KENDİME A PRİORİ BİR YAŞ GÜNÜ MEKTUBU
Sevgili Can Kaptan!
Takvim yaprakları 14 Eylül’ü gösteriyor yine, yaşama sırası sizdeymiş bu gün! Ne güzel; “kim var imiş biz burada yoğ iken” dediklerinde artık sizi de hesaba katacaklar;
tabi bu dünyaya şöyle bi bakmaya gelmediyseniz.
Sevgili Can Kaptan, öncelikle şu 66. yaş gününüzü canıgönülden
kutlarım. İlerde iki haneli çift rakamlı
sayıların sonuncusunu görene kadar mutlu mutlu, doya doya yaşayın bu dünyada. .
para putuna tapmadan tabi, eşyaya bağlanmadan tabi..
Sizi kendimden biri gibi ve kendim kadar yakın görmeme
rağmen nedense bu güne kadar yaş günlerinizi kutlamayı bir türlü akıl edememişim,
yapıyoruz böyle nezaketsizlikler işte. Oysa; ne var yani şunun şurasında, ‘dünyaya hoş
gelmişsiniz sefalar getirmişsiniz..’ filan
diyebilir, iyi dileklerde bulunabilirdim, çok mu zor yani bu!?
‘velhasıl tuhaf
insanlarız..’ deyip işin içinden
sıyrılmayacağım tabi, bu marazi ruh durumunu anlamaya çalışacağız elbet.
Öncelikle, nesnelerin
insanları kullanarak üretim yaptığı ‘meta fetişizmi ve şeyleşme’ çağında yaşadığımız unutulmasın. Çiftçi
pancar üreteceğine pancar kendini çiftçiye ürettiriyor, tabi ucuz mazot ve
gübre bulursa. Yani; İnsanın üretici
gücü – utanın!- nesnelerin gücü olmuş ve -yazıklar olsun bize!- çağdaş ücretli kölelik(düzeni) hala her yerde hüküm sürüyor ve ben
seyrediyorum! Ne yapabilirim ki başka
tek başıma? Belki de bir çeşit insanın
insana yabancılaşma hali bu bendeki, yoksa ne diye doğum gününüzü kutlamayayım
ki !?
Gerçi siz de yıllarca şu liman senin bu liman benim kargo
gemilerinin zaferi için ve deniz kızlarının peşi sıra seyir halindeydiniz ve
kim bilir kaç gurbet akşamlarında sabahlamışsınızdır. Dolayısıyla yazacağım
kutlama mektuplarımın size ulaşmama riski vardı. Neyse ve çok şükür sıkıyönetim
günleri gibi o günler de geride kaldı, Palamut Büküne demir attınız ve ben sizin 66. yaş gününüzü
kutlayabiliyorum: Tekrar mutlu mutlu yıllar ama dediğim gibi eşyanın yüklemi
olmadan; ve 99’u görün!!
99’u görün diyorum ama soyutlama yeteneğinizi kaybetmeden ve
soyut düşüncenin büyüsüne kapılmadan tabi. Yoksa; ha 99’u görmüşsünüz ha el
bebek gül bebek günlerinizi.
Sevgili Can Kaptan, malumunuz olduğu üzere, insan bilincinin
ve düşüncesinin nesnel gerçeklikle olan bağı ve bağdaşmazlığı bakımından şu
‘soyut düşüncenin büyüsü’ kavramı çok
önemlidir. Çünkü; somut dediğimiz şey,
çok sayıda belirlenimin ve çoğulluğun birliğidir; çok cepheli ve çok
katmanlıdır; hareket halindedir ve dinamiktir. Tam yakaladığım dediğiniz anda
elinizden kayıverir. Soyut ise bütünden
soyulmuş, ayrılmış bir katman, bir tabaka demektir ve tek cephelidir,
yalınkattır; statiktir, donuktur ve sınırlandırılmıştır. Soyutun mekanı zihindir, doğada soyut yoktur.
Doğa, hareket ve değişim halinde
olduğundan, sınırı da yoktur. Kimya nerede biter biyoloji nerede başlar; denizler kumsala nerede kavuşur; nefret sevgiye
ne zaman nerde dönüşür, açlık ne zaman tokluk olur, vb.. tam olarak gösteremezsiniz ; çünkü; özünde her şey göreli olduğundan nesnel
gerçekliğin doğası sınır tanımaz. Biz onu ancak kavramlarımız ve soyutlama
yoluyla düşüncede sınırlandırabiliriz. Soyutlama,
zihinde yapılmış düşünsel bir işlemdir, kavramsal gerçekliktir. İşte bu muazzam
somut gerçeklik karşısında insanın soyutlama yeteneği yetersiz kalırsa, yani
somutun ( bütün ) özgün doğasına ve dinamizmine uygun olarak soyutlama yapıl(a)mazsa,
maazallah, soyut düşüncenin büyüsüne kapılmak işten bile değildir. Soyut düşüncenin büyüsüne kapılmış olan insan
ister istemez soyut bilgiyi (biçimi), kendi öznelliğini, mutlaklaştırır ve somut
gerçekliğin (bütünün) yerine koyar. Çoğulluğu ve çeşitliliği bire, bir kaça
indirger. Sabahı da göreceğine sadece geceyi görür; hasılı öznelciliğe ve a
priorizm bataklığına düşer; orada bocalar
durur.
Oysa somut gerçekliğin bizatihi kendince bir yaşam süreci, kendi oluşumu,
işleyişi vardır. Bu oluşum, işleyiş ile söz
konusu somutun zihinde yeniden üretilmesi, düşünceye mal edilmesi yani düşünce
somutu (soyut belirlenim) elde edilmesi bir ve ayni şey değildir. O yüzden somut gerçekliğin düşüncede yeniden üretimi sürecinde soyut
düşünce (düşünce biçimindeki somut) pratikte sınanmaz, pratikle bağdaşıp
bağdaşmadığı denetlenmezse gerçeklikle olan bağımız her an kopabilir,
sapabilir ve sapıtabilir. Yani sapanlar ve sapıtanlar durduk yere sapmıyor ve
sapıtmıyor, soyutlama yeteneği yetersiz kaldığı için ve yetersiz kaldığı kadar
sapıyor, sapıtıyor. Tabi bu durumda
sizin ne rejim aleyhtarlığınız kalır ne de halk iktidarı kuruculuğunuz. Ve
kendi tarih(selliğin)ize gömülürsünüz.
Toplumsal gerçeklikte sosyal olaylar, sınıfsal ilişkiler, çelişkiler, süreçler.. birbirlerinden yalıtılmış halde ayrılmış
değillerdir. Onlar bir bütün halindedir ve bütünün ayrılmaz öğeleridir. Nasıl
ki Dünyamız güneş sisteminin dışında kendi başına, ayrı olarak, yalıtık halde
var değilse, doğadaki, toplumdaki her olgu, olay süreç, ilişki-çelişki için de
bu böyledir. Soyutlama yeteneğimiz sayesinde, yani duyumdan, canlı algıdan kendiliğinden
fiili düşünceye geçebilme yetimiz sayesinde, bilginin duyumsal biçiminden soyut
biçimine geçeriz. İşte; bu soyut biçimin(bilginin)
nesne, olgu, olay, süreçten ayrı olarak kendi başına bir gerçekliği olduğu
sanısına kapıldığımız an soyut düşüncenin büyüsüne ve esaretine kapılmış oluruz. Çünkü; hiçbir
kavram ve fikir maddi olgudan ayrı olarak kendi başına var olamaz. Nesnesiz
tümel olmaz yani. Yeşil erik, yeşil ot, yeşil yaprak, yeşil elma, yeşil göz, vb. dışında kendi başına yeşil(lik) yoktur.
Gerçekte hiçbir yeşil varlık ‘genel anlamda yeşil’ değildir, her tekil ve özel
yeşil bir birinden farklıdır ve kendine hastır. Tıpkı kedi veya insan kavramlarının bize her hangi bir kedinin veya
insanın özelliklerini vermemesi gibi, ancak her kedide ve insanda bulunan
kısmi ve ortak özellikleri vermesi gibi.
Ama biz belirli maddi olgu ve olayların, nesnelerin, süreçlerin, özünü bilmek, tanımak için sırf ve sadece duyum
bilgisiyle ve genel anlamda bilgiyle yetinemeyeceğimize göre nesnel gerçeklikten hareketle soyutlama yapmak
zorundayız. Ama o zaman da, gerçekte birbirinden ayrılamaz
olanı, hareket halindeki dinamik nesnel gerçeği, ögeleri bakımından birbirinden ayırmış sınırlamış oluruz. Ve sonuçta soyut belirlemeleri olan bir ‘düşünce somutu’
elde ederiz. Ama onun bir düşünce somutu olduğunu ve gerçek somuttan farklı olduğunu unutmadan! Çünkü daha
önce belirttiğimiz gibi bilmek ve tanımak amacıyla zihin için ve zihinsel işlem
ile üretilen somut ile söz konusu maddi gerçek somutun oluştuğu süreç birbirinden farklıdır.
İşte bu sayede biz, nesnel
gerçeğin, somut bütünün özüne nüfuz
ederiz. Yani bilgi sürecinde soyutlama bir araçtır; amaç değil. Her kim
soyutlamayı amaçlaştırırsa bir kez daha soyut
düşüncenin büyüsüne kapılmış olur işte!. Soyut şeyler, kavramlar doğası gereği algılanamaz, Spinoza’nın dediği gibi ”köpek
kavramı havlamaz” . O yüzden; kendi öznel kavramlarımızı ve fikirlerimizi somut
gerçeklerin yerine koyamayız, hele son
derece çok katmanlı ve değişken sosyal ve siyasal-ideolojik olaylar ve süreçler
söz konusuyken. Aksi takdirde sosyal gerçeği
tahrif etmiş oluruz ve tarihin ileri hareketi karşısında gerici sayılırız.
Mesela yukarda anılan şu deniz kızı kavramına bir bakalım.
Kimse denizde böyle bir deniz kızı görmemiştir. Dans etmeye ve şarkı söylemeye düşkün, denizcileri baştan çıkarıp perişan eden yarı
kadın yarı balık mitolojik kızlardır onlar. Gerçekte, balık vardır ve kız
vardır ama deniz kızı yoktur. Balığın kuyruğunu zihninizde soyutlama yoluyla bacaksız
kız bedeniyle birleştirirsen deniz kızını elde edersin. Hepsi bu! O yüzden deniz kızı kavramı insan zihnimde yapılmış bir soyutlama ve her
soyutlama gibi gerçekte bütün olanı parçalarına ayırmaya dayanır. Gerçekte ne
bacaksız kız ne de kuyruksuz balık vardır hayatta; eğer deniz kızının gerçek
olduğuna inanırsak soyut düşüncenin büyüsüne tutulmuş oluruz. Ve gerçekle bağımızı koparmış oluruz.
Sevgili Can Kaptan, şu doğum gününüzde yazdığım şeylere bakar mısınız? sırası mı şimdi bunların diyebilirsiniz haklı
olarak ama büyülü bir dünyada yaşadığımızdan aldatmacaların en korkuncu
olan soyut düşüncenin büyüsüne yem
olmamak için bu konuya dikkat çekmek
istedim. Neyse; eğer o yalpalı deniz günlerinin gümüşünü
parlatmak isterseniz bu özel gününüzde Kaptanzade Ali Rıza Bey’in hicaz
bestesi size eşlik etsin isterim:
“kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına/ ey ufuklar diyorum yolculuk var
yarına/ ayrılık görülmüşken yar tutmuyor elimden/ misafirim bugün ben gurbet
akşamlarına.” https://www.youtube.com/watch?v=kfkvfa9lrdw
İnsanız; elbette hepimizin kendimizce türlü rüzgarlara kapılıp gitmeleri olmuştur; ama şu hayatta masumiyetimizi bozan deneyim denen o müthiş pratik var ya işte onun sayesinde
tıfıllıklarımızı aşar kusurlarımızı kapatırız ayni zamanda. Aksi takdirde
Paracelsus’un dediği gibi “kendine malik olamayan başkasına ait olur”. ve kendi
pişmanlıklarıyla avunmak zorunda kalır.
Sevgili Can Kaptan daldan dala geçiyorum sanılmasın, nihayetinde
bir doğum günü muhasebesi bu, hayatın anlamı ve sırrına dair söyleşiyoruz işte:
Kur’an-ı Kerim Necm süresi 39.ayette:
“İnsan ancak çalıştığına erişir” buyurulmuştur. Dolayısıyla çalışmadan,
çalarak, talan ederek, sömürerek, her hangi bir ürüne erişmek dinimizce de
yasaklanmıştır. O yüzden anafordan kimse
öyle zengin olamaz; insan kardeşlerini ezerek, sömürerek büyük servetler biriktiremez; tekelci sermaye sahibi
olamaz. İslam’da Kenz yasaktır.
Mal, para biriktirmek haramdır; ihtiyaç fazlası ihtiyacı olana dağıtılmalı.
Son tahlilde inananlar Allah indinde takva ve zühd’den yargılanacaktır. İstisnasız herkesin çalıştığı ve çalışarak herkesin
insan kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşıladığı bir toplumda, çalışma, artık; ücret esaretinden kurtulma anlamına
geleceğinden, bir angarya, zorsunarak yapılan bir iş olmaktan çıkacak yaşamın
ana ihtiyacı ve temel gayesi olacaktır. Ve
insanlar nihayetinde gitmek istedikleri
yöne doğru gidecektir, Orhan Veli’nin “hürriyetine doğru” şiirinde olduğu gibi:
“(..)
Heeey
Ne
duruyorsun be, at kendini denize;
Geride
bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor
musun, her yanda hürriyet;
Yelken
ol, kürek ol, dümen ol balık, su ol;
Git
gidebildiğin yere.”
Sevgili Can Kaptan, bu doğum gününüzde, filmlerini defalarca izlediğiniz sizin gözde yönetmeniniz Akira Kurosawa ‘nın İşveçli meslektaşı İngmar Bergman’a doğum günü vesilesiyle yazmış olduğu mektubu sizinle paylaşmasam olmaz:
“Saygıdeğer Bergman Bey,
İzninizle yetmişinci yaş gününüzü kutlayayım. Eserlerinizi
her izlememde derinden etkileniyorum. Şimdiye değin onlardan çok şey öğrendim
ve cesaret buldum. Bizlere daha fazla harika film üretmeniz için sağlığınızın yerinde olmasını diliyorum
Japonya’da, Meiji Dönemi’nde (19.asrın sonu), Tessai Tomioka
adında bir sanatçı yaşamış. Bu sanatçı, daha genç yaşında, pek çok harika tablo
çizmiş ve seksen yaşına bastığında, ansızın öncekilere kıyasla çok daha üstün
tablolar çizmeye başlamış; adeta olağan üstü bir patlama yaşıyormuş. Onun
tablolarını ne zaman görsem, bir insanın ancak sekseninden sonra esaslı eserler
ortaya koyabileceğine kesinkes emin olurum.
İnsan, bir bebek olarak doğar, bir çocuk olur, hayatının
baharını yaşar ve nihayet hayatın kapanışını yapmadan evvel bebekliğe geri
döner. Bu, bence, mükemmel yaşam biçimidir.
Sizin de katılacağınızı sanırım: Bir adem, her hangi bir
kısıtlama olmadan, arı eserler üretmeye ikinci çocukluk günlerinde vakıf olur.
Şimdi yetmiş yedi (77) yaşındayım ve asıl işimin henüz
başladığına ikna olmuş haldeyim.
Filmlerin hatırına, yaşama birlikte tutunalım.
En kalbi hürmetlerimle,
Akira Kurosawa”
Sevgili Can Kaptan siz daha 66’sındasız, kim bilir ileriki
yaşlarınızda ne eserler üreteceksiniz.
Keza hayranı olduğun ve odanızda resmi asılı olan (Kanagawa
Açıklarında Büyük Dalga) Japon ressam Hokusai de bakın neler yazmış:
“Altı yaşımdan beri nesnelerin biçimini kopyalama tutkum
vardı ve elli yaşımdan beri pek çok çizim yayınladım, ancak yetmişinci yılımda
çizdiğim tüm çizimlerin arasında dikkate almaya değer hiçbir şey yok. Yetmiş üç
yılda hayvanların, kuşların, böceklerin ve balıkların yapısını ve otların ve
bitkilerin yaşamını kısmen anladım. Ve böylece seksen altıda daha da
ilerleyeceğim; doksan yaşımda onların gizli anlamlarına daha fazla gireceğim ve
belki yüze gelindiğinde belki de gerçekten harikulade ve ilahi seviyeye ulaşmış
olacağım. Yüz on yaşında olduğumda her nokta her satırın kendine ait bir ömrü
olacak”
Sürekli daha iyi şeyler üretmek ve kendini aşmak isteyen
Hokusai, 89 yaşında ölüm döşeğinde “keşke gökyüzü bana bir beş, on yıl daha
hayat verseydi o zaman gerçek ressam
olabilirim..” dediği söylenir.
Bana ‘niye beni böyle büyük sanatçılarla kıyaslıyorsun ben birin
dördünden yoksulluk sınırı altında sabit gelirli emekli
bir memurum artık’ diyebilirsiniz, fakat kim olursanız olun, her
insanın içinde üretken ve yaratıcı bir cevher vardır, önemli olan onun açığa
çıkarılmasıdır. Douglas Malloch’un şiirini bilirsiniz ne diyordu orada:
“Dağ tepesinde bir çam olamazsan/ Vadide bir çalı ol./ Fakat
oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın./ Çalı olamazsan bir ot parçası ol bir
yola neşe ver./ Bir misk çiçeği olmazsan
bir saz ol./ Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın./ Hepimiz kaptan
olamayız tayfa olmaya mecburuz. / Dünyada hepimiz için bir şey var./ Yapılacak
büyük işler küçük işler var./ Yapacağınız iş size en yakın olan iştir./ Cadde
olamazsan patika ol./ Güneş olamazsan yıldız ol./ Kazanmak yahut kaybetmek ölçü değildir. Sen her neysen onun en iyisini
olmalısın.”
Evet sevgili Can
Kaptanım, bu dünyaya yaşama geldik elbette hepimiz; ama insan kendince,
kendinden bir iz, bir eser , “hoş bir seda” bırakıp gitmeli bu dünyadan insan
kardeşleri için. Ne dersiniz? Yoksa sizden geçti mi ? Bana sorarsanız bunun
yaşı olmaz. Yani; insan kendi mutluluğu ve sevinci için hangi yaşta olursa olsun bunları yapmak için henüz çok erken ya da çok geç
dememeli yapacağı işe koyulmalı. Unutmayınız, Cervantes Don Kişot’u altmışına merdiven
dayadığında yazmaya başlamıştı.
Yılların saçı sakalı ağardığında kimi pişmanlıklar kalmasın diyorsanız hatıralara biraz vakitlice çaba
göstermeniz gerekir. Cahit Sıtkı Tarancı
bakın bu duyarlığı nasıl yakalamış:
İçimi titreten bir sestir her gün./ Saat her çalışında tekrar
eder:/ “Ne yaptın tarlanı, nerede
hasadın/ Elin boş mu gireceksin geceye?/
Bir düşünsen: yarıyı buldu ömrün./
Gençlik böyledir işte, gelir gider;/ Ve kırılır sonra kolun kanadın;/ Koşarsın pencereden pencereye”/ Ah o kadrini bilmediğim günler,/ Koklamadan attığım gül demeti/ Suyunu sebil ettiğim o çeşme/ Eserken yelken açmadığım rüzgar!/ Gel gör ki,
sular batıya meyleder,/ Ağaçta bülbülün sesi değişti,/ Gölgeler yerleşiyor
pencereme ;/ Çağınız başlıyor ey
hatıralar.
Sevgili Can Kaptan lütfen kederlenmeyin öyle, hepimizin şöyle ya da böyle eserken yelken açmadığı rüzgarları, koklamadan attığı gül demetleri, suyunu sebil ettiği çeşmeleri ve kadrini bilmediği günleri olmuştur, önemli olan Nazım’ın dediği gibi “yeter ki kararmasın sol memenizin altındaki cevahir”
Ömür dediğiniz şey geçip gidiyor işte, önemli olan
onu anlamlı kılmak, hadi şimdi Bilge Özgen’in o hicaz şarkısını Zeki Müren’den
dinleyelim:
“dediler zamanla azalırmış sevgiler olsun bana seninle geçen
günlerim yeter. Nasıl olsa her
şeyin zamanla sonu yok mu ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?"https://www.youtube.com/watch?v=W8zrn8yYPHA
Can'a can katan nice yıllara Can Kaptan'ım..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder