31 Ocak 2010 Pazar

BİR AŞK ŞİİRİ 'SANA'

Ne zaman gözlerine baksam
bir okyanusla yıkanıyor kalbim.
Nereye gitsem hep sende kalıyorum
yıldızların gökyüzünde kaldığı gibi.

Bir yağmur damlasına çizdim
o küçük gölün kıyısında bana verdiğin ilk öpücüğü...
Şemsiyenin ucu yırtıyordu bulutları

Hiç bitmeyecek birlikte baktığımız yer
Saçlarımda uyuyan Ay ışığı olacaksın hep
omuzbaşlarımda akan sıcak bir ırmak.

Ve hiç silinmeyecek
Şafak renkli dudaklarından dökülen
dünyanın en güzel aşk ilanı:
Ellerimi yıkamıyorum
ellerinin kokusu çıkmasın diye



Özkan MERT

(Varlık Dergisi, Sayı 1102, Temmuz 1999)

"DİREN ! EY KALBİM"

Ankarada yağmura ve soğuğa aldırmadan, 48 gündür özlük haklarını almak için halka nasıl mücadele edilebileceğini gösteren tekel işçileri ÖZKAN MERT'in şiirindeki gibi "diren ! ey kalbim" diyor..
"demek ki yapabilirmişsiniz..."

"Diren! Ey kalbim
Diren! Hayasızlığa
Namussuzluğa
Diren! Kötüye
Çirkine, yanlışa
Diren! Yenilme

Ne güzeldir yaşamak
Bir ırmak gibi coşkunca
Dağların üzerinde yürümek
Bulutlara değdirmek başımızı
Sıcacık ak bir somun
Koltuğumuzun altında
Kırlara çıkmak
Karışmak insanların arasına
Milyonların arasına.

Ben öylesine severim
Savaşmayı ve sevişmeyi
Anlatmayı insanlara
Durmadan, bıkmadan anlatmayı.
Çiçekler nasıl fışkırır dallarda
Balıklar nasıl yavrular
Bir çocuk ki nasıl açar
Gözlerini dünyaya
İşte ben öyle yaşamak isterim
Bir tren rayların üzerinden
Nasıl kayar gider
Öyle yaşamak isterim.


Cesurum Ey hayat
Cesurum Ey namussuzlar
Genç bir yürekle
Karşı çıkıyorum dünyaya
Eskimiş potinlerim benim
Güveniyorum sizlere.
Büyük bir coşkuyla
Yürüyorum sokaklarda
Yumruklarım sıkılı
Türkü söylüyorum haykırarak
Haykırarak yaşıyorum.

Diren! Ey kalbim
Diren! Yenilme
Sen benim silahımsın
Aşkımsın.

Yollarda yaprak döküntüleri
Çocuk ölüleri
Ve göğsümüzde
Bir kefen olarak taşıdığımız
Bahar.
Kuşlar uçardı
Tarhana kokularının
Göğe yayıldığı
Küçücük evlerin üzerinden
İnsanlar ağlardı durmadan
Sokaklar kıpkırmızı olurdu
Kahır ve acıdan.

Ve insanın
Etine sokulmuş
Bir bıçaktır
Artık
Yaşamak
Yaşamak.

Diren! Ey kalbim
Diren! Yenilme
Sen benim silahımsın
Aşkımsın

Güzel bir dünya için yavrum
Sıcacık ak bir somun için
Tertemiz sevdalarımız için
Direnmeliyiz!
Direnmeliyiz!

Cesurum Ey hayat
Cesurum Ey namussuzlar
Dağ gibi bir sevda bitti
Birer çocuk mezarı artık
Toprak damlı küçücük evler
Ve bir dal kadar
İncecik bedenleri
Bombalanıyor genç insanların
Dünyanın her yerinde.
Benim tek sevdam devrim
Kaynar bir su gibisin içimde
Çiçeklenmiş taptaze bir fidansın
Yaşanmamış güzel günlerimsin.

Diren! Ey kalbim
Diren! Yenilme
Sen benim silahımsın
Aşkımsın"
ÖZKAN MERT




Mayıs Çalkantıları

1.

-Kim topladı bizi Dünya'ya?
Bir sorudur bu
Bir menekşeyle çarpışmaya benzer.

Ey! Artık
Gençliğimin yanlış bir yanıtı olan
Kırlar. Ezberimdesiniz.

2.

Herkes bir kenti yığabilir
Kalbinin önüne. Bir akarsu olur
Sevgilisinin sıcak çukurluklarında.

