“Genel ve soyut
düşünceler insanların en büyük yanlışlıklarının kaynağıdır” J.J.Rousseau,
Emile
18 maddelik Anayasa
değişikliğinin halk oylamasına sunulacağı şu günlerde evetçi' lerin de hayırcı'ların
da temel dayanağı, Meclis Genel Kurul Salonuna asılı olan “EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR”
sözüdür. Bu temel teze göre, Millet dışında hiç kimse, hiçbir kuvvet,
egemenliğe sahip olamaz. Devlet İktidarını fiilen kullanan güç kim(ler) olursa
olsun egemenlik kesinlikle ve mutlaka millete aittir. Dolayısıyla esas
itibariyle milletin dediği olur.
Peki ama; denildiği gibi hayatta gerçekten milletin dediği mi oluyor?
Devletin ve toplumun düzenlenmesinde; temel hak ve
özgürlüklerin kullanılmasında, gerçekten esas tayin edici güç, mutlak yetkili, hakikaten Millet
mi?
Yani; “Egemenlik”,
gerçekten, kayıtsız
şartsız milletin mi?
Değiştirilmek istenen mevcut Anayasamızda, Egemenlik, Genel
Esaslar bölümünün 6.maddesinde şöyle geçmektedir:
“Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti,
egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa
bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet
yetkisi kullanamaz.”
Görüldüğü gibi, mevcut Anayasamızda, egemenliğin ne olduğu
hususunda bir şey söylenmemiş; egemenliğin bir tanımı yapılmamıştır. Yani; bizlere,
“egemenlik” dendiği zaman bundan ne
anlamamız gerektiği konusunda bir açıklama yapılmamıştır. Egemenlik, sadece bir veri olarak kabul
edilmiş; ve kimin tarafından nasıl kullanılacağı belirtilmiştir. Egemenliğin ne olduğu
öylece soyut olarak bırakılmıştır.
T.C Anayasası’nın Başlangıç bölümünün 3.paragrafındaysa : “
Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine
ait olduğu; ve bunu Millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve
kuruluşun bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla
belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” belirtilmiş;
Ve son paragrafta da mevcut Anayasa için, “Türk Milleti tarafından, demokrasiye aşık
Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur”
denilmiştir.
Demek ki, mevcut Anayasamız, her Türk yurttaşının “vatan ve millet sevgisine emanet” edilmiş bulunmaktadır.
Peki ama; bizler, Türk yurttaşları olarak vatan ve millet
sevgimize tevdi ve emanet edilmiş olan bu Anayasayı koruyup kollayabilmemiz
için Egemenlik’ in ne olduğunu;
egemenlikten ne anlamamız gerektiğini
somut olarak bilmemiz gerekmez mi? Türk Milleti olarak, egemenliğin
ne olduğunu bilmeden, nasıl olur da Anayasamızı savunabilir; ve egemenliğin “kayıtsız şartsız”
sahibi olabiliriz ki?
Öyleyse önce, Anayasamıza göre soyut bir “şey” olan şu egemenlik’ in tarih boyunca “ne” olduğunu bir görelim.
Görelim ki; egemenlik denilen “şey”in
aslında kim(ler)in egemenliği olduğu; kim(ler) için kim(ler)e göre bir egemenlik olduğu açıklığa kavuşabilsin; ve bizlere “tevdi ve emanet” edilen Anayasamız layıkıyla korunabilsin.
Ama öncelikle; yöntem
bakımından şu tespitleri yaparak konumuza girelim:
“Egemenlik” gibi soyut
biçimlerin, kavramların, fikirlerin.. kendi başlarına, yalıtık, saf ve mutlak
gerçeklikleri yoktur; olamaz. Bu gibi
kavramlar, fikirler, anlayışlar.. daima toplumun egemen güçlerinin ihtiyaç ve
çıkarlarına bağlı olarak üretilirler. Belli
bir toplumdaki Egemenlik, daima belli bir iktisadi-siyasi gücün egemenliğidir. Gücü
olmayanın egemenliği de olamaz. Güçler arasında, daima, en güçlü ve en üstün
olan güç, egemen güç olur. Bu güç, toplumların gelişimlerine ve koşullarına bağlı olarak biçim değiştirir. Kimi tarihsel
dönemlerde bir klan reisinin, şefin gücü
egemen olurken kimi tarihsel dönemler de
bir kralın, padişahın ya da sermayenin gücü egemen olabilir. Hasılı,
egemen fikirler, düşünceler, kavramlar.. daima, egemen sosyal sınıf tarafından
üretilirler.
Düşünceler, fikirler, kavramlar.. tarih ve toplum sahnesine öyle
kendi kendine, kendiliğinden, gelmezler. Düşünceler, fikirler ve kavramlar ait
oldukları nesnel-gerçeklikten insan zihninin soyutlamaları sayesinde türetilirler.
İnsanlar da belli bir sosyal sınıfa ait olduklarından fikir ve kavramların da,
ister istemez, sınıfsal bir karakteri olur. Ve Egemenlik gibi ideolojik ve sınıfsal kavramlar, toplumun sınıf çıkarlarını ve sınıf
ihtiyaçlarını üreten-taşıyan ve temsil eden bir takım aktif insanlarca,
ideologlarca, yeniden üretilmedikleri
sürece yaşayamazlar. Dolayısıyla, egemenlik, kalıcı ve sürekli olabilmek için , daima,
kendini yeniden üretecek olan
somut-fiili insanların varlığına ve
eylemine ihtiyaç duyar; adeta; kendini
onlara ürettirir.
O halde, kavramsal gerçekler, üretim ve yeniden-üretim ilişkilerinin nesnelliğinden hareketle mevcut-verili toplumsal gerçeklikte, bir takım
soyut ön-kabulleri, ön-varsayımları, ideal ilişkileri esas alan ve ona göre hareket eden; davranan somut insanların eylemleri üzerinde temellenecek ve
yükselecektir.
Anlayacağınız, belli bir tarihi dönemdeki egemenlik
anlayışını a priori olarak ve kendi
egemenlik anlayışımıza uygun olarak, nesnenin kavramından çıkarsama ve kurgu yoluyla elde edemeyiz. Yani nesnenin
hayatını ve özelliklerini kendi kavramımıza uyduramayız. Böylesi bir ideolojik
yönteme rağbet etmeyeceğiz. Örneğin, kendi başına, “Balık” kavramımızın hayatta herhangi bir gerçekliği
ve biçimi yoktur.
Kendi Balık kavramımız bizlere belirli bir balık hakkında özel bilgi
vermez. Balıkçıya gidip de onlarca balık çeşidi arasından “bana şuradan (kendi balık anlayışıma göre) bir kilo balık
verir misiniz” dediğinizde, balıkçı size
bir kilo hamsi verirse, ‘ama bunlar hamsi; ben sizden “balık” istemiştim’ diyemezsiniz. Tek tek somut özel balıkların
dışında “balık” olamayacağına göre Balık(soyut) diyorsak bunun hangi balık ve nasıl bir balık
olduğunu da söylememiz gerekir. Ayrıca
Balık kavramı belli bir balığa, tekil balığa da indirgenemez. Yani; Balık, sırf ve sadece, hamsi ya da kefalden ibaret değildir.
Dolayısıyla; Genel olarak ve Genel anlamda, kendi başına, mutlak ve soyut bir egemenlik yoktur/olamaz.. Ama; Genel anlamda egemenlik soyutlaması tek tek
egemenlik biçimlerindeki zorunlu ortak unsuru gerçekten saptayıp ortaya
çıkardığı; ve bizi tekrardan kurtardığı
ölçüde de makul bir soyutlamadır.
Demek ki, kendi
başına, saf, sırf ve sadece, kalıp halinde Egemenlik olarak Egemenlik
yoktur/olamaz. Egemenlik, daima, belli bir tarihsel dönemdeki ve belli bir
gelişim aşamasındaki toplumdaki egemen gücün egemenliği olarak vardır. Örnekse, Kabile topluluğunda Kabile şefinin
egemenliğ, köleci antik toplumlarda köle sahiplerinin egemenliği…Monarkın ve
tiranın egemenliği, Orta çağın feodal
toplumlarında Katolik Klisenin ve Kutsal Papalığın egemenliği, kralların,
hükümdarların ve imparatorların egemenliği, derebeylerin-feodal ağaların egemenliği,
aristokrasinin ve prenslerin egemenliği.. Modern zamanlarda ve
burjuva toplumunda Askeri cuntanın egemenliği, sermayenin
egemenliği… İşçi sınıfının egemenliği.. Halk(ın) egemenliğ.. gibi muhtelif
egemenlikler vardır.. O yüzden; Egemenlik belli bir egemenlik biçimine
indirgenemez. Tümel belirişleri özel tekilliklerle sınırlandıramayız.
Özne-Nesne ilişkisinde Soyut(lama) demek, her hangi bir
nesnel gerçeğin, ait olduğu somut ilişkiler bütününden ve tarihsel süreçlerinden
kopuk ve ayrı olarak ele alınmış olan biçimi
demektir… Bilen-özne, daima, tarihsel durum-koşullar itibariyle ve fiziksel ve ruhsal olarak, sınırlı nitelik, yetenek ve özelliklere sahip olduğu için, Bütünü, Somutu, bir çırpıda
göremez ve anlayamaz. İster istemez, bilmek istediği somut gerçeğin ilişkilerini ve hareketini düşüncede dondurmak
ve ayırmak zorunda kalır. Çünkü insan başka türlü nesnel gerçeğin bilgisine
ulaşamaz; hakikate nüfuz edemez. Önce somutu soyutlar, sonra o soyutlamalarla, soyut
belirlemeler sayesinde, somutu,
zihinde(düşüncede) bir “sonuç” olarak yeniden
üretir; yani; soyuta saplanıp kalmaz;
soyuttan somuta yükselir. Öylece; hakikate ulaşmaya çalışır.
Öyleyse; Egemenlik denilen şu soyut “şey”i
düşüncede somutlamamız; ait ve bağlı olduğu nesnelliğinden, tarihselliğinden hareketle gerçekliğine ulaşmamız gerekecektir. Yani; Egemenliğin
hangi egemenlik ve nasıl bir egemenlik
olduğunu göstermemiz için soyutu somutlamamız gerekecektir.
Şimdi; bu yöntemsel
açıklamalarımızdan sonra, Egemenlik denilen şu “şey”in tarihsel serüvenine
başlayabiliriz.
Ancak; tarihsel serüvenimize başlamadan önce, izninizle, şu
“Millet” konusunda da bir çift laf edelim istedik. Millet, Arapça kökenlidir,
belirli bir inanç sistemini veya dini paylaşan insan topluluğunu ifade eder. Ancak
zamanla tarihsel ve toplumsal içeriğinin değişmesiyle Millet, Arapçadaki anlamında
kaymalara uğramış, ve günümüzde farklı anlam kazanmıştır. Fransızcadaki
karşılığı ise Latince “natio” dan türetilmiş olan “nation”dur.
Millet, tarihsel bir kavramdır ve kapitalizm ile ortaya çıkmış bir kavramdır. Kapitalizmin
Emperyalizm döneminde millet başka bir
şeydir; emperyalizmin aşıldığı zamanlarda da başka
bir şey olacaktır.. Kapitalizmden önce millet yoktur; ümmet vardır. Biz Müslüman ümmetiydik,
Namık Kemal’e kadar kendimize Müslüman ümmeti, Muhammed’in ümmeti demişiz. Yani
Muhammed’e inanan insanlar topluluğu.. Henüz
kapitalizm topraklarımızda yeşermemişken bizler dinsel bir toplumduk.
Millet, Batı Avrupa’d kapitalizmin gelişimiyle birlikte
biçimleniyor ve “nation” adını alıyor. İşte bu “nation”a, “ümmet”
den farklı olarak, Türkçede “millet” denilmiş. Millet’ten
önce, Batı da ümmet toplumuydu. Yani İsa’nın ümmeti, Hristiyan ümmetiydi. Ama,
İngiltere ve Kıta Avrupasında Kapitalizm başlayınca, belli bir coğrafyadaki ekonomik
ve tarihi sosyal ilişkileri ve bağları, askeri kuvvet ve zor sayesinde, bir arada tuttu; ve orada yaşayan insanlar da milletleşme başladı.
Feodal egemenlik ilişkilerini keyfi ve kişisel bulan öncü kapitalistler,
demokrasi ve millet kavramları ile feodalizme karşı mücadelelerini sürdürmüş ve
demokratik devrimlerle feodal sistemi yıkarak yerini kendi kapitalist üretim
sistemlerini getirmişlerdir. Bu yüzden “millet” kavramı tarih sahnesine
kapitalist sınıf ve kapitalist üretim biçimiyle birlikte çıkmıştır. Kapitalizmin erken
evrelerinde, asiller ve derebeyi güçleri dışında kalan bütün toplumsal
sınıflar-zümreler-tabakalar milli kavramının
unsurlarıdır..
Günümüzde, burjuvazisiyle, küçük burjuvazisiyle, köylüsüyle,
toprak ve emlak sahibiyle, esnafı, emekçileri
ve işçi sınıfıyla… toplumun tüm sosyal sınıf-zümre ve katmanları millet’tir, millet’tendir. Yani, her biri, milletin bir parçası, unsurudur. Yani;
sömüren ve sömürülen ezen ve ezilen sınıf ve zümrelerin tümü millet’e dairdir.
O yüzden; toplumdaki sınıf ve iktidar mücadelesi, milletin dışında değildir. Tıpkı,
Emperyalizmin dışımızda değil de, içimizde, milletin içinde olması gibi.. Emperyalizm,
Burjuvazinin memleketi satan iş-birlikçi ve asalak komprador zümresiyle bu milletin içindedir. O yüzden emperyalizm
çağında ezilen ve sömürülenlerin mücadelesi,
ayni zamanda, milletin içinde milli egemen unsur olma mücadelesidir. Millete
önderlik, öncülük ederek ezilen ve
sömürülenlere göre milleti yeniden biçimlendirme mücadelesidir. Milletin emekçi milli iktidarını
kurma mücadelesidir.
Vatansız millet olamayacağına göre, ezilenlerin
sömürülenlerin mücadelesi, ayni zamanda vatan mücadelesidir de…Yani; Vatanın milli bağımsızlığı mücadelesi…
Millet, devrim yapacak siyasi güçtür. Bu güç, nasıl ki vaktiyle Mustafa Kemal önderliğinde
milli kurtuluş savaşımızda harekete geçirilip tarih sahnesine çıkmışsa günümüz
de Türk Milleti olarak 2.Milli Bağımsızlık Savaşını yaparak devrimci görevini
yerine getirecektir.
Millet içindeki Egemen sınıfları hariç tuttuk muydu, o vakit millet’e
“halk” demiş oluruz. Yani, Halk, milletin egemen sınıfsız halidir.. İster köle sahibi, ister
derebeyi ve soylular, isterse de kapitalist biçiminde olsun Halk tanımının içinde
herhangi bir egemen sınıf olmaz/olamaz.. “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler”
diyen kraliçe Marie Antoinnet halk/halktan değildir. Mahiyetinde yüzlerce, binlerce,
milyonlarca işçi çalıştıran patron halk/halktan değildir. Tekelci sermaye halk
değildir. Topraksız köylüyü sömüren köyün ağası da öyle, halk(tan) değildir.
Millet
kavramına açıklık getirdiğimize göre şimdi şu egemenlik denilen “şey”e
gelebiliriz:
Avcı-toplayıcı topluluklardan üretim yapan toplumlara insanlar hep toplum
halinde yaşamışlardır. Aristoteles bu
temel gerçeği zoon politikon
deyimiyle dile getirmiştir. Yani insan, sürü hayvanı değil; toplumsal/siyasal bir hayvandır. Toplum içinde yaşamak ve kendini toplumda bireyselleştirebilmek üzere dünyaya gelmiştir. Demek ki; Toplumsal
ve siyasal varlık olan insan, toplum
dışında, toplumsal ilişkilerden ayrı
olarak tek başına var olamaz; üretim yapamaz. Kendi başına ıssız bir adada yaşayan Robinson Cruzo’lar sadece hikayelerde olur. Kaldı
ki Robinson Cruzo’lar bile o ıssız
adalarında daha önceden yaşamış oldukları toplumlarda edinmiş oldukları bilgi
ve tecrübeleri sayesinde var olurlar.
İnsanlar ancak toplum halinde ve sayesinde varlıklarını sürdürebildiklerine göre, ayni
zamanda, belli bir toplumsal düzene de
ihtiyaç duyarlar. Belli bir toplumsal düzene ihtiyaç duyduğunuzda, toplumsal
örgütlenmeyi, işbölümünü, toplumun kimin
tarafından nasıl yönetileceğini, yöneten ve yönetilenler arasında egemenlik ve bağımlılık ilişkilerini
ve kurumlarını da aksiyomatik olarak önvarsaymış oluruz.
