28 Haziran 2024 Cuma

 

BİLİM/İDEOLOJİ SORUNSALI ÜZERİNE* 

 

Hegel’in keşfi olan diyalektik yöntem işe her şeyden önce gerçekliğin kavranması sürecinde doğa bilimlerine özgü yöntemin eleştirisiyle başlar. Bu yöntemin temel ilkesinin ayırma ve soyutlama olduğunu söylemeliyiz: nesnenin kendisini nesneye ait olmayan, ona dışardan gelen öğelerden kesin bir çizgiyle ayırır bu yöntem. Böylece nesne iki cepheye bölünmüş olur: nesnenin kendi başına ya da “kendi içinde” sahip olduğu “asıl” varlığı ve başka bir şeyle olan ilişkisinde o “başkası için” ya da “dışardan” sahip olduğu “yüzeysel”, raslansal, zemine, zamana ve kişiye göre değişen varlığı ( an sich ve für anderas varlıkları). Diyalektik böylesi bir bölünmenin kendi içinde çelişkili, sakat bir işlem olduğunu gösterir bize. (Hegel Üstüne adlı kitabında W.T.Stace, Kant eleştirisi bağlamında iyi, kolay anlaşılır bir anlatımını becerir bunun.)

Bir nesneyi ele alalım ve onu başlı başına, olduğu gibi kavramaya çalışalım. Diyeceğiz ki bu nesne şudur, şöyledir, şöyle bir takım yasa ve mekanizmalarla işler, karakteristik tavır ve tepkileri şunlardır.  Böylece nesneyi vazetmiş (ortaya koymuş, kuvveden fiile çıkarmış, üretmiş) oluyoruz. Bu, nesne hakkındaki tezimiz. Tezimizin gerçekten nesnel ve bilgimizin gerçekten nesnenin bilgisi olabilmesi, saydığımız belirlemelerin nesnemizin bizzat kendisinde olmasına bağlıdır: öyle ki biz ya da herhangi bir gözlemci olmasa, hatta dünyada başka hiçbir şey olmasa da nesne bu özelliklere sahip olmalıdır.

Bu yaptığımız bir tecrit, soyutlama işi olduğuna dikkat etmeliyiz. Gerçekliği oluşturan sonsuz sayıda nesneler, etmenler, kavramlar, etki-tepkiler, benzerlik ve izlenimler yığını içinden bir yumağı alıp onu sınırları çizilmiş, tecrit edilmiş ayrı bir gerçeklik (mücerret bir gerçeklik) olarak kavramaya çalışıyoruz. Nesnenin kendi gerçekliğine sahip olduğunu söylemekle zaten evrende başkaca hiçbir şey olmasa bile nesnenin tek başına bu gerçekliğe sahip olacağını söylemiş ve tasavvurumuzda evrenin geri kalan kısmının üstününü çizip nesneyi mutlak yalnızlığıyla baş başa bırakmış oluyoruz. Bilim her şeyden önce bir soyutlama, bütünün öğelerini birbirinden ayırma çabasıdır.

Soyutlamayı gerçekleştiren ayrım çizgisi, aynı zamanda karşıtlık çizgisidir. Nesne hakkında bir tez önermekle, bir yanda nesnemiz ve onu tanımlayan belirlemeler, öbür yanda nesnemizi tanımlayan belirlemelerin dışında kalan, nesnemize ait olmayan, nesnemiz-olmayan şeyler vardır diyoruz. Bir yanda nesnemiz, öbür yanda nesnemizin olumsuzlaması. Diyelim ki nesnemiz “şu”dur; bunu böylece belirtmekle yaptığımız, evreni, şu anda burada bulunmak ve bulunmamak ekseni boyunca ikiye ayırmaktır. Ya da nesnemiz örneğin “kağıt” kavramı ise ve bunu bilimsel olarak tanımlamaya çalışıyorsak, yaptığımız yine evreni “kağıt”ı tanımlayan a,b,c,d.. özelliklerine sahip olan ve olmayan öğeler diye ikiye bölmek olacaktır. Öyle ki artık herhangi bir nesneye baktığımızda “bu kağıttır” ya da “değildir” diye yargımızı verebileceğiz.

O halde nesneyi belirlemek, aynı zamanda zorunlu olarak nesneyi öteki nesnelerin karşısına koymak ya da öteki nesnelerle bir ilişki içine sokmak demektir. Nesneyi öteki şeylerden bağımsız kendi başına bir gerçeklik olarak tanımlayabilmek, ister istemez onu öteki şeylerle belli bir ilişki ( antitetik bir ilişki, bir karşıtlık ilişkisi) içine sokmak demektir. Nesnenin kendisini belirleyen, onu bilmemize tanımlamamıza, parmağımızı üstüne koymamıza imkan veren tüm öğeler, ancak bir takım başka şeylere göre bir anlam taşır. Evrende bir tek nesne olsaydı, o nesneyi tanımlamak imkânsız olurdu.

Demek ki, nesne hakkında kendi başına bir şey söyleyebilmemize imkân yoktur. Söyleyebileceğimiz her şey, nesneyle bir takım başka şeyler arasındaki ilişkiyi, kıyaslamayı, oranlamayı, bir etki/tepki, etkinlik/ edilgenlik, olumluluk/ olumsuzluk bağını ifade der. Amacımızsa nesneyi hala “olduğu gibi”, ilişkileri ne olursa olsun değişmeyen (baki kalan) “özü” ile kavramaktır-bilimin başka bir amacı olamaz. Oysa karşılaştığımız nedir? Tezimizde ortaya koyduğumuz belirlemelere nesnenin kendisi bakir halde sahip olamaz; bunları ancak dışarısı ile ilişkisinde kazanmaktadır. Nesne bir kere vardır: bilim bunu ısrarla savunmamızı gerektirir. Sonra bu nesne başka nesnelerle bir takım belirli ilişkilere sokulduğunda bu belirlemeleri kazanmaktadır.  Ortada eklenen bir şey söz konusu olduğuna göre, demek ki nesnenin kendisi bakir halinde, bu eklenen şeylere sahip değildir. Öyleyse nesnenin “kendisi“, yukarıda söz ettiğimiz ayrım çizgisinin öbür tarafına düşmektedir. Eğer nesne a, b, c, d… diye belirleniyorsa, nesnenin “kendisi”, a, b, c, d… olmayan bir şeydir; a, b, c, d,… belirlemeleri nesneye dışarıdan gelmektedir. Böylece bu defa, yukarıda söylediklerimizin tam tersine nesneyi tanımlarken kullanmış olduğumuz belirlemeleri olumsuzlamış, inkâr etmiş oluyoruz. Bu da antitezimiz.

Hemen burada durum muhasebesi yapalım: Nesnel bir bilgi edinmeyi amaçlayan çabamız kendi kendisiyle çelişkiye düştü. İleri sürdüğü her tezin aynı zamanda ve aynı nesne hakkında geçerli olmak üzere antitezini de savunmak durumundadır. Başta benimsediğimiz nesne kavramı da bir paradoksa dönüşmüştür: nesne kavramı hem tanımı gereği sadece kendi kendisinden kaynaklanan bağımsız bir gerçekliği karşılar, hem de bu nesne hakkında söylenen her şey nesnenin bir başka şeyle kurulan ilişkisine dayanır ve dolayısıyla nesnenin tanımı gereği varsaydığımız “asıl kendisi“  ne olduğu bilinemez bir sır haline girer.  İlkin çok doğal, anlamı açık ve berrak bir şeymiş gibi görünen  “nesne”  şimdi bulanmış, bakire ana ya da üç köşeli dörtgen  cinsinden bir anlamsızlığa dönüşmüştür.  Dolayısıyla bu nesneyi keşfetme çabamız, yani bilimsel çalışma, şimdi hayali, imkânsız, irrasyonel bir kavramın peşinde boşuna bir telaş olmak durumuyla yüz yüzedir. Arayıp bulmaya çalıştığımız şey, acaba var olması imkânsız bir şey midir? Eğer nesnelerin basit algılanışından, ya da doğa bilimlerinden söz ediyorsak, şartlı bir hayır; nesnemiz kendi kendini kavramaya çalışan toplum ya da birey ise, kesin bir evet!

Yalnızca algılanan nesneler ve doğa nesnelerinde, nesnenin kendi başına varlığı ile başkası için varlığı iki ayrı temelde durur: nesne ve ondan ayrı duran, onu algılayan ve bilen özne (bilinç). Çelişki aşılsa bile bu iki temelin ayrı kalacağı varsayıldığından, çelişkinin nesneyi değil sadece özneyi ilgilendirdiğini söylemek zorundadır; nesnenin bilgisi bin türlü çelişki ile karşılaşsa bile nesnenin yine de çelişkisiz olduğu sarsılmaz bir inançla savunulabilir.  Doğa bilimleri kendi disiplinlerini şu ya da bu nesnenin nesnel bilgisi olarak tanımlamakla diyalektiği zaten peşinen reddetmişler, çelişkiyi dikkate, umura almayacaklarını önceden ilan etmişlerdir. Bu soyutlanmış alan çerçevesinde doğa bilimlerinin söylediklerine diyalektik ne bir şey katar ne de ondan bir şey eksiltir. Ama bu soyutlamanın kendisi, ya da şöyle diyelim, nesnenin bilgisindeki sonsuz çelişkilere rağmen nesnenin kendisine duyulan sonsuz iman, diyalektiğin başlıca ilgi konularından birini oluşturur.  

Nesnenin kendi başına varlığı ile başkası için varlığının aynı temelde durduğu, özne ile nesnenin aynı varlığın iki cephesinden ibaret olduğu, öznenin kendi kendini nesnel bir şekilde kavramaya çalışılmasından söz ettiğimiz Toplum nesnesine gelince, çelişkiyi hesaba katmadan yapılan soyutlamalar nesnede olsun, öznede olsun, vahim çarpıtmalara yol açmaya başlar.

Evet, şimdi toplumu “nesnel” ya da “ bilimsel “ bir biçimde kavramaya çalışalım. Toplum bir insanlar arası ilişkiler sistemi olduğuna göre, bulmaya çalıştığımız, aslında insanlar arası ilişkilerde ve bu ilişkilerin zaman içinde değişmesinde herhangi bir keyfi ve öznel iradeye bağımlı olmayan öğedir. Adı geçen irade, toplumu yönetenlerin iradesi olabileceği gibi, sadece bireyin ya da bireylerden oluşan örgütlerin de iradesi olabilir.  Toplumda nesnel olan bir öğenin varlığını iddia etmekle bu birey ve örgütlerin toplum içinde bazı isteklerini gerçekleştirmelerinin nesnel bir imkânsızlık olduğunu ileri sürmüş oluyoruz. Bireyler keyfi ve özgür olarak birtakım eylemlere girişirler- ama toplum içinde bu eylemleri sınırlayan, onları yöneten, eylemleri sadece bireylerin keyfi iradesiyle sınırlı olmaktan çıkaran birtakım nesnel güçler vardır.  Nesnel güçlerle kuşkusuz toplumların pozitif birtakım kanun ve kurumlarını ( hükümdar, polis ceza kanunu, TRT kanunu, vs.) kastetmiyoruz; bunlar öznel iradeyle konmuş/kurulmuş ve yine öznel iradeyle kaldırılabilecek şeylerdir. Nesnel güçleri uzun araştırmalar sonunda ve doğa bilimlerine özgü tüm gözlem, deney, vs. yöntemlerini kullanarak yapabiliriz. Sözgelimi uzun iktisadi araştırmalarımız bize, benzinin arz ve talep koşullarının tarafımızdan analiz edilmiş belli karakteristiklere sahip olduğu İstanbul ya da İzmir piyasasında, X gazetesinde çıkan “piyasada benzin yok” yollu bir haberin benzine talebi iki kat artıracağını gösterebilir. Ayni araştırmalar makine fiyatları, hükümetin dış politikası ve makine sektöründeki şirketlerin tahvilat piyasası arasında birtakım ilişkiler bulabilir. Ya da yine benzeri araştırmalarla, toplumların tarih boyunca belli aralarla a, b, c, d, .. aşamalarından geçeceklerini keşfedebiliriz. Belki aristokratik tahakküm altındaki her toplum önünde sonunda çöküp serbest rekabete yol açmak, ya da kapitalist toplum süresini doldurup sosyalist olmak zorundadır. Bunlar nesnel yasalardır. Bireyler ve örgütler, ne yapsalar, ne kadar keyfi davransalar; istedikleri kadar yasaları bilmesinler, inkar ya da protesto etseler, yasalar şu ya da bu yoldan onlara baskın çıkacaktır.

Toplumu yöneten bu yasaları (nesnel yasaları) keşfetmek, ayni zamanda toplum içinde birey ve örgütlerin eylemleri hakkında bir takım normatif yargılarda bulunmamıza imkan açar; nasıl tavuk yumurtasından fil çıkarmaya ya da aya sapanla taş atmaya çalışan birey ve örgütlerin çabaları saçmaysa; toplumun nesnel yasalarına karşı gelmeye çalışan, sözgelimi B aşamasındaki bir toplumda A’ya dönmek  ya da C’ye atlamak için uğraş veren birey ya da örgütlerin çabası da o derece saçmadır. Saçmadır, çünkü amaçlarına ulaşmaları nesnel bir imkansızlıktır; istedikleri kadar çabalasınlar, toplum için vız gelir! Eğer yasalar nesnelse, birey ve örgütler hangi tepkileri gösterirlerse göstersinler hükmünü sürdürecektir.

Toplumun nesnel yasalarının hükmü, birey ve örgütlerin onu uygulayıp uygulamamasına bağlı değildir. Bu fikri çok iyi kavramamız gerekiyor: Diyoruz ki toplumun eğer nesnel birtakım belirleyicileri varsa, artık öznenin bu belirleyiciler karşısında hangi tavrı takındığı hiç önem taşımaz; isterse onları kabul ya da inkâr edebilir, karşı çıkabilir, karşı protesto ya da eylemde bulunabilir vb. Öyleyse birey ya da örgütün kendisi toplum karşısında tamamen özgürdür. Toplumun yasaları hiç yokmuşçasına davranabilir. İradesi ve eylemleri için, belli yasaları olan bir toplunda, şu ya da bu toplumda, herhangi bir toplumda yaşıyor olması hiç fark etmez.- Nasıl ki yerçekimi yasasının sessiz ve sakin nesnelliği bireyi alacağı tavırda tamamen serbest bırakıyor, onu hiç bağlamıyorsa. Toplumsal gerçek, nesnel ve mutlaktır; birey ise tam tersine, bir değişkenlik, keyfilik, belirsizlik içinde yaşar; toplum karşısında mutlak biçimde özgürdür.

Sadede gelelim. İki ihtimal karşısındayız: a) ya yasaların hükmü bireylerin bu yasalara uymasına - kendi istekleri ile ya da zorla- bağlıdır; sözgelimi bireyler yasalara uymayacak olurlarsa yasalar yürümeyecektir;  demek ki yasalar nesnel değildir, birey ve örgütlerin iradesine bağlıdır; birey ve örgütlerin iradesinden başka ayrıca bir toplumsal gerçeklik yoktur; toplumbilimimiz iflas etmiştir; b) ya da toplumun yasaları, bireylerin eylemleri ne olursa olsun geçerlidir. Toplumsal kader ve tarihi determinizm insanların kendisine yönelik çabalarını acı bir alayla bir yana iter. Bu halde de şu soruyu sormayı hak kazanıyoruz: Bu yasalar eğer bireyler eylemlerinde kendilerinden bağımsızken de hükümlerini sürdüreceklerse, bu hükmü kimin üzerinde sürdüreceklerdir? Eğer bireyler bu yasalardan bağımsızsa, bu yasalar neyi yöneten yasalardır? Kitleler şunu ya da bunu yapmaya karar verirse, determinizmin kararlarını kim uygulayacaktır?

Bu soruların cevabı yoktur. Toplumun “bilimi” tam bir anlamsızlıktan ibarettir.  “Toplumun nesnel yasaları” kavramının bütünüyle anlamsız bir kavram olduğunu bir süre kavramayabiliriz. Ama çelişki açıktır ve hemen olmazsa bile önünde sonunda bu gerçeğe çarpıp kalmamız kaçınılmazdır.

Toplum “bilimcileri” de durumun farkındadırlar aslında ve bunu iki karakteristik yoldan açığa vururlar:

a)     Hiç farkına varmaz görünüp en toplumsal determinizmden en bireysel determinizme düşmek. Bu, klasik anlatımını burjuva akademik toplum “bilimlerinde” bulur. Toplumun yasalarına nesnellik izafe etmenin gerçekte bireyi bu yasalar karşısında özgür bırakmak olduğunun pekala bilincinde olan “bilimciler”, yasaların varolduğunu ve bireyin eylemlerini gerçekten yönettiğini hala iddia edebilmek için, bu defa tezlerini tam tersine çevirmek zorundadırlar- toplumda gerçekten yasalar vardır ve nesneldir, ama bunlar toplumun değil bireyin yasalarıdır. Bireyin, örneğin kendi çıkarlarını gözetmek, güvenliğini arttırmak, yiyecek giyecek bulmak, mülk edinmek ve soyunu sürdürmek gibi içgüdüleri vardır; ya da doğanın ekolojik dengeleri onun davranışlarını etkilemektedir; ya da beyin hücrelerinin yapısı, kimyasal bileşkenleri, falan filanı belli davranış kalıplarına göre programlanmıştır. Böylece benzin örneğini alırsak, toplumda arz ve talebi yöneten nesnel bir yasanın varlığı gerçekte bir optik yanılsama gibidir; aslolan sadece tek tek bireylerin doğal davranışlarıdır. Robison Crusoe nasıl havada fırtına belirtileri görüp keçileri ağıla kapatırsa, modern insan da benzin darlığını duyunca iki misli benzin alır. Topluma özgü ya da toplumu tanımlayan bir yasadan söz etmek aslında anlamsızdır, çünkü gerçek olan, sadece  toplum olsa da olmasa da ayni kalacak olan, dolayısıyla toplum gerçeğinden hiçbir şekilde etkilenmeyen, ondan bağımsız bireysel eylemlerdir. Toplum yoktur, birey vardır. Toplum adı verilen şey, hepsi de kendinden başka hiçbir şey yokmuşçasına kendi doğal eğilimlerine yani – Wool’fun Septimus’un deyimiyle- insan tabiatına uyan çok sayıda insanın çatışıp kaynaşmasından, tek tek eylemlerin toplamından, istatistik ortalamasından ibarettir.

b)     Çelişkinin ikinci açığa vuruluş tarzı, hiç farkına varmaz görünüp en nesnelci determinizmden en öznelci voluntarizme düşmektir. (Klasik faşist düşünce ve ne yazık ki Stalinizm örneği vb..)  Şöyle denir: madem ki toplumun ve tarihin nesnel yasaları vardır, bireyler ve örgütler ne yaparlarsa yapsınlar bunlar işlemelidir. Fakat birey ve örgütlerin yaptıklarından başka tarih ve toplum olmadığına göre, eğer birey ve örgütler eylemlerinde özgürse, demek ki bu yasaların hükmü yoktur.  Bu çelişki gündeme gelince yukardaki cümlenin ikinci yarısı paranteze alınır, zihnin karanlık bir köşesine gönderilip unutulur ve cümle yeniden şöyle kurulur: Madem ki toplumun yasaları vardır, bu yasaların var olabilmesi için toplumun ve onu oluşturan birey ve örgütlerin bu yasalara uyması gerekir. Söz gelimi toplumun B aşamasından C aşamasına geçeceği “bilimsel” bir gerçekse, bazı birey ve örgütlerin buna karşı çıkması saçmalıktır, bunlar “tedavi” edilmelidir. Aklın yolu tektir, vb...

Sonunda varılan nokta şudur: toplumun ve tarihin yasalarının hükümlerini sürdürebilmesi, toplumun onlara uymasına bağlıdır. Tüm bireyler ne pahasına olurlarsa olsunlar bu yasalara uyacaktır.  Demek ki yasaların varlığı birey ve örgütlerin tümünün onlara uymaya karar vermesine bağlıdır; bir irade ve eylem sorunudur. Bu eğilim bu muazzam tarih fetişizmi bu mantık çukurundan kendini kurtaramazdı: toplumun ve toplumların evriminin nesnel yasalarca yönetildiğini iddia eden “bilimsel” teori, ister istemez tam tersine dönüp, evrimin tek kuralının bireysel irade olduğunu söyleme noktasına geldi. Tez ile antitez, toplumun nesnel yasaları vardır iddiasıyla toplumun yasalarını biz uygulayacağız iddiası aynı anda ileri sürüldüğü halde kimse çelişkinin farkında değildi ya da daha doğrusu değil gözüktü. Farkında olmayanlar bugün sosyalist harekette hala çoğunluktadır: ayni ağızla hem sosyalizme geçişin nesnel bir zorunluk olduğundan hem de partinin mutlak önderliği ya da devrimci kahramanlıktan söz edenler her an yanımızda yöremizdedir.

Özetliyorum: toplumun bireyden bağımsız nesnel yasaları olduğu düşüncesi ve bu düşünceden kaynaklanan reflektif toplum “bilimleri”, sonuçta toplumun sadece ve sadece birey ve örgütlerin her türlü toplumsal  belirlemeden bağımsız irade ve eylemlerine dayandığını söylemek zorundadır. İddia, kendi kendisini çürüten, söylemek istediğinin tam tersini söyleyen bir iddiadır.  Aldığı iki biçimin her ikisi de sonunda, farklı şekillerde de olsa, toplumu yok sayma noktasında birleşmektedir.

Toplum “bilimlerinin” bilinçsiz varsayımı, hiç kuşkusuz, burjuva ideolojisidir. Diyalektik olmayan Toplum bilimi Burjuva ideolojisine aittir.

Burjuva ideolojisinin ilk tezi, bireyin içinde bulunduğu somut toplumsal ve tarihi konum ne olursa olsun irade ve eylem bakımından mutlak özgürlüğe sahip olduğudur. (K.Marx, Grundrisse, İst.,1980. Bu kitapta Sevan Nişanyan, Sunuş’unun ikinci bölümünde bunu iyi anlatır.) Birey her zaman için toplum-dışı bir adacıkta kendi özgürce belirlediği çıkarlarını kollayan bir Robinson’dur. Ya da yine ayni adacıkta, toplumdan bağımsız olarak karar verdiği birtakım ilkeleri toplumdan bağımsız olarak uygulamaya çalışan bir Robinsonlar örgütü. Tarihi ve toplumsal koşulların değişmesi onun sadece hesaba katması gereken etmenleri, elinin altındaki araçları değiştirir, kendisini değil. Birey ya da örgüt kendi başına verili olan bir mutlaktır; toplum ve tarih ise bireyin veya örgütün kendisini değil sadece dış görünüşünü ve dış ilişkilerini, amaçlarına ulaşmak için kullandığı araçları değiştiren dışsal (raslansal) bir değişken.

Burjuva ideolojisinin ikinci tezi, baştan beri üzerinde durduğumuz, toplumun kendi başına verili bir mutlak, birey ve örgütlerin ise toplumun kendisini değil sadece algılanışını ve mutlak toplumla girişilen tek tek ilişkileri etkileyen dışsal (raslansal) birer değişken olduğu tezidir. Bir yanda kendi bildiğini okuyan, bireyi dıştalayan toplum: birey ile topumun böyle birbirine yabancılaşması burjuva ideolojisinin kavramsal temelini oluşturur. İki tez kesinlikle birbirini gerektirir ve birbirini tamamlar; birini, ayni zamanda öbürünü de savunmadan, savunmak mantıken imkansızdır. Toplumun nesnel yasalarının, bireylerin toplumdan tamamen bağımsız yaratıklar olmasını gerektirdiğini gördük. Bunların tersi de ayni derece doğrudur: gemi batar, Robinson tek başına kalır, bir başka gemi geçer, Robinson Avrupa’ya çıkar. Eğer kendisi koşullar ne olursa olsun onlardan etkilenmeden kendi yasalarıyla işliyorsa, koşulların gelip geçiciliği de ondan bağımsız olarak, başka dinamiklerle işliyor demektir.

İki tez birbirini tamamlar, fakat birbirinin tam tersi olan iki şey söylerler. Bireyler toplumdan, toplum da bireylerden bağımsızdır- Fakat toplum ve bireyler ayni şeyin iki ayrı adından başka şey değildir. İnsan ve doğa karşılıklı birbirinden bağımsız olabilir, Ahmet ile Mehmet de bağımsız olabilir; ama bir grup birey ile ayni grup birey, ya da bir toplum ile ayni toplum birbirinden bağımsız nasıl olabilir? Ayni birey ve örgütlerden oluşan bütünlük birbirinden bağımsız iki ayrı rolde birden nasıl oynayabilir?

Burjuva ideolojisinin iki ana tezi, bu iki karşıt tez, aynı derecede çelişkili, kendi karşıtlarına dönüşen, dediğini aynı anda tam tersini savunan birer çelişkidir. Bir yanda bireyler ile öbür yanda onların bütünü olan toplum arasında yapılan ayrım, bir tek bütünlüğün iki cephesinin bölünüp birbirine yabancılaşmasından başka bir şey değildir. Birbirinin anti tezi olarak konulan birey ve toplum, bireysel özgürlük ve toplumsal zorunluk, mantıken yanlış ve derin bir bilinç bölünmesine işaret eden kavramlardır. Burjuva ideolojisi, bu iki düşman ikizi aynı anda savunmanın zorunluğu ve imkansızlığın karşısında sonsuz bir huzursuzluk içinde yaşar, bir an savunduğunu bir an sonrasında inkâr etmek, fakat ortada bir çelişki bulunduğunu kesinlikle kabul etmemek, ayni iki karşıt fikri birden savunduğu halde ikisini birbiriyle bağdaştırmamak, birbiriyle yüzleştirmemek, kafasını sürekli olarak en az iki ayrı düzeyde birden çalıştırmak zorundadır.

Diyalektik zorunlu olarak burjuva ideolojisinin çelişkilerini açığa vurmak, yani onu bir gerçeğe tekabül etmesi imkânsız olan bir düşünce sistemi olarak teşhir etmek durumundadır. Toplumu diyalektik yöntemle incelemek, burjuva ideolojisini eleştirmekle eş anlamlıdır, çünkü toplum nesnesinin “kendi başına” haliyle “dışardan” hali arasındaki çelişki, bizzat burjuva ideolojisinin çelişkisidir. Marx Grundrisse önsözünün daha ilk sayfalarını, hatta ilk cümlesini birey ve toplum arasında burjuva ideolojisinde  kurulan ilişkiye hücuma ayırır. Ama teslim etmeliyiz ki burjuva ideolojisinin eleştirisinin burjuva ideolojisinden kurtulmak için yeterli olup olmadığı da şimdilik (açıklamalarda vardığımız bu yer bağlamında) açık bir sorudur. Eleştirdiğimiz bu ideolojiyi ne yapacağız? Yerine hangi “doğru” toplum anlayışını koyacağız? Bu konular Hegel dışına taşan Marx diyalektiğini, daha doğrusu diyalektiğin ötesinde maddeciliği gerektirecektir.

 

                                                         SONSÖZ YERİNE

 

Diyalektiğin toplum babında ( toplumsal-tarihsel gerçekle sınırlandırıldığında) eleştiri sürecinin işleyiş tarzı şöyledir:

Toplum, gelişiminin her döneminde kendini belli bir biçimde kavrar ve bu kavrayışa uygun toplumsal davranış ve ilişki kalıplarını geliştirir. Belli dönemlerde bu kavrayış, toplumun kendi iradesinden bağımsız belli bir takım temel karakteristikler bulunduğu inancını içerebilir. Bu durumda ortada “toplum şudur” diye bir tez vardır ve toplumda kendi kendisiyle ilişkisinde bu tezi temel doğru kabul edip onu fiilen doğrulayan eylemelere girişecektir. Giderek tez üzerinde derinleştikçe (teorik olarak tezi mantıki sonuçlarına götürdükçe ve daha önemlisi pratik olarak söz konusu anlayış çerçevesinde çeşitli toplumsal eylemler uygulandıkça) ortaya çeşitli zorlukların çıktığı görülür. Toplumda “kural dışı” işler olmakta, insanlar doğru olduğu varsayılan toplum anlayışıyla eyleme giriştikçe umulmadık ters sonuçlar alınmakta, bir kural dışılık düzeltildikçe bir başkası boy göstermektedir. Toplum böylece söz konusu tezin yardımı ve aracılığıyla sürekli olarak kendini eleştirir (Diyalektik, gerçeğin kendi kendini eleştirme sürecidir- tanımı böyledir; toplumun diyalektik hareketi de şu yukarıda söylediğimizdir); bozukluklar, terslikler ve krizler çıktıkça doğru varsayılan toplum anlayışıyla eylem ve tavırlar yeniden düzenlenir; çeşitli eylem ve kurumlar yanlış oldukları görülerek düzeltilir, toplumun çeşitli cepheleri tamir edilir; hasılı toplum tedricen yavaş yavaş değişir. Sonun da bakılır ki “toplum şudur” diye ileri sürülen anlayış savunula savunula toplum artık başlangıç noktasıyla ilgisi olmayan bir yere getirilmiştir. Yani başlangıçtaki “toplum şudur” iddiasının yanlış olduğu ispatlanmıştır.

Basit ama paradoksal bir şey bu söylediğimiz. Diyoruz ki toplumun kendini bu kavrayış biçimine uygun eylem süreçleri (ideoloji ve o ideolojiyi temel alan toplumsal üstyapı) ayni zamanda bizzat o kavrayış biçimini ve kendi kendilerini giderek geçersiz kılan, kendi kendilerini eleştiren süreçlerdir.  Toplum şudur diye bir varsayımdan hareket edilir ve ona göre eyleme geçilir; fakat bu eylem ve ilişkiler doğal sonuçlarını üretip terslik ve krizlerle karşılaştıkça görülür ki toplumun gerçekten “şu” olabilmesi için bir takım yeni düzenlemelere (reform ) gerek vardır. Yani şimdiye kadarki eylem ve ilişkiler sistemi ve bunlardan oluşan toplumsal düzen sanıldığı gibi değildi, ancak şimdi öyle olacaktır. “Toplum şudur” derken aslında yanılıyorduk, ya da daha doğrusu ancak şimdi – reformlardan sonra- gerçekleşecek olan bir potansiyelden söz ediyorduk. Dediğimiz ancak şimdi geçerlidir. Ve bunun gibi, önüne sarkıtılan samanı yakalamak için ebediyen koşan eşek misali sürüp giden bir ilerleme: her varsayımın sürekli olarak eleştirildiği, sil baştan edilip yeniden temellendirildiği sonsuz bir süreç.

“Toplum şudur”  cinsinden her tezin, yani toplumun ideolojisinin ve ona tekabül eden üstyapının var olabilmesi için bunun mümkün kılınması, yaratılması, üretilmesi ve yeniden- üretilmesi fikri, diyalektiğin temel taşıdır. “Şu” dur diye gözüken toplum aslında hiç durmadan, tekrar tekrar, her an yeniden yaratılmaktadır. Ya da şöyle diyelim: toplumun durağan görüntüsü, hiç durmayan bir süreç içerisinde üretilmektedir. Toplumu öylece duran bir “şey” gibi gösteren ideoloji ve üstyapı, aslında sonsuz bir eleştiri ve yeniden-üretim sayesinde ayakta tutulmaktadır. Toplum bunun bilincinde olamaz, çünkü toplumun gözünde olay, ebedi bir özün tüm bu değişikliklerin içinde kendini sürekli olarak doğrulamasından ibarettir. Ta ki “toplum şudur” anlayışının kendi bağrından doğan terslikler o anlayışın kendini eleştirip yeniden temellendirme kapasitesinin  ve hızının ötesine geçip süreci bambaşka bir mecraya taşırsınlar.

Bu “taşma”nın, yani devrimin, yapacağını tek cümleyle özetlemek gerekirse: devrim, toplumun ideolojisinin gösterdiği şey olmadığını fakat öyle yapıldığını, sürekli olarak o hale getirildiğini ispat eder; ideolojinin bir nesne gösterdiği yerde devrim bir süreç olduğunu gösterir; ideolojin edilgin ve masum bir oluştan söz ettiği yerde devrim, işin temelini açarak etkin bir “olduruş” keşfeder. Devrimler gündemine hep bunu koymuşlardır.  Toplumun görüntüsünden, yani ideoloji ve üstyapıdan başlanarak, bunu üreten süreçler keşfedilecektir. Toplum nasıl oluyor da böyle gözüküyor? Bunu mümkün kılan üretim süreci nasıl bir üretim sürecidir.

Taşkın Sözdinler


*Yıllar öce, 1985 Nisan’ında ilk sayısı yayınlanan ve künyesinde “hiçbir hakkı mahfuz değildir” diye yazan AKINTIYA KARŞI adında tartışma dizisi dergisi vardı. Dergide egemen düşünce ve anlayışın akıntısına kapılmadan  yüzmeye çalışan bir öbek yazar kadrosunun  siyasi, felsefi, ideolojik, sanatsal, edebi yazıları yer alırdı. İşte AKINTIYA KARŞI’nın 2. Sayısında yer alan o yazılardan birini, Taşkın Sözdinler’in “BİLİM/İDEOLOJİ SORUNSALI ÜZERİNE” adlı zihin açıcı eleştirel yazısını sadece tarihin tozlu arşivinde kalmasın diye sizlerle paylaşmak istedim


 

1 Ocak 2023 Pazar

THEO'YA MEKTUPLAR' DAN BAZI ALINTILAR

 

"Sevgili Theo,

Sana açmak istediğim bir sıkıntım var, ama belki biliyorsun, anlatacağım belki yeni değildir senin için. Sana söyleyeceğim şu: Bu yaz K’yı (Vincent’in dul ve bir çocuklu amcasının kızı) sevmeye başladım ama o bana geçmişiyle geleceğini birbirinden ayıramadığını ve benim duygularıma hiçbir zaman cevap veremeyeceğini söyledi.

İki şık karşısında seçmek zorunda kaldım: Bu “hayır, hiçbir zaman” sözüne boyun eğeyim mi, yoksa işi bitmemiş sayıp umut beslemekten vazgeçmeyeyim mi?

