26 Eylül 2022 Pazartesi

 

KENDİME A PRİORİ BİR YAŞ GÜNÜ MEKTUBU

Sevgili Can Kaptan!

Takvim yaprakları 14 Eylül’ü gösteriyor yine,  yaşama sırası sizdeymiş bu gün!  Ne güzel;  “kim var imiş biz burada yoğ iken”  dediklerinde artık sizi de hesaba katacaklar; tabi bu dünyaya şöyle bi bakmaya gelmediyseniz.  

Sevgili Can Kaptan, öncelikle şu 66. yaş gününüzü canıgönülden kutlarım.  İlerde iki haneli çift rakamlı sayıların sonuncusunu görene kadar mutlu mutlu, doya doya yaşayın bu dünyada. . para putuna tapmadan tabi, eşyaya bağlanmadan tabi..  

Sizi kendimden biri gibi ve kendim kadar yakın görmeme rağmen nedense bu güne kadar yaş günlerinizi kutlamayı bir türlü akıl edememişim, yapıyoruz böyle nezaketsizlikler işte.  Oysa;  ne var yani şunun şurasında, ‘dünyaya hoş gelmişsiniz sefalar getirmişsiniz..’  filan diyebilir, iyi dileklerde bulunabilirdim,  çok mu zor yani  bu!?   

‘velhasıl  tuhaf insanlarız..’  deyip işin içinden sıyrılmayacağım tabi, bu marazi ruh durumunu anlamaya çalışacağız elbet.

Öncelikle,  nesnelerin insanları kullanarak üretim yaptığı ‘meta fetişizmi  ve şeyleşme’ çağında yaşadığımız unutulmasın. Çiftçi pancar üreteceğine pancar kendini çiftçiye ürettiriyor, tabi ucuz mazot ve gübre bulursa.  Yani; İnsanın üretici gücü – utanın!- nesnelerin gücü olmuş ve  -yazıklar olsun bize!-  çağdaş ücretli kölelik(düzeni)  hala her yerde hüküm sürüyor ve ben seyrediyorum!  Ne yapabilirim ki başka tek başıma?  Belki de bir çeşit insanın insana yabancılaşma hali bu bendeki, yoksa ne diye doğum gününüzü kutlamayayım ki !?

Gerçi siz de yıllarca şu liman senin bu liman benim kargo gemilerinin zaferi için ve deniz kızlarının peşi sıra seyir halindeydiniz ve kim bilir kaç gurbet akşamlarında sabahlamışsınızdır. Dolayısıyla yazacağım kutlama mektuplarımın size ulaşmama riski vardı. Neyse ve çok şükür sıkıyönetim günleri gibi  o günler de  geride kaldı, Palamut Büküne demir attınız  ve ben sizin 66. yaş gününüzü kutlayabiliyorum: Tekrar mutlu mutlu yıllar ama dediğim gibi eşyanın yüklemi olmadan; ve 99’u görün!!

99’u görün diyorum ama soyutlama yeteneğinizi kaybetmeden ve soyut düşüncenin büyüsüne kapılmadan tabi. Yoksa; ha 99’u görmüşsünüz ha el bebek gül bebek günlerinizi.   

Sevgili Can Kaptan, malumunuz olduğu üzere, insan bilincinin ve düşüncesinin nesnel gerçeklikle olan bağı ve bağdaşmazlığı bakımından şu ‘soyut düşüncenin büyüsü’  kavramı çok önemlidir.  Çünkü; somut dediğimiz şey, çok sayıda belirlenimin ve çoğulluğun birliğidir; çok cepheli ve çok katmanlıdır; hareket halindedir ve dinamiktir. Tam yakaladığım dediğiniz anda elinizden kayıverir.  Soyut ise bütünden soyulmuş, ayrılmış bir katman, bir tabaka demektir ve tek cephelidir, yalınkattır; statiktir, donuktur ve sınırlandırılmıştır.  Soyutun mekanı zihindir, doğada soyut yoktur. Doğa,  hareket ve değişim halinde olduğundan, sınırı da yoktur. Kimya nerede biter biyoloji nerede başlar;  denizler kumsala nerede kavuşur; nefret sevgiye ne zaman nerde dönüşür, açlık ne zaman tokluk olur, vb..   tam olarak gösteremezsiniz ;  çünkü; özünde her şey göreli olduğundan nesnel gerçekliğin doğası sınır tanımaz. Biz onu ancak kavramlarımız ve soyutlama yoluyla düşüncede sınırlandırabiliriz.  Soyutlama, zihinde yapılmış düşünsel bir işlemdir, kavramsal gerçekliktir. İşte bu muazzam somut gerçeklik karşısında insanın soyutlama yeteneği yetersiz kalırsa, yani somutun ( bütün ) özgün doğasına ve dinamizmine uygun olarak soyutlama yapıl(a)mazsa, maazallah, soyut düşüncenin büyüsüne kapılmak işten bile değildir.  Soyut düşüncenin büyüsüne kapılmış olan insan ister istemez soyut bilgiyi (biçimi), kendi öznelliğini, mutlaklaştırır ve somut gerçekliğin (bütünün) yerine koyar. Çoğulluğu ve çeşitliliği bire, bir kaça indirger. Sabahı da göreceğine sadece geceyi görür; hasılı öznelciliğe ve a priorizm bataklığına  düşer; orada bocalar durur.

Oysa somut  gerçekliğin bizatihi  kendince bir yaşam süreci, kendi oluşumu, işleyişi vardır. Bu oluşum, işleyiş  ile söz konusu somutun zihinde yeniden üretilmesi, düşünceye mal edilmesi  yani  düşünce somutu (soyut belirlenim) elde edilmesi bir ve ayni şey değildir.  O yüzden  somut gerçekliğin  düşüncede yeniden üretimi sürecinde soyut düşünce (düşünce biçimindeki somut) pratikte sınanmaz, pratikle bağdaşıp bağdaşmadığı denetlenmezse   gerçeklikle olan bağımız her an kopabilir, sapabilir ve sapıtabilir. Yani sapanlar ve sapıtanlar durduk yere sapmıyor ve sapıtmıyor, soyutlama yeteneği yetersiz kaldığı için ve yetersiz kaldığı kadar sapıyor, sapıtıyor.  Tabi bu durumda sizin ne rejim aleyhtarlığınız kalır ne de halk iktidarı kuruculuğunuz. Ve kendi tarih(selliğin)ize gömülürsünüz.

Toplumsal gerçeklikte sosyal olaylar, sınıfsal  ilişkiler, çelişkiler, süreçler..  birbirlerinden yalıtılmış halde ayrılmış değillerdir. Onlar bir bütün halindedir ve bütünün ayrılmaz öğeleridir. Nasıl ki Dünyamız güneş sisteminin dışında kendi başına, ayrı olarak, yalıtık halde var değilse, doğadaki, toplumdaki her olgu, olay süreç, ilişki-çelişki için de bu böyledir. Soyutlama yeteneğimiz sayesinde, yani duyumdan, canlı algıdan kendiliğinden fiili düşünceye geçebilme yetimiz sayesinde, bilginin duyumsal biçiminden soyut biçimine geçeriz. İşte; bu soyut biçimin(bilginin) nesne, olgu, olay, süreçten ayrı olarak kendi başına bir gerçekliği olduğu sanısına kapıldığımız an soyut düşüncenin büyüsüne ve esaretine  kapılmış oluruz.  Çünkü;  hiçbir kavram ve fikir maddi olgudan ayrı olarak kendi başına var olamaz. Nesnesiz tümel olmaz yani. Yeşil erik, yeşil ot, yeşil yaprak, yeşil elma, yeşil göz, vb.  dışında kendi başına yeşil(lik) yoktur. Gerçekte hiçbir yeşil varlık ‘genel anlamda yeşil’ değildir, her tekil ve özel yeşil bir birinden farklıdır ve kendine hastır. Tıpkı  kedi veya insan  kavramlarının bize her hangi bir kedinin veya insanın özelliklerini vermemesi gibi, ancak her kedide ve insanda  bulunan  kısmi  ve  ortak özellikleri vermesi gibi.  

Ama biz belirli maddi olgu ve olayların,  nesnelerin, süreçlerin, özünü  bilmek, tanımak için sırf ve sadece duyum bilgisiyle ve genel anlamda bilgiyle yetinemeyeceğimize göre  nesnel gerçeklikten hareketle soyutlama yapmak zorundayız.  Ama  o zaman da, gerçekte birbirinden ayrılamaz olanı, hareket halindeki dinamik nesnel gerçeği,  ögeleri bakımından birbirinden  ayırmış sınırlamış oluruz. Ve sonuçta  soyut belirlemeleri olan bir ‘düşünce somutu’ elde ederiz. Ama onun bir düşünce somutu olduğunu ve gerçek somuttan farklı olduğunu unutmadan! Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bilmek ve tanımak amacıyla zihin için ve zihinsel işlem ile üretilen somut ile söz konusu maddi gerçek somutun oluştuğu süreç  birbirinden  farklıdır.

İşte bu sayede biz,  nesnel gerçeğin, somut bütünün özüne  nüfuz ederiz. Yani bilgi sürecinde soyutlama bir araçtır; amaç değil. Her kim soyutlamayı amaçlaştırırsa  bir kez daha soyut düşüncenin büyüsüne kapılmış olur işte!.  Soyut şeyler, kavramlar doğası gereği  algılanamaz, Spinoza’nın dediği gibi ”köpek kavramı havlamaz” . O yüzden; kendi öznel kavramlarımızı ve fikirlerimizi somut gerçeklerin yerine koyamayız,  hele son derece çok katmanlı ve değişken sosyal ve siyasal-ideolojik olaylar ve süreçler söz konusuyken.  Aksi takdirde sosyal gerçeği tahrif etmiş oluruz ve tarihin ileri hareketi karşısında gerici sayılırız.

Mesela yukarda anılan şu deniz kızı kavramına  bir bakalım.  Kimse denizde böyle bir deniz kızı görmemiştir.  Dans etmeye ve şarkı söylemeye düşkün,  denizcileri baştan çıkarıp perişan eden yarı kadın yarı balık mitolojik kızlardır onlar. Gerçekte, balık vardır ve kız vardır ama deniz kızı yoktur. Balığın kuyruğunu zihninizde soyutlama yoluyla bacaksız kız bedeniyle birleştirirsen deniz kızını elde edersin. Hepsi bu!  O yüzden deniz kızı kavramı  insan zihnimde yapılmış bir soyutlama ve her soyutlama gibi gerçekte bütün olanı parçalarına ayırmaya dayanır. Gerçekte ne bacaksız kız ne de kuyruksuz balık vardır hayatta; eğer deniz kızının gerçek olduğuna inanırsak soyut düşüncenin büyüsüne tutulmuş oluruz.  Ve gerçekle bağımızı koparmış oluruz.

Sevgili Can Kaptan, şu doğum gününüzde yazdığım  şeylere bakar mısınız?  sırası mı şimdi bunların diyebilirsiniz haklı olarak ama büyülü bir dünyada yaşadığımızdan aldatmacaların en korkuncu olan  soyut düşüncenin büyüsüne yem olmamak için  bu konuya dikkat çekmek istedim. Neyse; eğer o yalpalı  deniz günlerinin  gümüşünü  parlatmak isterseniz bu özel gününüzde Kaptanzade Ali Rıza Bey’in hicaz bestesi size eşlik etsin isterim:  “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına/ ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına/ ayrılık görülmüşken yar tutmuyor elimden/ misafirim bugün ben gurbet akşamlarına.” https://www.youtube.com/watch?v=kfkvfa9lrdw

İnsanız;  elbette  hepimizin kendimizce  türlü rüzgarlara kapılıp gitmeleri  olmuştur; ama  şu hayatta masumiyetimizi bozan deneyim denen o müthiş  pratik var ya işte onun  sayesinde  tıfıllıklarımızı aşar kusurlarımızı kapatırız ayni zamanda.  Aksi takdirde  Paracelsus’un  dediği gibi  “kendine  malik olamayan başkasına ait olur”. ve kendi pişmanlıklarıyla avunmak zorunda kalır.  

Sevgili Can Kaptan daldan dala geçiyorum sanılmasın, nihayetinde bir doğum günü muhasebesi bu, hayatın anlamı ve sırrına dair söyleşiyoruz işte:  Kur’an-ı Kerim Necm süresi 39.ayette: “İnsan ancak çalıştığına erişir” buyurulmuştur. Dolayısıyla çalışmadan, çalarak, talan ederek, sömürerek, her hangi bir ürüne erişmek dinimizce de yasaklanmıştır. O yüzden  anafordan kimse öyle  zengin  olamaz; insan kardeşlerini ezerek, sömürerek  büyük servetler biriktiremez; tekelci sermaye sahibi olamaz. İslam’da  Kenz yasaktır. Mal,  para biriktirmek haramdır;  ihtiyaç fazlası ihtiyacı olana dağıtılmalı. Son tahlilde inananlar Allah indinde takva ve zühd’den yargılanacaktır.    İstisnasız herkesin çalıştığı ve çalışarak herkesin insan kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşıladığı bir toplumda,  çalışma, artık;  ücret esaretinden kurtulma anlamına geleceğinden, bir angarya, zorsunarak yapılan bir iş olmaktan çıkacak yaşamın ana ihtiyacı ve temel gayesi olacaktır.  Ve insanlar nihayetinde  gitmek istedikleri yöne doğru gidecektir, Orhan Veli’nin “hürriyetine doğru” şiirinde  olduğu gibi:  

“(..)

Heeey

Ne duruyorsun be, at kendini denize;

Geride bekleyenin varmış, aldırma;

Görmüyor musun,  her yanda hürriyet;

Yelken ol, kürek ol, dümen ol balık, su ol;

Git gidebildiğin yere.”


Sevgili Can Kaptan, bu doğum gününüzde, filmlerini defalarca izlediğiniz sizin gözde yönetmeniniz Akira Kurosawa ‘nın İşveçli meslektaşı İngmar Bergman’a  doğum günü vesilesiyle yazmış olduğu mektubu sizinle paylaşmasam olmaz:

“Saygıdeğer Bergman Bey,

İzninizle yetmişinci yaş gününüzü kutlayayım. Eserlerinizi her izlememde derinden etkileniyorum. Şimdiye değin onlardan çok şey öğrendim ve cesaret buldum. Bizlere daha fazla harika film üretmeniz  için sağlığınızın yerinde olmasını diliyorum

Japonya’da, Meiji Dönemi’nde (19.asrın sonu), Tessai Tomioka adında bir sanatçı yaşamış. Bu sanatçı, daha genç yaşında, pek çok harika tablo çizmiş ve seksen yaşına bastığında, ansızın öncekilere kıyasla çok daha üstün tablolar çizmeye başlamış; adeta olağan üstü bir patlama yaşıyormuş. Onun tablolarını ne zaman görsem, bir insanın ancak sekseninden sonra esaslı eserler ortaya koyabileceğine kesinkes emin olurum.

İnsan, bir bebek olarak doğar, bir çocuk olur, hayatının baharını yaşar ve nihayet hayatın kapanışını yapmadan evvel bebekliğe geri döner. Bu, bence, mükemmel yaşam biçimidir.

Sizin de katılacağınızı sanırım: Bir adem, her hangi bir kısıtlama olmadan, arı eserler üretmeye ikinci çocukluk günlerinde vakıf olur.

Şimdi yetmiş yedi (77) yaşındayım ve asıl işimin henüz başladığına ikna olmuş haldeyim.

Filmlerin hatırına, yaşama birlikte tutunalım.

En kalbi hürmetlerimle,  Akira Kurosawa”

 

Sevgili Can Kaptan siz daha 66’sındasız, kim bilir ileriki yaşlarınızda ne eserler üreteceksiniz.

Keza hayranı olduğun ve odanızda resmi asılı olan (Kanagawa Açıklarında Büyük Dalga) Japon ressam Hokusai de bakın neler yazmış:

“Altı yaşımdan beri nesnelerin biçimini kopyalama tutkum vardı ve elli yaşımdan beri pek çok çizim yayınladım, ancak yetmişinci yılımda çizdiğim tüm çizimlerin arasında dikkate almaya değer hiçbir şey yok. Yetmiş üç yılda hayvanların, kuşların, böceklerin ve balıkların yapısını ve otların ve bitkilerin yaşamını kısmen anladım. Ve böylece seksen altıda daha da ilerleyeceğim; doksan yaşımda onların gizli anlamlarına daha fazla gireceğim ve belki yüze gelindiğinde belki de gerçekten harikulade ve ilahi seviyeye ulaşmış olacağım. Yüz on yaşında olduğumda her nokta her satırın kendine ait bir ömrü olacak”

Sürekli daha iyi şeyler üretmek ve kendini aşmak isteyen Hokusai, 89 yaşında ölüm döşeğinde “keşke gökyüzü bana bir beş, on yıl daha hayat verseydi  o zaman gerçek ressam olabilirim..” dediği söylenir.

Bana ‘niye beni böyle  büyük sanatçılarla kıyaslıyorsun ben birin dördünden yoksulluk sınırı altında sabit  gelirli emekli bir memurum artık’ diyebilirsiniz, fakat kim olursanız olun, her insanın içinde üretken ve yaratıcı bir cevher vardır, önemli olan onun açığa çıkarılmasıdır. Douglas Malloch’un şiirini bilirsiniz ne diyordu orada:

“Dağ tepesinde bir çam olamazsan/ Vadide bir çalı ol./ Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın./ Çalı olamazsan bir ot parçası ol bir yola neşe ver./  Bir misk çiçeği olmazsan bir saz ol./ Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın./ Hepimiz kaptan olamayız tayfa olmaya mecburuz. / Dünyada hepimiz için bir şey var./ Yapılacak büyük işler küçük işler var./ Yapacağınız iş size en yakın olan iştir./ Cadde olamazsan patika ol./ Güneş olamazsan yıldız ol./ Kazanmak yahut kaybetmek  ölçü değildir. Sen her neysen onun en iyisini olmalısın.”

Evet sevgili  Can Kaptanım, bu dünyaya yaşama geldik elbette hepimiz; ama insan kendince, kendinden bir iz, bir eser , “hoş bir seda” bırakıp gitmeli bu dünyadan insan kardeşleri için. Ne dersiniz? Yoksa sizden geçti mi ? Bana sorarsanız bunun yaşı olmaz. Yani; insan kendi mutluluğu ve sevinci için  hangi yaşta olursa olsun bunları  yapmak için henüz çok erken ya da çok geç dememeli yapacağı işe koyulmalı. Unutmayınız,  Cervantes Don Kişot’u altmışına merdiven dayadığında yazmaya başlamıştı.

Yılların saçı sakalı ağardığında  kimi  pişmanlıklar kalmasın  diyorsanız hatıralara biraz vakitlice çaba göstermeniz gerekir.  Cahit Sıtkı Tarancı bakın bu duyarlığı nasıl yakalamış:

İçimi titreten bir sestir her gün./ Saat her çalışında tekrar eder:/  “Ne yaptın tarlanı, nerede hasadın/ Elin boş mu gireceksin geceye?/  Bir düşünsen: yarıyı buldu ömrün./  Gençlik böyledir işte, gelir gider;/  Ve kırılır sonra kolun kanadın;/  Koşarsın pencereden pencereye”/  Ah o kadrini bilmediğim günler,/  Koklamadan attığım gül demeti/   Suyunu sebil ettiğim o çeşme/  Eserken yelken açmadığım rüzgar!/ Gel gör ki, sular batıya meyleder,/ Ağaçta bülbülün sesi değişti,/ Gölgeler yerleşiyor pencereme ;/  Çağınız başlıyor ey hatıralar.

Sevgili Can Kaptan lütfen kederlenmeyin  öyle, hepimizin şöyle ya da böyle eserken yelken açmadığı rüzgarları, koklamadan attığı gül demetleri, suyunu sebil ettiği çeşmeleri ve kadrini bilmediği günleri olmuştur, önemli olan Nazım’ın dediği gibi “yeter ki kararmasın sol memenizin altındaki cevahir” 

Ömür dediğiniz şey geçip gidiyor işte, önemli olan onu anlamlı kılmak, hadi şimdi Bilge Özgen’in o hicaz şarkısını Zeki Müren’den dinleyelim:

“dediler zamanla azalırmış sevgiler olsun bana seninle geçen günlerim yeter. Nasıl  olsa  her  şeyin zamanla sonu yok mu ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?"https://www.youtube.com/watch?v=W8zrn8yYPHA

Can'a can katan nice yıllara Can Kaptan'ım..