Balık nasıl sırf ve sadece suda yaşarsa, toplumsal yaşam da, bireylerin özgürlüklerini kullanıp
geliştirmeleri bakımından yegane ortamdır. Kimi toplumsal düzenler bireylerin
hak ve özgürlüklerini kullanmaya ve geliştirme elverişliyken, kimi düzenler de,
bilakis ; bireylerin yaşamlarını
sınırlayıcı ve kısıtlayıcı olabilmekte.. O yüzden; Toplumsal düzenlerin
niteliği ve biçimi, hak ve özgürlüklerin
kullanımı ve geliştirilmesi bakımından son derece önemlidir.
Toplumsal yaşamda, gündelik ve ömürlük hayatın üretilmesi sırasında, insanlar arası
ilişkilerde, karşılıklı ihtiyaç, istek, çıkar ve amaçlar bakımından bir takım
çelişkiler ve çatışmalar doğar. İşte bu
çelişmeleri uzlaştırmak çatışmaları gidermek için bazı toplumsal davranış
kuralları tesis edilir ve uygulamaya sokulur. Bu toplumsal davranış kuralları
tarihsel ve geçicidir.
Engels’e göre insanla birlikte Tarih’e gireriz. Ama Engels’in
dediği gibi, insanlar, hayvanlar dünyasından nasıl çıkarlarsa tarihe de öyle
girerler. Tarihi olmayan insan toplumu yoktur. O yüzden toplumların yaşam
biçimleri ve düzenleri hep tarihsel olarak üretilmiş biçimlerdir. Tarihsel
olarak sonlu ve geçicidirler.
Tarihsel olarak her toplumun kendine özgü bir düzen(leniş)i
vardır. Düzen(leniş)i olmayan toplum yoktur. Her toplumun bir düzeni vardır ama
bu düzenin kim tarafından, kimin için, kimlere göre yapıldığından ayrı ve
bağımsız olarak kendi başına bir mutlak bir Toplumsal Düzen(leniş) de yoktur.
Toplumsal Düzenler, daima, toplumun egemen güçlerince
düzenlenir. Toplumda kim, hangi güç egemense ona göre bir Düzen(leniş) tesis
edilir. Keza; Tarihsel olarak toplumlar, üretimde yetersizlikler, bölüşümde
farklılıklar nedeniyle sömüren-sömürülen,
ezen-ezilen diye birbirleriyle uzlaşmaz çelişkili sınıflara bölününce toplumsal düzenler de egemen sınıf(ın) gücü ile kurulur
olmuşlardır.
Belli bir üretim biçimine tabi herhangi bir egemen (sınıfsal) güç, toplumu
kendi ihtiyaç ve amaçlarına göre örgütlediği zaman ayni zamanda devleti de
üretmiş ve biçimlendirmiş olur. Devletsiz sınıflı toplum yoktur/olamaz. Devlet,
Sınıflara bölünmüş toplumlarda egemen gücün(egemen sınıfın) örgütlenmesidir.
Tarihin erken dönemlerinde maddi hayatlarını yeniden-üretmek
için üretim yapan insan topluluklarında iş-bölümü
sonucu üretim fazlası doğunca bu “fazla” nın bölüşümü, güvenliği ve korunması
ihtiyacı da doğmuştur. İş bölümü, ister istemez ve genel olarak her insanı, kendi özel faaliyet alanına hapis
etmiştir. Böylece insanın kendi eylemi kendisine karşıt denetlenemeyen bir güç olarak
insanı köleleştiren yabancı bir güç
haline gelmiş; ve buradan zamanla egemenlik ilişkileri doğmuştur. İşte; toplum
içinde ve toplum sayesinde yaşayan insanların üretim fazlasını ve egemenlik ilişkilerini
düzenlemek için yaptıkları örgütlenmeler devletin nüvesini oluşturur.
Her egemen güç(egemen
sınıf), Devlet sayesinde hukuksal kurallar koyarak toplumsal ve sınıfsal ilişkileri düzenler ve yaptırımlar uygular. O yüzden, her
Devletin, (toplumu mevcut düzenle) bütünleştirici,
denetleyici ve baskı kurucu işlevleri vardır.
Tarihi-toplumsal niteliği itibariyle bir Devlet, bazı unsurlardan oluşur. Bu unsurların içinde en
önemli kurucu unsuru, EGEMENLİK tir. Yani; egemen sınıfın istek, irade, ihtiyaç, çıkar ve amaçlarıdır.
Peki öyleyse kökeni ve bu günkü anlamı itibariyle EGEMENLİK NE?
EGEMENLİK, kökeni itibariyle,
Latincede “en üstün iktidar(superanus)” anlamına gelmektedir. Egemenlik,
en üstün GÜÇ, yaptırım ve yaptırtma gücü
olan mutlak yetkili, en yüce İktidar ve otorite demektir. Onun üstünde başka bir irade ve
otorite olamaz. Hasılı; Egemenlik, en güçlünün,
en üstün otoritenin, öttürdüğü borudur.
Tarihte Egemenlik kavramını ilk kez sistemleştiren, teorileştiren, Fransız hukukçu JEAN BODİN dir. Bodin’den
önce, Avrupa’da, yozlaşan Katolik Kutsal
Roma İmparatorluğunun(Papalık Devleti) egemenliğine karşı reform hareketleri başlamış;
ve bunun sonucunda bütün Avrupayı etkileyen din ve mezhep savaşları çıkmıştı. 1648
Westphalia Anlaşmasıyla son bulan ve 30
yıl süren bu savaşlarda milyonlarca
insan ölmüş; ve Papalık Devletinin otoritesi kırılmıştı. İngiltere Kralı 8.Henry Roma Katolik Klisesi’ne
itaat etmeyerek kendi milli Anglikan Klisesi’ni kurmuştu. 16.yüzyılda,
bazı krallar, feodaliteyi tasfiye edip
merkezi devlet düzeni kurmak istiyorlardı. Bodin(1530-1596), işte bu ihtiyaca
cevap verdi. Egemenlik kavramının teorisini yaptı.
BODİN’in egemenlik anlayışına göre , ülkedeki herkes ve her
şey hakkında krala sınırsız ve mutlak yetki veriliyordu. Egemenlik içeriği
itibariyle mutlaktı, hiçbir koşula bağlı olmadan emir verebilmek; hiç bir
iradeden emir almadan yasa yapmak; yasaları yürürlükten kaldırma
keyfiyetiydi. Savaş açmak, barış yapmak,
vergi koymak, memurları atamak, hak ve özgürlükleri tesis etmek, kaldırmak, kısıtlamak,
hep, egemenliğin tezahürleriydi.
Egemenlik bölünmezdir. Devlet içinde egemenliği kullanan, yasa
yapan, yasa kaldıran, birden çok, çeşitli yetkili organlar ol(a)maz. Çünkü; Kral, hiçbir kısıntıya ve denetime
uğramadan emir verebilme ve uygulama yetkisine sahip olandı. Kral(lık), her
çeşit denetim dışında kalan bir iktidar demekti.
Ama bu gün için Bodin’ci egemenlik anlayışı, yani; egemenliğin
mutlak ve sınırsız bir iktidar olarak anlaşılması, Hukuk Devleti anlayışıyla
bağdaşmaz. Hukuk devleti, hukukla bağlı ve hukukla sınırlı bir devlet demektir.
Kaldı ki; kendi başına var olan mutlak ve sınırsız iktidar kavramı,
sosyal-sınıfsal-tarihi gerçeklerle de bağdaşmaz. Ne denli güçlü görünürse görünsün
her iktidar bir takım uzlaşmalara ve ödünlere bel bağlamak durumunda kalır.
Egemenlik, kendisini
ülke içinde ve ülkeler arasında olmak üzere iki planda gösterir. Ülke
içindeki Egemenliğin devletler arası ilişkilerdeki
görünümü BAĞIMSIZLIK’tır. Milli egemenliğe sahip olan gücün biçimine ve niteliğine bağlı olarak ülkeler
şu ya da bu biçimde bağımsız olurlar ya da olmazlar.. Uluslar arası hukuk gereği
devletler kağıt üstünde birbirleriyle
eşit statüdedirler.
Bu bağlamda iki soru önemlidir:
1-Egemenlik yetkilerini kim,
nasıl kullanacak? 2-Egemenlik yetkilerini kullanacak olan kişi(ler) o mevkiye nasıl, hangi yoldan
gelmiştir?
Eğer egemenlik yetkisini kullanacak kişi, hanedanlıklarda
olduğu gibi, devletin başına sülalesi aracılığıyla/ sayesinde gelmişse bu gibi
devlet yönetimi biçimine Monarşi deniyor. Monarşiler de mutlak ve meşruti
monarşi olmak üzere ikiye ayrılır. Eğer devlet mutlak ve sınırlandırılamaz
yetkilerle donatılmış bir kişi tarafından yönetiliyorsa o zaman bu devlete
tiran devleti denir. Egemenliği kullanma
yetkisini tek kişiye ve belli ailelerin tekellerine bırakmayan
devletlere de CUMHURİYET deniyor. Krallığın Cumhuriyeti olmaz. Ama günümüzün
bazı cumhuriyetlerinde hala monarşi artığı göstermelik krallar vardır. Ancak cumhuriyet
devletlerinin demokratik olup olmaması; hak ve özgürlükleri gözetip gözetmemesi
ayrı bir konudur.
1572 yılında, Fransa kralı
IX.Charles’ın emriyle St.Bathelemy’de Protestanlara katliam yapılınca zulme
başkaldırmanın meşru olduğunu söyleyen bir akım doğdu. Bu akımın mensupları
Monarşiye karşı savaş açmıştı ve kendilerine Monarkomak diyorlardı. Monarkomaklar Fransız kralının mutlak
olmadığını savunuyorlardı.
İngiltere’de ise İngiliz düşünür Thomas Hobbes(1588-1679), mutlak iktidarı sağlam ve orijinal bir temele
oturtmuştu. Hobbes’e göre mutlak iktidar, kralların tanrıdan aldığı yetkiye
değil bireylerin çıkarlarına dayanmalıydı.
Hobbes’in hareket noktası doğal insan,
doğal yaşama haliydi. İnsanlar doğal yaşama halindeyken, yani henüz devleti kurmamışken, cehennem
hayatı yaşıyorlardı. İnsan insanın kurduydu o dönemde. “HOMO HOMİNİ LUPUS”.
İnsanların özgür ve eşit olması demek sürekli olarak birbirleriyle savaş halinde
olmak demekti. Bu durum da insanların korku içinde yaşamalarına yol açıyordu. Böyle
bir ortamda toplumsal gelişme ve uygarlığın ilerlemesi beklenemezdi. İnsan
türünün ezilip yok olmasını önlemek bu cehennemden kurtulmak gerekti.
Peki ama nasıl?
Doğal halde yaşayan İnsanlar kendi aralarında bir sözleşme,
kontrat, imzalayarak.. Bir sözleşmeyle kendi sınırsız özgürlüklerine son vererek..
Bir üçüncü lehine haklarından vaz geçerek.. Sözleşme ile yaratılan bu yapay
insan onları temsil edecek ve yönetecek. İşte bu yapay güce, hiç kimsenin söz
geçiremeyeceği bu canavara Hobbes, İncilde geçen garip yaratığın,
bir ejderhanın, adını verdi: LEVİATHAN..
LEVİATHAN adlı Bu yüce egemen güç, bu devlet ve hükümet yani, insanlar arasında yaptığı sözleşme ile hiçbir
biçimde bağlı değildi, çünkü insanlar doğal yaşama halindeyken sahip oldukları
tüm hak ve yetkileri, barışa kavuşmak içim, bu egemen güce , devlete
devretmişlerdi, ama karşılık olarak hiçbir şey almamışlardı.
Egemen güç bir monarktı. Yani Kraldı veya birkaç kişinin
yönetimiydi. ve yöneticiler, Sözleşme’ye taraf değillerdi, bu yüzden
LEVİATHAN’ın topluma karşı hiçbir
yükümlükleri yoktu. Oysa alabildiğine geniş yetkileri vardı. Hukukun tek kaynağı vardı o da egemen gücün, Leviathan Devlet’in,
iradesiydi. Hobbes’e göre neyin doğru ve neyin yanlış olduğuna ancak işte bu Leviathan Devlet karar verebilirdi.
Bir başka İngiliz düşünürü olan John Lock(1632-1704) da Hobbes gibi doğal yaşamadan, henüz
devletin kurulmadı dönemden, hareket ederek Toplumsal Sözleşmeye varacaktı ama
Lock’a göre doğal yaşam döneminde insan insanın kurdu değildi; ve bir cehennem hayatı yaşamıyordu. Bilakis bu
dönem doğal bir eşitlik ve özgürlük dönemiydi. İnsanlar bu doğal hakları
taşıyarak doğuyordu ama bu herkesin her istediğini yapması anlamına gelmiyordu.
İnsanlar kendi iradeleriyle devleti kuruyordur.ve devlet insanların doğuştan
gelen haklarını çiğnememeliydi. İktidarın amacı kamu yararına uygun davranmaktı.
Bu da doğal hakların sınırları içinde kalmakla mümkündü. Doğal haklarsa, yaşama
hakkı, özgürlük ve mülkiyet hakkıydı. İnsanlar bu haklarını, gücünü kötüye kullanan
iktidarlara, sözleşmeyi çiğneyen tiranlara karşı savunabilecekti. Doğal hakları
elinden alınmak istenen insan zalim ve zorba yönetimlere karşı direnebilir,
isyan edebilirdi. Nitekim 1789 Fransız
İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirisi insanların ana haklarını özgürlük,
güvenlik, baskıya karşı direnme ve mülkiyet hakkı olarak sıralamıştı. John
Locke, ayrıca, İktidarın
sınırlandırılması için, Yasama ile Yürütmenin ayni elde bulunmamasını da
öneriyordu.
İşte; Yasaların Ruhu kitabını yazan Montesquiue(1689-1755) John Lock’tan esinlenerek monarşilerin tiranlığa ve despotluğa
dönüşmemesi için Kuvvetler Ayrılığı ilkesini getiriyor. Kuvvetlerin ayrılmadığı
özgürlüklerin teminat altına alınmadığı yerde Anayasa yoktur diyor.. Kuvvet
kuvveti durdurmazsa özgürlük olmaz diyor.. Bütün liberal ve demokrat anayasalar
Kuvvetler Ayrılığı İlkesine yer vermiştir. Montesquiue’nin
amacı sosyal ve siyasi güçler arasında dengeyi sağlamaktır.
Montesqiueu’ye göre, Cumhuriyet, Monarşi ve Despotluk
olmak üzere üç çeşit yönetim biçimi vardır. Cumhuriyet, kralın olmadığı yönetim
biçimiydi. Demokratik Cumhuriyette halkın bütünü egemenliğin sahibidir. Bu
durumda halkın tamamı bir bakıma egemen bir bakıma uyruktur. Kendi kendinin
uyruğudur. Kendi verdiği emirlere uyar. Demokratik cumhuriyetin temel ilkesi
erdemdir.
Demokratik Cumhuriyeti de ikiye ayırıyor Montesquieu: 1-Doğrudan
Cumhuriyet 2-Temsili Cumhuriyet.
Montesquieu göre monarşi tek kişinin yönetimidir ama
yerleşmiş değişmez yasalara uyan tek kişinin yönetimi. Yönetim tek kişinin sonsuz
kaprislerine, arzularını alet olmaz. Monarkın
yetkilerini için sadece yasaların varlığı da yetmez. O yasalara monarkın
uymasını sağlayacak, onu zorlayacak güçlerin varlığı da gerekli. Bu güçler
denge sağlayıcı güçlerdir ve toplumda vardır. Bunlar soylular
sınıfı(aristokrasi), rahipler sınıfı ve serpilip gelişme halinde olan palazlanan
burjuvazinin ilerici kanadıdır. Soylular
sınıfı olmadan monark olmaz; olursa, despot olur. Despotizmde ise kralın
isteklerinin sınırı yoktur. Kralı frenleyecek ve dengeleyecek güçler yoktur.
Despotizmde onur değil korku hakimdir. Oysa monarşilerde Kral ancak senyörlerden güç alarak yönetebilir
ülkeyi. Montesquieu, mutlak monarşiyi feodal monarşi ile sınırlamak ister. Feodal
monarşiyi canlandırmak yaşatmak istiyor. Monarşilerde yönetimin temel ilkesi de, onurdur. Her
sosyal tabaka her ayrıcalıklı sınıf, zümre ve kişi onurunu korumalı ki monarşi
yaşasın.
