani kavramsaldır. Eğer; bu soyutu, yani belirli bir yüklemi ya da yüklemleri, ait olduğu somut nesnesinden (somutluk) ayrı olarak, kendi başına soyut olarak düşünmezsek, lüfere dair yapmış olduğumuz bu  soyutlama yararlı olur ve bize lüfer hakkında kısmi bilgi verir. Ama soyutlamanın, sadece bir soyutlama  olduğunu unutur;  kendi başına bir gerçeklik olarak ve bütünden soyutlanmış olarak ayrı biçimde var olabileceğini düşünürsek, işte o zaman,  nesnel gerçek(lik) hakkında yanılsamaya düşeriz ve aldanmış oluruz.

Öte yandan; bizi harekete ve  eyleme geçiren fikirler ve kavramlar,  önce, kafamızın içinden geçerler. Ama, onların hangi halleri ve biçimleri  alacağı  ise,  içinde  bulunmuş olduğumuz tarihsel ve sosyal şartlara ve özne olarak da  bireysel ve kültürel özelliklerimize son derece bağlıdır. Biz, zihinsel faaliyetin ve düşünce sürecinin ürünü olan kavramlar sayesinde,  nesnel gerçeklikte birbirine benzeyen şeyleri ve olayları, genel olarak  kapsar ve  ifade ederiz.  İnsanoğlu, çoğu zaman, kavramların etkisinde kalır; kavrama göre davranır ve hayatını kurar. İşte, hayatımızda böylesine yeri olan kavramları, bakalım,  tarihsel içerik ve anlamlarına uygun olarak  kullanabiliyor muyuz?  Yoksa, kavramlar aracılığıyla, yanıltılıp aldatılıyor muyuz? Unutulmasın sınıflı toplumlarda kavramların sınıfsal bir içeriği ve tarafı vardır. Yani; kavramlar sanıldığı kadar masum değildir; taraf tutar.  Ve her kavramın dönüşüme tabi tarihsel bir içeriği vardır. Önemli olan kavramsal içeriğinin kim(ler) tarafından hangi amaçla dönüşüme uğratıldığının bilincinde olmaktır. 

Örneğin, " millet "  kavramını içeriğine uygun olarak ele alacak olursak, acaba, buna burjuvazi de dahil midir ? Yoksa; bir ve tek egemen sınıf olan burjuvaziyi, millet 'ten hariç mi tutarız ? Bu sorunun cevabını Tarihsel Maddecilik bilir. Peki; ne diyor Tarihsel Maddecilik? Henüz kapitalizm ortada yokken, hepimiz ümmetmişiz; Muhammed'in ümmeti.. Kimimiz Müslüman ümmetiydik(ümmet-i Muhammed), kimimiz de Hristiyan ümmeti(İsa'nın ümmeti). Kapitalizmden önce, feodal beyler ve hanedanlıklar zamanında, yani, ister Hristiyan olsun; ister Müslüman, isterse başka bir dinden, dinsel bir topluma mensup  olan insanlara biz ümmet diyorduk. Ümmette, dini ve dine bir referans var; dini bir bağlam var.. Dine nazaran olma hali var.. Ama kapitalizmle birlikte artık ümmet devrinin miadı doluyor "millet" devri başlıyor.

Demek ki; kapitalizmden önce millet yok, ümmet var. Üretimde, kapitalist üretim tarzının egemen olmaya başlamasıyla birlikte millet kavramı da tarih sahnesine çıkmaya başlıyor. Tarihsel olarak baktığımızda sermayedar sınıf (burjuvazi) millet' in mucididir zaten. Millet dediğimizde de, dine nazaran biçimlenmiş insan topluluğunun (ümmet) kapitalist üretim tarzı şartlarına uyarlanmış halini anlarız. Kapitalizm ile biz artık; ümmet toplumunda değil, millet toplumundayız demektir. Bu durumda "millet" tanımının içine kapitalistler girer mi ? Evet, elbette girer, yani; biz millet dediğimizde, bunun içine toplumda bulunan tüm sosyal sınıf, zümre ve tabakaların hepsinin dahil etmiş oluruz. Ulus kavramı, hiç bir sosyal sınıfı, zümreleri ve tabakaları kendi dışında bırakmaz, hepsini kapsayıcıdır. O yüzden, burjuvazi ve burjuvazinin egemen zümreleri de milletin bir parçasıdır; milletten bir parçadır.

Ama, ' halk ' kavramı öyle bir şey değildir. "Ey halk!" diye seslendiğimizde buna egemen sınıf dahil değildir. Yani; kapitalist üretimin ve emperyalizmin egemen olduğu bir dünyada, halk dendi mi, sömüren, baskı kuran, denetleyen, ezen zorbalardan ayrı tutulan millet kesimi akla gelir. Örneğin, İngiltere'de  kral ve aristokrasi sınıfı ya da Osmanlı'da padişah ve avenesi  halktan birileri olmadıkları için halktan sayılmazlar. Yani; halk başkadır millet başka. Halk da, sınıfların varlığına ve egemenlik ilişkilerine nazaran bir tanım yapılırken, millette, özellikle egemen sınıf burjuvazi gerici olduktan sonra,  egemenlik ve sınıf ilişkileri iyice örtülür. Millet, sanki içerdeki sömürü ilişkilerini gizler ve dış düşmana karşı anayurdun birliğini, bütünlüğünü ifade eder. Millette, esas itibariyle, egemen sınıf olan burjuvazinin çıkarları ve ihtiyaçları, milletin (ayni zamanda halkın da) çıkarları ve ihtiyacı olmuştur. Bu yüzden millet kavramı, sınıfsal sömürüyü gizler; kamufle eder.

Bir de, siyasal iktidarların ve muhalefetlerin onsuz yapamadıkları her derde deva "demokrasi "  kavramı var değil mi; onu da unutmayalım ? Ey demokrasi sen yok musun sen; sen nelere kadirsin! Devlet yönetimi biçimi olarak sınıfsal egemenlik ve sömürü ilişkilerini dengeleyen, gizleyen ve sürdüren sen; derebeyliği kötüleyen ve keyfi bulan; ama kapitalizmim istikrarını düşünen ve temin eden de sen. Emekçiler için özgürlükleri daraltan, genişleten sen;  hak arayışları diye diye halkı hem coşturan hem oyalayan ve sömürü düzenini meşrulaştıran da sen. Sen yok musun sen; millet kavramı gibi ne tılsımlı ve efsunkar bir kavram ve özenilen düzensin sen! 

Peki ya; " emperyalizm "  kavramı nasıl bir şey? Sanki bize yabancı ve dışımızda olan bir varlığa sesleniş gibi geliyor değil mi? Ama öyle değil işte! Emperyalizm, ister istemez, içimizde de olmak zorunda. Çünkü; emperyalizm, bir ülkede yerli, milli iş birlikçini ve hizmetkarını bulmadan emperyalizm olamaz. Emperyalizm, dün olduğu gibi bu gün de, içimizdedir. Yerli ve milli sermayemizin şu anki egemen zümreleri, dünya emperyalist sisteminin bir parçası olmuştur. Dolayısıyla da, emperyalizm, bizim milletimizin bir parçasıdır. Emperyalizme karşı savaş, daima, ayni zamanda, bir sınıf savaşıdır; sınıf mücadelesidir. Çünkü;  Emperyalizm, kapitalist üretim biçiminin tekelci evresi olması hasebiyle; ve dünya çapında tekelci dev şirketlerin egemenliği olduğu için, daima, sömüren ve baskı kuran egemen kapitalist sınıfı temsil eder.   20.yy dan önce emperyalizm, ilhakçı, istilacı, sömürgeci bir güç olarak dışımızdaydı.  Fakat; günümüzde, emperyalizm, ekonomik ilişki ve siyasetiyle, artık içimizdeki düşman;  ve ulusumuzun bir parçası olarak var. Emperyalizm, her ülkede, kendine uşaklık ve ajanlık yapacak kompradorlar ve vatan hainleri bulduğu için, her ülkenin  içindedir.

Daha 1513'de Machiavelli (1469-1527) bu gerçeği Prens'te şöyle dile getiriyordu :  

"Ele geçirilmiş devletler kendi yasaları altında özgürce yaşamaya alışkınlarsa, onları elde tutmanın üç yolu vardır. İlki, onları yağmalamak; ikincisi gidip bizzat orada yaşamak; üçüncüsü ise, onları haraca bağlayıp, ülkede bir kaç kişiye sizinle dostça ilişkiler sürdürecek bir hükümet kurdurarak, onların kendi yasaları altında yaşamalarına izin vermektir. Çünkü; Prens tarafından kurdurulmuş bu hükümet, onun dostluğu ve koruması olmaksızın  var olamayacağını bilir; ve bu dostluk ve korumayı sürdürmek için elinden geleni yapar. Dahası, özgürlüğe alışkın bir kent, eğer elinizde tutmak istiyorsanız, en kolay kendi yurttaşları aracılığıyla elde tutulabilir."

Demek ki kavramları öyle gelişi güzel ve egemen ideolojinin benimsetmiş olduğu haliyle kullanamayız. Millet, halk, demokrasi ve emperyalizm.. gibi kavramlarla nesnel gerçekliği tahrif etmek istemiyorsak; ya da gerçeklerin tahrif edilmesine müsaade etmek istemiyorsak, kavram ve terimlerin tarihsel ve sınıfsal içerik ve anlamlarına göre kullanılmasına dikkat etmemiz gerekmektedir. Zira; kavramlar, her zaman, sınıfsal egemenlik kurmanın araçları olmuşlardır ve sınıf mücadelesinde taraf tutarlar.

Öyleyse, biz hangi kavramları nasıl ve neye göre kullanacağımıza bir karar vermemiz gerekiyor.  Emperyalizm, demokrasi, halk, millet.. gibi kavramları   tarihin en yakışıklı devrimcisi Mustafa Kemal Atatürk gibi de kullanabiliriz, dünyayı kan gölüne çeviren faşist Hitler ve Mussolini gibi de..  Aslında tereddütte kaldığımızda ne yapacağımızı halka sorarsak daha isabetli davranmış oluruz. Halka gitmek; halka sormak; halk sınıfları ile birlikte yapmak en doğrusu.. Tabi halkı da mütemadiyen, "hangisi doğru, hangisi yanlış ?" ya da anayasa referandumlarıyla 'evet mi hayır mı?' diye Aristotales mantığıyla sık boğaz ederek aldatırsak, sağlıklı, gerçeğe uygun  sonuçlar alamayız. Henüz ortada, 'şu doğrudur şu da yanlıştır' diyebileceğimiz bir durum; bir kesinlik; bir gerçek(lik) yokken bile; yüce halkımızdan, cevap beklersek 'hangisi doğru, hangisi yanlış' diye isabetli bir cevap gene alamayabiliriz. Zira; bazen veya çoğu zaman, üçüncü bir şıkkın olabilirliğini yok sayarak 'şu doğrudur şu yanlıştır ' demenin de bir alemi  yoktur! Hem sonra, ya her ikisinin de doğru ve yanlış yanları varsa; ne olacak ? O yüzden; her şeyden önce; gerçeğe,  somut (çok sayıda belirlenimin birliği, canlı ve çelişkili katmanlı gerçeklik) olarak bakmasını bilmemiz gerek. Çünkü; dünyayı ve dünyamızı  değiştirmek istiyorsak "gerçek ne?"  "SOMUT"  olarak bilmek zorundayız.

Bir gerçeğe çok farklı açılardan ve bakımlardan bakılabilir.  Gerçeğe şaşı bakarsak, gerçek şaşı; gerçeğe sarhoş bakarsak, gerçek sarhoş; gerçeğe, gerçeğin gözünden bakarsak da, gerçek,  'nasılsa öyle görünür! Ama biz her şeyden önce, sosyal bir varlık olduğumuzdan, gerçeğe, sosyal varlık gözüyle, yani; içinde yaşadığımız sosyal düzen(leniş)e,  şartlara ve  ilişkilere nazaran edinmiş olduğumuz  "duyuş-düşünüş gözü" ile bakmak durumundayız.  Ancak; sosyal varlık gözümüz, yani duyuş ve düşüncelerimiz, olaylar ve dünya karşısında subjektiftir. Zira; her insanın belli bir olay karşısındaki duyuş-düşünüş-davranışı,  içinde bulunduğu toplum çeşidine ve tarihsel koşullara göre değişir. Örneğin bir balıkçı, her zaman, yüksek bir bürokrattan veya  zengin kuyumcudan farklı düşünür. Çünkü; balıkçı, balıkçı gibi düşündüğü için balıkçı olmuş değildir; bilakis, balıkçı olduğu için balıkçı gibi düşünmüştür. Yüksek bürokrat da öyle, zengin kuyumcuda öyle.. Dolayısıyla, Düşünce, düşünce sahibi insandan ayrı olarak kendi başına var olamaz. Çünkü düşünce, insan beyninin  yüksek  bir ürünüdür; ve  insan-sız var olamaz (ilerde kendi kendine düşünerek geleceğe egemen olabilecek olan yapay zekalar bile bilim ve teknolojinin, yani insan kafasının  ürünüdürler). O yüzden; olayların görünüş 'ünü değil de öz' ünü bilmek ve anlamak isteyen insan düşüncesi,  bu isteğini, ancak,  Somut 'un doğasına ve düzenlenişine  uygun olarak  işleyen  aklımızın gözüyle gerçekleştirebilir.

Peki, gündelik ve ömürlük hayatımızda, biz, niçin bu kadar farklı  fikirsel ve kavramsal ayrılıklara düşeriz? Fikirlerimizi, kavramlarımızı mutlu etmek için mi;  yoksa; kavramlarımızı birbirleriyle tokuşturtarak, kendi kavramlarımıza üstünlük taslatmak için mi? 'kimin kavramı diğerinden ne kadar üstün' oyunu gibi bir şey mi bu  acaba? Gerçekte, fikirlerimiz, kavramlarımız,  mücadelemizde, amaçlarımızda işimize yarasın diye vardırlar değil mi? Ama uygulamada bunu çoğu zaman unutur; kavramlarımız için yaşar dururuz. ve nihayetinde, Kavram için ve kavrama göre, birer insan; ve sosyal sınıf oluruz.

Bir zamanlar Türkiye devrimci mücadele tarihinin yüz akı olan ve medar-ı iftiharımız bir Hikmet Kıvılcımlı vardı. "Vardı" da ne demek !!? Türkiye için daima var; ve var olacak bir devrimci önder o ! Ne derdi o biliyor musunuz:   "(Öyle) klişe kavramları ezberleyip; 'kavram kavrama karşı' tartışma metodundan çıkalım". Olaylardır, bizim için tek bilimsel gerçek; klişe kavramlar değil. Olayları da, çelişkiler bir aradadır diyen diyalektik mantığımızla kavrayalım. Çünkü, olaylar,  ister doğada, ister toplumda olsun, daima çelişkili olarak, çelişkiler bir arada bulunarak vardır. Ve realite budur. Gerçeklik budur. Onun dışında, alıştığımız, küçüklükten beri özendiğimiz ve benimsediğimiz skolastik metot, yani Aristotales'in "ya evet ya da hayır diyeceksin; üçüncü bir şık olamaz" dediği metot.. İşte; hepimizin kafası böyle.. Doğduğumuz günden beri öyle alışmışız düşünmeye. Bu düşüncelerden kurtulmak kolay bir şey değil. Diyalektiğin formüllerini tekrarlamak da yeterli değil. Diyalektiğe dair bilgimiz olabilir. Ama diyalektiği bilmekle uygulamak arasında asıl büyük fark vardır. Yani diyalektiği bilip tekerlemek, tamamen bülbüllüktür, hafızlıktır, mollalıktır. Diyalektiği okumak ve bilmek, diyalektik olmak; diyalektik düşünmek ve diyalektik davranmak demek değildir. Ama diyalektiği uygulamak, diyalektik bir davranıştır."(DEV-GENÇ Seminerleri, Kıvılcım Yayınları, Mayıs 1989)

Kıvılcımlı'ya göre : "Bilimsel inceleme metodu diyalektik metottur. Bu metodun iki çelişik momenti vardır. Biz her hangi bir olayı ele alırken, önce, onun aydınlanmasını, açıklanmasını yapmak zorundayız. Sonra da, o yorum doğrultusunda ve doğruluğunda, o durumu değiştirmeye gideriz. Bizim bilimsel sosyalizmde, Marx ustanın, ta Feuerbach Üzerine Tezler' inden beri ortaya attığı sorunları eleştirme ve ele alma metodumuz böyle işler.

Bu iki moment, ayni zamandadır. Fakat, bu iki moment birbirine taban tabana zıttır. Yani; biz yorumlarken, herhangi bir konunun ne ve nasıl olduğunu açıklarken; ve aydınlatırken en ufak bir sübjektivizme düşmemek zorundayız. Yani; konu ne ise, olaylar nasılsa, oldukları gibi, hiç bir duyumumuza, hiç bir eğilimimize en ufak, en zerre kadar pay bırakmaksızın, sorunu önce, olduğu gibi önümüze koymak zorundayız. Ancak; ikinci momente geçtiğimiz vakit, eleştirimizin, yani durum iyice aydınlandıktan sonra, bu durumu değiştirme konusuna geldik mi, diyalektiğin bütün değiştirme davranışları ve düşünceleri birinci safa çıkar. Yani, yorumlarken, açıklarken ne derece objektif, somutsak, değiştirirken de, en az o derece subjektif ve gene somut olmak zorundayız.

Yorumlamanın objektif ve somut oluşu ne demek ? Olayların dışında biz, düşüncemizden, duygunuzdan hiç bir şeyi bu olayların içine katmayacağız demektir. Objektif ve somut nasılsa, öylece, olayı ele alacağız demektir. Bu birinci moment.

Değiştirmeye gelince,  Marx'a göre, biz bir şeye bakmakla, aydınlatmakla, yorumlamakla yetinemeyiz, mutlaka ona bir değişiklik getirmek için aydınlattığımızı biliriz. İşte; o zaman subjektif oluruz. Ama nasıl subjektif ? İşte; burada, çok dikkatli olmak lazım. Çünkü sübjektivizmi, diyalektik anlamıyla yorumlamak zorundayız. Yoksa, biz de, kelimenin idealist manasıyla subjektif oluruz; yani, keyfine, aklına ne gelirse öyle bir değişikliğe gideriz. Böyle yaparsak, bu tabi, diyalektikle hiç bir ilgisi olmayan tam kapris, kişisel davranış ve düşünce olur ki, bilimsel sosyalizmin semtine bile uğramaz bu tarz şeyler.

(Peki); ne anlamda kişisel ? insancıl diyelim. Yani, insancıl, toplum ölçüsünde değiştirme momentine gireriz. Toplum ve insanın bütünü için en yararlı değişiklik hangisiyse onu öneririz. O anlamda subjektif.. biliyoruz, insanlık eğer sınıfsız toplumdaysa bütünü için, bütün insanların yararına değişiklik gerekecektir. Şayet; insanlık, sınıflı toplum aşamasındaysa, hangi sınıf açısından konuluyorsa o sosyal sınıf açısından en yararlı çözüm ve değişim yapacağız."

Tarihin maddesine göre insanlık, henüz ve hala, kapitalist üretim ve sınıflı toplum aşamasında; ve Lenin'in tespit ettiği üzere emperyalizm çağındaysa, toplumsal sınıfların egemenlik savaşları devam ediyor demektir. Biliyorsunuz; savaşlar, meydanlarda, cephelerde ve doğru mevzilerde kazanılır. Eğer benim öznelliğim nesnel gerçekliğe değil de kafamdaki "kavram gerçekliğine" dayanıyorsa, savaşı kaybetmem kaçınılmazdır. Emperyalizmin, dünyada milli devletleri, Türkiye'de "Atatürk Türkiye'sini" yok etmek isterken, doğru mevzi ve cephe neresidir ? Sınıf mücadelesini nerede ve nasıl yapacağız ? Yani, biz hangi işleri (düşmanla çatışacağımız mevzi ve cephelerin seçimi)  yapmış olursak; emperyalizmi (düşmanı) geriletmiş, püskürtmüş; bozguna uğratmış oluruz ? ve sınıf ilişkileri ve dengelerinde, ezilen-sömürülen sınıf lehine bir değişiklik yaratmış oluruz?

Şayet ben, en sert ve keskin sol ve sosyalist söyleme sahip olsam bile, düşmana (emperyalizm)  zarar veremeyeceksem; mevcut verili sınıf ilişkileri ve dengelerinde emekçiler lehine bir değişikliğe yol açamayacaksam; ve emperyalizmin kuvvetleri  için tehlikeli olamayacaksam, düşman bana niye ilişsin ki!? Emperyalizm için önemli olan, her zaman olduğu gibi bu gün de  şu pragmatist sorulara verilen cevaplardır : 1-Bu benim için yararlı mı ?   2-Bu benim için tehlikeli mi ?  3-Bu benim için gerekli mi ?

O yüzden; kendilerini siyasi ve iktidar mücadele içinde görenler (millici, sol ve sosyalist kuvvetler) kendilerine şu soruları sormalı ve ona göre mücadele etmeliler : Ezilen ve sömürülen devletlerin, emperyalizme karşı bağımsızlık  ve egemenlik mücadeleleri, ayni zamanda, sınıf mücadelesi anlamına gelir mi ? Yani; emperyalist güçler, ezen ve sömüren egemen sınıf ve zümresini teşkil ve temsil ederler mi ? Bu gün Kemalist olmak; Atatürk Türkiye'sini savunmak;  ikinci kurtuluş savaşı vermek, emperyalizm çıkar ve amaçlarına hizmet eder mi ?  Milli olmak; milli bağımsızlığını ve egemenliğini savunmak, ayni zamanda, ezilen-sömürülen  halk sınıfları uğruna verilen devrimci sınıf mücadelesinin emperyalizm şartlarındaki tezahürü değil midir?

Emperyalist dayatma (Kemalist devrimin tasfiyesi; Türkiye'yi Atatürksüzleştirme, Natocu iktidarlar yaratılması; tarikatlara ve cemaatlere bölünmüş piyasa toplumu üretilmesi; özelleştirmeler, sendikal hakların gaspı, işçi hak ve çıkarlarının geriletilmesi; çeşitli dalavere  ve düzenbazlıklarla TSK'yı itibarsızlaştırma ve madara etme, esir alma; bölünmüş Irak ve Suriye yaratmak; bölücü ve kukla Kürt devleti teessüs etmek suretiyle İsrail'in çıkarlarına hizmet etmek; komşularınla düşmanca bağ kurmak, Türk milletini parçalamak...) ve bölücü ve gerici kuşatmaya karşı halkçı ve bağımsızlıkçı bir anayurt savunmak, sınıf mücadelesi sayılmaz mı ? Yani anti-emperyalist mücadele sınıf ilişkilerinde ve dengelerinde ezilen ve sömürülenler lehine bir değişiklik yaratmış olmaz mı?

Emperyalizm çağında sınıf mücadelesi derken neyi kast ettiğimizde hem fikir olmalıyız. ? Hangi siyaseti üretir ve hangi işleri yaparsak ezilen ve sömürülen sınıf ve zümreler için  "iyi" bir şeyler yapmış  sayılırız ? Her şeyden önce, bu konuda, kafamız berrak olmalı. Sonuç olarak, mevcut verili durumun tahliline bağlı olarak öyle şeyler yapalım ki, bu, emekçi halkın, bağımsızlıkçı, milli kuvvetlerin işine yarasın;  ve fakat; emperyalizmin de zararına olsun. Yaptığımız iş; üretmiş olduğumuz siyaset ve strateji, sonuçta, emperyalist ve iş birlikçi kuvvetler için  zararlı ve tehlikeli olsun; emperyalist kuvvetlerin çıkar ve amaçlarına hizmet etmemiş olsun; ve emekçi halk sınıflarını iktidara taşısın. Ölçüt bu olmalı !

Hikmet Kıvılcımlı ustanın diyalektik dediği ne peki ?  Diyalektikten biz ne anlamalıyız?

Diyalektik, genel olarak,  nesnel-gerçekliğin biricik gelişme, işleme  ve düzenlenme biçimidir. Nesnel gerçeklik, mantıki olarak, sırf ve sadece, diyalektik olarak işler, gelişir ve düzenlenir.   Nesnel gerçeklikte her şey, diyalektik yasalara göre cereyan eder. Diyalektik, nesnel gerçekliğin kendince, kendi kendine kalıcı bir ve tek düzenleniş ilkesidir. Diyalektiğin kaynağı, kendi kendine ve kendiliğinden  hareket halindeki Madde'nin kendisidir. Kendinden ve kendiliğinden  hareket halindeki Madde olmamış olsa idi,  diyalektik'ten bahsediyor olamazdık. Diyalektik, Nesnel Gerçeklik'in, yani Madde'nin  Mantığıdır.

Nesnel gerçeklikte ilk gözümüze çarpan şey, nesne, olgu, olay ve  süreçlerin  çoğulluğu ve çeşitliliğidir. Şöyle çevremize bir baktığımızda,  eş zamanlı olarak, çok sayıda ve çeşitte olaylar ve  şeyler görürüz. Ve belli bir gözlemle de, her şeyin hareket ve değişim halinde olduğunu fark ederiz. Örneğin, içinde bulunduğumuz ortam bir doğa parçasıysa, uçan kuşlardan solan ve savrulan yapraklara;  bulut hareketlerinden yağmur yağmasına; deniz köpürmesinden martı çığlıklarına.. sayısız çoklukta ve çeşitte değişken olaylarla karşılaşırız. 

Keza; toplumsal hayata baktığımızda da, bu sefer, çok farklı ve çeşitli insan faaliyeti ve ilişkisi gözümüze çarpar. Fakat bu olay ve şeylerin hiç biri, kendi başlarına, ilişkilerinden ve etkileşimlerinden ayrı olarak, yalıtılmış bir halde bulunamazlar. Olgu, olay ve süreçlerin her biri, ait olduğu ilişkiler ve etkileşimler bütünü içinde ve bütünün ayrılmaz bir unsuru olarak   var olurlar.  Hiç bir kuş veya ağaç, içinde bulunduğu ortamdan ve doğasından ayrı olarak yalıtılmış bir halde,  kendi başına var bulunamaz. Vücudun, bizatihi, kendisini meydana getiren  organ ve hayati süreçlerin dışında, kendi başına bir varlığı yoktur. Çünkü o, bizatihi, bu yaşayan süreçlerden ve canlı organlardan yapılmıştır. Engels'e göre de:  "Dünya, tamamlanıp bitmiş şeylerin bir bileşimi olarak değil; içinde görünüşte ebedi şeylerin kesintisiz varoluş ve göçüp gidiş değişmesinden geçtikleri bir süreçler bileşimi olarak anlaşılmalıdır."  O yüzden; Somut gerçeklik, daima, çoğulluk ve çeşitliliğin, değişim halindeki birliğidir.

Düşünen ve bilen  özne için  Diyalektik bakış,    nesnel gerçekliği, hareketi-değişimi-etkileşimi-bağlantıları  ve gelişimi içinde  göz önünde bulundurmaktır. Nesnel Gerçekliği, çoğulluğu ve çeşitliliği  içinde Birlik olarak düşünmektir. Yani, nesnel gerçekliğin, bizatihi,  "işleyiş-düzenleniş-gelişim" Mantığına göre, Somut olarak, düşünmektir. Eğer, nesnel gerçekliğin herhangi bir halini veya belirişini belli bir durum 'da düşünür ve o duruma nasıl geldiklerini ; ve bu durumdan nasıl çıkacaklarını/çıktıklarını düşünmezsek; yani, onları sahip olmuş olduğu ilişkilerinden ve etkileşimlerinden ayrı ve yalıtık olarak düşünürsek,  bu bizi dayanaksız ve temelsiz bir soyutluğa götürür. Böylece, çıkış kapısını bir türlü bulamadığımız bir labirentin içinde kayboluruz dururuz. İşte; Diyalektik düşünme,  bizi, bu labirente düşmekten ve soyutlukta kaybolmaktan korur.

Nesnel-Gerçeklikte Diyalektiği,  "durum(hal)"  ile  "akış-değişme-süreç" karşıtlığında görebiliriz. Her hangi bir şeyin, her hangi bir andaki  durumu denilince, sanki o şey bize, soyutlama yaptığımız için, tabi olduğu hareketinden ve uğradığı değişiminden ayrı olarak, değişmez ve sabit bir şekilde  var olabilirmiş gibi gelmektedir. "Kabak, Kabak'tır; başka bir şey değildir" önermesi, kabağın değişim halinde olmadığını varsaydığımda ve kabağı belli nicel ve zaman sınırları içinde kabul ettiğimde doğrudur ancak. Ama, gerçekte, bir ve her şey, daima,   "hareket /değişim halinde/durumundadır;  ve hiç bir şey, değişimden ve hareketten ayrı olarak, kendi başına var olamaz  denince, iş başkalaşıyor. Çünkü;  bu kez "durumu", donmuşluk, sabitlik, hareketsizlik, değişimsizlik değil de,  hareket ve değişim temsil etmiş oluyor. Aristoteles'in  meşhur "kapı" örneğinde olduğu gibi, "kapı" ister açık isterse kapalı durumda(halde) olsun, her iki durum (hal) da, fiziki etkileşim koşullarına maruzdur, kendinde hareket halindedir ve değişime uğrar.  Ve bizim bildiğimiz, tanıdığımız kapı, zamanla,    aşınıp, eskir ; ve  bir süre sonra da kapılığını(özdeşliğini) yitirir.. Şimdi, şayet içinde bulunmuş olduğu ortam ve şartlarla birlikte, kapının, yani ahşabın, doğasındaki (kimyasal-atomsal) hareket ve değişim olmamış olsa idi, bizim kapımız, kapı gibi,  dimdik ayakta kalır; onu tanıyan kimseleri  şaşırtmazdı.

Ayrıca ; "bir şeyin iki durumu arasındaki değişimi aralarında artık hiç bir özdeşlik kalmayacak şekilde genişletirsem, değişimi belirleyemem, hatta bir şeyin iki durumu olduğundan bile bahsedemem. Değişimi belirleyebilmek için ortak bir ölçüye ihtiyacım vardır. İki şeyin veya bir şeyin iki durumu arasında niceliksel olarak ayrım yapmak bile, ancak onları herhangi bir açıdan eşitlemekle mümkündür. Farklılık olmadan özdeşlik yoksa, o zaman özdeşlik olmadan farklılık da yok demektir." (August Thalheimer, Diyalektik Materyalizme Giriş, Yordam Kitap, Ocak 2011)

Bu kapı örneğinde, Durum (Hal),   bizatihi,   hareket(in) ve değişim(in) hali olmuş olduğundan,  durum, bundan böyle, akıp giden gelişim süreçlerinin ve değişimin  bir anı olan "durum" olmaktan kendini kurtaramaz. Çünkü ve artık, hareketin ve değişimin dışında, kendi başına, izole bir "durum" var olamaz; yoktur zaten.  Öyleyse şimdi,  şöyle düşünebiliriz : Her şey hareket ve değişim halindeyse, hiç bir şey değişimden ve hareketten muaf değilse, ortada bir karşıtlık "çelişkili" bir "durum" var demektir. Zira; "Durum" kelimesi, bir yandan, bizatihi, sabitliği,  değişmezliği, hareketsizliği ve ÖZDEŞLİĞİ ifade ederken, öte yandan; maddenin doğası ve asli karakteri olan  Hareketi ve  Değişimi (FARK) temsil ve ifade etmiş oluyor..  Bundan böyle, ancak; harekete ve değişime nazaran bir "durum (ÖZDEŞLİK)"   halinden bahsedebiliriz. Yani hem sabitlik-değişmezlik-hareketsizlik(ÖZDEŞLİK);  hem de hareket ve değişim(FARK), ayrılmaz bağlılık  ve kopartılamaz bir halde  bir arada ve  birlikte bulunmaktadırlar. İşte bu ÇELİŞİK  durum, yani hem ÖZDESLİK ve hem de FARK'ın, birlikte ve iç içe olması, (FARK'ın Özdeşlikte, Özdeşliğin Fark'ta içkin olması); ve bu çelişik durumun,  zıtların çelişkili birliği'ne ve mücadelesine neden olması,  diyalektiğin kaynağıdır.  Madde'nin asli karakteri olan Hareket, kendiliğinden, kendi kendine otodinamik olarak, bağrından  fark ve çelişki doğurmasaydı, diyalektiğe hacet kalmazdı. Daha doğrusu, madde, nesnel ve kalıcı olarak var olmamış olsaydı ne "hareket (değişim)" olurdu ne de "diyalektik!". Çünkü madde olduğu için hareket (değişim) var.   Hareket, madde olmamış olsaydı, nesnesiz(maddesiz) bir özne  olarak kendi başına var olamazdı zaten. Madde'nin doğası olan Hareket, sadece, madde'nin evrensel tezahürüdür.

O yüzden Diyalektik, nesnel olarak, "fark"ı esas alan özdeşlik ve zıt kutuplu çelişkili birlik'ten doğar.

Öte yandan, biz,  sosyal hayatımızı ve dünyayı değiştirmek, anlamak ve bilmek istiyorsak, önce, diyalektik olarak hareket eden, işleyen ve düzenlenen Madde (dünya) gibi, nesnel geçeklik gibi,  düşünmemiz gerekir. Yani; düşüncelerimizin hareketi, işlemesi ve düzenlenmesi, tıpkı Madde ve nesnel gerçeklik  gibi  SOMUT olmalı, onun mantığına uymalıdır. Ve düşünülmüş Somut (düşünce somutu)'un, nesnel Somut'a uygun olup olmadığı da, pratikte sınanmalı, doğada doğrulanmalıdır. Aksi takdirde, düşünce-somutu  aşamasında kalır;  düşüncemizin gerçek gücünü hiç bir zaman görememiş oluruz.

Madde 'ye uygun düşünmek, "maddeci" olmak, demek, dünyada, evrende her ne var ise ve  nesnel gerçekliğin doğasında her ne var bulunuyorsa ve her ne oluyorsa, her şeyi, bizzat nesnel gerçeklikten hareketle açıklamaya çalışan yaklaşım demektir. Yani; her hangi bir düşünce ve akıl ürününe ihtiyaç duymadan, olgu ve olayları, olgu ve olaylarla; dünyayı, dünya ile; maddeyi madde ile açıklamaktır. Bu bakış açısına sahipseniz Maddeci(Materyalist) olursunuz.

Diyalektik,  yani; nesnel gerçeklik 'in düzenlenme/düzenleniş-işleyiş-gelişim biçimi,  insanlar tarafından kavranılabilir ve anlaşılabilir bir şeydir. Ayrıca diyalektiğin kavramsal içeriği tarihsel olarak bilimsel gelişmelere bağlı olarak zenginleştirile bilinir. Nesnel Gerçeklik, zorunlu olarak, ancak ve sadece, bir ve tek biçimde diyalektik olarak düzenlenir ve işler; ve gelişir. Diyalektik,  maddenin, nesnel gerçekliğin,  evrensel gelişim biçimidir. Bu manada diyalektik, kavranılabilir,  anlaşılabilir bir ilkedir.

Diyalektik işleyiş-düzenleniş-gelişme, toplum içinde ve toplum sayesinde yaşayan insanları zamanla diyalektik olarak düşünmeye ve davranmaya koşullar. Toplumsal hayatın şartları, dinamikleri ve diyalektik olumsuzlamanın gücü, zamanla, hepimizi, şu yada bu biçimde, yaşadığımız ilişki ve çelişkilerden bıktığımız, bezdiğimiz bir eşiğe getirir. Bizim için bir zamanlar hayat bağları, gelişme formları olan ilişkiler, artık; sıkıntı, ızdırap ve mutsuzluklarımızın kaynağı oluverirler. Hayatımız belli bakımlardan veya bir bütün olarak, artık bizim için  çekilmez ve bir zehir olmaya başlar. Kendimizi her ifade etmek ve gerçekleştirmek istediğimizde, sanki biraz daha azalır, biraz daha tükenir gibi oluruz. ve bu şekilde yaşamaktan, nasıl olursa olsun, bir an önce kurtulmak isteriz.  İçeriğin biçime, biçimin de içeriğe uygun olmadığı bu sıkıntılı ve çelişkili anları ifade edemesek de aslında biz, şu ya da bu biçimde,  bir "değişim" arzusu duyarız. İşte o "değişim arzusu", evrensel güç olan diyalektiğin kendisini bize hissettirme biçimidir. Sosyal olaylar söz konusu olduğunda, insanlar ve sosyal sınıflar, kendi gelişmelerine artık hizmet etmeyen ilişkilere sıkışıp hapis olduklarında, bu kez de, diyalektik kendini,  "devrim" özlemi ve gerekliliği olarak gösterir. Ve er geç, uygun ısıda kuluçka döneminden sonra kabuğunu kıran civciv misali,  beklenen devrim gelir!

Dolayısıyla her diyalektik süreçte, mutlaka bir devrim(ci) moment(i) ve bir devrimci *aşma(aufheben) anı vardır. Çürümüşü, eskiyi, hem yıkan hem kendinde kısmen barındıran, saklayan bu "eski-yeni" durum da, er geç, akıp gitmekte olan devrimci diyalektik olumsuzlamanın bir anı olmaktan kendini kurtaramayacaktır. Zira; tüm varoluşun Diyalektik  yasaya tabi olduğunu söyleyen Hegel, bunu Mantık' da şöyle ifade etmiştir:

 "(..) Bizleri çevreleyen her şey Diyalektiğin bir anı olarak görülebilir. Her şeyin, kalıcı ve ebedi olmaktan çok, değişimsel ve geçişken ve sonlu olduğunun farkındayızdır; bizim sonlu' nun diyalektiği derken kastettiğimiz de işte tam anlamıyla budur. ki bununla sonlu, neyse o olmaktan tamamen ayrılarak, kendi ansal(immediate) veya doğal varlığının gücü dışında birdenbire kendi zıddına dönüşmeye zorlanmaktadır.. (...). Her şey, yani sonlu(lar) dünya(sı) olarak ölmeye/yokolmaya  mahkumdur deriz; böyle söylerken, evrensel ve önüne geçilemez bir güç olarak diyalektiği dile getirmiş oluruz, ki bu gücün karşısında, kendisini ne kadar güvenli ve kalıcı sayıyor olursa olsun, hiç bir şey dayanamamakta/kalamamaktadır"

Hegel için Diyalektik, "hakiki bilimsel bilginin ruhudur."  Ve bu konuda bakın Hegel ne diyor : 

"Diyalektik 'in doğasını doğru dürüst öğrenmek, tanımak, anlamak en üst düzeyde önem taşır. Nerede hareket, nerede hayat varsa ve nerede her hangi bir şey etkili kılınmışsa orada Diyalektik işlemektedir(abç). Diyalektik hakiki bilimsel bilginin ruhudur.(...) Örneğin, insan ölümlüdür deriz ve onun ölümünün temelinin sadece dışsal çevrede/koşullarda olduğunu görür düşünürüz; bu bakış açısı tutarlı  olmuş olsaydı insan iki özel niteliği olacaktı: canlılık ve de ölümlülük. Oysa; konuya gerçek bakışta, hayat, hayat olarak ölümün tohumunu ve kendisiyle kökten karşıtlık halindeki sonlu da kendisine ait baskıyı  içlemektedir.(...) Diyalektik, Sofistri ile karıştırılmamalıdır. Sofistri'nin özü, zamansal tekilin, özel konumuna ve ilgisine uyabilen, tecrit edilmiş soyut ve kısmi bir ilkeye üstünlük vermede yatar..(...) Diyalektik, şunu da eklemek gerekir ki, felsefede bir yenilik değildir. Antikite düşünürleri arasında Platon, Diyalektiğin mucidi olarak adlandırılmıştır. ve Diyalektiğe ilk özgür bilimsel, dolayısıyla nesnel biçimin verilişinin  hakkı da onun adına izafeten Platonik felsefeye aittir.(...) Modern zamanlarda her kesten çok Kant'tır unutulmuş Diyalektik'i  yeniden canlandıran ve onu eski şerefli yerine oturtan."

Hegel'e göre Diyalektik : "Şeylerin ve bir bütün olarak sonlu'nun yasasıdır"

Daima Hegel'in bir öğrencisi olmaktan gurur duymuş olan Karl Marx da,  Diyalektik hakkında, anıtsal kitabı Kapitalin önsözünde şunları söylemektedir:

 " (...) Benim diyalektik yöntemim, temelinde, Hegelinkinden yalnız farklı değil; fakat onun düpedüz tam karşıtıdır. Hegel için insan beyninin yaşama süreci, düşünme süreci, -Hegel bunu "idée" adı altında, hatta kendi başına bağımsız bir özneye dönüştürür.-  gerçek olanın, gerçek dünyanın yaratıcısı, mimarı(Demiurge)'dır; gerçek olan, gerçek dünya, "idée" nin sadece dışsal görünüş biçimidir. Benim için bunun tam zıddına "idée"el  olan, gerçek olanın, maddi dünyanın, insan kafasında yansımasından  ve düşünce şekline girmesinden, gerçek dünyanın düşüncemizde yansımış biçiminden  başka bir şey değildir.

 (...)Hegel'de Diyalektik baş aşağı durur. Mistik kabuk içindeki rasyonel özü bulmak için, onun tersine çevrilmesi, ayaklar üzerinde durdurulması lazımdır. Mevcudu, var olanı, yüceltip şaşaalandırır göründüğü için, diyalektik, mistikleştirilmiş biçimiyle Almanya'da moda olmuştu. Oysa, rasyonel biçimiyle diyalektik, burjuvazi ve onun sözcüleri için rezalet ve igrenç bir şeydir; çünkü, diyalektik ile  varolanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda, onun olumsuzluğunu, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız. Çünkü diyalektik, her oluşmuş biçimi, akan bir hareket içinde ve dolayısıyla bunun yok olup gidici yanını da, gözden ayırmadan kavratır. Çünkü; diyalektik, üzerinde hiç bir şeyin oturtulmasına izin vermez. Özünde eleştirici ve devrimcidir."

Dolayısıyla, özünde "ELEŞTİRİCİ VE DEVRİMCİ"  olduğu Marx tarafından  belirtmiş  olan   Diyalektiğe göre, her şey gibi, belli bir toplum çeşidinde var olan sınıf egemenliği ve sömürünü de, er geç bir sonu olacaktır. Hegel'ci Diyalektik aşma (aufheben)' nın zorunlu bir momenti olan devrim, öyle bir gerçekliktir ki, egemen ideolojinin bu güne kadar bize göstermiş; öğretmiş, benimsetmiş olduğu ne varsa; ve  onların hepsi, ne kadar kalıcı ve mutlakmış gibi bize görünmüş olsalar bile, aslında onların geçici ve tarihsel olduklarını gün ışığına çıkarır. Devrim, egemenlik ve sömürü ilişkilerinin foyasını ortaya çıkarır. Sınıfsal kamuflaja son verir. Egemen ideolojiden kamaşan ve körleşen gözleri açar. Egemen ideolojinin mutlak(lık) gördüğü, gösterdiği her yerde devrim, bize, bu mutlaklıkları mütemadiyen biz, böyle kendi ellerimizle yeniden üretmiş olduğumuz için var olduklarını bizlere gösterir. Ve ideoloji için (mutlak) durum olan bir şeyin, devrim için bir süreç olduğunu bize öğretir.

Devrim, diyalektik kapasitenin tazeleyicisi, yenileyicisidir. Ve toplumsal hayatın ve gelişimin bereketidir. Bu güne kadar hiç bir eskimiş, kokuşmuş, çürümüş toplumsal düzen, "kavram kavrama karşı" yöntemi ile devrimci olumsuzlamaya uğratılamamıştır. Kavramlarımız ancak ve en fazla, eskimiş, aşınmış, yıpranmış; miadı dolmuş  kavramları değiştirebilir. Yoksa, o kavramların kaynağı ve temeli olan toplumsal gerçekliği ve düzen(leniş)i değil! Kavramlarımız, diyalektiğin yaratıcı ve üretici kaynağından beslenmediği sürece, kendimize göre ve kendimiz için bir hayat kurmak hayal olur.  Kavramlarımızı, devrimci mücadelenin öncülerine ve özgüçlerine mal edemediğimiz sürece de, yani, kavramlarımız, onu hayata geçirecek devrimci güçler tarafından gerçekleştirilemediği sürece devrimciliğin skolastik batağına düşmek ve orada boğulmak kaçınılmaz olacaktır. 

Devrimci(!) skolastizmin batağında boğulmak istemiyorsak, kavramsal gerçekliğimizi, "soyuttan somuta yükselme" yöntemiyle  daima, hayatımıza ve devrimci kapasitemize bir yararı ve katkısı olacak şekilde kullanmalıyız. Dahası;  kavramlarımızın ve yaptığımız işlerin, hangi sınıfın çıkarlarına hizmet ettiğine de  özenle dikkat etmeliyiz.

İktisadi-siyasal-toplumsal ve kültürel sorunlarımızı ve olayları, Türkiye'ye özgü   orijinalliklerle     "sınıf gerçeği"  merceğinden yansıtan    Hikmet Kıvılcımlı' nın bize öğretmiş olduğu  somut gerçek budur.

*Hegel'in kavramı.. Kendi kendinden hareketle(tez/temel), "kendini" yeniden üreten her diyalektik süreçte, zorunlu olarak, 'anti-tez ilişkileri' üretilir. Ve her tez, kendini, anti-tez'i ile dolayımlar. Bu yeni 'birlik', dolayım ve farklılıkların kaynaştığı bir sentez demektir. Tez, anti-tez ilişkisinde, tez, antitezi, kendi metabolizması içinde eritmek ve kendine mal etmek; sürecin bir parçası haline getirmek ister (sentez).  Sentez açısından bakıldığında, süreç(temel), kendi anti-tezini özümsemiş; ve kendine mal etmiştir ama; süreç, artık 'eski ve ayni' süreç değildir. Çünkü, sürece (tez, temel) yeni ve farklı bir unsur (anti-tez) katılmıştır. Farklılıkların eridiği; ve çelişkilerin çözüldüğü sentezle sonuçlanan bu süreç, artık 'yeni' ve farklı bir süreç olmuştur.  Fakat, öte yandan, tez 'in, kendinden kendi anti tezini üretmesi ;ve anti-tezini kendine mal ederek kendine geri dönmesi bakımdan da 'eski ve ayni' süreçtir.  Dolayısıyla, tez ve/ile anti-tez ayrı ayrı birimler, karşı soyutlamalar olarak var olmaktan çıkmış; bir 'farklılıklar özdeşliği' olarak somut bir birliğin canlı unsurları olarak var olurlar. Böylece; tez ve anti tez 'birlik' içinde muhafaza olur kaybolmazlar. Süreç 'in her aşaması ve adımı, kendinden öncekini, 'geçici' olarak kendinde muhafaza eder. ve kendinden sonra gelene 'aşılmak' üzere katılır. Kapitalizmin belirli bir süreliğine feodalizmi bünyesinde taşıması, muhafaza etmesi gibi.. Sentez, ayni zamanda yeniden üretim sürecinde tez olduğundan, kendisi de yeni anti-tez tarafından inkara uğratılacağından, 'yeni' sentez de, farklılaşarak özümsenecek; ve bu diyalektik süreç mutlak olarak bu şekilde, 'temel-temelleniş' süreci olarak sürüp gidecektir.

[1]  soyutlama, nesnel gerçeklikte bir bütünü ve  parçalarını ve parçaların her hangi bir yönünü bilmek için  parçaları birbirlerine ve bütüne nazaran ilişkisi, bağlantısı, etkileşimi ve hareketi içinde göz önüne almadan, birbirinden ayırarak, sınır çekerek, yalıtılmış bir halde  ele almak;  zihinsel işlem yapmaktır. Soyutlama, doğada, gerçekte birbirinden ayrılamaz olanı düşüncede ayırmak, yalıtmak işlemidir. Oysa; nesnel gerçeklikte  öze ilişkin bilgi süreci soyut düşünceler olmaksızın gerçekleşemez. Kavram soyut düşüncenin temel biçimi olduğundan kavram üretmeden nesnel gerçekliğin derinine, özüne,  nüfuz edemeyiz. Ancak somuttan soyuta gitmek yani soyutlama yapmak ve pratikte soyutlamamızı sınamak suretiyle gerçeğe yaklaşabiliriz. Aksi takdirde duyum ve algı düzeyinde kalacağımızdan nesnel gerçekliğin sadece görünüşüyle yetinmek zorunda kalırız. 

6 Aralık 2011 Salı

Pratik : Bilginin Kaynağı

Biz bilmek zorundayız. Bizim acilen bilgiye ihtiyacımız var. Çünkü; dünyayı değiştirmek ve devrim yapmak istiyoruz. Peki; ihtiyacımız olan bu bilgiyi biz nasıl ve nereden edineceğiz, edinebiliriz ? Üniversitelerimize veya parlamentomuza dilekçe ile baş vurup biz devrim yapmak istiyoruz bize gerekli olan bilgiyi verin mi diyeceğiz !? Yoksa; bilgilerimizin, rüya aleminden veya falcılardan gelmesini mi bekleyeceğiz ?

Bilgilerimizin bir tane kaynağı vardır; o da nesnel-gerçeklik'dir. Ama, bilgimiz, nesnel gerçeklikten kendi kendine gelmez; bilgi, duyu organlarına ve akla sahip olan insanoğlunun kendi eseridir. İnsanın toplumsal tarihsel pratiğinin türevidir bilgi.

Beş duyumuz var değil mi ? Bunlar sayesinde çevremizi, dünyayı, dünyamızı algılarız. Ama; algılamak bilgi edinmek için yeterli değildir. Algılarımız bizi yanıltabilir. Örneğin, suya batırılmış bir sopa kırık olmadığı halde görme duyumuz bize onu kırıkmış gibi algılatabilir. Ama sopa ile bir pratiğe girdiğimizde, kırık sopa algımızı dokunma duyumuz ile test ettiğimizde veya kırık sopayı suyun dışına çıkarıp baktığımızda algımızın bizi yanıltmış olduğunu; sopanın da kırık olmadığını anlamış oluruz. Algılamak, bilgi edinmenin ham bilgi edinme aşamasıdır. bir de, bu ham bilgi algılarının, algı verilerinin, işlenmesi, düzenlenmesi, sistemleştirilmesi gerekir. işte bunu da akıl yapar.

Diyelim ki biz; ham bilgiyi zihnimizde aklımızla işledik; olgunlaştırdık; acaba edinmiş olduğumuz bu bilgi doğru mu, gerçeğe uygun mu ? Bunu nereden ve nasıl anlayacağız ? Yüzme hakkında bilgimiz var ama gerçekte(n) yüzmeyi biliyor muyum ?

Mesela; ben tahinli turp salası yapmasını annemden görmüştüm. Acaba ben, bu görme algıma dayanarak tahinli turp salatası yapmasını biliyor muyum ? "bilmek yapmaktır" değil mi ? Adama, biliyorsan yap da görelim derler. Bilen, bilmek isteyen adam dünyayı, gerçeği değiştirme pratiğine bizzat katılmalıdır. Hani derler ya "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" diye, ben de, lafıma bakılmasın diye, iş yaptım : Gittim, turpu ve tayini ve diğerlerini bakkaldan satın aldım. (evimizin karşısındaki alışveriş merkezine gidecek değildim ya ? AVM'ler tüm bakkalların canını okudu; küçük esnafı bitirdi zaten. AVM'lerde insanlar, alışverişle ve alışverişte zehirlenip; kölelik zincirlerini parlatıp duruyorlar; sevimsiz şeyler !)

Sonra; turpun dünyasını ve gerçeğini değiştirmek üzere turpu bir güzel rendeledim -rende yaparken de rendenin en ince yerini değil de biraz kalın yerini kullanırım.- sonracığıma, dünyayı ve gerçeği değiştirme pratiğime devam ederek rendelenmiş turpa, limon suyunu, tahini, ezilmiş birkaç baş sarımsağı, tuzu oranlarınca katarım. (her kes kendi pratiği ve tecrübesiyle bulsun diye, kendi oranlarımı burada vermek istemiyorum şimdilik.). Sonra; hepsini, karıştırır üzerine biraz sızma zeytinyağı ve sumak döktükten sonra üstüne kıyılmış maydanozla servis ederim. Tabi bu tarif, sadece,  parası olanlar için. Harcayacak parası olmayanlar nasıl tahinli turp salatası yapsın?

Dikkat ederseniz burada bir faaliyet ve üretim süreci var. Turp salatası yapma faaliyeti. Ama ben bu faaliyeti yaparken kullandığım malzemelerin kalitesi ve o günkü öznel(kafamın tası atmış olabilir, bedensel olarak çok yorgun olabilirim,v.s.) durumumla sınırlıyım. Şayet turp salatam istediğim gibi olmamışsa ya da yiyen beğenmemişse nerede yanlış ve eksik yaptım diye turp salatası yapma sürecini ve faaliyetimi analiz eder; yeniden değerlendirim. Buradan çıkardığım sonuçları turp saltası yapma bilgime ilave eder ve yeniden turp salatası yaparım. Ve bu deneyip yapma işi ta ki istediğim sonucu elde edinceye ve başarılı oluncaya kadar devam eder.. Tahinli turp salatası yapmayı bilme süreci böyle bir şeydir işte...

Tahinli turp salatası örneğinde olduğu gibi, biz her hangi bir şey hakkındaki bilgimizi, nesnel gerçeği değiştirme pratiğine bizzat katılarak; yani amaçlı faaliyet ve tecrübelerimizden; ve kendimizi sınamamızdan dersler çıkararak ediniriz. Ve böylece biz artık, acaba, bu bilgi gerçeğe uygun mu, doğru mu diye bir tereddütte ve kuşkuya düşmez; "evet, bu bilgi doğru, gerçeğe uygundur" deriz.

Demek ki; biz, bu sayede, aslında her şeyi bilebiliriz. Yeter ki bilmemizi sağlayacak araç ve gereçlerle donanmış olalım; ve doğru toplumsal ve bilimsel pratiklere girelim. Evrende ve toplumda doğası gereği bilinemeyen; ve mutlak olarak bilinemez olan hiç bir şey yoktur. Çünkü; nesne olmak, ayni zamanda, bilen özne'nin konusu olmak; ve  bilinebilir olmaktır zaten. Herhangi bir nesnenin varlığı veya bir bütün olarak evrenin kendisi, bizatihi, bilen özne için, bilinebilir bir şeydir.  Bir şeyin (henüz)bilinmiyor oluşu onun bilinemez olduğunun kanıtı olamaz. Sınırsız nesnel gerçeklik karşısında her zaman sınırlı kalan aklımız bakımından, bilinmeyen ve bilinmeden kalacak olacak sayısız gerçekler olabilir, olacaktır da. Ama bu, asla, söz konusu gerçeklerin doğası gereği mutlak olarak, kendinde ve kendiliğinden, bilenemez olduğu anlamına gelmez.

Peki ama; biz şimdi, tahinli turp* salatası değil de; devrim yapmak istiyorsak hangi bilgiye ihtiyacımız olacak ? Şimdi, bakkaldan alacağımız bir demet turp ve bir kavanoz tahin, limon, sarımsak..v.s yok. Çünkü bizim devrim yapma malzememiz toplumda. Toplumun kendisi yani.. Laboratuvarımız koca bir toplum. Devrim yapmak için devrimi gerçekleştireceğimiz toplumu bilmek; iyi tanımak zorundayız.

Devrim yapılacak hangi toplumu ele alırsak alalım, her toplumun, yeterince analiz edildiğinde, nihayetinde, varlıkları, üretim sürecindeki rollerine ve konumlarına göre belirlenmiş olan bir takım toplumsal sınıflardan meydana gelmiş olduklarını görürüz. O halde ilkin, bu toplumsal sınıfların varlığını (ilişki ve çelişkilerini) ve birbirleriyle mücadelesini esas alan bir pratiğe girmek zorundayız. Ancak bu sayede devrimci düşünce, fikir ve teorimizi sınama ve düzeltme imkanı bulabiliriz. Devrim yapacağımız toplumun bilgisine, teori için teori (spekülasyon) yaparak, ya da kafamızdaki fikirlere, devrimci süreç ve dinamikleri uydurarak ulaşamayız. Devrim yapmak istiyorsak sınıf mücadelesi pratiğine girmek zorundayız.

Çünkü; bilgimizin kaynağı ve ölçütü pratik'tir. ve zihinsel olan, pratik faaliyetimizin bir türevidir

Bir de şu hususu hatırlatmam gerekiyor. Mesela ben, hayatımda hiç Küba'ya gitmedim ama daha önce Küba'ya gitmiş olanların bilgi ve tecrübelerinden yararlanarak Küba hakkında bilgi sahibi olurum. Yani, bilgimizin kaynağı pratiktir derken benimkiler de dahil olmak üzere tüm insanların ihtiyaç ve amaçlı faaliyetlerinden doğan bilgi ve tecrübeler kastedilmektedir. Yani; bir bütün olarak, toplumsal ve bireysel hayatının yeniden üretilmesi faaliyeti ve sürecinden doğan bilgi ve deneyimler.

Bilgi sürecini ve teorisini tahlil ettiğimizde algılarımızın beş duyu organı sayesinde oluştuğunu belirtmiştik. Her bir duyu organı, kendi başına sadece algılama yapmakta ama, algılanmış bu ham bilgiyi sistematize edip olgun bir bilgi haline getirememekte. O yüzden, algılarımızı düzenleyici bir akıla ihtiyacımız var. Beynimizin yaşama sürecinin bir ürünü, sonucu olan soyutlama yeteneği ve pratiğimiz sayesinde tüm ham algılama formları işlenerek düzenlenir ve birer olgun form haline gelir. Kaba kulağımız olgun bir kulak haline, ilkel ellerimiz çağdaş bir el haline gelir. Ve bu olgun formlar ile eylemde ve davranışta bulunuruz. Dahası, şimdi ve gelecek hakkında tasarımda ve tahminde bulunuruz. Nasıl ki hava tahmin raporları ile bir geleceği kestirebiliyoruz; ve bilgimize göre bir takım tasarımlarda bulunabiliyoruz, aynen, toplum bilgimiz sayesinde de, biz, tasarım ve tahminlerde bulunup mücadelemize ve eylemlerimize ışık tutabiliriz.. Böylece bilgimizi kuru bir bilgi olmaktan kurtarmış işe yarar bir bilgi haline getirmiş olarak kullanmış oluruz.

Demek ki biz, doğru devrimci fikirlere, ancak; devrimci pratiklere, sınıf mücadelesi pratiklerine girerek sahip olabiliriz ? Devrimci fikir ve bilgilerin sınanma tezgahı daima toplumsal ve sınıfsal pratiklerdir. Unutulmasın ki, bütün bilgilerimiz ve teorimiz hayat(ımız) içindir.  Hayattan istediğimiz sonucu almak içindir. Eğer; hayattan istediğimiz sonuçları alamıyorsak, bilgilerimizin hayatta bir karşılıkları yoksa, bir yerlerde yanlış yapıyoruz; bazı şeyleri eksik biliyoruz demektir. Hala, pratiğin gözüyle ve hayatın gözünden bakamıyoruz; ve pratik için bir teori üretememişiz demektir. Bu durumda da, değiştirmek istediğimiz gerçeği, öylece seyretmiş (contemplation) oluruz.

İnsanlık yaşadıkça var olacak Marx ustamızın dediği gibi : " Nesnel [gegenständliche] hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunu -bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini [Disseitigkeit] pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur."

Skolastiğin esrarengiz labirentlerinde kaybolmak istemeyen herkesi, acilen, "düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini" pratikte, hayat karşısında, kanıtlamaya çağırıyorum.

*Adana yöremizin bir salatası olup rakıya meze olur.