29 Mart 2017 Çarşamba

EGEMENLİK KİMİN MALI?

“Genel ve soyut düşünceler insanların en büyük yanlışlıklarının kaynağıdır” J.J.Rousseau, Emile

18 maddelik Anayasa değişikliğinin halk oylamasına sunulacağı şu günlerde evetçi' lerin de hayırcı'ların da temel dayanağı, Meclis Genel Kurul Salonuna asılı olan  “EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR” sözüdür.  Bu temel teze göre,  Millet dışında hiç kimse, hiçbir kuvvet, egemenliğe sahip olamaz. Devlet İktidarını fiilen kullanan güç kim(ler) olursa olsun egemenlik kesinlikle ve mutlaka millete aittir. Dolayısıyla esas itibariyle milletin dediği olur. 

Peki ama; denildiği gibi hayatta  gerçekten milletin dediği mi oluyor?

Devletin ve toplumun düzenlenmesinde; temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasında, gerçekten esas tayin edici güç, mutlak yetkili,  hakikaten Millet mi?

Yani; “Egemenlik”, gerçekten, kayıtsız şartsız milletin mi?

Değiştirilmek istenen mevcut Anayasamızda, Egemenlik, Genel Esaslar bölümünün 6.maddesinde şöyle geçmektedir:

“Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

Görüldüğü gibi, mevcut Anayasamızda, egemenliğin ne olduğu hususunda bir şey söylenmemiş; egemenliğin bir tanımı yapılmamıştır. Yani; bizlere, “egemenlik” dendiği zaman bundan ne anlamamız gerektiği konusunda bir açıklama yapılmamıştır.  Egemenlik, sadece bir veri olarak kabul edilmiş; ve kimin tarafından nasıl kullanılacağı belirtilmiştir.  Egemenliğin  ne olduğu  öylece soyut olarak bırakılmıştır.

T.C Anayasası’nın Başlangıç bölümünün 3.paragrafındaysa : “ Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu; ve bunu Millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” belirtilmiş;

Ve son paragrafta da mevcut Anayasa için, “Türk Milleti tarafından, demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur” denilmiştir.

Demek ki, mevcut Anayasamız, her Türk yurttaşının “vatan ve millet sevgisine emanet”  edilmiş bulunmaktadır.

Peki ama; bizler, Türk yurttaşları olarak vatan ve millet sevgimize tevdi ve emanet edilmiş olan bu Anayasayı koruyup kollayabilmemiz için Egemenlik’ in ne olduğunu; egemenlikten ne anlamamız gerektiğini somut olarak bilmemiz gerekmez mi? Türk Milleti olarak,  egemenliğin ne olduğunu bilmeden, nasıl olur da Anayasamızı  savunabilir; ve egemenliğin “kayıtsız şartsız” sahibi olabiliriz ki?

Öyleyse önce, Anayasamıza göre soyut bir  “şey” olan şu egemenlik’ in  tarih boyunca “ne” olduğunu bir görelim. Görelim ki; egemenlik denilen “şey”in aslında kim(ler)in egemenliği olduğu;  kim(ler) için kim(ler)e göre bir egemenlik olduğu açıklığa kavuşabilsin;  ve bizlere “tevdi ve emanet”  edilen Anayasamız  layıkıyla korunabilsin.

Ama öncelikle;  yöntem bakımından şu tespitleri yaparak konumuza girelim:

 “Egemenlik” gibi soyut biçimlerin, kavramların, fikirlerin.. kendi başlarına, yalıtık, saf ve mutlak gerçeklikleri  yoktur; olamaz. Bu gibi kavramlar, fikirler, anlayışlar.. daima toplumun egemen güçlerinin ihtiyaç ve çıkarlarına bağlı olarak  üretilirler. Belli bir toplumdaki  Egemenlik, daima belli bir iktisadi-siyasi gücün egemenliğidir. Gücü olmayanın egemenliği de olamaz. Güçler arasında, daima, en güçlü ve en üstün olan güç, egemen güç olur. Bu güç, toplumların gelişimlerine ve koşullarına  bağlı olarak biçim değiştirir. Kimi tarihsel dönemlerde  bir klan reisinin, şefin gücü egemen olurken kimi tarihsel dönemler de  bir kralın, padişahın ya da sermayenin gücü egemen olabilir. Hasılı, egemen fikirler, düşünceler, kavramlar.. daima, egemen sosyal sınıf tarafından üretilirler.

Düşünceler, fikirler, kavramlar.. tarih ve toplum sahnesine öyle kendi kendine, kendiliğinden, gelmezler.  Düşünceler, fikirler ve kavramlar   ait oldukları nesnel-gerçeklikten insan zihninin soyutlamaları sayesinde   türetilirler. İnsanlar da belli bir sosyal sınıfa ait olduklarından fikir ve kavramların da, ister istemez, sınıfsal bir karakteri olur.  Ve Egemenlik gibi  ideolojik ve sınıfsal  kavramlar, toplumun sınıf çıkarlarını ve sınıf ihtiyaçlarını üreten-taşıyan ve temsil eden bir takım aktif insanlarca, ideologlarca,  yeniden üretilmedikleri sürece yaşayamazlar. Dolayısıyla, egemenlik, kalıcı ve sürekli olabilmek için , daima, kendini yeniden üretecek olan  somut-fiili insanların varlığına ve  eylemine ihtiyaç duyar;  adeta; kendini onlara ürettirir.

O halde, kavramsal gerçekler, üretim ve yeniden-üretim  ilişkilerinin nesnelliğinden hareketle  mevcut-verili toplumsal gerçeklikte, bir takım soyut ön-kabulleri,  ön-varsayımları,  ideal ilişkileri  esas alan ve  ona göre hareket eden; davranan somut  insanların eylemleri üzerinde temellenecek ve yükselecektir.

Anlayacağınız, belli bir tarihi dönemdeki egemenlik anlayışını  a priori olarak ve kendi egemenlik anlayışımıza uygun olarak,  nesnenin kavramından çıkarsama  ve kurgu yoluyla elde edemeyiz. Yani nesnenin hayatını ve özelliklerini kendi kavramımıza uyduramayız. Böylesi  bir ideolojik yönteme rağbet etmeyeceğiz. Örneğin, kendi başına,  “Balık” kavramımızın hayatta herhangi bir gerçekliği ve biçimi yoktur.

Kendi Balık kavramımız  bizlere belirli bir balık hakkında özel bilgi vermez. Balıkçıya gidip de onlarca balık çeşidi arasından “bana şuradan  (kendi balık anlayışıma göre) bir kilo balık verir misiniz”  dediğinizde, balıkçı size bir kilo hamsi verirse, ‘ama bunlar hamsi; ben sizden “balık” istemiştim’ diyemezsiniz. Tek tek somut özel balıkların dışında “balık” olamayacağına göre Balık(soyut)  diyorsak bunun hangi balık ve nasıl bir balık olduğunu da söylememiz gerekir.  Ayrıca Balık kavramı belli bir balığa, tekil balığa  da indirgenemez. Yani;  Balık, sırf ve sadece, hamsi  ya da kefalden ibaret  değildir.

Dolayısıyla; Genel olarak ve Genel anlamda,  kendi başına, mutlak ve soyut bir  egemenlik yoktur/olamaz.. Ama;  Genel anlamda egemenlik soyutlaması tek tek egemenlik biçimlerindeki zorunlu ortak unsuru gerçekten saptayıp ortaya çıkardığı; ve  bizi tekrardan kurtardığı ölçüde de makul bir soyutlamadır.   

Demek ki,  kendi başına, saf, sırf ve sadece, kalıp halinde Egemenlik olarak Egemenlik yoktur/olamaz. Egemenlik, daima, belli bir tarihsel dönemdeki ve belli bir gelişim aşamasındaki  toplumdaki  egemen gücün egemenliği olarak vardır.  Örnekse, Kabile topluluğunda Kabile şefinin egemenliğ, köleci antik toplumlarda köle sahiplerinin egemenliği…Monarkın ve tiranın egemenliği,  Orta çağın feodal toplumlarında Katolik Klisenin ve Kutsal Papalığın egemenliği, kralların, hükümdarların ve imparatorların   egemenliği, derebeylerin-feodal ağaların  egemenliği,  aristokrasinin ve prenslerin egemenliği.. Modern zamanlarda ve burjuva  toplumunda  Askeri cuntanın egemenliği, sermayenin egemenliği… İşçi sınıfının egemenliği.. Halk(ın) egemenliğ.. gibi muhtelif egemenlikler vardır.. O yüzden; Egemenlik belli bir egemenlik biçimine indirgenemez. Tümel belirişleri özel tekilliklerle sınırlandıramayız.

Özne-Nesne ilişkisinde Soyut(lama) demek, her hangi bir nesnel gerçeğin,  ait olduğu somut  ilişkiler bütününden ve tarihsel süreçlerinden  kopuk ve ayrı olarak ele alınmış olan biçimi demektir… Bilen-özne, daima, tarihsel durum-koşullar itibariyle  ve fiziksel ve ruhsal olarak, sınırlı nitelik, yetenek ve özelliklere  sahip olduğu için, Bütünü, Somutu, bir çırpıda göremez ve anlayamaz. İster istemez, bilmek istediği somut gerçeğin ilişkilerini ve hareketini düşüncede dondurmak ve ayırmak zorunda kalır. Çünkü insan başka türlü nesnel gerçeğin bilgisine ulaşamaz; hakikate nüfuz edemez. Önce somutu soyutlar, sonra o soyutlamalarla, soyut belirlemeler sayesinde,   somutu, zihinde(düşüncede)  bir “sonuç” olarak yeniden üretir;  yani; soyuta saplanıp kalmaz; soyuttan  somuta  yükselir. Öylece;  hakikate ulaşmaya çalışır.

Öyleyse; Egemenlik denilen şu soyut   “şey”i düşüncede somutlamamız; ait ve bağlı olduğu nesnelliğinden, tarihselliğinden hareketle  gerçekliğine ulaşmamız gerekecektir. Yani; Egemenliğin  hangi egemenlik ve nasıl bir egemenlik olduğunu göstermemiz için soyutu somutlamamız gerekecektir.

Şimdi;   bu yöntemsel açıklamalarımızdan sonra, Egemenlik denilen şu “şey”in tarihsel serüvenine başlayabiliriz.

Ancak; tarihsel serüvenimize başlamadan önce, izninizle, şu “Millet” konusunda da bir çift laf edelim istedik. Millet, Arapça kökenlidir, belirli bir inanç sistemini veya dini paylaşan insan topluluğunu ifade eder. Ancak zamanla tarihsel ve toplumsal içeriğinin değişmesiyle Millet, Arapçadaki anlamında kaymalara uğramış, ve günümüzde farklı anlam kazanmıştır. Fransızcadaki karşılığı ise Latince “natio” dan türetilmiş olan   “nation”dur.

Millet, tarihsel bir kavramdır ve  kapitalizm ile ortaya çıkmış bir kavramdır. Kapitalizmin Emperyalizm döneminde millet  başka bir şeydir; emperyalizmin aşıldığı zamanlarda da başka  bir şey olacaktır.. Kapitalizmden önce millet yoktur; ümmet vardır. Biz Müslüman ümmetiydik, Namık Kemal’e kadar kendimize Müslüman ümmeti, Muhammed’in ümmeti demişiz. Yani Muhammed’e inanan insanlar topluluğu.. Henüz kapitalizm topraklarımızda yeşermemişken bizler  dinsel bir toplumduk.

Millet, Batı Avrupa’d kapitalizmin gelişimiyle birlikte biçimleniyor ve “nation” adını alıyor. İşte bu “nation”a,   “ümmet” den farklı olarak, Türkçede “millet” denilmiş.  Millet’ten önce, Batı da ümmet toplumuydu. Yani İsa’nın ümmeti, Hristiyan ümmetiydi. Ama, İngiltere ve Kıta Avrupasında Kapitalizm başlayınca, belli bir coğrafyadaki ekonomik ve tarihi sosyal ilişkileri ve bağları,   askeri kuvvet ve zor  sayesinde,  bir arada tuttu; ve  orada yaşayan insanlar da milletleşme başladı. 

Feodal egemenlik ilişkilerini keyfi ve kişisel bulan öncü kapitalistler, demokrasi ve millet kavramları ile feodalizme karşı mücadelelerini sürdürmüş ve demokratik devrimlerle feodal sistemi yıkarak yerini kendi kapitalist üretim sistemlerini getirmişlerdir. Bu yüzden “millet” kavramı tarih sahnesine kapitalist sınıf ve kapitalist üretim biçimiyle  birlikte çıkmıştır. Kapitalizmin erken evrelerinde, asiller ve derebeyi güçleri  dışında kalan bütün toplumsal sınıflar-zümreler-tabakalar milli kavramının unsurlarıdır..

Günümüzde, burjuvazisiyle, küçük burjuvazisiyle, köylüsüyle, toprak ve emlak sahibiyle,  esnafı, emekçileri ve işçi sınıfıyla… toplumun tüm sosyal sınıf-zümre ve katmanları millet’tir, millet’tendir. Yani,  her biri, milletin bir parçası, unsurudur. Yani; sömüren ve sömürülen ezen ve ezilen sınıf ve zümrelerin tümü millet’e dairdir. O yüzden; toplumdaki sınıf ve iktidar mücadelesi, milletin dışında değildir. Tıpkı, Emperyalizmin dışımızda değil de, içimizde, milletin içinde olması gibi.. Emperyalizm, Burjuvazinin memleketi satan iş-birlikçi ve asalak komprador zümresiyle  bu milletin içindedir. O yüzden emperyalizm çağında ezilen ve sömürülenlerin mücadelesi,  ayni zamanda, milletin içinde milli egemen unsur olma mücadelesidir. Millete önderlik, öncülük  ederek ezilen ve sömürülenlere göre milleti yeniden biçimlendirme  mücadelesidir. Milletin emekçi milli iktidarını kurma mücadelesidir.

Vatansız millet olamayacağına göre, ezilenlerin sömürülenlerin mücadelesi, ayni zamanda vatan mücadelesidir de…Yani;  Vatanın milli bağımsızlığı mücadelesi…

Millet, devrim yapacak siyasi güçtür.  Bu güç, nasıl ki vaktiyle Mustafa Kemal önderliğinde milli kurtuluş savaşımızda harekete geçirilip tarih sahnesine çıkmışsa günümüz de Türk Milleti olarak 2.Milli Bağımsızlık Savaşını yaparak devrimci görevini yerine getirecektir.

Millet içindeki Egemen sınıfları hariç tuttuk muydu, o vakit millet’e  “halk”  demiş oluruz. Yani, Halk, milletin egemen sınıfsız halidir.. İster köle sahibi, ister derebeyi ve soylular, isterse de kapitalist biçiminde olsun Halk tanımının içinde herhangi bir egemen sınıf olmaz/olamaz.. “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” diyen kraliçe Marie Antoinnet halk/halktan  değildir. Mahiyetinde yüzlerce, binlerce, milyonlarca işçi çalıştıran patron halk/halktan değildir. Tekelci sermaye halk değildir. Topraksız köylüyü sömüren köyün ağası da öyle, halk(tan) değildir.

Millet kavramına açıklık getirdiğimize göre şimdi şu egemenlik denilen “şey”e gelebiliriz:

Avcı-toplayıcı topluluklardan  üretim yapan toplumlara insanlar hep toplum halinde yaşamışlardır. Aristoteles bu temel gerçeği zoon politikon deyimiyle dile getirmiştir. Yani insan, sürü hayvanı değil;  toplumsal/siyasal bir hayvandır. Toplum içinde yaşamak ve  kendini toplumda bireyselleştirebilmek  üzere dünyaya gelmiştir. Demek ki; Toplumsal ve siyasal  varlık olan insan, toplum dışında, toplumsal ilişkilerden  ayrı olarak tek başına var olamaz; üretim yapamaz. Kendi başına ıssız bir adada yaşayan Robinson   Cruzo’lar sadece hikayelerde olur. Kaldı ki Robinson Cruzo’lar bile o ıssız adalarında daha önceden yaşamış oldukları toplumlarda edinmiş oldukları bilgi ve tecrübeleri sayesinde var olurlar.

İnsanlar ancak toplum halinde ve sayesinde  varlıklarını sürdürebildiklerine göre, ayni zamanda,  belli bir toplumsal düzene de ihtiyaç duyarlar. Belli bir toplumsal düzene ihtiyaç duyduğunuzda, toplumsal örgütlenmeyi,  işbölümünü, toplumun kimin tarafından nasıl yönetileceğini, yöneten ve yönetilenler  arasında egemenlik ve bağımlılık ilişkilerini ve kurumlarını da  aksiyomatik olarak  önvarsaymış oluruz.

Balık nasıl sırf ve sadece suda yaşarsa, toplumsal yaşam da,  bireylerin özgürlüklerini kullanıp geliştirmeleri bakımından yegane ortamdır. Kimi toplumsal düzenler bireylerin hak ve özgürlüklerini kullanmaya ve geliştirme elverişliyken, kimi düzenler de, bilakis ; bireylerin yaşamlarını  sınırlayıcı ve kısıtlayıcı olabilmekte.. O yüzden; Toplumsal düzenlerin niteliği ve biçimi, hak ve  özgürlüklerin kullanımı ve geliştirilmesi bakımından son derece önemlidir.

Toplumsal yaşamda, gündelik ve ömürlük  hayatın üretilmesi sırasında, insanlar arası ilişkilerde, karşılıklı ihtiyaç, istek, çıkar ve amaçlar bakımından bir takım çelişkiler ve çatışmalar  doğar. İşte bu çelişmeleri uzlaştırmak çatışmaları gidermek için bazı toplumsal davranış kuralları tesis edilir ve uygulamaya sokulur. Bu toplumsal davranış kuralları tarihsel ve geçicidir.

Engels’e göre insanla birlikte Tarih’e gireriz. Ama Engels’in dediği gibi, insanlar, hayvanlar dünyasından nasıl çıkarlarsa tarihe de öyle girerler. Tarihi olmayan insan toplumu yoktur. O yüzden toplumların yaşam biçimleri ve düzenleri hep tarihsel olarak üretilmiş biçimlerdir. Tarihsel olarak sonlu ve geçicidirler.

Tarihsel olarak her toplumun kendine özgü bir düzen(leniş)i vardır. Düzen(leniş)i olmayan toplum yoktur. Her toplumun bir düzeni vardır ama bu düzenin kim tarafından, kimin için, kimlere göre yapıldığından ayrı ve bağımsız olarak kendi başına bir mutlak bir Toplumsal Düzen(leniş)  de yoktur.

Toplumsal Düzenler, daima, toplumun egemen güçlerince düzenlenir. Toplumda kim, hangi güç egemense ona göre bir Düzen(leniş) tesis edilir. Keza; Tarihsel olarak toplumlar,  üretimde yetersizlikler, bölüşümde farklılıklar  nedeniyle sömüren-sömürülen, ezen-ezilen diye birbirleriyle uzlaşmaz çelişkili sınıflara bölününce toplumsal  düzenler de egemen sınıf(ın) gücü ile kurulur olmuşlardır.

Belli bir üretim biçimine tabi  herhangi bir egemen (sınıfsal) güç, toplumu kendi ihtiyaç ve amaçlarına göre örgütlediği zaman ayni zamanda devleti de üretmiş ve biçimlendirmiş olur. Devletsiz sınıflı toplum yoktur/olamaz. Devlet, Sınıflara bölünmüş toplumlarda egemen gücün(egemen sınıfın) örgütlenmesidir.

Tarihin erken dönemlerinde maddi hayatlarını yeniden-üretmek için üretim yapan insan topluluklarında  iş-bölümü sonucu üretim fazlası doğunca bu “fazla” nın bölüşümü, güvenliği ve korunması ihtiyacı da doğmuştur. İş bölümü, ister istemez ve genel olarak  her insanı, kendi özel faaliyet alanına hapis etmiştir. Böylece insanın kendi eylemi kendisine karşıt denetlenemeyen bir güç olarak  insanı köleleştiren yabancı bir güç haline gelmiş; ve buradan zamanla egemenlik ilişkileri doğmuştur. İşte; toplum içinde ve toplum sayesinde yaşayan insanların  üretim fazlasını ve egemenlik ilişkilerini düzenlemek için yaptıkları   örgütlenmeler devletin nüvesini oluşturur.

Her egemen güç(egemen sınıf), Devlet sayesinde hukuksal kurallar koyarak  toplumsal ve sınıfsal ilişkileri   düzenler ve yaptırımlar uygular. O yüzden, her Devletin,  (toplumu mevcut düzenle) bütünleştirici, denetleyici  ve  baskı kurucu işlevleri vardır.

Tarihi-toplumsal niteliği itibariyle bir Devlet, bazı  unsurlardan oluşur. Bu unsurların içinde en önemli  kurucu unsuru,  EGEMENLİK tir. Yani; egemen sınıfın istek,  irade, ihtiyaç, çıkar ve amaçlarıdır.  

Peki öyleyse kökeni ve bu günkü anlamı itibariyle  EGEMENLİK NE?

EGEMENLİK, kökeni itibariyle,  Latincede “en üstün iktidar(superanus)” anlamına gelmektedir. Egemenlik,  en üstün GÜÇ, yaptırım ve yaptırtma gücü olan mutlak yetkili, en yüce İktidar ve otorite   demektir. Onun üstünde başka bir irade ve otorite olamaz. Hasılı;  Egemenlik, en güçlünün, en üstün otoritenin, öttürdüğü borudur.

Tarihte Egemenlik kavramını ilk kez sistemleştiren,  teorileştiren,  Fransız hukukçu JEAN BODİN dir. Bodin’den önce, Avrupa’da, yozlaşan  Katolik Kutsal Roma İmparatorluğunun(Papalık Devleti) egemenliğine karşı reform hareketleri başlamış; ve bunun sonucunda bütün Avrupayı etkileyen din ve mezhep savaşları çıkmıştı. 1648 Westphalia Anlaşmasıyla son bulan ve  30 yıl süren bu savaşlarda milyonlarca insan ölmüş; ve Papalık Devletinin otoritesi kırılmıştı.  İngiltere Kralı 8.Henry Roma Katolik Klisesi’ne itaat etmeyerek kendi milli Anglikan Klisesi’ni kurmuştu. 16.yüzyılda, bazı  krallar, feodaliteyi tasfiye edip merkezi devlet düzeni kurmak istiyorlardı. Bodin(1530-1596), işte bu ihtiyaca cevap verdi. Egemenlik kavramının teorisini yaptı.

BODİN’in egemenlik anlayışına göre , ülkedeki herkes ve her şey hakkında krala sınırsız ve mutlak yetki veriliyordu. Egemenlik içeriği itibariyle mutlaktı, hiçbir koşula bağlı olmadan emir verebilmek; hiç bir iradeden emir almadan yasa yapmak; yasaları yürürlükten kaldırma keyfiyetiydi.  Savaş açmak, barış yapmak, vergi koymak, memurları atamak, hak ve özgürlükleri tesis etmek, kaldırmak, kısıtlamak, hep,  egemenliğin tezahürleriydi.

Egemenlik bölünmezdir. Devlet içinde egemenliği kullanan, yasa yapan, yasa kaldıran, birden çok, çeşitli yetkili organlar ol(a)maz.  Çünkü; Kral, hiçbir kısıntıya ve denetime uğramadan emir verebilme ve uygulama yetkisine sahip olandı. Kral(lık), her çeşit denetim dışında kalan bir iktidar demekti.

Ama bu gün için Bodin’ci egemenlik anlayışı, yani; egemenliğin mutlak ve sınırsız bir iktidar olarak anlaşılması, Hukuk Devleti anlayışıyla bağdaşmaz. Hukuk devleti, hukukla bağlı ve hukukla sınırlı bir devlet demektir. Kaldı ki; kendi başına var olan mutlak ve sınırsız iktidar kavramı, sosyal-sınıfsal-tarihi gerçeklerle de  bağdaşmaz. Ne denli güçlü görünürse görünsün her iktidar bir takım uzlaşmalara ve ödünlere bel bağlamak durumunda kalır.

Egemenlik, kendisini  ülke içinde ve ülkeler arasında olmak üzere iki planda gösterir. Ülke içindeki  Egemenliğin devletler arası ilişkilerdeki görünümü BAĞIMSIZLIK’tır. Milli egemenliğe sahip olan gücün  biçimine ve niteliğine bağlı olarak ülkeler şu ya da bu biçimde bağımsız olurlar ya da olmazlar.. Uluslar arası  hukuk gereği  devletler kağıt üstünde  birbirleriyle eşit statüdedirler.

Bu bağlamda iki soru önemlidir: 

1-Egemenlik yetkilerini kim, nasıl kullanacak? 2-Egemenlik yetkilerini kullanacak olan  kişi(ler) o mevkiye nasıl, hangi yoldan gelmiştir?

Eğer egemenlik yetkisini kullanacak kişi, hanedanlıklarda olduğu gibi, devletin başına sülalesi aracılığıyla/ sayesinde gelmişse bu gibi devlet yönetimi biçimine Monarşi deniyor. Monarşiler de mutlak ve meşruti monarşi olmak üzere ikiye ayrılır. Eğer devlet mutlak ve sınırlandırılamaz yetkilerle donatılmış bir kişi tarafından yönetiliyorsa o zaman bu devlete tiran devleti denir. Egemenliği kullanma  yetkisini tek kişiye ve belli ailelerin tekellerine bırakmayan devletlere de CUMHURİYET deniyor. Krallığın Cumhuriyeti olmaz. Ama günümüzün bazı cumhuriyetlerinde hala monarşi artığı göstermelik krallar vardır. Ancak   cumhuriyet devletlerinin demokratik olup olmaması; hak ve özgürlükleri gözetip gözetmemesi ayrı bir konudur.

1572 yılında, Fransa kralı  IX.Charles’ın emriyle  St.Bathelemy’de  Protestanlara katliam yapılınca zulme başkaldırmanın meşru olduğunu söyleyen bir akım doğdu. Bu akımın mensupları Monarşiye karşı savaş açmıştı ve kendilerine Monarkomak diyorlardı.  Monarkomaklar Fransız kralının mutlak olmadığını savunuyorlardı.

İngiltere’de ise İngiliz düşünür Thomas Hobbes(1588-1679), mutlak iktidarı sağlam ve orijinal bir temele oturtmuştu. Hobbes’e göre mutlak iktidar, kralların tanrıdan aldığı yetkiye değil bireylerin çıkarlarına dayanmalıydı. Hobbes’in hareket noktası doğal insan,  doğal yaşama haliydi. İnsanlar doğal yaşama halindeyken,  yani henüz devleti kurmamışken, cehennem hayatı yaşıyorlardı. İnsan insanın kurduydu o dönemde. “HOMO HOMİNİ LUPUS”. İnsanların  özgür ve  eşit olması demek  sürekli olarak birbirleriyle savaş halinde olmak demekti. Bu durum da insanların korku içinde yaşamalarına yol açıyordu. Böyle bir ortamda toplumsal gelişme ve uygarlığın ilerlemesi beklenemezdi. İnsan türünün ezilip yok olmasını önlemek bu cehennemden kurtulmak gerekti.

 Peki ama nasıl?

Doğal halde yaşayan İnsanlar kendi aralarında bir sözleşme, kontrat, imzalayarak.. Bir sözleşmeyle kendi sınırsız özgürlüklerine son vererek.. Bir üçüncü lehine haklarından vaz geçerek.. Sözleşme ile yaratılan bu yapay insan onları temsil edecek ve yönetecek. İşte bu yapay güce, hiç kimsenin söz geçiremeyeceği  bu canavara Hobbes, İncilde geçen garip yaratığın, bir ejderhanın,  adını verdi: LEVİATHAN..

LEVİATHAN adlı Bu yüce egemen güç,  bu devlet ve hükümet yani,  insanlar arasında yaptığı sözleşme ile hiçbir biçimde bağlı değildi, çünkü insanlar doğal yaşama halindeyken sahip oldukları tüm hak ve yetkileri, barışa kavuşmak içim, bu egemen güce , devlete devretmişlerdi, ama karşılık olarak hiçbir şey almamışlardı.

Egemen güç bir monarktı. Yani Kraldı veya birkaç kişinin yönetimiydi. ve yöneticiler, Sözleşme’ye taraf değillerdi, bu yüzden LEVİATHAN’ın topluma karşı  hiçbir yükümlükleri yoktu. Oysa alabildiğine geniş yetkileri vardı. Hukukun tek kaynağı  vardı  o da egemen gücün, Leviathan Devlet’in, iradesiydi. Hobbes’e göre neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna  ancak işte bu Leviathan Devlet karar verebilirdi.

Bir başka İngiliz düşünürü olan John Lock(1632-1704)  da Hobbes gibi doğal yaşamadan, henüz devletin kurulmadı dönemden, hareket ederek Toplumsal Sözleşmeye varacaktı ama Lock’a göre doğal yaşam döneminde insan insanın kurdu değildi; ve  bir cehennem hayatı yaşamıyordu. Bilakis bu dönem doğal bir eşitlik ve özgürlük dönemiydi. İnsanlar bu doğal hakları taşıyarak doğuyordu ama bu herkesin her istediğini yapması anlamına gelmiyordu. İnsanlar kendi iradeleriyle devleti kuruyordur.ve devlet insanların doğuştan gelen haklarını çiğnememeliydi. İktidarın amacı kamu yararına uygun davranmaktı. Bu da doğal hakların sınırları içinde kalmakla mümkündü. Doğal haklarsa, yaşama hakkı, özgürlük ve mülkiyet hakkıydı. İnsanlar bu haklarını, gücünü kötüye kullanan iktidarlara, sözleşmeyi çiğneyen tiranlara karşı savunabilecekti. Doğal hakları elinden alınmak istenen insan zalim ve zorba yönetimlere karşı direnebilir, isyan edebilirdi. Nitekim 1789 Fransız  İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisi insanların ana haklarını özgürlük, güvenlik, baskıya karşı direnme ve mülkiyet hakkı olarak sıralamıştı. John Locke, ayrıca,  İktidarın sınırlandırılması için, Yasama ile Yürütmenin ayni elde bulunmamasını da öneriyordu.

İşte; Yasaların Ruhu kitabını yazan Montesquiue(1689-1755) John Lock’tan esinlenerek  monarşilerin tiranlığa ve despotluğa dönüşmemesi için Kuvvetler Ayrılığı ilkesini getiriyor. Kuvvetlerin ayrılmadığı özgürlüklerin teminat altına alınmadığı yerde Anayasa yoktur diyor.. Kuvvet kuvveti durdurmazsa özgürlük olmaz diyor.. Bütün liberal ve demokrat anayasalar Kuvvetler Ayrılığı İlkesine yer vermiştir. Montesquiue’nin amacı sosyal ve siyasi güçler arasında dengeyi sağlamaktır.

Montesqiueu’ye göre, Cumhuriyet, Monarşi ve Despotluk olmak üzere üç çeşit yönetim biçimi vardır. Cumhuriyet, kralın olmadığı yönetim biçimiydi. Demokratik Cumhuriyette halkın bütünü egemenliğin sahibidir. Bu durumda halkın tamamı bir bakıma egemen bir bakıma uyruktur. Kendi kendinin uyruğudur. Kendi verdiği emirlere uyar. Demokratik cumhuriyetin temel ilkesi erdemdir. 

Demokratik Cumhuriyeti de ikiye ayırıyor Montesquieu: 1-Doğrudan Cumhuriyet 2-Temsili Cumhuriyet.

Montesquieu göre monarşi tek kişinin yönetimidir ama yerleşmiş değişmez yasalara uyan tek kişinin yönetimi. Yönetim tek kişinin sonsuz kaprislerine, arzularını  alet olmaz. Monarkın yetkilerini için sadece yasaların varlığı da yetmez. O yasalara monarkın uymasını sağlayacak, onu zorlayacak güçlerin varlığı da gerekli. Bu güçler denge sağlayıcı güçlerdir ve toplumda vardır. Bunlar soylular sınıfı(aristokrasi), rahipler sınıfı ve serpilip gelişme halinde olan palazlanan burjuvazinin ilerici kanadıdır.  Soylular sınıfı olmadan monark olmaz; olursa, despot olur. Despotizmde ise kralın isteklerinin sınırı yoktur. Kralı frenleyecek ve dengeleyecek güçler yoktur. Despotizmde onur değil korku hakimdir. Oysa monarşilerde  Kral ancak senyörlerden güç alarak yönetebilir ülkeyi. Montesquieu, mutlak monarşiyi feodal monarşi ile sınırlamak ister. Feodal monarşiyi canlandırmak yaşatmak istiyor. Monarşilerde  yönetimin temel ilkesi de, onurdur. Her sosyal tabaka her ayrıcalıklı sınıf, zümre ve kişi onurunu korumalı ki monarşi yaşasın.

Egemenliğin tarihsel serüveninde "aklın egemenliği" yani burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliği dönemlerine geldiğimizde Jean Jak Rousseau  ile karşılaşırız. Her alanda mutlak demokrasiyi ve eşitliği isteyen Fransız devrimi öncülerinden J.J.Rousseau(1712-1778)’ya göre Egemenlik, milli egemenlik değil halk egemenliğidir.   Egemenlik  halk tarafından temsili olarak değil; doğrudan doğruya  kullanılmalıdır. Millet vekilleri halkın temsilcileri değildir, olamazlar da. Olsa olsa milletin memurları olabilirler. Halk egemenliği ile temsil bağdaşmaz. Siyasi iktidarın kaynağı olan GENEL İRADE(Volonte General),  temsil olunamaz. Halk, iktidarı, egemenlik yetkisini, doğrudan doğruya kullanabilmeli ve istediği zaman memur statüsündeki vekillerini azledebilmeli.

Ama Rousseau’nun bu fikirleri burjuvazinin çıkarlarına uygu düşmüyordu. Çünkü; Burjuvazinin çıkarları, milletinin bütününü bağımsız milletvekillerinin temsil etmesi ilkesine dayanan temsili rejimi gerektiriyordu.

Burjuva  felsefesinin yarattığı soyut insandan hareket ederek eşitçi, demokratik ve özgür  toplum yaratmak isteyen Rousseau da,  siyasi toplumu, bir Sözleşmeye dayandırır. Bu Sözleşmenin aracı ise, GENEL İRADE’dir. Doğal yaşama halinde insanlar özgürdür, birbirine eşittir ve mutludur. Toplumsal iş bölümünün, Üretimin, tekniğin ve özel mülkiyetin  gelişmesi sonucu bu mutluluk son bulmuş; ve   mülk sahibi ayrıcalıklı sınıflar ile mülkten yoksun ve yoksul sınıflar doğmuştur. Özel mülkiyetini  korumak ve zenginliğine zenginlik katmak  isteyen insan kendi sınıfsal çıkarlarını korumak için örgütlenme ihtiyacı duymuş ve devleti yaratmış; kendi adamlarını da   devletin yöneticisi yapmıştır.

Rousseau’ya göre egemen varlık, yani devlet iktidarı, kendini meydana getiren bireylerin toplamıdır (Genel İrade). Her vatandaş, iktidarın bir hissesine sahiptir. Toplumu meydana getiren bireyler kendilerinde İktidarın birer parçalarını taşıyorlar. Bu iktidar parçalarının, zerrelerinin bir araya gelmesinden ; kişilerin iradelerinin birleşmesinden,  “egemenlik”,  yani; en üstün otorite çıkıyor ortaya. Devlet iktidarının bütünüyle ortaya çıkabilmesi için vatandaştaki iktidarın parçalarını bir araya getirmek gerek. O yüzden;  Halk egemenliğinde birey iradelerinin ayrı ayrı kendiliğinden hukuki bir değeri vardır.

Roussaua’da Genel İrade(Volonte General) kavramı Diderot’ daki gibi evrensel değildir; sadece belli bir topluma aittir. Yani tüm insanlığı, herkesi, kapsamaz. örneğin,  sadece Fransız toplumunu kapsar. Genel sıfatının içeriğinde belirli bir toplum, Fransız toplumu varken, Didero’nun Genel İrade kavramının içeriğinde ise  bütün bir insanlık, herkes vardır. Diderot’da Genel İrade ayni zamanda Evrensel İrade’dir.   Yani;  genel sıfatı “evrensel” anlamına gelir. Oysa; Rousseau’da Genel, Evrensel demek değildir. İkisi arasında Fark vardır.

Genel kategorik olarak belirli bir Birlik(Fransız Toplumu..Biz..))’i temsil ederken Evrensel, kategorik olarak, Özdeşliği(herkesin iradesi) temsil eder. Fransız toplumunda geçerli olan Genel İrade diğer devletler için Özel’dir Genel değil. Çünkü her ülkenin, devletin sosyal, tarihsel, kültürel koşulları farklıdır. Fransa için Genel olan, İngiltere, Almanya veya bir Afrika, Asya ülkesi için Özel’dir.

Rousseau, soyut bir evrensellikten dem vuran filozoflar için: “Kendi çevrelerinde yerine getirmeye tenezzül etmedikleri vazifeleri kitaplarında keşfetmeye çabalayan dünya vatandaşlarına güvenmeyin. Bir filozof kendi komşularını sevmekten kaçınmak için gidip Tatarları sever” demiştir.

Rousseau'ya göre egemenlik halk oyunun yürütülmesinden başka bir şey değildir. Bir başka deyişle egemenlik, genel iradenin uygulanması anlamına gelir. Rousseau, egemenliği kayıtsız şartsız halka verir. Egemenliğin özellikleri ise şunlardır: egemenlik devredilemez, temsil edilemez, bölünemez, mutlaktır ve doğrudur.

Egemenlik kimseye devredilemez. Egemenlik, Genel İrade’nin yürütülmesinden başka bir şey olmadığı  için,  katiyen ve asla, bir başkasına devredilemez. Onun için, halk, başka bir güce  açıkça boyun eğer; rıza gösterirse,  kendini “halk” olmaktan çıkarır. Egemenliği, ancak ve sadece, bizatihi Halk temsil edebilir; başka bir güç değil. Kanunları halk yerine temsilcileri yaparsa halk kendine “efendi” seçmiş olur ve ortada halkın egemenliği diye bir şey kalmaz Genel İrade, doğası gereği,  efendiyi  kabul etmez ve temsil olunamaz.

Egemenlik bölünemez. Halkın İradesi, Geneldir. Biraz, kısmen.. Genel İrade olmaz.. Genel İrade yasa hükmündedir.ve egemenliğin tezahürüdür. Buna göre, “milletvekilleri milletin temsilcileri değildirler ve olamazlar. Olsa olsa geçici işlerinin görevlileri olabilirler; hiçbir kesin karara da varamazlar. Halkın onaylamadığı hiçbir yasa geçerli değildir, yasa sayılamaz.”

Rousseau, egemenliğin mutlak nitelikte oluşunu insan bedeniyle siyasal beden arasında bir analoji ile kurar: "Devlet ya da site, yalnız üyelerinin birleşmesiyle kurulmuş bir tüzel kişi olduğuna ve en önemli işi varlığını korumak olduğuna göre, her parçayı bütüne en uygun biçimde işletip kullanmak için genel ve zorlu bir güç ister. Doğa insana nasıl örgenleri üstünde kesin bir yetki vermişse, politik bütüne de örgenleri üzerinde öyle kesin bir yetki verir. İşte bu yetki, genel istemin yönetimi altında olunca, dediğim gibi, egemenlik adını alır."

Egemenliğin mutlak olması, ayni zamanda onun sınırsız olduğunu da gösterir. Çünkü eğer bir güç mutlak değil ise, onu sınırlayan, ondan üstün olan bir başka güç var demektir. Bu durumda da, mutlak, yani sınırsız nitelikte olmayana, egemen denilemez. Ama;  Egemenin mutlaklığı ve  sınırsızlığı, keyfilik anlamına gelmez.  Egemenin de sınırları vardır. Egemen varlık, ne denli mutlak, ne denli kutsal, ne denli dokunulamaz nitelikte olursa olsun, Toplum Sözleşmesi’nin çizdiği sınırları  aşamaz.

Rousseau'ya göre, ister demokrasilerde olsun, ister aristokrasilerde  ve monarşilerde olsun, egemenlik, halka aittir.. Yürütme, değişik biçimler alabilir ama, hiç bir yönetim biçiminde, yasama yetkisi halkın elinden alınamaz. Yürütme yetkisi, yani yasaları uygulama yetkisi, bir kişinin elindeyse buna Monarşi denir. Eğer yürütme yetkisi birkaç kişinin elindeyse buna da Aristokrasi denir. Ama yasama gibi yürütme yetkisi de halkın elindeyse buna  Demokrasi denir. Yani Rousseau'ya göre, daima, son sözü halk söyleyecek; son kararı halk verecektir.


Küçük burjuvanın ideolojisi temsil eden utopik  ve demokratik bir düşünür olarak Rousseau,  devrim öncesi eski rejim (regime ancient) Fransa'sında  emekçilerle burjuvaziyi kapsayan Triers Etat içindeki sınıf farklılığını yeterince görememiştir. Rousseau'ya göre Eski Rejim'in ayrıcalıklı egemen sınıfına nazaran Triers Etat  bir Bütün olarak Halk'tır.  Dolayısıyla Rousseu'da halk ve halk egemenliği soyut bir kavramdır. Ama Rousseau, yenilikçi ve orjinal "halk egemenliği" kavramıyla Fransız İhtilali'ne esin kaynağı olmuş, ve Mustafa Kemal Atatürk'e  kadar uzanan devrimci milli egemenlik anlayışlarına  ışık tutmuştur.

Egemenlik üstüne kafa yoran diğer bir düşünür de Emanuel Sieyes(1748-1836) dir.. Sieyes, gerek  Fransız Devriminin başlatılması sırasında  gerekse  Direktuvar üyesi olarak 18 Brumaire 1799 Hükümet Darbesi’ni  hazırlanmasında rol almış; ve burjuvazinin teorisyenliğini yapmıştır.   Devrimin başlangıcında Triers Etat Nedir? diye bir broşür çıkarmış. Doğuştan bir takım ayrıcalıklara sahip olan senyör ve rahiplere nazaran içinde burjuva tabakasında yer aldı halkı temsil eden kesimler Triers Etat’ı oluşturuyor.  Sieyes, işte bu  bu kesimlere,  yani Trier Etat’ ya, bir bütün olarak  MİLLET  diyor. Sieyes, devrim sürecinde, aristokrasi ve krallığa karşı mücadelesinde, millet , milli birlik kavramlarını ve  milli bütünlük  ilkesini  kullanmıştır.

Sieyes’e göre devletin birliği,   halk sayesinde  değil millet sayesinde gerçekleşmektedir. Millet toplumun bütünün soyut ve yeni ifadesi. Millet oluştuğu bireylerden farklı bir hukuk kişisi. Sadece belli bir dönemde belli toplumda yaşayan bireylerden meydana gelmiyor. Millet sadece bugünü değil geçmişi ve geleceği de kapsayan manevi bir varlık. Yaşayanların yanın da ölmüş ve doğacak olanlardan meydana geliyor. Artık; Millet kavramı iktidarın yeniden düzenlenmesine kaynaklık edecek ve devlet anayasa tarafından millet temeli üzerine bina edilecek.

1789 Kurucu Meclis üyeleri için halk denince içinde hiçbir ayrılık ve bölünme olmayan bir bütün akla geliyordu. Eski rejimde hukuki ayrıcalıklar kaldırılmış; ve fakat  Triers Etat içindeki iktisadi farklılaşmadan doğan sosyal sınıfların  varlığı henüz tanınmıyordu. Burjuvazi dışındaki sınıflar sınıf bilinçlerine kavuşamadıkları için burjuva sınıfının çıkarları ve dünya görüşü halkın(Triers Etat) bütününe mal ediliyordu. Böylece; Burjuvazi, kendi çıkarlarına ve amaçlarına denk  düşen bu bütüncü ve soyut halk anlayışını sürdürebilmek için devletin en önemli iktidar unsuru olan  “milli egemenlik” kavramını icat etti.

Milli egemenlik doktrinine göre, millet, halkı oluşturan bireylerin üstünde, onlardan ayrı olan soyut bir varlıktır. Halk ise belli bir tarihi coğrafyada yaşayan  somut insan topluluğudur.  Millet,  halktan ayrı soyut bir hukuki ve siyasi varlıktır. Başka bir deyişle, millet kendisini oluşturan gerçek kişilerden ayrı, onların üstünde manevi ve hukuki bir kişidir. Halk, belli bir dönemde yaşamakta olan bireyleri, yani somut bir varlığı ifade ettiği halde, millet sadece belli bir dönemde yaşayan bireyleri değil, bunun ötesinde geçmiş ve gelecek nesilleri de kapsayan, manevi bir varlıktır. Millet, yaşamakta olanların yanısıra yaşamını yitirmiş ve doğacak olanlardan meydana gelmiştir.

Milli egemenlik doktrinine göre, belli bir zamanda ülkede yaşayan bireylerin kişiliklerinden ayrı bir manevi kişiliğe sahip olan millet, egemenliğin tek meşru kaynağı ve sahibidir. Egemenlik, onu açığa vuracak, ifade edecek bir iradenin varlığını gerekli kılar. Millet fiziki bir varlığa sahip olmamasına karşın, "manevi kişi" olarak kendine özgü bir iradesi vardır. Egemenlik, milli irade ile ifadesini bulur.

Egemenliğin kaynağının değişmesi, özünde önemli bir değişikliğe sebep olmamıştır. Önceki zamanlarda egemenlik Tanrı adına, onun vekili ya da temsilcisi olarak kabul edilen hükümdar tarafından kullanılmaktaydı. Egemenlik millete geçince, artık millet adına, milleti temsil edenler tarafından kullanılacaktır. Eskiden olduğu gibi egemenlik, bu aşamada da, kendinden üstün hiçbir güç kabul etmeyen, mutlak ve sınırsız bir irade, bir emretme kudreti olmaya devam edecektir. Bu üstün, mutlak, sınırsız irade tektir, bölünemez ve başkasına devredilemez. Aslında değişen tek şey egemenliğin sahibi olmuştur. Eskiden krala ait olan egemenlik tacı, onun başından alınarak olduğu gibi milletin başına oturtulmuştur.

Genel iradenin bir ülkede milletvekilleri için yapılan seçim yoluyla ortaya çıktığı görüşü de gerçeğe uygun düşmemektedir. Çünkü milletvekili seçiminin sonucunda. yurttaşların çoğunluğunun hangi siyasi partinin programını uygun bulduklarını , onayladıklarını. ülkenin nasıl bir politikayla yönetilmesini istedikleri açıklığa kavuşur. Yoksa; milletvekilliği seçimiyle oy kullanan seçmenlerin şahsi iradelerinden ayrı, bağımsız bir irade (genel irade) oluşmaz.

Mevcut Anayasasının 6.maddesinde “ egemenlik. kayıtsız ve şartsız milletindir” denilirken kastedilerı egemenliğin ulusa ait olması bir başka deyişle siyasal iktidarın kaynağının halkta olmasıdır. Bu hüküm. egemenliğin kendisinin kayıtsız ve şartsız yani mutlak ve sınırsız olduğu anlamına gelmez. Sadece, Egemenliğin , “hukukla sınırlı bir yetki”  anlamına  geldiğini ifade eder.

Demek ki, Milli Egemenlik kavramına bu anlamın ötesinde bir anlam yüklenmemelidir.

İlk çağlardan orta çağa kadar olan egemenlik anlayışına bakacak olursak Kadim Mısır, Hint ve Çin hanedanlıklarına kadar uzanmamız gerekecektir.

Kadim Mısır, Hint, Çin krallıklarından  ve Sümerlerden beri  toplumların   hangi esaslara göre kim(ler) tarafından  nasıl yönetileceği hep   sorun olarak  günümüze kadar gelmiştir. Dolayısıyla; tarih boyunca, hangi gücün egemen olacağı, Siyasi İktidarın kaynağının  ne olacağı ve nasıl kullanılacağı konusunda  muhtelif görüş ve teoriler üretilmiştir.

Yunan site devletlerinde egemenlik anlayışı, “köleli demokrasi” ye dayanıyordu. Köleli demokrasilerde köle sahibi olan  egemen güç ayni zamanda en üstün güç olarak toplumu örgütlüyor ve düzenliyordu. Yani Yunan Site devletlerinde egemenlik demek egemen güç olan köle sahiplerinin koyduğu yaşama ve çalışma   kurallarına uymaktı. Ezilen ve sömürülen sınıflar arasında dengeyi bulmak ve sınıfsal sömürüyü istikrara kavuşturmak için Atina Sitesindeki Solon ve Drakon gibi yasa yapıcılar zamanında kaba güç yerine genel ve soyut yasalar aracılığıyla egemenliği tesis edilmişti.  Heredot, ”bizim yasadan başka efendimiz yok” demişti. 

Eski Roma’da cumhuriyet döneminde, egemenlik yetkisi, yaptırtma ve emretme gücü, hak olarak halka aitti ama bu hakkı fiilen Sezar kullanıyordu. Çünkü;  bu yetki halk tarafından, vekaleten Sezar’a verilmişti. Böylece; Halkın iktidarı ve bütün gücü, bizatihi halk tarafından verilen vekaletle Sezar’a  devredilmiş oluyordu. Artık;  Sezar’ın istedikleri ve ihtiyaç duydukları  yasa kuvvetindeydi.

Orta Çağ’da Egemenlik esas olarak Klise Devleti’ne ve papaya aitti ve koyu bir bağnazlık ve esaret rejimi olarak uygulanıyordu. Ancak; İngiltere kralı 8.Henry Klise Devletinin egemenliğine ve otoritesine son  vermiş; “milli egemen” olarak ilk milli kliseyi kurmuştur. Kral, egemenliğini, artık papanın ve imparatorun aracılığı olmadan doğrudan kullanabiliyordu. Bu egemenlik aslında tanrıya aitti ama  kral  istediği gibi tasarrufta bulunabiliyor; ve her söylediği yasa gücünde olabiliyordu.

İslamiyet’e göre egemenlik anlayışında gelecek olursak, İslamiyet’te din ve devlet iktidarı için ayrı ayrı gerçekler yoktur. Hak ve hakikat tektir. Tek bir yasa vardır o da şeriat’dır. Egemen Güç olan ÜLÜLEMR’in görevi,  Kur’an’ın ve peygamberin gösterdiği yolda memleketin düzeni ve yönetimini sağlamak. İslamiyet, din ve devlet ayırımını kesin olarak reddettiği için cismani ve ruhani iktidar birdir.

Şeriat, bir yaşama biçimi ve  bütün bir dünya görüşüdür. Kamu hukuku bakımından Kur’an bütün zamanlar için konmuş bir Anayasa’dır. Allah, tek olan gerçeği Kur’an’da bütün zamanlar için gösteriyor. Bütün varlıklar gibi insanlar da Allah’ın  yaratığı ve kulu. Tanrı ile insanların ilişkisi tanrı ile kul ilişkisi. Tanrı kendisine nasıl kulluk edileceğini göstermiş. İyi kulluk edebilmek için her şeyden önce ÜLÜLEMR’e yani Devlet Reis’ine baş eğmek gerek. “Allah'a ve Resulüne ve sizden olan Ülülemr’e itaat ediniz” diyor Kur’an. Ülülemr’e itaat etmiş olan Allah'a itaat etmiş olur, karşı gelen de Ona karşı gelmiş olur.

ÜLÜLEMR kimdir? Tanrının dilediği ve kendisine egemenlik hakkını verdiği kişidir. “Sahibülmülk Allah’dır ve mülkü dilediğine verir.” diyor mealen Kur’an. ÜLÜLEMR, peygamberin halifesi yani vekili. Görevi, Allah’ın emir ve iradesinin yeryüzünde yerine getirilmesine aracılık etmek. ÜLÜLEMR ayni zamanda imamdır yani İslam toplumunun dini Reisi.

İslamda devlet iktidarının kaynağı toplumun dışında olduğuna göre insanlar iktidarın kullanılmasına katılamayacaktır. Ne var ki bu Meşveret’i yasaklamak anlamına gelmiyor. Tersine bir ayet  “her işte ümmetinle müşavere et” diyor

İslam’da tanrı insanlara neyi emredip neyi yasakladığını peygamber Hazreti Muhammed aracılığıyla gönderdiği Kur’an Kerim’de bildiriyor. Kur’an’ı Kerim İslam dünyasının kutsal kitabı  ve yüce yasası.  Bu yasa bütün zamanlar için insanlara uyulması gereken kuralları gösteriyor. Hazreti Muhammed sadece bildirmekle kalmamış sözleri ve eylemleriyle Kur’an’ı yorumlamış ve açıklamıştır. Hazreti Muhammed’in bu söz ve eylemlerine hadis deniliyor. Peygamberin söz ve eylemlerinden çıkan kuralların tümüne de “Sünnet” deniliyor. Peygamberin yolu demek Sünnet. Hadis ve sünnet Kur’an’dan sonra hukukun ikinci kaynağıdır.

Her şeyden önce Müslümanlar dayanışmalı ve bir arada geniş toplum olarak yaşamalılar. Bu toplumun adı ümmet ya da “umma”. Müslümanları bir araya getiren birleştirici bağ ne kan ne ırk ne dil ne de milliyet; sadece din birliği. İslam ülküsüne göre İslam devleti tek olmalı ve tüm Müslümanları sınırları içine toplamalı. İnsanlar arasında din daha güçlü bir birleştirici başka bir etken yok. Bütün öbür etkenler arka plana atılıyor.(renk kan dil milliyet soy sopsınıf gibi..). Müslümanlar birbirine eşit sayılıyor. Kadınlarla erkeklerin eşitliği  hiçbir şekilde söz konusu olamaz. Bu eşitlikte yer alamazlar eşitlik sadece erkekler için geçerli.

Yeni Çağ’a gelindiğinde  Rönasans düşünürü Nikola Machiavelli(1469-1527) ile karşılarız. İngiltere, İspanya, Fransa merkezi krallıklarını kurmuş ama İtalya henüz merkezi krallık değildi. Makyavel’e göre milli devletin kurulma sırası İtalya’ya gelmişti. Ve bu birliği(Risogremento) de ancak bir Prens kurabilirdi. O Prens ki onun gözünde amaca varmak için her yol meşru sayılacaktı.. Ahlak ve Politika ayrı ayrı alanlardı. Dini, devletin aracı yapıyor  ve denetimi altına alıyordu. İşte Makyavel bu işleri yapacak bir “egemen güç” arıyordu.

Makyavel'lerden Mustafa Kemal Atatürk ve onun öncülüğünü yaptığı yeni milli egemenlik ve milliyetçilik  anlayışına geldiğimizde emperyalizm olgusuyla karşılaşırız artık. Kapitalizmin emperyalizm döneminde sömürge ve yarı sömürge ülkelerde milli egemenlik anlayışı ve milliyetçilik hareketleri emperyalizme karşı savaşın bayrağı olmuştur. 


Fransız İhtilali zamanında azınlıktaki egemen soylu sınıfa ve kraliyete karşı Triers Etat'daki soyut bir bütün olan halk çoğunluğu Milleti meydana getiriyordu. Ancak; Millet, ayrıcalıksız halk çoğunluğundan ibaret değildi. Millet yalnızca bu günü değil geçmişi ve geleceği de kapsayan manevi bir varlıktı. Millet, şimdi yaşayanların yanısıra ölmüş ve doğacak olanlardan  meydana geliyordu. Ekonomik bütünlük, tarih, kültür, dil, din...birliği ve   "kaderde, tasada, kıvançta bir olmak duygusu" gibi ögeler  millet olarak birlikte yaşama arzusunu besliyor;  pekiştiriyordu. 


Fakat; kapitalizmim emperyalizm dönemine gelindiğinde, emperyalizm tarafından açık-kapalı işgal edilen ülkelerde milliyetçilik emperyalizme karşı direnmenin silahı oldu. Ümmet ve tebaa bilincinden "millet" bilincine sıçrayan halklar milli  ve siyasi bağımsızlıklarını elde etmeye başladılar. İşte bu çağın ilk temsilcisi, öncüsü ve mazlum milletlerin esin kaynağı, ilk anti-emperyalist kurtuluş savaşını veren Mustafa Kemal Atatürk'tür. Kemalizm, Emperyalizm'in baskı, sömürü ve zorbalığına karşı REDDİ İLHAK-ANTİ-EMPERYALİZM-MİLLİ BAĞIMSIZLIK-BİLİMİN VE AKLIN EGEMENLİĞİ-LAİKLİK(halk egemenliği)-ÇOĞULCULUK-ÇAĞDAŞLIK.. ve MAZLUM MİLLETLERİN UYANIŞI  demekti.


Atatürk diyor ki: " Efendiler,bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, ilmi mahiyeti itibariyle, hiç birine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hakimiyeti, milli iradeyi tecelli ettiren yegane hükümettir.. Sosyoloji noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lazım gelirse 'halk hükümeti' deriz... Bizi mahv etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece savaşmayı caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız...Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş,sosyalizme benzemiyormuş, hiç bir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle iftihar etmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler!"


Yine, Atatürk, Söylev ve Demeçlerinde şöyle der: "Gerçi bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bitün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğiz herhalde bencil ve mağrurca bir milliyetçilik değildir..."


Ve devam ediyor Atatürk: " Türkiye'nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye, büyük ve önemli bir çaba harcıyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır..."


Saltanatın kaldırılması müzakereleri sırasında da Mustafa Kemal Paşa şöyle konuşur:  


"Efendiler Hakimiyet  ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye münazarayla, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet ve saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları Türk milletinin egemenlik ve saltanatına zorla el koymuşlardır.. Bu haksız durumu altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bunlara hadlerini bildirerek hakimiyet ve saltanata  isyan ederek idareyi kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir.  Konumuz millete saltanatı bırakmak ya da bırakmamak değildir. Mesele zaten olup bitmiş bir gerçeği ifade etmekten ibarettir. Bu derhal olacaktır. Burada toplananlar meclis ve herkes  meseleyi olduğu gibi görürse doğru olur. Aksi takdirde gerçek yine gerektiği şekilde belirtilecektir. Fakat ihtimal  bazı kafalar kesilecektir." 

Görüldüğü gibi Atatürk'ün (milli) egemenlik anlayışının içeriğini jakoben cumhuriyetçi fikirler ve  'emperyalizme karşı mücadele' oluşturmaktadır. 

Buraya kadar anlatılanlardan gördük ki,  kendi başına, saf, mutlak “Egemenlik” diye bir  “şey” yokmuş! Egemenlik,  Anayasamızda ima edildiği gibi soyut bir “şey” değilmiş!  Egemenlik, daima, egemen gücün egemenliği olarak varmış! Her  egemen güç tarihsel, sonlu ve geçiciymiş!

O halde; Anayasamızın 6.maddesine göre “Egemenlik” kayıtsız şartsız Türk Milleti' ninse, peki; şimdi siz, Türk Milleti olarak, hangi “EGEMENLİK” in kayıtsız şartsız sahibisiniz?

Karar verebildiniz mi?


YARARLANILAN KAYNAKLAR:
-          Karl Marx, Grundrisse, Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma. Birikim Yayınları
-          Prof. Dr. Murat Sarıca, 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi. Gerçek Yayınevi, 1973
-          Friedrich Engels, Anti-Duhring, Sol Yayınları, 1977
-          Dr.Hikmet Kıvılcımlı, DEV-GENÇ Seminerleri, Kıvılcım Yayınları, 1989
-          Deniz Hukuku, Atilla Aybay, Aydın Aybay, Gündüz Aybay, Rona Aybay. Aybay Yayıncılık,1998
-          Aytunç Altındal, Dünün Belgeleri Yarının Tarihi, Destek Yayınları, 2.Baskı, 2007
-          Bilim ve Ütopya, Aylık Bilim Kültür ve Politika Dergisi, Sayı:235, Ocak 2014