Egemenliğin tarihsel serüveninde "aklın egemenliği" yani
burjuvazinin idealleştirilmiş egemenliği dönemlerine geldiğimizde Jean Jak Rousseau ile karşılaşırız. Her alanda mutlak
demokrasiyi ve eşitliği isteyen Fransız devrimi öncülerinden J.J.Rousseau(1712-1778)’ya göre
Egemenlik, milli egemenlik değil halk egemenliğidir. Egemenlik
halk tarafından temsili olarak değil; doğrudan doğruya kullanılmalıdır. Millet vekilleri halkın
temsilcileri değildir, olamazlar da. Olsa olsa milletin memurları olabilirler.
Halk egemenliği ile temsil bağdaşmaz.
Siyasi iktidarın kaynağı olan GENEL İRADE(Volonte
General), temsil olunamaz. Halk, iktidarı, egemenlik yetkisini, doğrudan
doğruya kullanabilmeli ve istediği zaman memur statüsündeki vekillerini
azledebilmeli.
Ama Rousseau’nun bu fikirleri burjuvazinin çıkarlarına uygu
düşmüyordu. Çünkü; Burjuvazinin çıkarları, milletinin bütününü bağımsız
milletvekillerinin temsil etmesi ilkesine dayanan temsili rejimi gerektiriyordu.
Burjuva felsefesinin
yarattığı soyut insandan hareket ederek eşitçi, demokratik ve özgür toplum yaratmak isteyen Rousseau da, siyasi toplumu, bir Sözleşmeye dayandırır. Bu Sözleşmenin
aracı ise, GENEL İRADE’dir. Doğal yaşama halinde insanlar özgürdür, birbirine
eşittir ve mutludur. Toplumsal iş bölümünün, Üretimin, tekniğin ve özel
mülkiyetin gelişmesi sonucu bu mutluluk
son bulmuş; ve mülk sahibi ayrıcalıklı sınıflar ile mülkten
yoksun ve yoksul sınıflar doğmuştur. Özel mülkiyetini korumak ve zenginliğine zenginlik katmak isteyen insan kendi sınıfsal çıkarlarını
korumak için örgütlenme ihtiyacı duymuş ve devleti yaratmış; kendi adamlarını
da devletin yöneticisi yapmıştır.
Rousseau’ya göre egemen varlık, yani devlet iktidarı, kendini
meydana getiren bireylerin toplamıdır (Genel İrade). Her vatandaş, iktidarın
bir hissesine sahiptir. Toplumu meydana getiren bireyler kendilerinde İktidarın
birer parçalarını taşıyorlar. Bu iktidar parçalarının, zerrelerinin bir araya
gelmesinden ; kişilerin iradelerinin birleşmesinden, “egemenlik”,
yani; en üstün otorite çıkıyor
ortaya. Devlet iktidarının bütünüyle ortaya çıkabilmesi için vatandaştaki
iktidarın parçalarını bir araya getirmek gerek. O yüzden; Halk egemenliğinde birey iradelerinin ayrı
ayrı kendiliğinden hukuki bir değeri vardır.
Roussaua’da Genel İrade(Volonte General) kavramı Diderot’
daki gibi evrensel değildir; sadece belli bir topluma aittir. Yani tüm
insanlığı, herkesi, kapsamaz. örneğin, sadece
Fransız toplumunu kapsar. Genel sıfatının içeriğinde belirli bir toplum,
Fransız toplumu varken, Didero’nun Genel İrade kavramının içeriğinde ise bütün bir insanlık, herkes vardır. Diderot’da
Genel İrade ayni zamanda Evrensel İrade’dir.
Yani; genel sıfatı “evrensel”
anlamına gelir. Oysa; Rousseau’da Genel, Evrensel demek değildir. İkisi
arasında Fark vardır.
Genel kategorik olarak belirli bir Birlik(Fransız Toplumu..Biz..))’i temsil
ederken Evrensel, kategorik olarak, Özdeşliği(herkesin iradesi) temsil eder. Fransız toplumunda
geçerli olan Genel İrade diğer devletler için Özel’dir Genel değil. Çünkü her
ülkenin, devletin sosyal, tarihsel, kültürel koşulları farklıdır. Fransa için
Genel olan, İngiltere, Almanya veya bir Afrika, Asya ülkesi için Özel’dir.
Rousseau, soyut bir evrensellikten dem vuran filozoflar için:
“Kendi çevrelerinde yerine getirmeye
tenezzül etmedikleri vazifeleri kitaplarında keşfetmeye çabalayan dünya
vatandaşlarına güvenmeyin. Bir filozof kendi komşularını sevmekten kaçınmak
için gidip Tatarları sever” demiştir.
Rousseau'ya göre egemenlik halk oyunun yürütülmesinden başka
bir şey değildir. Bir başka deyişle egemenlik, genel iradenin uygulanması
anlamına gelir. Rousseau, egemenliği kayıtsız şartsız halka verir. Egemenliğin
özellikleri ise şunlardır: egemenlik
devredilemez, temsil edilemez, bölünemez, mutlaktır ve doğrudur.
Egemenlik kimseye devredilemez. Egemenlik, Genel İrade’nin
yürütülmesinden başka bir şey olmadığı için,
katiyen ve asla, bir başkasına devredilemez. Onun için, halk, başka bir
güce açıkça boyun eğer; rıza gösterirse, kendini “halk” olmaktan çıkarır. Egemenliği,
ancak ve sadece, bizatihi Halk temsil edebilir; başka bir güç değil. Kanunları
halk yerine temsilcileri yaparsa halk kendine “efendi” seçmiş olur ve ortada halkın egemenliği diye bir şey kalmaz, Genel İrade,
doğası gereği, efendiyi kabul etmez ve temsil olunamaz.
Egemenlik bölünemez. Halkın İradesi, Geneldir. Biraz,
kısmen.. Genel İrade olmaz.. Genel İrade yasa hükmündedir.ve egemenliğin
tezahürüdür. Buna göre, “milletvekilleri
milletin temsilcileri değildirler ve olamazlar. Olsa olsa geçici işlerinin
görevlileri olabilirler; hiçbir kesin karara da varamazlar. Halkın onaylamadığı
hiçbir yasa geçerli değildir, yasa sayılamaz.”
Rousseau, egemenliğin mutlak nitelikte oluşunu insan
bedeniyle siyasal beden arasında bir analoji ile kurar: "Devlet ya da
site, yalnız üyelerinin birleşmesiyle kurulmuş bir tüzel kişi olduğuna ve en
önemli işi varlığını korumak olduğuna göre, her parçayı bütüne en uygun biçimde
işletip kullanmak için genel ve zorlu bir güç ister. Doğa insana nasıl örgenleri
üstünde kesin bir yetki vermişse, politik bütüne de örgenleri üzerinde öyle
kesin bir yetki verir. İşte bu yetki, genel istemin yönetimi altında olunca,
dediğim gibi, egemenlik adını alır."
Egemenliğin mutlak olması, ayni zamanda onun sınırsız
olduğunu da gösterir. Çünkü eğer bir güç mutlak değil ise, onu sınırlayan,
ondan üstün olan bir başka güç var demektir. Bu durumda da, mutlak, yani sınırsız
nitelikte olmayana, egemen denilemez.
Ama; Egemenin mutlaklığı ve sınırsızlığı, keyfilik anlamına gelmez. Egemenin de sınırları vardır. Egemen varlık,
ne denli mutlak, ne denli kutsal, ne denli dokunulamaz nitelikte olursa olsun,
Toplum Sözleşmesi’nin çizdiği sınırları
aşamaz.
Rousseau'ya göre, ister demokrasilerde olsun, ister aristokrasilerde ve monarşilerde olsun, egemenlik, halka aittir.. Yürütme, değişik biçimler alabilir ama, hiç bir yönetim biçiminde, yasama yetkisi halkın elinden alınamaz. Yürütme yetkisi, yani yasaları uygulama yetkisi, bir kişinin elindeyse buna Monarşi denir. Eğer yürütme yetkisi birkaç kişinin elindeyse buna da Aristokrasi denir. Ama yasama gibi yürütme yetkisi de halkın elindeyse buna Demokrasi denir. Yani Rousseau'ya göre, daima, son sözü halk söyleyecek; son kararı halk verecektir.
Küçük burjuvanın ideolojisi temsil eden utopik ve demokratik bir düşünür olarak Rousseau, devrim öncesi eski rejim (regime ancient) Fransa'sında emekçilerle burjuvaziyi kapsayan Triers Etat içindeki sınıf farklılığını yeterince görememiştir. Rousseau'ya göre Eski Rejim'in ayrıcalıklı egemen sınıfına nazaran Triers Etat bir Bütün olarak Halk'tır. Dolayısıyla Rousseu'da halk ve halk egemenliği soyut bir kavramdır. Ama Rousseau, yenilikçi ve orjinal "halk egemenliği" kavramıyla Fransız İhtilali'ne esin kaynağı olmuş, ve Mustafa Kemal Atatürk'e kadar uzanan devrimci milli egemenlik anlayışlarına ışık tutmuştur.
Rousseau'ya göre, ister demokrasilerde olsun, ister aristokrasilerde ve monarşilerde olsun, egemenlik, halka aittir.. Yürütme, değişik biçimler alabilir ama, hiç bir yönetim biçiminde, yasama yetkisi halkın elinden alınamaz. Yürütme yetkisi, yani yasaları uygulama yetkisi, bir kişinin elindeyse buna Monarşi denir. Eğer yürütme yetkisi birkaç kişinin elindeyse buna da Aristokrasi denir. Ama yasama gibi yürütme yetkisi de halkın elindeyse buna Demokrasi denir. Yani Rousseau'ya göre, daima, son sözü halk söyleyecek; son kararı halk verecektir.
Küçük burjuvanın ideolojisi temsil eden utopik ve demokratik bir düşünür olarak Rousseau, devrim öncesi eski rejim (regime ancient) Fransa'sında emekçilerle burjuvaziyi kapsayan Triers Etat içindeki sınıf farklılığını yeterince görememiştir. Rousseau'ya göre Eski Rejim'in ayrıcalıklı egemen sınıfına nazaran Triers Etat bir Bütün olarak Halk'tır. Dolayısıyla Rousseu'da halk ve halk egemenliği soyut bir kavramdır. Ama Rousseau, yenilikçi ve orjinal "halk egemenliği" kavramıyla Fransız İhtilali'ne esin kaynağı olmuş, ve Mustafa Kemal Atatürk'e kadar uzanan devrimci milli egemenlik anlayışlarına ışık tutmuştur.
Egemenlik üstüne kafa yoran diğer bir düşünür de Emanuel Sieyes(1748-1836) dir.. Sieyes,
gerek Fransız Devriminin başlatılması
sırasında gerekse Direktuvar üyesi olarak 18 Brumaire 1799
Hükümet Darbesi’ni hazırlanmasında rol
almış; ve burjuvazinin teorisyenliğini yapmıştır. Devrimin başlangıcında Triers Etat Nedir? diye
bir broşür çıkarmış. Doğuştan bir takım ayrıcalıklara sahip olan senyör ve
rahiplere nazaran içinde burjuva tabakasında yer aldı halkı temsil eden
kesimler Triers Etat’ı oluşturuyor.
Sieyes, işte bu bu
kesimlere, yani Trier Etat’ ya, bir
bütün olarak MİLLET diyor. Sieyes, devrim sürecinde, aristokrasi
ve krallığa karşı mücadelesinde, millet , milli birlik kavramlarını ve milli bütünlük ilkesini kullanmıştır.
Sieyes’e göre devletin birliği, halk sayesinde değil millet sayesinde gerçekleşmektedir.
Millet toplumun bütünün soyut ve yeni ifadesi. Millet oluştuğu bireylerden
farklı bir hukuk kişisi. Sadece belli bir dönemde belli toplumda yaşayan
bireylerden meydana gelmiyor. Millet sadece bugünü değil geçmişi ve geleceği de
kapsayan manevi bir varlık. Yaşayanların yanın da ölmüş ve doğacak olanlardan
meydana geliyor. Artık; Millet kavramı iktidarın yeniden düzenlenmesine
kaynaklık edecek ve devlet anayasa tarafından millet temeli üzerine bina
edilecek.
1789 Kurucu Meclis üyeleri için halk denince içinde hiçbir ayrılık
ve bölünme olmayan bir bütün akla geliyordu. Eski rejimde hukuki ayrıcalıklar
kaldırılmış; ve fakat Triers Etat içindeki iktisadi
farklılaşmadan doğan sosyal sınıfların
varlığı henüz tanınmıyordu. Burjuvazi dışındaki sınıflar sınıf
bilinçlerine kavuşamadıkları için burjuva sınıfının çıkarları ve dünya görüşü
halkın(Triers Etat) bütününe mal ediliyordu. Böylece; Burjuvazi, kendi
çıkarlarına ve amaçlarına denk düşen bu
bütüncü ve soyut halk anlayışını sürdürebilmek için devletin en önemli iktidar
unsuru olan “milli egemenlik” kavramını icat etti.
Milli egemenlik doktrinine göre, millet, halkı oluşturan bireylerin
üstünde, onlardan ayrı olan soyut bir varlıktır. Halk ise belli bir tarihi
coğrafyada yaşayan somut insan topluluğudur.
Millet, halktan ayrı soyut bir hukuki ve siyasi
varlıktır. Başka bir deyişle, millet kendisini oluşturan gerçek kişilerden
ayrı, onların üstünde manevi ve hukuki bir kişidir. Halk, belli bir dönemde
yaşamakta olan bireyleri, yani somut bir varlığı ifade ettiği halde, millet
sadece belli bir dönemde yaşayan bireyleri değil, bunun ötesinde geçmiş ve
gelecek nesilleri de kapsayan, manevi bir varlıktır. Millet, yaşamakta
olanların yanısıra yaşamını yitirmiş ve doğacak olanlardan meydana gelmiştir.
Milli egemenlik doktrinine göre, belli bir zamanda ülkede
yaşayan bireylerin kişiliklerinden ayrı bir manevi kişiliğe sahip olan millet,
egemenliğin tek meşru kaynağı ve sahibidir. Egemenlik, onu açığa vuracak, ifade
edecek bir iradenin varlığını gerekli kılar. Millet fiziki bir varlığa sahip
olmamasına karşın, "manevi kişi" olarak kendine özgü bir iradesi
vardır. Egemenlik, milli irade ile ifadesini bulur.
Egemenliğin kaynağının değişmesi, özünde önemli bir
değişikliğe sebep olmamıştır. Önceki zamanlarda egemenlik Tanrı adına, onun
vekili ya da temsilcisi olarak kabul edilen hükümdar tarafından
kullanılmaktaydı. Egemenlik millete geçince, artık millet adına, milleti temsil
edenler tarafından kullanılacaktır. Eskiden olduğu gibi egemenlik, bu aşamada
da, kendinden üstün hiçbir güç kabul etmeyen, mutlak ve sınırsız bir irade, bir
emretme kudreti olmaya devam edecektir. Bu üstün, mutlak, sınırsız irade
tektir, bölünemez ve başkasına devredilemez. Aslında değişen tek şey
egemenliğin sahibi olmuştur. Eskiden krala ait olan egemenlik tacı, onun
başından alınarak olduğu gibi milletin başına oturtulmuştur.
Genel iradenin bir ülkede milletvekilleri için yapılan seçim
yoluyla ortaya çıktığı görüşü de gerçeğe uygun düşmemektedir. Çünkü
milletvekili seçiminin sonucunda. yurttaşların çoğunluğunun hangi siyasi partinin
programını uygun bulduklarını , onayladıklarını. ülkenin nasıl bir politikayla
yönetilmesini istedikleri açıklığa kavuşur. Yoksa; milletvekilliği seçimiyle oy
kullanan seçmenlerin şahsi iradelerinden ayrı, bağımsız bir irade (genel irade)
oluşmaz.
Mevcut Anayasasının 6.maddesinde “ egemenlik. kayıtsız ve şartsız milletindir” denilirken
kastedilerı egemenliğin ulusa ait olması bir başka deyişle siyasal iktidarın
kaynağının halkta olmasıdır. Bu hüküm. egemenliğin kendisinin kayıtsız ve
şartsız yani mutlak ve sınırsız olduğu anlamına gelmez. Sadece, Egemenliğin , “hukukla sınırlı bir yetki” anlamına geldiğini ifade eder.
Demek ki, Milli Egemenlik kavramına bu anlamın ötesinde bir
anlam yüklenmemelidir.
İlk çağlardan orta çağa kadar olan egemenlik anlayışına
bakacak olursak Kadim Mısır, Hint ve Çin hanedanlıklarına kadar uzanmamız
gerekecektir.
Kadim Mısır, Hint, Çin krallıklarından ve Sümerlerden beri toplumların
hangi esaslara göre kim(ler)
tarafından nasıl yönetileceği hep sorun olarak günümüze kadar gelmiştir. Dolayısıyla; tarih
boyunca, hangi gücün egemen olacağı, Siyasi İktidarın kaynağının ne olacağı ve nasıl kullanılacağı
konusunda muhtelif görüş ve teoriler
üretilmiştir.
Yunan site devletlerinde egemenlik anlayışı, “köleli
demokrasi” ye dayanıyordu. Köleli demokrasilerde köle sahibi olan egemen güç ayni zamanda en üstün güç olarak
toplumu örgütlüyor ve düzenliyordu. Yani Yunan Site devletlerinde egemenlik
demek egemen güç olan köle sahiplerinin koyduğu yaşama ve çalışma kurallarına uymaktı. Ezilen ve sömürülen
sınıflar arasında dengeyi bulmak ve sınıfsal sömürüyü istikrara kavuşturmak için
Atina Sitesindeki Solon ve Drakon gibi yasa yapıcılar zamanında kaba güç yerine
genel ve soyut yasalar aracılığıyla egemenliği tesis edilmişti. Heredot,
”bizim yasadan başka efendimiz yok” demişti.
Eski Roma’da cumhuriyet döneminde, egemenlik yetkisi, yaptırtma
ve emretme gücü, hak olarak halka aitti ama bu hakkı fiilen Sezar kullanıyordu.
Çünkü; bu yetki halk tarafından,
vekaleten Sezar’a verilmişti. Böylece; Halkın iktidarı ve bütün gücü, bizatihi
halk tarafından verilen vekaletle Sezar’a
devredilmiş oluyordu. Artık;
Sezar’ın istedikleri ve ihtiyaç duydukları yasa
kuvvetindeydi.
Orta Çağ’da Egemenlik esas olarak Klise Devleti’ne ve papaya aitti
ve koyu bir bağnazlık ve esaret rejimi olarak uygulanıyordu. Ancak; İngiltere
kralı 8.Henry Klise Devletinin egemenliğine ve otoritesine son vermiş; “milli egemen” olarak ilk milli
kliseyi kurmuştur. Kral, egemenliğini, artık papanın ve imparatorun aracılığı
olmadan doğrudan kullanabiliyordu. Bu egemenlik aslında tanrıya aitti ama kral
istediği gibi tasarrufta bulunabiliyor; ve her söylediği yasa gücünde
olabiliyordu.
İslamiyet’e göre egemenlik anlayışında gelecek olursak, İslamiyet’te
din ve devlet iktidarı için ayrı ayrı gerçekler yoktur. Hak ve hakikat tektir.
Tek bir yasa vardır o da şeriat’dır. Egemen
Güç olan ÜLÜLEMR’in görevi, Kur’an’ın ve
peygamberin gösterdiği yolda memleketin düzeni ve yönetimini sağlamak.
İslamiyet, din ve devlet ayırımını kesin olarak reddettiği için cismani ve
ruhani iktidar birdir.
Şeriat, bir yaşama biçimi ve bütün bir dünya görüşüdür. Kamu hukuku
bakımından Kur’an bütün zamanlar için konmuş bir Anayasa’dır. Allah, tek olan
gerçeği Kur’an’da bütün zamanlar için gösteriyor. Bütün varlıklar gibi insanlar
da Allah’ın yaratığı ve kulu. Tanrı ile
insanların ilişkisi tanrı ile kul ilişkisi. Tanrı kendisine nasıl kulluk
edileceğini göstermiş. İyi kulluk edebilmek için her şeyden önce ÜLÜLEMR’e yani
Devlet Reis’ine baş eğmek gerek. “Allah'a ve Resulüne ve sizden olan Ülülemr’e
itaat ediniz” diyor Kur’an. Ülülemr’e itaat etmiş olan Allah'a itaat etmiş olur,
karşı gelen de Ona karşı gelmiş olur.
ÜLÜLEMR kimdir? Tanrının dilediği ve kendisine egemenlik
hakkını verdiği kişidir. “Sahibülmülk Allah’dır ve mülkü dilediğine verir.”
diyor mealen Kur’an. ÜLÜLEMR, peygamberin halifesi yani vekili. Görevi,
Allah’ın emir ve iradesinin yeryüzünde yerine getirilmesine aracılık etmek.
ÜLÜLEMR ayni zamanda imamdır yani İslam toplumunun dini Reisi.
İslamda devlet iktidarının kaynağı toplumun dışında olduğuna
göre insanlar iktidarın kullanılmasına katılamayacaktır. Ne var ki bu
Meşveret’i yasaklamak anlamına gelmiyor. Tersine bir ayet “her işte ümmetinle müşavere et” diyor
İslam’da tanrı insanlara neyi emredip neyi yasakladığını peygamber
Hazreti Muhammed aracılığıyla gönderdiği Kur’an Kerim’de bildiriyor. Kur’an’ı
Kerim İslam dünyasının kutsal kitabı ve
yüce yasası. Bu yasa bütün zamanlar için
insanlara uyulması gereken kuralları gösteriyor. Hazreti Muhammed sadece
bildirmekle kalmamış sözleri ve eylemleriyle Kur’an’ı yorumlamış ve açıklamıştır. Hazreti
Muhammed’in bu söz ve eylemlerine hadis deniliyor. Peygamberin söz ve
eylemlerinden çıkan kuralların tümüne de “Sünnet” deniliyor. Peygamberin yolu
demek Sünnet. Hadis ve sünnet Kur’an’dan sonra hukukun ikinci kaynağıdır.
Her şeyden önce Müslümanlar dayanışmalı ve bir arada geniş
toplum olarak yaşamalılar. Bu toplumun adı ümmet ya da “umma”. Müslümanları bir
araya getiren birleştirici bağ ne kan ne ırk ne dil ne de milliyet; sadece din
birliği. İslam ülküsüne göre İslam devleti tek olmalı ve tüm Müslümanları
sınırları içine toplamalı. İnsanlar arasında din daha güçlü bir birleştirici
başka bir etken yok. Bütün öbür etkenler arka plana atılıyor.(renk kan dil
milliyet soy sopsınıf gibi..). Müslümanlar birbirine eşit sayılıyor. Kadınlarla
erkeklerin eşitliği hiçbir şekilde söz
konusu olamaz. Bu eşitlikte yer alamazlar eşitlik sadece erkekler için geçerli.
Yeni Çağ’a gelindiğinde Rönasans düşünürü Nikola Machiavelli(1469-1527)
ile karşılarız. İngiltere, İspanya, Fransa merkezi krallıklarını kurmuş ama
İtalya henüz merkezi krallık değildi. Makyavel’e göre milli devletin kurulma
sırası İtalya’ya gelmişti. Ve bu birliği(Risogremento) de ancak bir Prens
kurabilirdi. O Prens ki onun gözünde amaca varmak için her yol meşru
sayılacaktı.. Ahlak ve Politika ayrı ayrı alanlardı. Dini, devletin aracı yapıyor ve
denetimi altına alıyordu. İşte Makyavel bu işleri yapacak bir “egemen güç”
arıyordu.
Makyavel'lerden Mustafa Kemal Atatürk ve onun öncülüğünü yaptığı yeni milli egemenlik ve milliyetçilik anlayışına geldiğimizde emperyalizm olgusuyla karşılaşırız artık. Kapitalizmin emperyalizm döneminde sömürge ve yarı sömürge ülkelerde milli egemenlik anlayışı ve milliyetçilik hareketleri emperyalizme karşı savaşın bayrağı olmuştur.
Fransız İhtilali zamanında azınlıktaki egemen soylu sınıfa ve kraliyete karşı Triers Etat'daki soyut bir bütün olan halk çoğunluğu Milleti meydana getiriyordu. Ancak; Millet, ayrıcalıksız halk çoğunluğundan ibaret değildi. Millet yalnızca bu günü değil geçmişi ve geleceği de kapsayan manevi bir varlıktı. Millet, şimdi yaşayanların yanısıra ölmüş ve doğacak olanlardan meydana geliyordu. Ekonomik bütünlük, tarih, kültür, dil, din...birliği ve "kaderde, tasada, kıvançta bir olmak duygusu" gibi ögeler millet olarak birlikte yaşama arzusunu besliyor; pekiştiriyordu.
Fakat; kapitalizmim emperyalizm dönemine gelindiğinde, emperyalizm tarafından açık-kapalı işgal edilen ülkelerde milliyetçilik emperyalizme karşı direnmenin silahı oldu. Ümmet ve tebaa bilincinden "millet" bilincine sıçrayan halklar milli ve siyasi bağımsızlıklarını elde etmeye başladılar. İşte bu çağın ilk temsilcisi, öncüsü ve mazlum milletlerin esin kaynağı, ilk anti-emperyalist kurtuluş savaşını veren Mustafa Kemal Atatürk'tür. Kemalizm, Emperyalizm'in baskı, sömürü ve zorbalığına karşı REDDİ İLHAK-ANTİ-EMPERYALİZM-MİLLİ BAĞIMSIZLIK-BİLİMİN VE AKLIN EGEMENLİĞİ-LAİKLİK(halk egemenliği)-ÇOĞULCULUK-ÇAĞDAŞLIK.. ve MAZLUM MİLLETLERİN UYANIŞI demekti.
Atatürk diyor ki: " Efendiler,bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, ilmi mahiyeti itibariyle, hiç birine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hakimiyeti, milli iradeyi tecelli ettiren yegane hükümettir.. Sosyoloji noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lazım gelirse 'halk hükümeti' deriz... Bizi mahv etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece savaşmayı caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız...Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş,sosyalizme benzemiyormuş, hiç bir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle iftihar etmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler!"
Yine, Atatürk, Söylev ve Demeçlerinde şöyle der: "Gerçi bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bitün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğiz herhalde bencil ve mağrurca bir milliyetçilik değildir..."
Ve devam ediyor Atatürk: " Türkiye'nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye, büyük ve önemli bir çaba harcıyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır..."
Saltanatın kaldırılması müzakereleri sırasında da Mustafa Kemal Paşa şöyle konuşur:
"Efendiler Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye münazarayla, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet ve saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları Türk milletinin egemenlik ve saltanatına zorla el koymuşlardır.. Bu haksız durumu altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bunlara hadlerini bildirerek hakimiyet ve saltanata isyan ederek idareyi kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Konumuz millete saltanatı bırakmak ya da bırakmamak değildir. Mesele zaten olup bitmiş bir gerçeği ifade etmekten ibarettir. Bu derhal olacaktır. Burada toplananlar meclis ve herkes meseleyi olduğu gibi görürse doğru olur. Aksi takdirde gerçek yine gerektiği şekilde belirtilecektir. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."
Görüldüğü gibi Atatürk'ün (milli) egemenlik anlayışının içeriğini jakoben cumhuriyetçi fikirler ve 'emperyalizme karşı mücadele' oluşturmaktadır.
Buraya kadar anlatılanlardan gördük ki, kendi başına, saf, mutlak “Egemenlik” diye bir “şey” yokmuş! Egemenlik, Anayasamızda ima edildiği gibi soyut bir “şey” değilmiş! Egemenlik, daima, egemen gücün egemenliği olarak varmış! Her egemen güç tarihsel, sonlu ve geçiciymiş!
Makyavel'lerden Mustafa Kemal Atatürk ve onun öncülüğünü yaptığı yeni milli egemenlik ve milliyetçilik anlayışına geldiğimizde emperyalizm olgusuyla karşılaşırız artık. Kapitalizmin emperyalizm döneminde sömürge ve yarı sömürge ülkelerde milli egemenlik anlayışı ve milliyetçilik hareketleri emperyalizme karşı savaşın bayrağı olmuştur.
Fransız İhtilali zamanında azınlıktaki egemen soylu sınıfa ve kraliyete karşı Triers Etat'daki soyut bir bütün olan halk çoğunluğu Milleti meydana getiriyordu. Ancak; Millet, ayrıcalıksız halk çoğunluğundan ibaret değildi. Millet yalnızca bu günü değil geçmişi ve geleceği de kapsayan manevi bir varlıktı. Millet, şimdi yaşayanların yanısıra ölmüş ve doğacak olanlardan meydana geliyordu. Ekonomik bütünlük, tarih, kültür, dil, din...birliği ve "kaderde, tasada, kıvançta bir olmak duygusu" gibi ögeler millet olarak birlikte yaşama arzusunu besliyor; pekiştiriyordu.
Fakat; kapitalizmim emperyalizm dönemine gelindiğinde, emperyalizm tarafından açık-kapalı işgal edilen ülkelerde milliyetçilik emperyalizme karşı direnmenin silahı oldu. Ümmet ve tebaa bilincinden "millet" bilincine sıçrayan halklar milli ve siyasi bağımsızlıklarını elde etmeye başladılar. İşte bu çağın ilk temsilcisi, öncüsü ve mazlum milletlerin esin kaynağı, ilk anti-emperyalist kurtuluş savaşını veren Mustafa Kemal Atatürk'tür. Kemalizm, Emperyalizm'in baskı, sömürü ve zorbalığına karşı REDDİ İLHAK-ANTİ-EMPERYALİZM-MİLLİ BAĞIMSIZLIK-BİLİMİN VE AKLIN EGEMENLİĞİ-LAİKLİK(halk egemenliği)-ÇOĞULCULUK-ÇAĞDAŞLIK.. ve MAZLUM MİLLETLERİN UYANIŞI demekti.
Atatürk diyor ki: " Efendiler,bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, ilmi mahiyeti itibariyle, hiç birine benzemeyen bir hükümettir. Fakat milli hakimiyeti, milli iradeyi tecelli ettiren yegane hükümettir.. Sosyoloji noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lazım gelirse 'halk hükümeti' deriz... Bizi mahv etmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece savaşmayı caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız...Fakat ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş,sosyalizme benzemiyormuş, hiç bir şeye benzemiyormuş! Efendiler, biz benzememekle iftihar etmeliyiz! Çünkü biz bize benziyoruz efendiler!"
Yine, Atatürk, Söylev ve Demeçlerinde şöyle der: "Gerçi bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bitün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icaplarını tanırız. Bizim milliyetçiliğiz herhalde bencil ve mağrurca bir milliyetçilik değildir..."
Ve devam ediyor Atatürk: " Türkiye'nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye, büyük ve önemli bir çaba harcıyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır..."
Saltanatın kaldırılması müzakereleri sırasında da Mustafa Kemal Paşa şöyle konuşur:
"Efendiler Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabıdır diye münazarayla, münakaşa ile verilmez. Hakimiyet ve saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları Türk milletinin egemenlik ve saltanatına zorla el koymuşlardır.. Bu haksız durumu altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bunlara hadlerini bildirerek hakimiyet ve saltanata isyan ederek idareyi kendi eline almış bulunuyor. Bu bir oldubittidir. Konumuz millete saltanatı bırakmak ya da bırakmamak değildir. Mesele zaten olup bitmiş bir gerçeği ifade etmekten ibarettir. Bu derhal olacaktır. Burada toplananlar meclis ve herkes meseleyi olduğu gibi görürse doğru olur. Aksi takdirde gerçek yine gerektiği şekilde belirtilecektir. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."
Görüldüğü gibi Atatürk'ün (milli) egemenlik anlayışının içeriğini jakoben cumhuriyetçi fikirler ve 'emperyalizme karşı mücadele' oluşturmaktadır.
Buraya kadar anlatılanlardan gördük ki, kendi başına, saf, mutlak “Egemenlik” diye bir “şey” yokmuş! Egemenlik, Anayasamızda ima edildiği gibi soyut bir “şey” değilmiş! Egemenlik, daima, egemen gücün egemenliği olarak varmış! Her egemen güç tarihsel, sonlu ve geçiciymiş!
O halde; Anayasamızın 6.maddesine göre “Egemenlik” kayıtsız şartsız
Türk Milleti' ninse, peki; şimdi siz, Türk Milleti olarak, hangi “EGEMENLİK”
in kayıtsız şartsız sahibisiniz?
Karar verebildiniz mi?
Karar verebildiniz mi?
YARARLANILAN KAYNAKLAR:
-
Karl
Marx, Grundrisse, Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma. Birikim
Yayınları
-
Prof.
Dr. Murat Sarıca, 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi. Gerçek Yayınevi, 1973
-
Friedrich
Engels, Anti-Duhring, Sol Yayınları, 1977
-
Dr.Hikmet
Kıvılcımlı, DEV-GENÇ Seminerleri, Kıvılcım Yayınları, 1989
-
Deniz
Hukuku, Atilla Aybay, Aydın Aybay, Gündüz Aybay, Rona Aybay. Aybay
Yayıncılık,1998
-
Aytunç
Altındal, Dünün Belgeleri Yarının Tarihi, Destek Yayınları, 2.Baskı, 2007
-
Bilim
ve Ütopya, Aylık Bilim Kültür ve Politika Dergisi, Sayı:235, Ocak 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder