14 Mart 2013 Perşembe

KÜRT SORUNUNA ÇARE BULDUM !



İster inanın ister inanmayın Kürt Sorununa çare buldum !

Peki; “neymiş bakalım senin çaren? ” denmeden hemen söyleyelim. Efendim, geçen gün pazar yerinde evin haftalık alış verişini yapıyordum, birden bire  bir fikir, şimşek gibi kafamda parlayıverdi: Kestirmeden söyleyeceğim, Kürt Sorununun çaresi, Emperyalizme silah bıraktırmaktır! 

“Nasıl yani; emperyalizm hiç silah bırakır mı?” demenizi  duyar gibiyim. Emperyalizm elbette kendi başına silah bırakmaz; fakat silah bıraktırılabilir. Müsaade buyurursanız anlatalım.

Ama öncelikle emperyalizm ne ? onu görelim. Kestirmeden söyleyecek olursak emperyalizm, uluslar arası bir sömürü ve baskı sistemidir.  Sınıfsal sömürünün, üretim anarşisinin  ve eşitsiz gelişmenin kol gezdiği şu kapitalist üretim aleminde doymak bilmez tekelci dev haramilerin dünyayı sömürme ve dünyaya egemen olma düzenidir..  Sermayenin ve kar tutkusunun  esiri olmuş  bu tekelci dev haramilerin tek dertleri çılgınca  sınırsız sermaye  biriktirmek; ve artı-değer sömürü çarkını devamlı çevirip döndürmektir. 

Emperyalizm, ayni zamanda, uluslar arası tekelci sermaye düzeninin  bir parçası olmayı şu ya da bu biçimde reddeden milli devletlere karşı ideolojik, ekonomik, siyasi, teknolojik, kültürel.. baskı ve denetim demektir.. Emperyalizm, tekelci kapitalist harami devletlerin çıkardığı dünyayı paylaşım  savaşları, ölümler, kan, göz yaşı ve militarizm demektir. 

Emperyalizm, kapitalist uygarlığın dölüdür; ve kapitalist insanlığın felaketidir. Çünkü; Emperyalizm çağında tekelci egemen güçlerin (finans-kapital) önlerine  koyabilecekleri yegane ideal, sermayenin kölesi olmaktır. Bu uğurda tekelci güçler gerekirse kendi aralarında çıkar birliği kurarak kolektif egemen güç (karteller, konsorsiyumlar, tröstler, sendikalar.. biçiminde örgütlenmiş  uluslar arası tekelci sermaye güçleri ve onların emperyalist devletleri..) bile olabilirler. Yeter ki kar etsinler, yani; "bırakınız sermaye ihraç etsinler; bırakınız sermaye biriktirsinler.."

Esas itibariyle, kapitalist üretim tarzında birbirleriyle kıyasıya rekabet halindeki her sermaye sahibi (harami) ya da sermaye grubu  yeterince güçlendiğinde tekelleşerek dünya çapında  belli bir üretim dalına (sanayi, tarım, hayvancılık.. gibi) ya da bir bütün olarak üretime  efendi (emperyalist) olmak ister. Tekelci dev sermaye efendileri, bu amaca ulaşmak için  ekonomik, siyasi, askeri, kültürel, bilimsel, psikolojik, ideolojik..  her araçtan yararlanır; ve her kılığa bürünür; tebdili kıyafet dolaşır. 

Bu durumda; uygarlığımıza ve insanlığımıza karşı eğer hakiki bir düşman aranacaksa o düşman ne falan millettir ne de filan millet;  fakat  emperyalizmdir.
 
Demek ki; gerçekte ortada bir "sorun" varsa, o da, "emperyalizm sorunu" durBu gerçeği, emperyalizme bağımlı milli devletlere ve etnik topluluklara kabul ettirebilirsek, ortak düşman; düşmanların düşmanı; baş düşman  emperyalizm  ile mücadele ederek ona teslim bayrağı çektirip silah bıraktırabiliriz. Böylece, emperyalizmin silahlandırdığı ve beslediği  etnik sorun' a bir çare bulmuş oluruz. Yeter ki; emperyalizm mağduru ezilen ve sömürülen milletleri ve halkları bu "ortak düşman" emperyalizme  karşı birlikte savaşmaya ikna edelim ve onların milli güçlerini bu uğurda harekete geçirelim. 

Tabi; emperyalizme karşı mücadele, emek sömürüsüne karşı mücadeleden yani sınıf mücadelesinden ayrı düşünülemez. Nihayetinde emperyalizm dediğiniz şey de vatansız tekelci burjuvazinin bir sınıf egemenliği ve sınıf tahakkümüdür. Çünkü tekelci sermaye, adı üstünde, uluslar arası sömürgen ve baskıcı bir egemen sınıftır.  İşte bu nedenle;  ezilen ve sömürülen milletler cephesinden  emperyalist güçlere  karşı verilen milli kurtuluş savaşları, siyasal bağımsızlık, milli egemenlik ve milli kapitalizm amaçlarıyla  ile sınırlı kalamaz. Zira; her milli kapitalizmin yapısında ve dinamiklerinde, nihayetinde, dünya pazarlarına açılma, dünyayı sömürme, sınırsız sermaye biriktirme yani emperyalist olma eğilimi vardır. 

Eğer; anti-emperyalist milli bağımsızlık mücadelesi veren milletler tutarlı olmak istiyorlarsa ayni zamanda anti-kapitalist ve anti-tekelci de olmak zorundadırlar. Yani; emperyalizmin yörüngesinden çıktıktan sonra  bu milletin üretim tarzı ne olacak meselesi çok önemlidir. Kim için ve kime /neye göre üretim yapılacak?.. Nasıl bir üretim olacak?.. sermayeye dayalı bir üretim mi yoksa emeğe dayalı bir üretim mi?.. sorularına  cevap verilmelidir. Eğer üretim tarzımız sömürü düzenin bir devamı olacaksa  peki o zaman biz bu anti emperyalist savaşı ve devrimi  niye yaptık diye sormazlar mı bize? Elbette emperyalist düşmanları yurttan kovmak;  saltanatı yıkmak; kul iken yurttaş olmak,  devrimle cumhuriyet kurmak; millet olmak.. muhteşem başarılardır, gelişmelerdir.. Ama; bir de, Nazım'ın dediği gibi,  "savaştan önce Kartal'da bahçıvan, savaştan sonra bahçıvan" kalan   Kartallı Kazım'ları var bu milletin, hem de çoğunlukta.. Peki onların geleceği ne olacak?  Onlara göre de bir sosyal düzen ve üretim tarzı olmalı; öyle değil mi?..  

İşte; bin yıldır birlikte yaşadığımız ve kaynaştığımız Kürtler meseleye bu gözle bakabilirlerse, emperyalizmin egemenlik ve "özgürlük" politikalarına alet olmazlarsa, emperyalizme, Kürt mevziisinde(n), silah bıraktırılabilirler. Bunun için öncelikle, Kürtlerin, emekçisi, köylüsü, ağası ve marabasıyla, Türk Milletinin bir parçası olup olmadıklarına karar vermeleri gerekir. Eğer; ben Kürdüm; dinim, cinsim uludur; ve Türk Milletinin Kürdü değilim; Kürt milliyeti olarak benim de ulus-devlet kurarak Kürt Milleti olma hakkım var diyorsan, yani Kürt milliyetçiliği yapıyorsan, bu ayni zamanda benim Türk devletinden ayrı milli kapitalist bir Kürt devleti kurma talebim var demektir. Bu da, Türk Milletini inkar ediyorum; bölmek ve ayrılmak  istiyorum anlamına gelir. 

Yok eğer, "ben, Kürdüm, soyum sopum  Kürt;  ama Türk Milletinin Kürdüyüm ve vatanım Türkiye'de; (Çanakkale'de ve Kurtuluş Savaşında olduğu gibi) o vatan için can feda!!"  diyorsan; ve fakat buna rağmen sana Kürtlüğünü yaşatmıyorlarsa, demokratik hakların yok sayılıyorsa işte o zaman  bu demokratik hak ve özgürlüklerin için mücadele etmen anlamına gelir, yani; sömürüsüz, baskısız  insanca sosyal bir düzen için  İktidar olman gerekiyor demektir. Ve siyasal iktidar olma mücadelesinde senin gibi  hak ve özgürlükleri baskı altına alınan ve  sömürülen halk  sınıflarının yanında olman gerekir. Ama sırf ve sadece etnik temelde örgütlenerek bu mücadeleye katılamazsın; ancak;  ayni ortak kaderi paylaştığın işçi sınıfının  iktidar  mücadelesinin bir parçası olarak bu mücadelede yer alabilir; geleceğini hazırlayabilirsin.    

Eğer Kürt sorunu(?), ayni zamanda,  (emperyalizme bağlı ve bağımlı) ekonomik ve siyasal düzen ve iktidar sorunuysa, Kürtler, demokratik hak ve özgürlüklerini, bir parçası oldukları Türk Milletinin bölünmez bütünlüğünde kalarak ve ortak düşman emperyalizme ve feodalizme (ağalık-şeyhlik-mollalık) karşı Türk Milleti olarak  mücadele etme sürecinde aramaları gerekir. Bu mücadele, ayni zamanda, özünde, bir sınıf mücadelesidir; zira, emperyalizm, uluslararası tekelci burjuvazinin egemenliği demektir. Yani; dünya çapında tekelci dev sermaye sahiplerinin varlığını ve egemenlik kurma mücadelesini ifade eder. O yüzden; öncelikle, Türk Milleti olarak,  emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmak, uluslar arası dev-tekelci sermaye sınıfının sömürüsüne, baskı ve denetimine son vermek gerekmektedir. Sermayeye ve sınıf sömürüsüne dayalı toplum çeşidine son verecek kuvvetler işte bu  antiemperyalist ve  anti-feodal mücadele sürecine bağlı olarak   tarih sahnesine çıkacak; ve tarihsel rollerini oynayacaklardır. 

Güya emperyalizm ne olduğunu kestirmeden söyleyip geçecektim ama, insanlığınmazlum milletlerin ve milli devletlerin baş belası  olan  şu emperyalizm denilen sömürü düzeninin ne mene şey olduğunu biraz daha açmam gerekiyor galiba. 

Emperyalizm, Kapitalizm denilen başka bir illetin dölüdür. 19.yüzyılın ikinci yarısından sonra, kapitalizmin kendi dinamiklerinden tekeller (tekelci dev sermayeler, finans kapital, mali oligarşi ) doğmuştu; ve böylece; rekabetçi kapitalizm tekelci kapitalizme evrilmişti. İşte; emperyalizm,  tarihsel olarak kapitalist üretim tarzının kendi dinamiklerinden doğmuş tekelci dönemidir. Tekelci dönem, kapitalist toplumsal gelişmenin belli bir derecesini ve aşamasını ifade eder. Nasıl ki bir insanın biyolojik gelişiminin  çocukluk, erginlik, olgunluk, yaşlılık dönemleri ve evreleri varsa, tıpkı onun gibi, kapitalist gelişmenin de özel evreleri vardır. İşte emperyalizm, kapitalizmin yaşlılık ve tekelci evresidir. Kapitalizmin tarihsel olarak sonlanacağı evresi de diyebiliriz emperyalizme. 

Emperyalizm evresinde kapitalizm, çürüme ve asalaklaşma eğilimleri gösterir. Kapitalizmin emperyalizm döneminde mali oligarşinin sermaye ihracından doğan aşırı karları sonucunda rantiyeci ve tefeci kapitalist devlet biçimi ortaya çıkar. Uluslararası tefecilik, paradan para kazanmak, üretim yapmaktan daha karlı hale gelir.  Emekçi halk sınıflarının sömürüsü  uluslar arası bir düzleme taşınır; ve sınıf mücadelesi uluslar arası bir hal alır. 

Emperyalist sömürü nihayetinde uluslararası emekçi halk sınıflarının ve işçi sınıfının  sömürülmesidir. Emperyalizmi eğer, çağdaş kapitalizmin dışında, sırf ve sadece sömürgeci politikalar olarak fetihçi ve  yayılmacı içeriğiyle düşünecek olursak o zaman emperyalizmin binlerce yıllık bir geçmişi ve tarihi olduğunu kabul etmemiz gerekir. Sümer, Antik Mısır, Asur, Hitit, Pers, Helen, Roma, Çin, Bizans.. imparatorlukları bu manada hep emperyalist idiler.. Ama, Lenin de belirtiği, "ekonomik ve toplumsal biçimler arasındaki farkı görmezden gelerek ya da arka plana iterek, emperyalizmin "genel düzeni" üzerine fikir yürütmek, tıpkı "Büyük Roma" ile "Büyük Britanya" arasında kıyaslamalara girmek gibi birtakım boş palavralara  ve bayağılıklara düşürür kişiyi. Çünkü kapitalizmin eski evrelerindeki sömürge politikası bile, mali-sermayenin sömürge politikasından temel ayrılıklar göstermektedir. "

Emperyalizm, terim olarak Roma İmparatorluğundan beri kullanımda olan  imperium kavramından türetilmiştir. Egemen güç olma, hükmetme anlamına gelir. İngiliz liberal gazeteci ve iktisatçı J.A.Hobson'a kadar siyasal bir içeriğe sahipti ve siyasal anlamda kullanılıyordu. Fakat Hobson'un 1902 yılında yazmış olduğu "İmperialism: A Study" isimli kitabıyla birlikte emperyalizm ekonomik bir anlam kazanmaya başladı.  Hobson'a göre, emperyalizm, militarizmle, milliyetçilikle, yayılmacılıkla ve istilacı siyasetlerle  açıklanamazdı. Emperyalizm kökeninde sermayenin yoğunlaşması, tekellerin ortaya çıkması, üretimin fazlalaşması ve halkın bu fazlayı satın alamaması vardı. Bu durumda tekelci güçlerin azami kar ilkesi gereği  ülke dışına yönelmesi kaçınılmazdı. Böylece; ürün fazlası ve sermaye ihracı için yurtdışı pazarlarına açılma devri başladı. Ancak; Hobsona'a göre bu yeni durum kapitalizm doğasından; işleyiş düzeninden  değil de izlenen yanlış politikalardan kaynaklanıyordu. Halkçı politikalarla emperyalizm önlenebilirdi.

Daha sonra, Marxist iktisatçı Rudolf  Hilferding 1910 yılında yazmış olduğu  Finans Kapital kitabında ise, kapitalizm işleyiş düzeni sonucu banka sermayesi sanayi sermayesiyle birleştiğini; finans kapitalden karteller ve  tekellerin doğduğunu; ve korumacılık siyasetinden ötürü dış rekabetten etkilenmeyen tekellerin sermayelerinin tamamını kullanamadığını; ürünlerinin tamamını  satamadığını; bu yüzden yurt dışı piyasalarına ihtiyaç duyulduğunu; tekelci mali sermayenin politik ve ideolojik olarak fetihçi ve yayılmacı eğilimler taşıdığını; bu yüzden özgürlük değil egemenlik istediğini  yazdı. Bu süreç kapitalist devletler arası rekabeti artırarak milliyetçilik ideolojisine emperyalist bir kimlik kazandırıyordu.

Bakınız tekelci kapitalizmin ve sömürgeciliğin  ideoloğu, İngiliz-Boer savaşının başlıca sorumlusu  milyoner İngiliz siyasetçi Cecil Rhodes (1853-1902 ) emperyalizmi nasıl savunuyor:

" Dün East-End'deydim (Londra'da bir işçi semti), işsizlerin yaptığı bir toplantıda bulundum. Ateşli söylevler dinledim orada. Bunların hepsi tek bir çığlıktan ibaretti: ekmek! ekmek! Dönüşte, bütün sahneyi yeniden yaşıyor ve emperyalizmin önemini bir kez daha kavrıyordum. Benim en büyük düşüncem, toplumsal soruna bir çözüm  getirmek: Birleşik Krallığın  40 milyon nüfusunu kanlı bir iç savaştan kurtarmak için, bizler, sömürge politikacıları, fazla nüfusu yerleştirebileceğimiz, fabrikalarımızın ve madenlerimizin ürünleri için yeni pazarlar kazanabileceğimiz yeni topraklar elde etmek zorundayız. Her zaman söylerim, İmparatorluk bir mide sorunudur. İç savaştan kaçmak istiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınız. " (Aktaran Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması. )

Hilferding'in  Finans-Kapital'inden sonra  Rosa Luxemburg (Sermaye Birikimi), Kautsky (Ultra Emperyalizm), Lenin (Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşması), Buharin (Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi) .. gibi emperyalizm teorisyenleri emperyalizmi Marxist açıdan ele aldılar. 

Lenin de, temel tezlerini Hobson ve Hilferding'in kitaplarına dayandırarak  1916'da yazmış olduğu  "Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması" isimli kitabında,  "Emperyalizmin başlıca ekonomik temelinin tekeller olduğunu;  Bu tekellerin, kapitalist olduğunu, yani kapitalizmden doğduğunu ve kapitalizm meta üretiminin ve rekabetin genel koşulları içinde, bu genel koşullarla sürekli ve çözülmez bir çelişki halinde var olduğunu;  (..) kapitalist tekellerin, şaşmaz bir biçimde durgunluk ve çürüme eğilimine yol açtığını;  kapitalizmin kaçınılmaz doğası sonucunda kartellerin, tekellerin doğmasıyla ürün(meta) ihracının yerini sermaye ihracına bırakmış olduğunu; sonuç olarak, emperyalizmin kapitalizmin tekelci aşaması olduğunu  belirtiyordu.

Lenin'e göre, üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmış ki ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır; ve banka sermayesiyle sanayi sermayesi kaynaşmış; ve bu mali sermaye (finans kapital) temelinde mali oligarşi yaratmıştır. Sermaye ihracı meta ihracından ayrı olarak özel bir önem kazanmış; dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler kurulmuş; büyük tekeller kendi aralarında kıyasıya bir hegemonya mücadelesiyle ile dünyayı paylaşmıştır. Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil; üretimin ve sermayenin ulaşmış olduğu yoğunlaşma düzeyi, kar sağlamak için kendilerini bu yola başvurmak zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı, mevcut, "sermayeleri", güçleri oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi söz konusu olamaz. 

Lenin, devrimci işçi sınıfı hareketi ve  proletarya diktatörlüğü bakış açısıyla  emperyalizm çağının yeni sınıf ilişkilerini göre bir devrim teorisi üretti. Bundan böyle devrimler emperyalizmin en zayıf halkasında olacaktı.. Çünkü; gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerin işçi sınıfları emperyalizm sayesinde emperyalist sömürüden pay alıyordu; ve böylece emperyalist sömürü düzeninin birer parçası ve yeniden üreticisi oluyorlar; tarihsel rollerini unutuyorlardı.. 

Lenin'in aktarmasına göre, Engels, 7 Ekim 1858'de Marx'a şöyle yazmıştı: "Gerçekte, İngiliz proletaryası giderek daha fazla burjuvalaşmaktadır; öyle görünüyor ki, başka uluslara göre daha burjuva olan bu ulus, kendi burjuvazisinin yanı sıra bir burjuva aristokrasisi ve bir burjuva proletaryası yaratmaya yönelmekte.  Bütün dünyayı sömürmekte olan bir ulus için bu, elbette, bir dereceye kadar mantıksal bir şeydir."  

11 Ağustos 1881'de, yazdığı bir mektupta da Engels: "burjuvazi tarafından satın alınmış, hiç değilse beslenmiş adamların yöneticiliğine ses çıkartmayan berbat İngiliz işçi sendikaları" ndan söz eder. 

12 Eylül 1882 tarihli  Kautsky'e yazmış olduğu mektubunda da şöyle diyordu Engels: "İngiliz işçilerinin sömürge politikası konusunda ne düşündüklerini mi soruyorsun bana? Genel olarak politika konusunda ne düşünüyorlarsa, onu düşünüyorlar.. İşçi partisi yok burada; yalnızca tutucu radikaller ve liberaller var; işçilere gelince onlar da İngiltere'nin sömürgeler ve dünya pazarı üzerinde kurduğu tekele rahatça katılıyorlar" 

Demek ki; İngiltere tarafından dünyanın sömürülmesi İngiliz proletaryasının bir kısmının burjuvalaşmasına ve emperyalist sömürü sisteminin payandaları olmalarına yol açmıştı. O yüzden; devrimler gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerdeki "sermaye- emek gücü" çelişkisine bağlı olarak cereyan etmeyecekti, emperyalizmin zayıf halkasındaki ülkelerdeki  anti emperyalist ve anti kapitalist mücadeleye bağlı olarak olacaktı. Çünkü; gelişmiş kapitalist-emperyalist  ülkelerde zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olan bir işçi sınıfı peydahlanmıştı. 

Gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkelerle emperyalizmin boyunduruğundaki ülkeler arasındaki ekonomik-siyasal-ideolojik-kültürel çelişkilerden doğan savaşlar kaçınılmazdı. Nitekim; 20 yüzyılın başından itibaren hem  emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki çelişmeler hem de  emperyalist ülkelerle emperyalizm baskı ve denetiminde olan ülkeler arasındaki uzlaşmaz çelişkiler bir dizi demokratik halk devrimlerine yol açacaktı. Bundan böyle; Emperyalizm çağında  sınıf mücadeleleri sırf ve sadece emek (proletarya)-sermaye (burjuvazi) çelişkisi biçiminde sürmeyecekti ayni zamanda; anti-emperyalizm  biçimini de  alacaktı.  Yani; emperyalist devletlerin boyunduruğundan ve yörüngesinden kurtulma   mücadeleleri olacaktı.

20.yüzyıl başlarındaki milli demokratik devrimlerle ve emperyalizme karşı bağımsızlık savaşları sayesinde  işçi sınıfı lehine kazanımlar elde ediliyordu. Lenin, sözü edilen kitabının ön sözünde emperyalizm için, proletaryanın toplumsal devriminin hemen arifesi ve ön belirtisi olduğunu yazmaktaydı. Lenin ayni kitabında Kautsky'nin "ultra emperyalizm" kavramının zırvalığını göstererek; Kautsky'nin, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırmakla ve emperyalizmi bir ilhak eğilimine indirgemekle eleştiriyordu. 

Emperyalizm ile birlikte  toplumsal hayatın her alanındaki  egemenlik ve özgürlük ilişkileri, dev tekellerin özgürlük ve egemenlik anlayışına bağlı olarak biçimleniyordu.  Emperyalizm, kapitalist üretim sisteminin (düzeninin)  hem bir sonucu hem de kapitalizmin kendini yeniden üretmesinin bir aracı, biçimi olmuştu. 

Emperyalizm kapitalizmin dölü olduğuna göre peki kapitalizm ne?.

Kapitalizm, genel olarak, toplumsal hayatın yeniden üretilme sürecinde, genelleştirilmiş mal (meta) üretimidir.  Buradaki mala (metaya) insanın canlı bedeninde mevcut olan ve her hangi bir kullanım değeri üretirken kullanmış olduğu   zihinsel ve fiziksel yeteneklerinin bütünü demek olan emek-gücü de dahildir. Yani; bizzat işçinin kendi gözünde emek-gücü'nün kendisine ait bir mal biçimini alması ve dolayısıyla emeğin ücretli emek biçimine dönüşmesi kapitalizmin en temel özelliğidir.  Emek gücü bir kez mal biçimini alınca haliyle emek-gücünün harcanması sonucu oluşan tüm ürünler ve emek sürecinin bütün unsurları (üretim araçları, ham madde..) da genel olarak mal biçimini  almış olur.  

Kapitalist üretimde bütün ürünler, üreticinin doğrudan kullanımı ya da üretici ve tüketicilerin önceden belirlenmiş bir ihtiyacını karşılamak için değil, sırf ve sadece,  pazarda satılmak (değiştirilmek) amacıyla üretilirler. Neyin ne kadar, hangi teknikle, nerede üretileceği gibi kararlar önceden belirlenmiş toplumsal ihtiyaç ve toplumsal planlara göre ya da toplumsal adetler, gelenekler uyarınca yapılmaz. Üretim araçlarının mülkiyeti, tek başına çalışan mülk sahipleri olsun, tek başına kapitalistler olsun; ortaklık halinde kapitalist topluluklar olsun ya da şirketler olsun, bir çok mülk sahibi birim arasında dağılmıştır. Her birim kar peşinde koşmak zorundadır. Çünkü; rekabetçi bir ortamda hayatta kalmanın yegane yolu kar etmektir.  Mülk sahibi ve üretici birimlerden her biri neyi uygun görüyorsa onu yapar, dolayısıyla yalnızca kendisine karşı sorumludur. O yüzden kapitalist üretimin doğası anarşiktir.

Tüm üretim sürecinin gerçek egemeni, sermayedir. Aslolan; sermayenin  ihtiyaç ve amaçlarıdır. Çağdaş üretim sermaye tarafından belirlenir. Sermayedarın özel mülkiyetinde olan üretim araçları ve ham madde sayesinde emek-gücü, yani insanın çalışma kapasitesi ve iş üretme yeteneği, belirli bir ücret karşılığında belirli süreliğine belirli bir işte harcanarak kullanılır. Ve bu üretim süreci  sonucunda üretilmiş olan  ürün, sermayedarın malıdır. Sermayedar, bu ürün üzerinde her türlü tasarruf hakkına ve hukuka sahiptir.

Sermayedar, kapitalist bir sosyal formasyonda,  üretim sürecinde ücret karşılığında kullanacağı emek-gücünün, beyaz adam mı siyah adam mı yoksa kızıl derili mi…diye rengine; saf kan Alman mı yoksa Afrikalı mı.. diye ırkına; kadın mı erkek mi.. diye cinsiyetine; Hristiyan mı, Yahudi mi, Müslüman mı, dinsiz mi …diye inancına, Kürt mü, Arnavut mu, Laz mı, Boşnak mı, Arap mı…diye etnik kökenine (milliyetine), esas itibariyle aldırış etmez.  O, insanlar arasındaki bu farkları  gözetmeden, işinde çalıştırır,  sömürür ve ezer. Onu ilgilendiren, sadece, sermayesi için emek-gücünü harcayacak; iş(ini) yapacak insanların her an pazarda hazır bulunmasıdır.

Ama; ayni sermayedar, işyerindeki işçilerinin sendikalı mı sendikasız mı; sınıf bilinçli mi yoksa cahil mi; örgütlü mü örgütsüz mü  olduklarını  ziyadesiyle önemser. Tıpkı; Türk veya Kürt feodal toprak ağasının, baskı ve zulüm karşısında  topraksız köylünün başkaldırıp isyan edip etmemesini önemsemesi gibi!

Kapitalist Üretim Tarzında, insanlar bu dünyada varlıklarını sürdürsün; ihtiyaçlarını karşılasın; Kürtlüklerini yaşasın...  diye, böyle  bir ideal ile, üretim yapılmaz. Asıl amaç, insan topluluklarının ihtiyacını karşılayacak ürünler üretmek değil; bilakis; insanın emek-gücü de dahil, her hangi bir emek ürününü mal biçiminde üretmektir. Kapitalist Üretim Tarzı, toplumsal ve bireysel ihtiyaçlarımızın karşılanmasında, şimdilik, egemen olan  bir üretim tarzıdır; ama, toplumsal hayatın sürdürülmesi için bir ve tek (yegane) üretim tarzı değildir! Yani, bazı  ideologlarının dediği gibi, Kapitalist Üretim Tarzı, Tarihin son durağı değildir!

Kapitalist Üretim tarzı, ismiyle müsemma, Kapitali (sermayeyi) yeniden üretmek için yapılan "artı-değer" üretimdir.  Bu üretimde, esas ve mutlak olan,“ kapital (sermaye)”in yeniden üretimidir; ve tüm toplumsal ilişkiler ve devlet(ler) bu üretime alet edilir. İnsanın canlı varlığında mevcut olan üretken ve yaratıcı hangi faaliyet varsa   bir mal biçimini alır; ve ücret ile alınıp-satılır. Bu ilişkide daima ve mutlaka, iki taraf vardır: emek-gücünü satanlar ve emek-gücünü satın alanlar. O yüzden; Kapitalist Toplum için, emek-gücünün özgürce alınıp satıldığı toplum çeşidi diyebiliriz..  Bu alım satım ilişkisi ne kadar elverişli koşullarda cereyan ederse etsin sonuçta ortada daima sömürülen bir sınıf olacaktır; bu asla unutulmasın!  

“Eee ne olmuş yani; bunun Kürt Meselesiyle ne ilgisi var?” diyerek daha şimdiden anlattıklarıma dudak bükmeyin canım, hele biraz sabredin birazdan sadede geleceğim.

Sorun, bu mücadelede hangi tarafta olduğunuz; kime hizmet ettiğinizdir.. Sermaye(dar) ve ücretli emek-gücü ilişkisinin ve sisteminin yeniden üretilme sürecinde eğer siz, ücretli emek gücünü satın alan taraftansanız veya o tarafa şu ya da bu nedenle hizmet ediyorsanız bu üretim tarzının yegane(bir ve tek) üretim tarzı olduğu ön varsayımından hareketle ve çıkarlarınız gereği, her seferinde bu sınıfsal sömürü ve baskı ilişkisini ve sistemini yeniden üretmek zorunda kalırsınız.

Bu üretim  tarzında, üretmek,  karlıdır. Çünkü; emek gücünü satın alan taraf olarak emek gücünün kullanım hakkını(!) ve tasarrufunu da satın almış olursunuz. Ve böylece, toplumun (artık; PİYASA olmuş Toplum desek daha doğru olur!)  ulaşmış olduğun “çağdaş uygarlık(?) düzeyi”  şartlarına bağlı olarak, kullanım hakkını satın olmuş olduğunuz emek-gücü sahibine, harcanmış  ve kullanılmış olan emek-gücünden,  belli bir refah standardı sağlayacak kadar vererek geri kalan üretim fazlasına, mal (üretim süreci) sahibi olarak,  el koyarsınız: bu sizin karınızdır!     

O yüzden, Kapitalist üretim için, "hattı üretim yoktur sathı üretim" vardır; ve o satıh bütün bir dünyadır  (tüm ulusların emekçileridir, ücreti ile geçinenleridir.) Yani; üret üretebildiğin kadar; kar et edebildiğin kadar; sömür sömürebildiğin kadar.. ilkesine göre işler kapitalizm. Kapitalizmde üretim insan için değil; insan üretim içindir. Üretim efendi; insan da köle olmuştur kapitalist üretim tarzında. Her şey (daha çok ve verimli) obur üretim ve sermaye birikimi  içindir kapitalist üretim düzeninde. 

Dünyanın bütün ücretli emek-güçlerini satın alma  ve ‘dünyayı ücretli emek piyasası’ yapma eğilimi ve doğrultusu, kapitalist üretim tarzının gelişme dinamiğinde vardır. Yani, Kapitalizm, sermaye dahil, üretilen tüm malları (mal olmuş emek ürünleri) satmak üzere dünya sathına yaymak; dünyayı ve toplumsal ilişkileri “piyasa” haline getirmek zorundadır. O yüzden, ülkeler, devlet olmaktan çok, milli pazarlardır kapitalist emperyalizm için.  

Marx Grundrisse'de şöyle yazar: "Tüm toplum biçimlerinde, bir tek üretim tarzı tüm diğerlerinin, ve o üretim tarzına özgü üretim ilişkileri de tüm diğer üretim ilişkilerinin rütbe ve etkinliğini tayin eder.  Bu, bütün öbür renklerin özgüllüğünü belirleyen genel ışık kaynağıdır. İçinde vücut bulan tüm varlıkların özgül ağırlığını belirleyen özel eterdir.. (..). Sermaye burjuva toplumunda her şeye egemen olan ekonomik güçtür. Dolayısıyla hem başlangıç hem de varış noktasıdır."   

Çağımızın üretim ilişkilerini biçimlendiren  işte bu "her şeye egemen olan sermaye"  düzenidir. Eğer;  her biçimiyle sermayenin yeniden üretilmesine hizmet etmezsek sermaye yeterince beslenemeyeceğinden arıza verir; krizler üretir; ve sonunda kendisini yaşatacak güçler bir bir çöker; ve yeni bir yaşamın filizleri sürgün verir. 

Öte yandan; kapitalistler açısından kapitalist üretim süreci ve tüm unsurları, her an, her gün yeniden üretilmek; yani yaşatılmak  zorundadır. Bunun adına istikrar denmektedir. Dolayısıyla; toplumda, bireyde ve dünyada ne varsa her şey bu “mutlak”a nazaran cereyan etmelidir. Yani; "kapitalist üretim tarzı" mutlak ve ideal olacak, geri kalan tüm ilişki ve kurumlar ise rölatiftir (göreli).

İşte; milletleri ve halkları birbirlerine kırdırtan emperyalist savaşlar, hep, bu yüce mutlak ve idealin yeniden üretilmesi  için çıkartılır. Halkları borç batağına sürükleyen Dünya bankaları, İMF’ler; kredi değerlendirme kuruluşları, milli güvenlik adı altında haber alma teşkilatları ve gladyolar; birer yalan üretme   merkezi ve manipülasyon aracı haline gelen medya organları; NATO gibi askeri paktlar.. hep bu yüce mutlak’a  ve ideal’e hizmet ederler.

İlkin ön belirtileri 15.yy’da  İngiltere’de tarih sahnesine çıkan kapitalist üretim, gelişmesi sonucunda 19.yy sonlarında emperyalist bir kimlik kazandı. ve dünyada emperyalizm çağı başladı. Lenin’in söylediği gibi, dünya, emperyalizm tarafından ezilen ve sömürülen mazlum devletler  ile emperyalist zalim devletler arasında iki kutba ve kampa ayrıldı. Devrimler, gelişmiş kapitalist ülkelerde değil; kapitalist gelişmede geri kalmış ve emperyalizme bağımlı milletlerde olacaktı. Emperyalizm ile kapitalist gelişme bakımından geri ülke halklarındaki uzlaşmaz çelişki emekçilerin  ya da burjuvanın  önderliğinde  devrimlere yol açacaktı.   

Bu  yüzden; Kapitalist Üretim Tarzının koruyucuları ve savunucuları olan kapitalist-emperyalist ülkeler, Kapitalist üretim tarzının mutlaklığı ve yaşar kalması için, her yerde, karşı-devrimi örgütlemek ve sınıf-sömürüsü mücadelesini sürdürmek ve gizlemek   zorunda kalırlar. Dolayısıyla; insanın özgürleşmesini engelleyen gerici kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bu dünyada var olan siyasi ve ideolojik  ilişki ve kurumlar da, artık; karşı-devrimin birer araç ve kurumları olarak  kimlik ve işlev kazanmış olurlar.

Bu açıklamalardan sonra (Emperyalizmin) Kürt Sorununa bulduğumuz çareye  gelebiliriz:

Evet; çare, Kapitalist Üretim Tarzı'nın bilincine varmak; ve bu bilinçle kapitalist üretim tarzını ve onun dölü olan emperyalizmi Hegelci manada devrimci inkara[1] uğratmaktır. Ama unutulmasın; daima göz önünde bulundurulması gereken nesnel ve nihai amaç: insanı, hayatın her alanında özgür bir birey (özne) yapmak için/üzere, kapitalist üretim tarzını ve emperyalizmi devrimci inkara uğratmak ve tarihin çöplüğüne göndermek olmalıdır. Ve siyasi iktidar  mücadelemizde  her türlü araçtan, yalnız ve ancak, bu amaç bakımdan yararlanılmalıdır. Aksi takdirde; insanı, yeniden, üretimin ve eşyanın kölesi yapacak olan yeni bir kölecilik  düzenine savurmuş oluruz.  

Peki  kim yapacak bütün bu işleri ve devrimi? Yani kapitalist üretim tarzını ve emperyalizmi devrimci inkara uğratacak olan kuvvet nerededir? Kürt halkı, Kürt devrimcileri, Kürt egemen sınıfı ve toprak ağaları bu devrimci inkar sürecinin neresinde? Patronların, "hangi milletten ve milliyetten olursa olsun yeter ki mahiyetimde çalışan ücretli-emek gücü olsun" dediği Emperyalizm çağında, "ben bir Kürdüm, dinim cinsim uludur" diyerek etnik temelde  örgütlenme ve mücadele ile  emperyalizmi yenebilir misiniz?

Milli Bağımsızlığımıza ve yurdumuza sahip çıkarak emperyalizmi nasıl yenebileceğimizi  komünist şair Nazım HİKMET  1954 yılında Budapeşte Radyosunda yapmış olduğu konuşmada ifade etmiş:http://youtu.be/m4LQOQkCJ28

Kapitalizm ve emperyalizm insanlardan, toplumsal sınıflardan; milletlerden ve devletlerden bağımsız olarak kendi kendine dünya sahnesine çıkmış değildir. Her ikisi de, tarihsel olarak toplumsal yeniden üretim sürecinin (otodinamizm) ve toplumsal sınıfların egemenlik kurma mücadelesinin  sonucu ve marifetidir.

O yüzden bu sorunun iki muhatabı vardır:

1-Emperyalizme bağımlı olan mazlum ve ezilen milletler 

2- Ücretli kölelik düzeninde (düzenleniş [2]) emek-güçlerini satmak zorunda kalan/bırakılan işçi sınıfı ve  emekçiler

Tarihte Emperyalizme karşı (Leninci ve Marxist  manada değil) ilk bağımsızlık mücadelesi, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde Türkiye Halkı tarafından verilmiştir.  Saltanatı yıkan Ulusal Kurtuluş Savaşımız sayesinde Kapitalizmin dölü olan emperyalizme meydan okunarak; Laz'ıyla, Çerkez'iyle, Boşnak'ıyla; Arap'ı, Rum'u, Türk'ü, Kürt'ü, Ermeni'siyle, Hristiyan'ı, Müslümanı, Yahudi'siyle… Türkiye Halkının  Emperyalizme boyun eğmeyeceği; ve  emperyalizmin, örgütlü  halk savaşıyla yenilebileceği,  dosta düşmana gösterilmiştir.

Emperyalizmin boyunduruğundan ve yörüngesinden kurtularak milli bağımsızlığımız ve egemenliğimiz ilan edilmiş; ve Gazi Mustafa Kemal’in  dediği gibi, Anadolu topraklarında emperyalizm,  “mahv ve nabut” olmuştur. Ancak; Atatürk’ün ölümünden sonra kapitalistleşme sürecindeki Türkiye halkı, maalesef, Amerikancı ve NATO’cu süreçlerle  tekrar emperyalizme boyunduruğuna girmiş; bağımsızlığını koruyup yaşatamamıştır. 

(Yeri gelmişken belirtmeliyim ki; hiç bir devlet hiç bir zaman dış koşullardan bağımsız olarak hareket edemez. Hele ki kapitalist üretim düzeni ortak paydamızken.. Her devlet dünyadaki  iktisadi, siyasi, kültürel, bilimsel, teknolojik.. gelişmeleri hesaba katmak zorundadır. O yüzden bağımsızlıktan bahsederken bir devletin yönetim kararlarının, geleceği belirleme kararlarının yabancı güçlerce değil de söz konusu devletin kendi öz güçlerince tayin edilmesi anlaşılmalıdır.)   

Saltanatı yıkıp Cumhuriyeti kuran Milli Bağımsızlık ve Milli Egemenlik savaşımız,  Türkiye Halkını,  Millet yapmıştır. 

Millet, Hegelci diyalektik manada bir sentezi ifade eder. Millet, daima, farklı  unsurların (milliyetlerin) diyalektik Birlik (sentez)’idir. Bu birlikte, birliği oluşturan unsurlar arasındaki ilişki ve etkileşmede “çelişki” esas alın(a)maz; (zira; her çelişkide belirleyen belirlenen taraflar vardır); ama “özdeşlik” esas alınmalıdır. (Özdeşlik,  varlığın “farkı” esas alarak kendini bir bütün olarak yeniden üretme; var etme sürecidir). Yani; sentezi, birliği oluşturan unsurlardan biri (Türk'ü veya Kürd'ü..) veya birkaçı (Türk-Kürt-Çerkez.. ) kendi başına, kendi için, kendine göre, diğer unsurları (etnik toplulukları, milliyetleri ) kendi amaç ve isteklerine alet ederek  tayin edici, belirleyici olamaz. Bu Birlikte her unsur, yek diğerine, zamanla ( kaynaşma sürecine bağlı olarak), etnik düşmanlık yapmadan; etnik özelliklere saygı duyarak var olmak zorundadır. Yani Türk Milleti söz konusu olduğunda Türksüz Kürt olmaz; Kürtsüz de Türk olmaz denilmelidir.

Kurulmuş ve tesis edilmiş Birliğin (Sentezin) yaşaması ve geleceği için, Birliği oluşturan unsurlar arasındaki  Fark ilişkisinin Uzlaşmaz Çelişki aşamasına ve boyutuna gelmesine izin veril(e)mez. Aksi halde bu, Yugoslavya’nın sekiz parçaya bölünme örneğinde ve milliyetlerin Balkan boğazlaşmasında olduğu gibi, Birliği oluşturan tüm farklı unsurların (milliyetlerin) aleyhine olur; ve  elde edinilmiş demokratik hak ve özgürlükler; insanca kazanımlar ellerinden gider. Bütün bunlar Emperyalizme yarar.

Dünyada savaşlar olmasın; kan ve göz yaşı artık dinsin; analar ağlamasın demek, aslında, "bu dünyada 'kar için' değil, insanlar yaşasın diye", üretim yapılsın; ve insan ilişkileri dahil artık mal şeklinde ürün olmasın, ücretli emekgücü ile sermaye arasında her hangi bir ilişki olmasın  demektir. Ve bu da, "emperyalizim-siz bir dünya" davetidir.  Ama; tarihsel olarak üretim sürecine egemen olan güçler, üretimi, daima ve sadece, kendi şahsi-özel çıkar ve amaçları için yapmaktadırlar. O yüzden; Üretimi kapitalizmin elinden kurtarmayı hedef almayan her  insanca(?) dilek ve talep; ve soyut barış çığlıkları, ancak emperyalizmin istikrarına hizmet eder.

Eğer; emperyalizm  ezen ve sömüren, (Kürdüyle, Türküyle, Arabı, Rumu, Çerkezi, Yezidisi; Alevisi, Sünnisi...ile), biz, yani Türkiye halkı  ezilen ve sömürülense; emperyalizm zalim biz mazlumsak; ve kapitalist emperyalizm renk, ırk, cinsiyet, milliyet, çoluk çocuk demeden bizleri eziyor ve sömürüyorsa, yegane makul ve mantıklı çözüm, bizi ezen, sömüren zalim emperyalist-kapitalist güce karşı, ezilen ve sömürülen halk sınıfları olarak birlikte (ortak) savaşmamızdır.  Ve her alandaki demokratik hak ve özgürlüğümüze de, ancak, bu mücadeleye bağlı olarak  kavuşabiliriz. Aksi halde; çözüm yok; ve emperyalizmin  ayaklar altında kalmaya mahkum olur; yerlerde sürünürüz.

Peki;  Emperyalizm, kendi kendine, bilim, insanlık ve medeniyet gereğidir diye ya da parlamentolarda, Birleşmiş Milletler oturumlarında görüşmeler  yapmak suretiyle  silah bırakır mı

Emperyalizm, kapitalist üretim tarzının emperyalizmi olduğundan, sömürüden, baskıdan, zulümden; dahası kapitalist üretim tarzından ve militarizmden katiyen vazgeçemez!  Emperyalizm, sürekli sermaye biriktirmek, silahlanmak; savaşlar üretmek zorundadır. Aksi takdirde emperyalizm, emperyalizm olamaz. O yüzden; Emperyalizme, ancak ve sadece, ezilen ve sömürülen halkların ortak ve örgütlü devrimci mücadelesi ile    silah bıraktırılır! Tıpkı Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın, Lenin'in, Ho Şi Minh'in, Mao'nun..  ezilen, sömürülen ve yok edilmek istenen bir halkı  örgütleyerek,  emperyalizmi geriletmesi ve yenmesi gibi!

Atatürk ne demişti:

“Egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye bilim gereğidir diye görüşme ile, tartışma ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğuları, zorla Türk Milletinin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu zorla el koyuşlarının altı yüz yıldan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de Türk Milleti bu saldırganların cezalarını hatırlatarak, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor.”

Peki; Kürt’leri temsil ettiğini iddia eden Kürt siyasi hareketi  aslında kime/neye isyan ediyor ? Emperyalizmin baskı ve denetim kurduğu  ve sömürdüğü bir ülkede, bu isyan  kimin işine yarayacaktır? Kürt köylüsü, Kürt esnafı, Kürt işçisi, Kürt kadını, Kürt çocuk işçisi, bu isyan sayesinde daha mı çok özgürleşecektir? Yani emekçi Kürt yurttaşları için değişen ne olacaktır ? Yoksulluk ve işsizlikten mi kurtulacaklar; ücretli kölelik ve ağalık sistemi mi son bulacak? Yoksa; Kavga bittiği zaman, Nazım'ın Kartallı Kazım'ı misali: "Kavgadan önce Kartal'da bahçıvandı/ Kavgadan sonra Kartal'da bahçıvan..."  olarak mı kalacaklar?

Ama; Kürt egemen sınıfı mensupları olan Kürt patronu, Kürt ağası, Kürt seçkini için hayat şartlarında ve sınıf çıkarlarında pek bir şey değişmiş olmayacak; daha önce olduğu gibi, Kürt emekçisi ve köylüsü üzerindeki baskı ve sömürüsüne; ve emperyalizm ile işbirliğine, devam etmiş olacaklar.

Sen Türkiye Cumhuriyeti Devletine isyan bayrağı açarsan aslında özgürleşmene  değil; emperyalizme köleliğe, yani; Kürtlerin ayrı bir "kur-işlet-devret"  model  devlet, kukla devlet, kurmasını  isteyen ABD emperyalizmine ve İsrail Devletine hizmet etmiş olursun. Zira, emperyalizmin programı, milli devletleri bölme, parçalama ve yutmadır. Sen, isyan etmekle, Türk Milleti sentezinden artık mazide kalmış bir Kürt milliyeti ve akabinde de bir Kürt Milleti çıkarmak hülyasına (nafile çaba) dalmış olursun ki bu da emperyalizmin işine gelir.

Nasıl ki Kimyasal bir alaşım olan tunçtan (Türk Milleti)  kalayı (Kürtler) ayrıştırmaya gayret etmek gericilik ve yeni Orta Çağ'cılıksa, Türk Milletinden Kürt milliyetini (etnik topluluğunu) ayrıştırma çalışmak da  bölücü gericiliktir. Çünkü; etnik toplulukları (milliyetleri), emperyalizme karşı mücadelede  devlet kurarak "millet" halinde birleştirmek bizatihi  ilericiliktir; ve daha yüksek bir medeniyet seviyesini ifade eder! Kaldı ki her hangi bir Millet oluşturulurken herhangi bir ırka, kana, soya sopa; etnik kökene (kavim, milliyet) atıf ve vurgu yapılmaz. Aksi takdirde Millet olmaz!

Tarihte  millet olmuş  etnik topluluklara ve milliyetlere bir bakın, hepsi de, devlet kurarak millet olmuşlardır. Fransız Milleti mesela.. Frankların, Normanların, Bretonların,  Alsaslıların, Korsikalıların ve Basklıların bir devlet kurması sonucu "millet" olmuşlardır. Onda önce, ayrı ayrı milliyetler, etnik topluluklar olarak yaşıyorlardı. Keza, İngiliz Milleti adını Anglo milliyetinden alır ama İngiliz Milleti, İskoçyalılardan, Saksonlardan, Keltlerden, Gallilerden, İrlandalılardan oluşur. Yani sırf ve sadece, her hangi bir etnik unsuru, milliyeti esas olmaz; ve milleti ona indirgenmez. Aksi takdirde millet olu(na)maz.

Hasılı, Amerikalılar, Çinliler, Japonlar, İtalyanlar, Hintliler, İspanyollar, Ruslar... hep böyle millet olmuşlardır. Yani farklı etnik toplulukların ve milliyetlerin birliği ve kaynaşması ile ve bir devlet kurmak suretiyle. Devletin yoksa milletin de yok demektir. Ancak "milliyet" olarak, etnik topluluk olarak varlığını sürdürürsün. Ama, Devleti olanın, milleti de olur.

Ayrıca; günümüzde, sadece Millet olmak yetmez; emperyalizmden bağımsız ve sosyalizme yönelmiş özgür millet olmak gerekir. Emperyalizmi ABD ve AB temsil ettiği için, millet olarak ABD ve AB emperyalizmine karşı mücadele ettiğimiz oranda bağımsız ve özgür olursunuz.

Emperyalizme ve Feodalizme (ağalık-şeyhlik-mollalık) karşı Devrimci Milliyetçilik dışındaki her çeşit  milliyetçilik gerici ve emperyalizmin hizmet eder. Gerçek özgürlük ancak Kapitalist Emperyalizme karşı verilen bağımsızlık mücadele sürecinin bir parçası olmakta ve emekçi halk egemenliğini sağlamada  yatar. Bu sürecin sonunda varılacak yer ise, toplumun, "piyasa-toplumu" olmaktan çıktığı; ve  her bireyin,  özgürce, kendini geliştirebilme imkanı bulduğu,  "özgür ve sorumlu insan toplumu" dur. İnsanın her türlü üretken ve yaratıcı faaliyetin ve ilişkisinin  meta olduğu, köhnemiş, çürümüş bir toplumsal düzen(leniş)den, ancak bu yolla kurtulabiliriz.

Şimdi sorarım sizlere: Gerek sosyolojik ve siyasi; gerekse ahlaki  ve dini inanç  sistemleri yönünden bakacak olursak  bu Kapitalist-Emperyalist mal üretim sürecinin neresi, hangi unsuru,  adil ve insana değer verir? İnsanın Allah vergisi olan canlı insan varlığının üretken ve yaratıcı faaliyetini, ücretli kölelik sistemine hapis etmek; insanın her çeşit tezahürünü  bir mal biçimine indirgemek, insana reva mı!?  İnsanın emek-gücünün      “mal” yapıldığı; ve hakkının çalındığı bir sistemde (düzenleniş) insanın  ve herhangi bir etnik topluluğun özgürleşmesi mümkün mü!? 

O halde; sonucu Balkanlaşma ve Yugoslavyalaşma olan; halkları ve ezilen milletleri oyalayan, enerjisini çalan  bu etnik boğazlaşmalar niye !!??  Yoksa; sınıflara bölünmüş bir toplumda ve dünyada, egemen ve sömüren sınıfın egemen ve sömürgen olarak ilelebet kalması için mi bütün bu savaşlar..?

Elinizi vicdanınıza koyun ve cevap verin, insanların  iliklerine kadar işlemiş olan bu mal şeklinde(ki) "ürün" üretim sistemi, etnik topluluklara, insanlara ve milletlere, mal biçimi dışında  her hangi bir hak ve özgürlük verebilir mi? 

Bizatihi Kapitalist-Emperyalizmin yaratmış olduğu toplumsal, siyasal, ekonomik kültürel sorunları "Kapitalist-Emperyalizm sorunu" olarak görmedikçe daha çoook etnik, dinsel, mezhepsel; ekolojik, feminist.. ve kültürel sorunlarımız ve felaketlerimiz olacak demektir.. 

İster Kürt ister Türk; isterse de Laz olsun;  her  Bireyi bu dünyada özgürce yaşatmak için, insanları eşyaya yüklem;  ve kendi emeğine mahkum eden bu ücretli kölelik düzenini 'devrimci inkar'a uğratmaktan başka bir çaremiz yoktur!

Memleketimden İnsan Manzaraları' nda mahkum Halil'in ağzından Nazım,   şairane bir dille söylemiş çareyi :

"Kelepçemin demiri seni pulluk yapacağız !!" 




                                                                                                                                                                            



[1] Hegel diyalektik’in mucididir. Hegel’de  geist denilen “soyut-nesnel-mutlak-Özne” tüm gerçeğin yaratıcısı ve mimarıdır. Maddi Alem ise,  geist'in dışşal ve fenomenal biçimidir sadece.  Söz konusu  Mutlak Özne’nin kendini vaz etmesi, daima, üç aşamada olur: Tez, anti-tez ve sentez. Hegelci  gelişim sürecinde(geist’in gerçekleşme ve özgürleşme süreci) “devrimci inkar”,  kışı geçirip de ilkbahar geldiğinde kelebek yumurtasını kırarak(devrimci inkar-aşma) gelişecek olan larva-tırtıl’a benzer. Olgun kelebeğin yumurtasını kırarak hayat döngüsüne katılan tırtıl, büyüme sürecinin belli bir aşamasında ipeksi salgısıyla kendi kozasının örer. Kozanın içinde belli bir erginliğe gelen tırtıl kendi kendine, kendi için  örmüş olduğu kozayı yırtarak(devrimci inkar-aşma) kozadan genç-ergin- yeni kelebek olarak çıkar. Koza, tırtılın belli bir gelişim aşamasında gericileşmeye başlayınca tırtılın devrimci birikimi ve eylemi, muhtevayı dönüştürerek  kozayı(biçim) devrimci inkara uğratmış olur. Böylece, o ana kadar bir durum olarak algılanmış olanın,  meğer bir süreç olduğu anlaşılmış olur. Bu yeni oluşumda eski ve aşılmış olan da  muhafaza edilmiş olur. Aslında; devrimci inkar, eskiyle yeninin bir sentezidir. Yani; bir bakıma, Hegel'in Aufheben'i dir devrimci inkar.

[2] her düzen ayni zamanda bir düzenleniş olduğundan belirlenen ve belirleyen taraflara(ÖZNE’ye) atıf yapar