Bu son şıkkı seçtim

Bu arada da var gücümle çalışmaya devam ediyorum, ona rastladığım günden beri çok daha kolay çalışıyorum üstelik.

Onun yanında bir yıl geçirmek onun için de benim için de   hayırlı olurdu ama aileler bu konuda alabildiğine dik kafalı.

Ama anlarsın ki ona yaklaşmak için elden geleni yapacağım; beni sevinceye kadar onu sevmeye kararlıyım.

Sen de zaman zaman âşık oluyor musun, Theo? Olmanı isterdim, çünkü inan bana, küçük dertlerin de bir değeri var. İnsan kimi aman üzgündür, öyle anlar olur ki cehennemde sanırsın kendini ama başka, daha güzel şeyler de vardır.

Üç aşaması var bu işin:

1-Sevmemek ve sevilmemek

2-Sevmek ve sevilmemek (benim durumum)

3-Sevmek ve sevilmek

Bence ikinci aşama birinciden güzeldir, üçüncüye gelince, onun üstüne yoktur!

Haydi, old boy, sen de âşık ol ve aşkını bana anlat, benim durumumu da hoş gör ve anla.

Rappard buraya geldi: epey ilerleme gösteren sulu boyalar getirdi. Mauve da yakında gelir umarım, gelmezse ben giderim ona.

Çok desen çiziyorum, daha iyi gidiyor sanırım, fırçayla daha çok çalışıyorum eskisine kıyasla. Havalar öyle soğuk ki yalnız ev resimleri yapabiliyorum: bir terzi, bir sepetçi vb.

Aşık olur da “hayır, hiçbir zaman” sözüyle karşılaşırsan sakın vaz geçme! Ama sen öyle şanslı bir adamsın ki, senin başına gelmez hiçbir zaman.    ETTEN, 3 Eylül 1881

 

Old boy, bu mektup yalnız sanadır, onu yalnız kendine sakla, olur mu?

Önce sana soracağım: “Hayır, hiçbir zaman” tekerlemelerin soğutmayacağı kadar derin ve ateşli bir aşkın var olabilmesine birazcık olsun şaşar mısın? Ben sanıyorum ki, şaşmak şöyle dursun, bunu tabii karşılarsın, “akıllıca” bir iş dersin buna.

Aşk gerçekten de olumlu bir şeydir, güçlü bir şey, öylesine var olan bir şey ki, seven insan nasıl canına kıymaz ise, bu duygusunu atamaz içinden. Ama diyeceksin ki. “Canlarına kıyan insanlar da vardır.” Ben de derim ki: “Bu çeşit eğilimleri olan bir adam değilim sanıyorum.”

Hayatı gerçekten sever oldum ve aşık olduğuma çok seviniyorum. Hayatla aşk birdir benim gözümde. Ama diyeceksin, “hiçbir zaman, hayır, hiç bir zaman” cevabıyla karşılaşıyorsun. Ben de sana derim ki: Old boy, şimdilik bu “hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman” sözünü kalbimin üstünde sıktığım bir buz parçası sayıyorum.

Bakalım kim üstün gelecek, bu buz parçasının soğukluğu mu, yoksa benim canlı sıcaklığım mı? Bu nazik meselde söz söylemek istemiyorum şimdilik, başkalarına da “yola gelmez, “deli olmalı” gibi laflardan başka söyleyecek bir şeyleri yoksa, konuşmamalarını dilerdim. Hoş, Grönland ya da Yeni Zemlya’dan gelme, şu kadar metre yüksekliğinde, kalınlığında ve derinliğinde bir buzdağıyla karşılaşıp da bu koca yığını eriteceğim diye yüreğime bassaydım, duruma kötü denirdi elbet.

Ama mademki şimdilik geminin baş bodoslaması bu çapta bir buz yığınına çarpmadı, mademki boyuna “hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman” dediği halde, boyu, eni ve genişliği birkaç metre olmaktan çok uzaktır ve iyi ölçmüşsem, pekala kucaklanabilecek durumdadır, davranışımın neden “çılgınca” olduğunu daha anlamış değilim.

Demek ki ben kendi hesabıma “hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman” adlı buz parçasını bağrıma basmaktan başka çare bulamıyorum ve onu bu yoldan eritip yok etmeye çalışıyorsam kim ne diye bilir bu çabama?

Bilmem hangi fizik kitabında buzun erimez olduğunu okudular?

Bu kadar çok sayıda insanın işi fazla ciddiye aldıklarını görünce üzülesim geliyor ama kendimi üzüntüye kaptırıp yüreğimin gücünü de yitirmek istemiyorum. Tam tersine.

Canı isteyen üzülsün, ben bıktım üzüntüden. Çayırkuşu bahar günü ne kadar neşeliyse, o kadar neşeli olmak istiyorum. “Gene sevmek” şarkısından başka şarkı söylemek gelmiyor içimden. Sen bu “hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman” sözü üstünde durur muydun, Theo? Hayır, senden tam tersini umarım. Ama öyle adamlar var ki, onlar, “bilmeden” ve herhalde iyi niyetle, bağrıma bastığım buz parçasını söküp atmaya uğraşıyor ve ne yaptıklarının farkına varmadan, yanan aşkımın üstüne soğuk su atıyorlar.

Ama eminim ki kovalar dolusu su bile soğutmaz benim aşkımı; şimdilik öyle, old boy.

Ya bazı insanların şu imalarına ne dersin: hazırlanmam lazımmış, yakında benden daha iyi, daha zengin bir adamla nişanlandığını duyacakmışım, çok güzelleştiğinden birçok kısmetler çıkacakmış üstelik de “kardeşliği” aştığım zaman (sınırı nerde bunun?) bana karşı fazla bir duygu beslemiyormuş, ben de “bu arada” benim için daha hayırlı olabilecek bir fırsatı kaçırırsam yazık olurmuş!..

“Yalnız o, başkası olamaz” demesini bilmeyen adam aşkın ne olduğunu bilir mi? -Bana bütün bunları söylediklerinde yüreğim, gönlüm, zekâm, bütün benliğimle “yalnız o, başkası olamaz.” diye duydum içimde. Yalnız o, başkası olamaz dediğim zaman size “Bu sizinkisi zaaf, tutku, çılgınlık, dünyadan habersiz,” diyenler, üstelik da sakınmanızı, işleri tatlıya bağlamanızı salık verenler olur. Benden uzak olsun bu çeşit düşünceler!

Zaafım gücüm olsun, başkasına değil, ona bağımlı kalmak istiyorum, elimden gelse de bağımsız olmak istemem ondan.

Bir başkasını sevdi ya, kopamıyor o geçmişten ve yeni bir aşk düşüncesi ürkütüyor belki onu. Ama bir söz var, belki bilirsin: “İnsan sevmeli, sonra sevgisinden kopmalı ve yeni baştan sevmeli!”

“Sen de yeni baştan sev, sevdiğim, sevdiceğim sevgilim!”

Hep geçmişi düşündüğü, kendini büsbütün geçmişe verdiği besbelli. Ben de ne yapayım, duygularına saygım var, derin yası bana dokunuyor, sarsıyor beni ama onun belalı yanı da kaçmıyor gözümden.

Yüreğim yumuşayabilir ama kendim çelik gibi sağlam ve kararlı olmalıyım. Onda yeni bir şey uyandırmaya çalışmalıyım, eski sevgisi ortadan silinmese de, onun kadar yaşamayı hak eden yeni bir duygu yaratmalıyım.

İşte bu yüzdendir ki atıldım bu işe, başında hantal ve beceriksizdim ama sonra kararlıolarak: K. Sizi kendimi sevdiğim kadar seviyorum dedim. İşte o zaman da bana : Hiçbir zaman, hayır , hiçbir zaman, karşılığını verdi.

“Hayır, hiçbir zaman!” Ne denir buna? Ben “gene sevmelisin” dedim. Bakalım sonunda kim üstün gelecek. Tanrı bilir, ben sunu biliyorum ki “that l had better stick to my faith.”

Bu yaz o “hiçbir zaman, hayır, hiçbir zaman” sözünü duyunca, Allah’ım ne feciydi, sonsuzluğa dek cehennem cezasına çarpıldığımı sandım başlangıçta ve o anda sanki gerçekten yere fırlatılmış gibi oldum.

Ruhuma çöken o anlatılmaz sıkıntı arasında birdenbire karanlıkta doğan bir ışık gibi bir fikir parladı: vazgeçebilen vazgeçsin ama inanabilirsen inanmaya bak. O zaman vazgeçmiş bir insan olarak değil, inanan bir insan olarak doğruldum ve “yalnız o, başkası olamaz” düşüncesinde karar kıldım.

Ama diyeceksin ki, kandırabilirsen neyle yaşayacaksın? Yahut da elde edemeyeceksin onu- ama hayır, sen böyle bir şey söylemezsin. Seven yaşar, yaşayan çalışır, çalışan ekmeğini çıkarır.

Bunun içindir ki rahat ve güvenliyim işte: bu durum çalışmamı etkiliyor, çalışmam da gitgide sarıyor beni, başaracağımı anlıyorum da ondan. Olağanüstü bir şey yaratacağımdan değil, terine olağan bir şey yaratacağımı sezinliyorum, yani bir varlığı olan, faydalı olabilecek, sağlam, “tutarlı” bir eser. Var gücümüzle gerçeğe ermenin en kestirme yolu gerçek bir sevgidir bence. Gerçeğin içinde yaşayan yanlış bir yolda olabilir mi? Sanmam.

Ama neye benzetsem aşık olma durumunun yarattığın o kendine özgü duyguyu ve bilinci? İnsan hayatta gerçekten âşık oldu mu yeni bir kıta keşfetmiş gibi oluyor.

İşte bunun içindir ki senin de aşık olmanı diliyorum ama bunun için bir “aşk” bulmak gerek; bu aşkı bulmaya gelince, derim ki başka işlerde olduğu gibi aşkta da arayan bulur ve bulduğumuz gün kendimizi becerikli değil, mutlu saymalıyız.

ETTEN, 7 Eylül 1881

 

Ama aşk çok güçlü olduğu içindir ki, biz gençken (yani 17, 18, 20 yaşlarında) dümenimizi iyi kullanabilecek kadar güçlü olamayız çoğu zaman.

Bak bence tutkular gemimizin yelkenleridir.

20 yaşında olan biri duygusuna büsbütün kaptırır kendini, yelkenlerini fazla şişirir, gemisi su alır ve batar ya da çıkar.

Oysa direğine ihtiras yelkenini hisa edip de hayat denizinde kazasız belasız, batıp çıkmadan ilerleyen adam gider gider de bakar ki sonunda olmayacak durumla karşılaşır, o zaman da yelkenim bana yetmedi demek zorunda kalır, daha bir metre kare yelken edinmek için varımı yoğumu verirdim, der. Ama bulamaz aradığını ve umutsuzluk içindedir.

İşte o zaman başka bir güçten de faydalanabileceği aklına gelir; o güne dek hor gördüğü, sintinede saklı kalan başka bir yelkeni kullanmak aklına gelir. O yelken kurtarır onu.

“Aşk” yelkeni onu kurtaracaktır ama onu açmazsa, varamayacaktır ereğe.

ETTEN, 12 KASIM 1881"


* Theo'ya Mektuplar, Vincent Van Gogh, Remzi Kitabevi, 2017

 

 

11 Ekim 2022 Salı

ANTİK ROMALILARA SESLENİŞ

 

Şu “Sansür Yasası” münasebetiyle bu gün içimden Antik Romalılara seslenişim* geldi:

Ey Romalılar, Roma İmparatorluğunun yiğit yurttaşları**, dostlarım, tarihte nice iyi krallar, iyi imparatorlar yetiştirmiş siz yüce Roma halkı, hepinizi kalbimin olanca sevgisiyle  selamlarım.

Öncelikle hepiniz kölelerinizle bin yaşayın emi! Kölesiz bir yaşamın zorluklarını benden iyi kimse bilemez. Vaktiyle ne kölesiz günlerim olmuştu zaten yoktular!! Ama baş tanrı yüce Jüpiter’e şükürler olsun ki hepsini aşmayı bildim. Tabi Tanrıça Fauna’nın kehanetleri ve Tanrıça Fortuna’nın servet birikimime yardımları olmasaydı işim bi hayli zor olurdu herhalde.

Romalılar, dostlarım,

Biliyorsunuz yakın bir zamanda Roma’da senato ve konsül seçimleri olacak. Ortalıkta bir söylenti dolaşıyor, yok efendim neymiş güya bu seçimlere hile karışacakmış; şu olacakmış, bu olacakmış.. sakın ola ki ortalıkta dolaşan bu söylentilere kulak asmayın. Bunlar yalan!! Dış güçlerin yani baş düşmanımız Galyalıların uydurduğu söylentiler!! Benim olduğum yerde hile olmaz, olamaz!! Bu söylentileri yayan işbirlikçi hainleri biliyoruz, kamu güvenliğinden sorumlu 1.lejyon komutanımız boş durmadı gece gündü çalıştı isim isim tespit etti hepsini. Hatta içlerinde bu yalanları yaymak için ayda 100 gümüş sikke maaş alanlar bile varmış. Çoğu, Kılcus Baykemlus’un taraftarı. İçlerinde bazı senato üyeleri de var, onların da yargılanması ve ‘ejectio e senatu’ ( senatodan çıkarılma) cezasına çarptırılmaları için yüce yargı gereğini yapacak zaten ( aksi takdirde bir gece yarısı İmparatorluk kararı ile Büyük Roma'nın  doğu eyaletleri de olduğu yargıçlara hatırlatılır.) 

Romalılar, dostlarım, cengaverlerim!!

Şimdi bu abuk sabuk söylentileri ortaya atanlar seçim zamanı kim bilir neler uydururlar hakkımda. Benim, pardon Roma’nın yani, (Gerçi ‘ben’ demek Roma demek ya, neyse..) zayıflamasına yol açacak bu antidemokratik şaibeler ancak düşmanımız olan Galyalıları sevindirir en çok!! Asteriks ve Hoopsdediks diğer dört muhalif arkadaşlarıyla masaya oturmuş benim yıkılmamı dört gözle bekliyorlar. Onlara bu zevki tattırmayacağım ve henüz yıkılmadım hala Roma’ya hükmediyorum!! Pek yakında iktidarın yumruğu neymiş görecekler!!

Romalılar, dostlarım,

Bu tür haberleri çıkaran insanların ağızlarına doğudaki eyaletimizin başkenti olan Edessa’nın meşhur isot biberini süremeyeceğimize göre onlara en iyi cevabımız hazırlamakta olduğumuz ‘sansür (censura) yasası’ ile olacaktır. Öyle ulu orta yalan yanlış ağzına geleni söylemek, yalan haber üretmek yok artık! (Ben hariç desem mi acaba? Ne de olsa Romalılara sesleniyorum ya..). Suç varsa ceza da olacak; kimse cezasız kalamaz!! Bunların yüreklerine yeterince korku salmazsan bunlar adam olmaz, olamaz!! Yüce Jüpiter aşkına inanın bana, bunlar başka türlü yola gelmez; gelse, Agoradaki tüm dükkanlar senin!!

Güllük gülistanlık Roma’nın seçkin ve geçim sıkıntısı çekmeyen evlatları, dostlarım!!Siz yaşama değer patriciler!

Malumunuz şimdilik iktidardayım, senatoda ve tribünde çoğunluk bizde. Ama mesele İktidar olmakta değil iktidar kalabilmekte! Baksanıza kamu güvenliği kuvvetleri harekete geçmek için bir el işaretime bakıyor. Hakimler, savcılar, valiler, üst bürokratlar deseniz hepsi iki dudağımın arasında zaten, Roma halkının  haberleşme araçlarının tümü nerdeyse avucumun içinde. Tüm posta güvercinleri ağı denetimimiz altında, bilgimiz ve iznimiz dışında hiçbir güvercin uçamaz; ses dahi çıkaramaz; kafesinden dışarı çıkamaz! Anlayacağınız,  tüm Roma denetimim altında ve kudretli iktidarıma rıza göstermekte. Roma, benim!! Sıkıysa biri kalksın aksini söylesin! Yüce Jüpiter’e şükürler olsun; bu günleri de gördüm; daha ne olsun!. Kahinim hep söyler zaten, bahtım pek açık ve parlakmış zaten!. Ama bu günlerin yarınları da var. Yeterince uyanık olamazsam ve seçim sonuçları henüz açıklanmadan atı alan Po ovasını geçemezse sıkıntılı günler beni bekliyor olabilir. Onun için şu sıralar sık sık atları ve Po ovasını inceliyorum ve saraydaki kahinlerime danışıyorum. Takdir edersiniz ki Roma’yı beceriksiz yöneticilere bırakamam! Er ya da geç Po ovasını geçmeye elverişli atlar ve yetenekli at binicileri muhakkak bulunmalı.  Bu görev için Roma eyaletleri seferber olmalı. Eyalet valilerine şimdiden gerekli talimatları verdim ( emri desek daha uygun olurdu zira  imparator dediğin talimat değil ancak emir verir.).

Asil Romalılar, erdemli ve şerefli dostlarım,

Bildiğiniz gibi soyu ta Troyalı prens Aeneas’a dayanan ve sezaryan ile doğmuş olan Roma cumhuriyetin son diktatörü Jül Sezar’ın katlinden sonra yapılan konuşmalardan biri de hatip Çiçero’ya aitti. Çiçero (-zinhar ‘son eşkıya’ Koçero ile karıştırılmasın! Bir de ’ilk eşkıya’ var: hani şu yüce Roma’ya kafa tutan, zincirlerinden başka kaybedecekleri olmayan baldırı çıplakları ayaklandıran Spartakus denilen özgür ruhlu asi var ya iste o!) yaptığı bir konuşmasında: “sakın ola talihin sana verdiği bu dünyevi şeylerin gerçekte kendine ait olduğunu düşünme!” demiş. Çiçero ne kadar haklı; bir imparator için 'düşünmek' zaman kaybıdır. Ben zaten oldu olası öyle uzun boylu düşünmem, oldubitti yaparım. dünyevi şeyler ve meseleler karşısında esas itibariyle sadece şuna bakarım: 1-Bu benim için yani Roma için (ben demek Roma demekti ya, hatırlayın!)  gerekli mi yoksa gereksiz mi? 2- Bu benim için tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi? 3- Bu benim için yararlı mı yoksa yararsız mı? Yani bu, sonuç itibariyle benim çıkarlarıma uyar mı? Ne kadar basit ve kolay değil mi yönetmek.

Romalılar, cengaverlerim..

Benim gerçek servetim sizlersiniz; neyim varsa sizler sayesinde. Sizlerin kıymetini en iyi ben bilirim, ben!! Bizden önce sizlerin kıymetini bilen mi vardı sanki!? Beş iyi padişah yani imparator dışında kim sizin kıymetinizi bildi? Atını bile senatör ve konsül seçtiren zevk ve safahat düşkünü  zalim Caligula mı, annesini bile öldürten çılgın Nero mu? Yoksa kendisini Herkül sanıp ve aslan başı post giyip elinde sopasıyla ortalıkta dolaşan; arenada vahşi hayvanlarla  bir gladyatör gibi savaşan; senatörlere korku salan Commodus mu?  Ben bildim; ben!! Sadece ben!!

Bildiğiniz gibi İktidara  gelmemizle bütün bu baskı ve zalimlikler son buldu. Para bollaştı, hayatınız güzelleşti ve  Ordularımız Roma topraklarının dışına fetihler yaptı; imparatorluk sınırlarını genişletti.  Peki Nasıl yaptık bütün bunları? Asilerin dediği gibi bir takım ‘yetmez ama evetçi’ filozofun ve Galyalı dış güçlerin desteğiyle mi? hayır dostlarım,    tüm iktidarı tek elde toplayarak başardık bütün  bunları biz.  Tek elden ve tek adam yönetimi kötüymüş, ucubeymiş diyorlardı , hadi oradan pis mikroplar!! her şeyi bildiğim ve başarılı olduğum için düşmanlarım beni kıskanıyor ve  hazmedemiyor. Tabi bütün bunlar kolay olmadı ve iktidarım bir gecede kurulmadı. ekonomiden askeriyeye, sanattan ahlaka, hukuktan siyasete, yaşam tarzlarına kadar sosyal ve göksel hayatta ne varsa her şeyi kontrol altına almam gerekiyordu hamdolsun bunu yaptım. . Böylece zaman kaybı olmadan çok rahat ve kolay karar verip yönetebiliyorum. Önemli olan bu sistemi kurmaktı tabi. O yüzden Roma’yı kimselere vermem, veremem! Kurduğum düzeni kimselere yar etmem!! Saltanat tacını başkasının kafasında görmeye katiyen dayanamam!

Romalılar, canım dostlarım.

Jüpiter’in izniyle seçimleri kazanmamıza, şey yani seçimlerin huzuruna demek istemiştim, hizmet edecek olan bu sansür (cencura) yasasını zorlanmadan geçireceğiz Senatodan, zira oylamalar çok kolay oluyor, eskisi gibi değil artık. Kabul edenler, kabul etmeyenler diye Senato’da soruluyor ve her şey, yani geleceğiniz, sadece bu iki çift söze bakıyor, derken hoooop ‘kabul edilmiştir’ kararı çıkıyor ve oldu da bitti maşallah sansür yasası yasallaşıyor,

Romalılar, canlarım, cengaverlerim, masal da burada bitmiş diyecektim ama vaz geçtim; daha anlatacaklarım var:

Roma imparatorluğu içinde karşınıza oylama sürecinde aklınızı çelmek isteyen dahili ve harici düşmanlarınız çıkacaktır: yok İmparator çok uzun yıllar iktidardaymış da, artık çok yorgunmuş da.. artık kendini tüketmiş de.. Geçiniz bunları, bilakis bakın turp gibiyim; turp! Turp demişken, sahi bizden önce turp yoktu, turpu biz getirdik Yüce Roma topraklarına, biz! Anlıyor musunuz? bizden önce turp yoktu tarlalarda, Flaviapolis (şimdiki Kadirli) tarlalarına turpu biz ektik biz!! . Tahinli turp salatasını bilen mi vardı bizden önce, biz yaptık önce hatta üstüne biraz maydanoz bile doğradık; ve sumak serptik!! Sevgili Romalılar lütfen gerçekleri kimse canının istediği gibi çarpıtmasın! Buna izin vermeyin!

Sevgili Romalılar, geçim sıkıntısı nedir bilmeyenlerim!

Biliyorsunuz az önce ‘oylama’ çok kolay oluyor artık demiştim. Ama seçimlerin huzur içinde geçmesini istemeyen dış güçler ve onların içerdeki uzantıları daha şimdiden seçimleri karıştırmak için her çeşit yalan habere başvuracaktır. Hamdolsun biz patricilerin çıkarlarına bu güne kadar hiçbir halel getirmeden savunduk ve savunmaya devam edeceğiz. Bunu hiçbir zaman saklamadık, biz bunun için varız ve iktidarız zaten!! Bir büyüme modeli olarak bir avuç patriciyi yani zengin ve soylu egemen üst sınıf mensuplarını pleblere  yani alt sınıfa, yoksul halk çoğunluğuna ezdirmeyeceğiz! Kanun kaçağı ve müesses nizam düşmanı asi Robin Hood gibi Patrici'den alıp Pleb'e vermeyeceğiz; bilakis Anti-Robin Hood olup; Pleb'den alıp Patrici'ye vereceğiz. Bu güne bu gün benim için boşuna ‘gelmiş geçmiş en büyük Patrici dostu’ denmiyor!

Ama bu, her ne kadar Gracchus kardeşler kadar olmasa da, pleblerden yana da kalbim çarpmıyor anlamına gelmez, yeniden seçildiğim takdirde pleblerin de  köle sahibi olmalarının önündeki tüm engelleri kaldıracağım. Patriçi-Pleb sınıf çelişkilerini uzlaştıran 12 Levha Kanunlarını tekrar yürürlüğe sokacağım. Borcunu 30 gün içinde ödeyemeyeni alacaklısının kölesi yapacağım. Sonra da onlara özgür yurttaş olma hakkı, seçme seçilme hakkı tanıyacağım. Daha ne yapayım?

Pleblerin, ücret almadan çalışan köleler gibi öylece kölelik sınırında çalışmalarına gönlümüz razı olmuyor elbette, yeniden seçildiğim takdirde hiç olmazsa kölelik sınırında ücret alanları vergiden kısmen muaf tutacağım. Köle sahibi patricilerden kölelerine karşı biraz daha hoş görülü olmalarını isteyeceğim. Ve onlara düşüncelerini ve taleplerini  ifade edebilmeleri için özgürce suya yazı yazma hakkı tanıyacağım. Aşırı olmamak kaydıyla  gökteki yıldızlara bakmalarına, hayal kurmalarına da izin vereceğim. Ayrıca; Rüşveti tek haneye düşüreceğim. Vergilere imparatorluk "insaf haddi" getireceğim. Faizi de sıfırlayacağım. Hatta ‘eksi faiz’ dönemini başlatacağım ve böylece yaşamı ucuzlatacağım. Roma halkının toplu halde olmamak kaydıyla ve suya sabuna dokunmadan sessiz yürümelerine bile bir şey demeyeceğim.  Çünkü bu toplu hareketler bir başladı mı bunlar çok ses getirir ve orman yangınları gibi önünü alamazsınız, yüce Jüpiter korusun, ya İmparatorluk sarayına kadar uzanırsa o yangınlar ben ne yaparım sonra.  O yüzden bu tür toplumsal yangınlar büyümeden hemen söndürülmelidir. Bu iş için henüz  gazlı söndürücüler ve  tazyikli sulu söndürücüler icat edilmemiş olduğundan Roma hamamlarındaki kova kova sular ve  isli kandiller ve tüm Roma lejyonları 7/24 alesta olmalıdır. 

Romalılar, dostlarım,

Patricilerle papaz olamam, nihayetinde ben de bir imparatorum ve imparatorluğumu düşünmek zorundayım. Gerçi ben bir cumhuriyetçi falan değilim ama ya beni de Cumhuriyetçi Sezar’a yaptıkları bir komplo ile alaşağı ederlerse?  Ya ben de Canımdan olursam..? Zira, hakkımda mütemadiyen iftira atıp söylenti çıkarıp duruyorlar... Yok neymiş efendim  Roma'yı sıcak para cenneti yapmışım, Roma'yı Neron değil; sıcak para yakmışmış.  az kazanandan çok çok kazanandan az vergi almak suretiyle kayıt dışı ekonomiyi azdırmışmışım... Barbar kavimlerin akınlarını teşvik etmişmişim... elimle çeşitli işaretler yaparak Paganlar karşında Hristiyan hizipleri kayırıyormuşum...   bu söylentileri çıkaranların   hepsi sahtekar, nankör ve  yalancı!! hatta vatan haini!!  Romayı elbette lir çalarak Neron yakmadı, bilakis Neron Romayı söndürmeye çalıştı ve benim bu Cumhuriyet  için neler yaptığım ortada işte. Roma Cumhuriyetinin  küçük gümüş sikkesi olan sestertius’u  kurucu imparatorumuz  yüce Augustus gibi nasıl büyütüp koca bronz sikke haline getirdiğime hepiniz tanıksınız. Gerçi büyük para kayıt dışılığı azdırır vergide kaçak yaratır derler ama olsun büyük büyüktür. ne de olsa ihtişamlıdır, etkileyicidir ve büyüklük Roma'ya yakışır.  

Sevgili Romalılar

Evet doğru Roma sıcak para cenneti oldu sayemde. Ne var bunda?!  Yok neymiş efendim hayat pahalıymış, işsizlik varmış , faiz sebep hayat pahalılığı sonuç değilmiş, 128 milyar sestertius'a ne olmuş; neredeymiş?.. ben ne bileyim, neredeyse oradadır! Bana öyle cevaplayamayacağım sorular sormayın. Önceden hazırlanmış sorularınıza ne oldu sizin; niye onları sormuyorsunuz? ne işsizliği kardeşim, ne yoksulluğu..?  bizden önce iş mi vardı; biz geldik iş ve istihdam yarattık.. Ya büyüdük diyorum büyüdük anlamıyor musun; ne yoksulluğu!? Şu Romanın eyalet sınırlarına bakmanız yeter, bir ucu Atlantik sahillerinde diğer ucu ta Asya içlerinde Akdeniz'i bir Roma gölü yaptık ve bolluk içindeyiz, ne ararsanız var şu Roma agoralarında,  daha ne istiyorsunuz nankörler!? Tüm özgürlükler sizleri bekliyor; koşun alın onları! Roma’da yasakçı ve baskıcı yönetimler artık gerilerde kaldı. Roma halkı özgür yaşamaya layık; ve yaşıyor zaten!

Romalılar, yurttaşlar, dostlarım.. dırdırıma katlananlarım..

Pleblere nazaran Patriciler daha çok büyümüş diyorsunuz elbette öyle olacak ey Romalılar, beş parmağın beşi bir mi? patricilerle plepleri bir tutamazsınız onlar patriçi yani varlıklı zengin sınıf, siz plebler ise halktan insanlarsınız, sınıfınızı bilin biraz.  Doğanın, şey yani tarihin kanunu bu! Bazıları karanlığa, yoksulluğa doğar, bazıları da, yani küçük bir azınlık, mutluluğa..  Plebler  hala neremiz büyüdü diye  soruyor? Ey vefasızlar, insafınız kurusun! Rakamlara bakın önce rakamlara.. isterseniz hazineden sorumlu Quaestor’luk makamına sorun, hazinenin bronz sikke dolu olduğunu söyleyecektir size. Keltlerin bize borç bronz sikke verdiği yalanına kanmayın. Keltin merhemi olsa önce kendi hazinelerine sürerdi. Ayrıca; Roma halkı halinden memnun olmasa hiç  Circus Maximus ve agora lebalep dolar mı? Gladyatör oyunlarında kendinden geçercesine çığlıklar atar mı?

Romalılar, cengaverlerim, dostlarım,

Biz hiç bir Roma yurttaşını faize ezdirmedik, hayat pahalıymış diyorlar olsun nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu bu gün pahalı olan hayat yarın ucuzlar hep böyle mi kalacak sanıyorsunuz? .Hem sonra Akademiyada ekonomi eğitimi almış olmama rağmen şu hayat pahalılığını bir türlü anlamış değilim doğrusu. Yahu nasıl oluyor da şu koskoca  hayat pahalı ya da ucuz olabiliyormuş, size de tuhaf gelmiyor mu? hem sonra pahalı ve ucuz ne demek? bir şey niye pahalı ve ucuz olabiliyor? Şu koskoca hayat kime yetmiyor da pahalı ve ucuz olabiliyor? Sonra bir de tutturmuşlar Roma işsizlik var diye. Ya sevgili Romalı kardeşlerim siz hiç Roma sokaklarında iş arayan bir Romalı gördünüz mü? Köleler ve proletariileri  diyorsanız  onların işi zaten belli: kölelik ve proletariilik... Peki  ama işsiz ne demek? iş arayanmış... iş arayan.. size de komik gelmiyor mu bu,  ya iş aranır mı hiç, çalışmak isteyene her yer de iş var; tembellik bunlarınkisi.. 

Romalı kardeşlerim, bu can sıkıcı konuları bir yana bırakalım sizlere hayırlı işlerden bahsedeyim biraz.  Bildiğiniz gibi yakın zamanda senato ve konsül seçimleri var. Bu seçimleri muhakkak kazanmam lazım anlıyor musunuz, muhakkak !! İnşallah Roma'yı İmparator Augustus döneminde olduğu  gibi  şaha kaldıracağım, şaha!! yeni koloniler yaratacağım; hatta bir gece ansızın Galya’ya girip şu asteriks bozuntularının güzelce ağzının payını vereceğim ve kiliselerinde boy göstereceğim. 

Romalılar, dostlarım..

Biliyorsunuz bizden önce beton yoktu, bizim iktidarımız döneminde beton icat oldu; betonu biz bulduk biz!! Ama beton icat olduğu için mertlik bozulmadı! Mertlik bizden önceki iktidarlar zamanda çoktan bozulmuştu zaten. Biz de iyi imparatorların üçüncüsü Hadrianus ve Titus Vespasianus gibi İmparatorluğumuzu bayındır yapıyoruz, yaptık zaten! Ama; Roma’yı kim ‘Güzel Roma’ yaptı sanıyorsunuz, tabi ki biz; biz yaptık! Bizden önce Roma güzel değildi. İmparatorluğumu hanlara, hamamlara, viyadüklere, köprülere, su kemerlerine, altı şeritli yollara boğdum. Gerçi üzerinden şimdilik atlı arabalarımız geçmese de bu ilerde geçmeyecek anlamına gelmez. Ama yurttaşlarım arasında bu köprüleri, yolları yapan kimi seçilmiş tüccarlara ayrıcalıklı davrandığıma dair halk arasında ileri geri konuşmalar oluyormuş, bunlara inanmayın, bunlar birliğimizi bozmak isteyen dış güç Galyalıların uydurmaları, fitneleridir. İşte biz bu yalan haberler için çıkarıyoruz şu sansür yasasını.

Romalılar, can dostlarım,

Ya bunlar da  nihayetinde sadece para-sever değil  Roma-sever  inşaatçılar, mühendis tüccarlar. İnşaatçı, elbette yollar, köprüler, toplu-evler, hanlar, hamamlar, su kanalları, vb. yapacak, ne var yani bunda?  Hem sonra adamın parası var mahiyetinde çalıştırdığı yüzlerce kölesi var, şusu var busu var, hatta bu konuda ticari codex'lerde nas var nas!! sana bana ne oluyor, elbette yapacak, köle emeğinden yararlanmasın da ne yapsın? Köle emeği harcanmadan öylece boşu boşuna beklesin daha mı iyi? İnsaf! ve insafınız kurusun!! Sizde hiç mi köleseverlik yok biraz? Köleyi çalıştırıyoruz daha ne istiyorsunuz yoksa adam sıkıntıdan patlasın; köleliğinden mi bezsin? Yok efendim neymiş, bu inşaatçı köle tüccarları benim yakınlarımmış, kayırılıyormuş.. falan filan.. .Ya kardeşim olur mu öyle şey hiç!? bütün bir Roma benim yakınım değil mi zaten? ey Romalılar, siz, parşömenlere yazılanlara ve söylenenlere kanmayın, çok şükür Roma Cumhuriyetinde senatoda bir çift sözüme bakan anlayışlı Cumhuriyetin yüce yargıçları ve savcıları var.  

Romanın asil evlatları! Romalılar!! Cengaverlerim!!

Biz ki vaktiyle Batı Akdeniz deniz ticaretini kendi denetiminde tutan egemen güc Kartaca’ya boyun eğmemiş Pön Savaşları sonucunda Akdenize hakim olmuş bir krallığın torunlarıyız. Ayrıca Actium deniz savası sırasında Mısır’a kaçan Kleopatra ve Antonianus gibi bozguncuları içimizden temizlemiş soylu bir Roma imparatorluğunun evlatlarıyız. 

Aziz Romalılar, yurttaşlarım, şerefli ve soylu patriciler.. Benim ağzı var dili yok; ayağı var sokak sokak yürümez  pleblerim,

Seslenişime son verirken, (köle ve proletariileri Roma’da adam yerine koymadığımızdan tabi ki  onlara seslenmiyoruz) hepinizin huzurunda belirtmek isterim ki sizleri kesinlikle kölesiz bırakmayacağım; ve dün olduğu gibi bu gün de imparatorluğun sınırlarını genişleterek serveti olanların servetine servet katacağım. Serveti olmayanları da servet sahibi yapacağım. Bu güne kadar sizler için yaptıklarıma bakarak bundan emin olabilirsiniz. Tanrılar tanrısı Jupiter ‘e emanet olun; tabi, söylemeye gerek yok; servet tanrıçası Fortuna ile kehanet tanrıçası Fauna da sizinle olsun!

*henüz şu sansür yasası çıkmamışken tarihteki Roma halkına sesleneyim dedim bilmem iyi yapmış mıyım?

**Romada iki tip yurttaş vardı: tüm haklardan yararlanan yönetici ve egemen sınıf olan patriciler ile bazı kısmi hakları olan plebler. Bunların dışında yurttaştan sayılmayan ve toplumun en dibinde bulunan köleler ile topluma tek katkısı çocuk doğurup nüfusu arttırmaktan ibaret olan proletarii denilen mülksüzler sınıfı vardı.

 

 

 

 

 

 


26 Eylül 2022 Pazartesi

 

KENDİME A PRİORİ BİR YAŞ GÜNÜ MEKTUBU

Sevgili Can Kaptan!

Takvim yaprakları 14 Eylül’ü gösteriyor yine,  yaşama sırası sizdeymiş bu gün!  Ne güzel;  “kim var imiş biz burada yoğ iken”  dediklerinde artık sizi de hesaba katacaklar; tabi bu dünyaya şöyle bi bakmaya gelmediyseniz.  

Sevgili Can Kaptan, öncelikle şu 66. yaş gününüzü canıgönülden kutlarım.  İlerde iki haneli çift rakamlı sayıların sonuncusunu görene kadar mutlu mutlu, doya doya yaşayın bu dünyada. . para putuna tapmadan tabi, eşyaya bağlanmadan tabi..  

Sizi kendimden biri gibi ve kendim kadar yakın görmeme rağmen nedense bu güne kadar yaş günlerinizi kutlamayı bir türlü akıl edememişim, yapıyoruz böyle nezaketsizlikler işte.  Oysa;  ne var yani şunun şurasında, ‘dünyaya hoş gelmişsiniz sefalar getirmişsiniz..’  filan diyebilir, iyi dileklerde bulunabilirdim,  çok mu zor yani  bu!?   

‘velhasıl  tuhaf insanlarız..’  deyip işin içinden sıyrılmayacağım tabi, bu marazi ruh durumunu anlamaya çalışacağız elbet.

Öncelikle,  nesnelerin insanları kullanarak üretim yaptığı ‘meta fetişizmi  ve şeyleşme’ çağında yaşadığımız unutulmasın. Çiftçi pancar üreteceğine pancar kendini çiftçiye ürettiriyor, tabi ucuz mazot ve gübre bulursa.  Yani; İnsanın üretici gücü – utanın!- nesnelerin gücü olmuş ve  -yazıklar olsun bize!-  çağdaş ücretli kölelik(düzeni)  hala her yerde hüküm sürüyor ve ben seyrediyorum!  Ne yapabilirim ki başka tek başıma?  Belki de bir çeşit insanın insana yabancılaşma hali bu bendeki, yoksa ne diye doğum gününüzü kutlamayayım ki !?

Gerçi siz de yıllarca şu liman senin bu liman benim kargo gemilerinin zaferi için ve deniz kızlarının peşi sıra seyir halindeydiniz ve kim bilir kaç gurbet akşamlarında sabahlamışsınızdır. Dolayısıyla yazacağım kutlama mektuplarımın size ulaşmama riski vardı. Neyse ve çok şükür sıkıyönetim günleri gibi  o günler de  geride kaldı, Palamut Büküne demir attınız  ve ben sizin 66. yaş gününüzü kutlayabiliyorum: Tekrar mutlu mutlu yıllar ama dediğim gibi eşyanın yüklemi olmadan; ve 99’u görün!!

99’u görün diyorum ama soyutlama yeteneğinizi kaybetmeden ve soyut düşüncenin büyüsüne kapılmadan tabi. Yoksa; ha 99’u görmüşsünüz ha el bebek gül bebek günlerinizi.   

Sevgili Can Kaptan, malumunuz olduğu üzere, insan bilincinin ve düşüncesinin nesnel gerçeklikle olan bağı ve bağdaşmazlığı bakımından şu ‘soyut düşüncenin büyüsü’  kavramı çok önemlidir.  Çünkü; somut dediğimiz şey, çok sayıda belirlenimin ve çoğulluğun birliğidir; çok cepheli ve çok katmanlıdır; hareket halindedir ve dinamiktir. Tam yakaladığım dediğiniz anda elinizden kayıverir.  Soyut ise bütünden soyulmuş, ayrılmış bir katman, bir tabaka demektir ve tek cephelidir, yalınkattır; statiktir, donuktur ve sınırlandırılmıştır.  Soyutun mekanı zihindir, doğada soyut yoktur. Doğa,  hareket ve değişim halinde olduğundan, sınırı da yoktur. Kimya nerede biter biyoloji nerede başlar;  denizler kumsala nerede kavuşur; nefret sevgiye ne zaman nerde dönüşür, açlık ne zaman tokluk olur, vb..   tam olarak gösteremezsiniz ;  çünkü; özünde her şey göreli olduğundan nesnel gerçekliğin doğası sınır tanımaz. Biz onu ancak kavramlarımız ve soyutlama yoluyla düşüncede sınırlandırabiliriz.  Soyutlama, zihinde yapılmış düşünsel bir işlemdir, kavramsal gerçekliktir. İşte bu muazzam somut gerçeklik karşısında insanın soyutlama yeteneği yetersiz kalırsa, yani somutun ( bütün ) özgün doğasına ve dinamizmine uygun olarak soyutlama yapıl(a)mazsa, maazallah, soyut düşüncenin büyüsüne kapılmak işten bile değildir.  Soyut düşüncenin büyüsüne kapılmış olan insan ister istemez soyut bilgiyi (biçimi), kendi öznelliğini, mutlaklaştırır ve somut gerçekliğin (bütünün) yerine koyar. Çoğulluğu ve çeşitliliği bire, bir kaça indirger. Sabahı da göreceğine sadece geceyi görür; hasılı öznelciliğe ve a priorizm bataklığına  düşer; orada bocalar durur.

Oysa somut  gerçekliğin bizatihi  kendince bir yaşam süreci, kendi oluşumu, işleyişi vardır. Bu oluşum, işleyiş  ile söz konusu somutun zihinde yeniden üretilmesi, düşünceye mal edilmesi  yani  düşünce somutu (soyut belirlenim) elde edilmesi bir ve ayni şey değildir.  O yüzden  somut gerçekliğin  düşüncede yeniden üretimi sürecinde soyut düşünce (düşünce biçimindeki somut) pratikte sınanmaz, pratikle bağdaşıp bağdaşmadığı denetlenmezse   gerçeklikle olan bağımız her an kopabilir, sapabilir ve sapıtabilir. Yani sapanlar ve sapıtanlar durduk yere sapmıyor ve sapıtmıyor, soyutlama yeteneği yetersiz kaldığı için ve yetersiz kaldığı kadar sapıyor, sapıtıyor.  Tabi bu durumda sizin ne rejim aleyhtarlığınız kalır ne de halk iktidarı kuruculuğunuz. Ve kendi tarih(selliğin)ize gömülürsünüz.

Toplumsal gerçeklikte sosyal olaylar, sınıfsal  ilişkiler, çelişkiler, süreçler..  birbirlerinden yalıtılmış halde ayrılmış değillerdir. Onlar bir bütün halindedir ve bütünün ayrılmaz öğeleridir. Nasıl ki Dünyamız güneş sisteminin dışında kendi başına, ayrı olarak, yalıtık halde var değilse, doğadaki, toplumdaki her olgu, olay süreç, ilişki-çelişki için de bu böyledir. Soyutlama yeteneğimiz sayesinde, yani duyumdan, canlı algıdan kendiliğinden fiili düşünceye geçebilme yetimiz sayesinde, bilginin duyumsal biçiminden soyut biçimine geçeriz. İşte; bu soyut biçimin(bilginin) nesne, olgu, olay, süreçten ayrı olarak kendi başına bir gerçekliği olduğu sanısına kapıldığımız an soyut düşüncenin büyüsüne ve esaretine  kapılmış oluruz.  Çünkü;  hiçbir kavram ve fikir maddi olgudan ayrı olarak kendi başına var olamaz. Nesnesiz tümel olmaz yani. Yeşil erik, yeşil ot, yeşil yaprak, yeşil elma, yeşil göz, vb.  dışında kendi başına yeşil(lik) yoktur. Gerçekte hiçbir yeşil varlık ‘genel anlamda yeşil’ değildir, her tekil ve özel yeşil bir birinden farklıdır ve kendine hastır. Tıpkı  kedi veya insan  kavramlarının bize her hangi bir kedinin veya insanın özelliklerini vermemesi gibi, ancak her kedide ve insanda  bulunan  kısmi  ve  ortak özellikleri vermesi gibi.  

Ama biz belirli maddi olgu ve olayların,  nesnelerin, süreçlerin, özünü  bilmek, tanımak için sırf ve sadece duyum bilgisiyle ve genel anlamda bilgiyle yetinemeyeceğimize göre  nesnel gerçeklikten hareketle soyutlama yapmak zorundayız.  Ama  o zaman da, gerçekte birbirinden ayrılamaz olanı, hareket halindeki dinamik nesnel gerçeği,  ögeleri bakımından birbirinden  ayırmış sınırlamış oluruz. Ve sonuçta  soyut belirlemeleri olan bir ‘düşünce somutu’ elde ederiz. Ama onun bir düşünce somutu olduğunu ve gerçek somuttan farklı olduğunu unutmadan! Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bilmek ve tanımak amacıyla zihin için ve zihinsel işlem ile üretilen somut ile söz konusu maddi gerçek somutun oluştuğu süreç  birbirinden  farklıdır.

İşte bu sayede biz,  nesnel gerçeğin, somut bütünün özüne  nüfuz ederiz. Yani bilgi sürecinde soyutlama bir araçtır; amaç değil. Her kim soyutlamayı amaçlaştırırsa  bir kez daha soyut düşüncenin büyüsüne kapılmış olur işte!.  Soyut şeyler, kavramlar doğası gereği  algılanamaz, Spinoza’nın dediği gibi ”köpek kavramı havlamaz” . O yüzden; kendi öznel kavramlarımızı ve fikirlerimizi somut gerçeklerin yerine koyamayız,  hele son derece çok katmanlı ve değişken sosyal ve siyasal-ideolojik olaylar ve süreçler söz konusuyken.  Aksi takdirde sosyal gerçeği tahrif etmiş oluruz ve tarihin ileri hareketi karşısında gerici sayılırız.

Mesela yukarda anılan şu deniz kızı kavramına  bir bakalım.  Kimse denizde böyle bir deniz kızı görmemiştir.  Dans etmeye ve şarkı söylemeye düşkün,  denizcileri baştan çıkarıp perişan eden yarı kadın yarı balık mitolojik kızlardır onlar. Gerçekte, balık vardır ve kız vardır ama deniz kızı yoktur. Balığın kuyruğunu zihninizde soyutlama yoluyla bacaksız kız bedeniyle birleştirirsen deniz kızını elde edersin. Hepsi bu!  O yüzden deniz kızı kavramı  insan zihnimde yapılmış bir soyutlama ve her soyutlama gibi gerçekte bütün olanı parçalarına ayırmaya dayanır. Gerçekte ne bacaksız kız ne de kuyruksuz balık vardır hayatta; eğer deniz kızının gerçek olduğuna inanırsak soyut düşüncenin büyüsüne tutulmuş oluruz.  Ve gerçekle bağımızı koparmış oluruz.

Sevgili Can Kaptan, şu doğum gününüzde yazdığım  şeylere bakar mısınız?  sırası mı şimdi bunların diyebilirsiniz haklı olarak ama büyülü bir dünyada yaşadığımızdan aldatmacaların en korkuncu olan  soyut düşüncenin büyüsüne yem olmamak için  bu konuya dikkat çekmek istedim. Neyse; eğer o yalpalı  deniz günlerinin  gümüşünü  parlatmak isterseniz bu özel gününüzde Kaptanzade Ali Rıza Bey’in hicaz bestesi size eşlik etsin isterim:  “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına/ ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına/ ayrılık görülmüşken yar tutmuyor elimden/ misafirim bugün ben gurbet akşamlarına.” https://www.youtube.com/watch?v=kfkvfa9lrdw

İnsanız;  elbette  hepimizin kendimizce  türlü rüzgarlara kapılıp gitmeleri  olmuştur; ama  şu hayatta masumiyetimizi bozan deneyim denen o müthiş  pratik var ya işte onun  sayesinde  tıfıllıklarımızı aşar kusurlarımızı kapatırız ayni zamanda.  Aksi takdirde  Paracelsus’un  dediği gibi  “kendine  malik olamayan başkasına ait olur”. ve kendi pişmanlıklarıyla avunmak zorunda kalır.  

Sevgili Can Kaptan daldan dala geçiyorum sanılmasın, nihayetinde bir doğum günü muhasebesi bu, hayatın anlamı ve sırrına dair söyleşiyoruz işte:  Kur’an-ı Kerim Necm süresi 39.ayette: “İnsan ancak çalıştığına erişir” buyurulmuştur. Dolayısıyla çalışmadan, çalarak, talan ederek, sömürerek, her hangi bir ürüne erişmek dinimizce de yasaklanmıştır. O yüzden  anafordan kimse öyle  zengin  olamaz; insan kardeşlerini ezerek, sömürerek  büyük servetler biriktiremez; tekelci sermaye sahibi olamaz. İslam’da  Kenz yasaktır. Mal,  para biriktirmek haramdır;  ihtiyaç fazlası ihtiyacı olana dağıtılmalı. Son tahlilde inananlar Allah indinde takva ve zühd’den yargılanacaktır.    İstisnasız herkesin çalıştığı ve çalışarak herkesin insan kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşıladığı bir toplumda,  çalışma, artık;  ücret esaretinden kurtulma anlamına geleceğinden, bir angarya, zorsunarak yapılan bir iş olmaktan çıkacak yaşamın ana ihtiyacı ve temel gayesi olacaktır.  Ve insanlar nihayetinde  gitmek istedikleri yöne doğru gidecektir, Orhan Veli’nin “hürriyetine doğru” şiirinde  olduğu gibi:  

“(..)

Heeey

Ne duruyorsun be, at kendini denize;

Geride bekleyenin varmış, aldırma;

Görmüyor musun,  her yanda hürriyet;

Yelken ol, kürek ol, dümen ol balık, su ol;

Git gidebildiğin yere.”


Sevgili Can Kaptan, bu doğum gününüzde, filmlerini defalarca izlediğiniz sizin gözde yönetmeniniz Akira Kurosawa ‘nın İşveçli meslektaşı İngmar Bergman’a  doğum günü vesilesiyle yazmış olduğu mektubu sizinle paylaşmasam olmaz:

“Saygıdeğer Bergman Bey,

İzninizle yetmişinci yaş gününüzü kutlayayım. Eserlerinizi her izlememde derinden etkileniyorum. Şimdiye değin onlardan çok şey öğrendim ve cesaret buldum. Bizlere daha fazla harika film üretmeniz  için sağlığınızın yerinde olmasını diliyorum

Japonya’da, Meiji Dönemi’nde (19.asrın sonu), Tessai Tomioka adında bir sanatçı yaşamış. Bu sanatçı, daha genç yaşında, pek çok harika tablo çizmiş ve seksen yaşına bastığında, ansızın öncekilere kıyasla çok daha üstün tablolar çizmeye başlamış; adeta olağan üstü bir patlama yaşıyormuş. Onun tablolarını ne zaman görsem, bir insanın ancak sekseninden sonra esaslı eserler ortaya koyabileceğine kesinkes emin olurum.

İnsan, bir bebek olarak doğar, bir çocuk olur, hayatının baharını yaşar ve nihayet hayatın kapanışını yapmadan evvel bebekliğe geri döner. Bu, bence, mükemmel yaşam biçimidir.

Sizin de katılacağınızı sanırım: Bir adem, her hangi bir kısıtlama olmadan, arı eserler üretmeye ikinci çocukluk günlerinde vakıf olur.

Şimdi yetmiş yedi (77) yaşındayım ve asıl işimin henüz başladığına ikna olmuş haldeyim.

Filmlerin hatırına, yaşama birlikte tutunalım.

En kalbi hürmetlerimle,  Akira Kurosawa”

 

Sevgili Can Kaptan siz daha 66’sındasız, kim bilir ileriki yaşlarınızda ne eserler üreteceksiniz.

Keza hayranı olduğun ve odanızda resmi asılı olan (Kanagawa Açıklarında Büyük Dalga) Japon ressam Hokusai de bakın neler yazmış:

“Altı yaşımdan beri nesnelerin biçimini kopyalama tutkum vardı ve elli yaşımdan beri pek çok çizim yayınladım, ancak yetmişinci yılımda çizdiğim tüm çizimlerin arasında dikkate almaya değer hiçbir şey yok. Yetmiş üç yılda hayvanların, kuşların, böceklerin ve balıkların yapısını ve otların ve bitkilerin yaşamını kısmen anladım. Ve böylece seksen altıda daha da ilerleyeceğim; doksan yaşımda onların gizli anlamlarına daha fazla gireceğim ve belki yüze gelindiğinde belki de gerçekten harikulade ve ilahi seviyeye ulaşmış olacağım. Yüz on yaşında olduğumda her nokta her satırın kendine ait bir ömrü olacak”

Sürekli daha iyi şeyler üretmek ve kendini aşmak isteyen Hokusai, 89 yaşında ölüm döşeğinde “keşke gökyüzü bana bir beş, on yıl daha hayat verseydi  o zaman gerçek ressam olabilirim..” dediği söylenir.

Bana ‘niye beni böyle  büyük sanatçılarla kıyaslıyorsun ben birin dördünden yoksulluk sınırı altında sabit  gelirli emekli bir memurum artık’ diyebilirsiniz, fakat kim olursanız olun, her insanın içinde üretken ve yaratıcı bir cevher vardır, önemli olan onun açığa çıkarılmasıdır. Douglas Malloch’un şiirini bilirsiniz ne diyordu orada:

“Dağ tepesinde bir çam olamazsan/ Vadide bir çalı ol./ Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın./ Çalı olamazsan bir ot parçası ol bir yola neşe ver./  Bir misk çiçeği olmazsan bir saz ol./ Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın./ Hepimiz kaptan olamayız tayfa olmaya mecburuz. / Dünyada hepimiz için bir şey var./ Yapılacak büyük işler küçük işler var./ Yapacağınız iş size en yakın olan iştir./ Cadde olamazsan patika ol./ Güneş olamazsan yıldız ol./ Kazanmak yahut kaybetmek  ölçü değildir. Sen her neysen onun en iyisini olmalısın.”

Evet sevgili  Can Kaptanım, bu dünyaya yaşama geldik elbette hepimiz; ama insan kendince, kendinden bir iz, bir eser , “hoş bir seda” bırakıp gitmeli bu dünyadan insan kardeşleri için. Ne dersiniz? Yoksa sizden geçti mi ? Bana sorarsanız bunun yaşı olmaz. Yani; insan kendi mutluluğu ve sevinci için  hangi yaşta olursa olsun bunları  yapmak için henüz çok erken ya da çok geç dememeli yapacağı işe koyulmalı. Unutmayınız,  Cervantes Don Kişot’u altmışına merdiven dayadığında yazmaya başlamıştı.

Yılların saçı sakalı ağardığında  kimi  pişmanlıklar kalmasın  diyorsanız hatıralara biraz vakitlice çaba göstermeniz gerekir.  Cahit Sıtkı Tarancı bakın bu duyarlığı nasıl yakalamış:

İçimi titreten bir sestir her gün./ Saat her çalışında tekrar eder:/  “Ne yaptın tarlanı, nerede hasadın/ Elin boş mu gireceksin geceye?/  Bir düşünsen: yarıyı buldu ömrün./  Gençlik böyledir işte, gelir gider;/  Ve kırılır sonra kolun kanadın;/  Koşarsın pencereden pencereye”/  Ah o kadrini bilmediğim günler,/  Koklamadan attığım gül demeti/   Suyunu sebil ettiğim o çeşme/  Eserken yelken açmadığım rüzgar!/ Gel gör ki, sular batıya meyleder,/ Ağaçta bülbülün sesi değişti,/ Gölgeler yerleşiyor pencereme ;/  Çağınız başlıyor ey hatıralar.

Sevgili Can Kaptan lütfen kederlenmeyin  öyle, hepimizin şöyle ya da böyle eserken yelken açmadığı rüzgarları, koklamadan attığı gül demetleri, suyunu sebil ettiği çeşmeleri ve kadrini bilmediği günleri olmuştur, önemli olan Nazım’ın dediği gibi “yeter ki kararmasın sol memenizin altındaki cevahir” 

Ömür dediğiniz şey geçip gidiyor işte, önemli olan onu anlamlı kılmak, hadi şimdi Bilge Özgen’in o hicaz şarkısını Zeki Müren’den dinleyelim:

“dediler zamanla azalırmış sevgiler olsun bana seninle geçen günlerim yeter. Nasıl  olsa  her  şeyin zamanla sonu yok mu ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?"https://www.youtube.com/watch?v=W8zrn8yYPHA

Can'a can katan nice yıllara Can Kaptan'ım..