İstediğin yerden geçir acılarını
İçtiğimiz: Bulut renkli rakı
Adresimiz: Dünya'dır.

3.

Memelerini çarptın bana
Sonra gül kokularını. Ne güzel!
Bir Cumhuriyet yaptın aşkımızı.

Peki! Neyi taşıyabilirsek o'nu taşıyalım
Yarına. Bir ırmağı iliştireyim saçlarına.
Kırmızı dudaklarınla bir üzüm gibi ez beni.

4.

Filinta gibi bir hüzünle resmedilmişse
Kalbin. Akasyalarla kuşatılmışsa:
-Yanlış yanıtı nedir aşkın?

Ey! Yaz çılgınlıkları, lodoslar
Kanayan gençliğim... Gece güneşinin altında
Negatif bir fotoğraf hayatım.

26 Ocak 2010 Salı

4C' YE KARŞI TEKEL İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ İDEOLOJİKMİŞ

Deniliyor ki Tekel işçilerinin Türkiye'yi birleştiren mücadelesi ideolojikmiş..! Kim diyor bunu ? Başta Başbakan... Peki; Başbakan kim ? Şu ana kadar çıkıp : "hayır; ben, denildiği gibi BOP Eşbaşkanlarından biri olduğumu ve bu görevi yaptığımı 33 kez haykıran birisi değilim; ve yanılıyorsunuz; ben ABD emperyalizminin proje görevlisimiyim ki anayasada yazmıyan BOP eşbaşkanlığı görevini icra edeyim" diye bir açıklama yap(a)mayan bir kimse.

Hadi çıksın "bana iftira atıyorlar" desin; "bir Başbakan böyle konuşur mu?" desin; diyemiyor ama.. Demek ki; hala, Anayasamızda böyle bir görev tarifi olmadığı halde, BOP eşbaşkanı olarak, Amerikan yönetiminin hizmetinde olduğunu açık-seçik ifade etmek suretiyle anayasayı ihlal etmekte bir beis görmüyor. Peki; bir başbakanın BOP eşbaşkanı olarak anayasayı çiğnemiş olması yeterince ideolojik değil mi ?

Başka ne demiş Başbakan..?   "Bu hazineyi ben işçiye soydurmam..!" Başka..? "Ayakların başları yönettiği yerde kıyamet kopar" Başka .?  "Bana bu işçiler fazla gelmeye başladı; 4C kapsamında gel sana iş verelim." Bütün bunlar yeterince ideolojik değil mi ?

Roman yazarı Yakup Kadri diyor ki: "Demokrasi ne demek ? Demokrasi sınıflar arasında dengeyi sağlayan rejim değil mi ? Demokrasi, burjuvazinin iradesini(milli irade) hakim kılma davasıdır" Yakup Kadri böyle diyor.. Demokrasinin de bal gibi ideolojik ve sınıfsal olduğunu söylüyor yani...

Zorlu Sermayesi'nin sahibi Ahmet ZORLU ne diyor peki ? "Çalışma hevesimiz kalmadı; çünkü para kazanamıyoruz" para ve para kazanmanın kendisi yeterince ideolojik değil mi? Büyük patronlar için  Para kazanmak, kar etmek; sermaye birikimi sağlamak demektir. Peki nasıl kar edersin, ancak ücretle çalıştırdığın işçiyi sömürerek, onun ödenmemiş emeğine el koyarak yani..

Peki; 8 senedir tekelde çalışan işçi ne diyor ? "8 senedir çalışıyorum 4000 lira borcum var 4 cocuğum ile geçinemiyoruz. Patronların sendikası var; patronlar kendi haklarını arıyorlar da işçiler hak arayınca, sendikalı olmak isteyince niye buna karşı oluyorlar ?" 

Bütün bunlar ideolojik değil mi ?

"Ne egemen ideolojiler gördüm zaten  yoktular" mı diyeceğiz şimdi. Bilakis vardılar; hem de ideolojik olarak! Egemen sınıfın çıkarlarını koruyup kollamak ideolojin ta kendisidir.

Sen önce, kamuda daimi kadroda çalışan 12 000 tekel işçisinin iş yerlerini kapat; sonra da adilane bir şeymiş gibi, kıdem ve ihbar tazminatlarını vererek iş akidlerini fesih et; ve Hükümet olarak, iş akdini bozma hakkını kötüye kullan; sonra da tekel işçilerini kazanılmış özlük haklarından mahrum bırakarak 4C acayipliğiyle 10 ay süreyle geçici personel statüsünde güvencesiz çalıştır. Bu ucube uygulamayı yaparken ideolojik olmuyorsun da "özlük haklarımızla birlikte kamu kurumlarına nakledilmek istiyoruz" diyen 12 000 tekel işçisi ideolojik oluyor; öyle mi..!? 

Hem sonra ne var yani şu "ideolojik" olmada.. Sınıflı toplumda yaşıyorsan yani ücretli çalışma düzeninin bireyiysen; emek gücün ücrete tabiyse elbette "ideolojik" olacaksın. Makul ve mantıklı olan ideolojik olmaktır zaten. Sınıflı toplumun egemen olan  tarafı egemenliğini mutlak kılmak için  sosyal hayatı kendi çıkar ve ihtiyaçlarına göre düzenlemeye ve örgütlemeye başladığı an ideoloji de başlamış demektir. Egemen güç (burjuvazi), kendine göre ve kendi için fikirler, değerler ve kurumlar üretir. Bunlarla toplumu sistematize eder; düzenler. Toplum üyeleri olan bireyler de sosyal gerçeği bu fikirler, değerler ve kurumlar aracılığıyla algılar; kavrar. Bireylerin Gerçek diye kabul ettiği aslında ideolojik olan gerçektir artık. yani çarpıtılmış; bozulmuş gerçeklikler.. Tıpkı; prizmadan kırılarak yansıyan ışık gibi, sosyal gerçekler de daima sınıf ve ideoloji prizmasından geçerek yansırlar ve topluma mal olurlar. İdeolojinin işlevi sınıf sömürüsünü ve sınıf savaşımını gizlemektir. Öyleyse; aslolan, ideolojilerin sınıf sömürüsünü ve sınıf çelişkisini  gizleme aracı ve biçimi olduğunun farkına varmak  ve bilimsel gerçeğe ulaşmaktır. Sosyal hayat meselelerinde ve çözümünde  ideolojik ve siyasal olmayan bir akıl bulamazsınız. Çünkü; sosyal hayat bizatihi ideolojik ve siyasaldır; ve insanlar ideolojik ve siyasal bir ortama doğarlar. İşte bu yüzden;  Siyasal İktidar  mücadelesinin tarafları ve kuvvetleri ideolojik olmak zorundadırlar.   

40 gündür Ankara'nın -10 derece soğuğunda naylon çadırlarda ahşap kasaları yakarak ısınan; mücadelesini sürdüren; Adıyaman, Samsun, Tokat, İzmir, Tekirdağ, Hatay, Aydın, İstanbul Cevizli'den gelip Ankara'nın Abdi İpekçi parkında Türkiyeyi aydınlatacak ve birleştirecek örgütlü direnişin meşalesini yakan Tekel İşçileri, başbakana inat, işçi sınıfını ve emekten yana mücadele edenleri, "milli iradeyi"   temsil etsin diye 'İktidar olmaya' çağırıyor.

Şimdi, var mısınız ideolojik olmaya ?

14 Ocak 2010 Perşembe

İLK-MADDE’CİLER VE HERAKLEİTOS’UN ATEŞTEN AKARSUYU “PANTA REİ”

Dün gece yine uçukluğum tutmuştu. Boş bir ekmek gemisinin öksüz vardiyasında kimsesiz rüzgarları omuzlamış; ölü-denizlerden deniz beğeniyordum. Çalımlı gövdelerimizle dalgaları yara yara ilerledikçe yıldızlar mı suyu öpüyordu yoksa biz mi şahlanıp geceyi yaldızlıyorduk pek anlaşılmıyordu. Ama yeryüzünü gökyüzüne yansıttığımız kesindi. Kımıltısını ve bereketini esirgemeyen o hayat denizinin tonlarca köpüklü azgın suları gıcırdayan ve yalpalayan gövdelerimize  boca oldukça suları çiğneyen pervane kuvvetine hayran kalıyorduk. Şu anda kim bilir daha kaç deniz gurbetçisi bizlerle birlikte aynı denizlerin sillesini yiyor; azgın rüzgarlarla sersemliyordu... Yükleyeceğimiz üç ambar dolusu malın zaferi uğruna denizlerin üstüne üstüne yürüdükçe ve dalgalarla bata-çıka boğuştukça, düşüncelerim, ıslak rüzgarın ıslığına kapılmış gezgin deniz kuşları gibi teklifsiz o dalga tepesinden bu dalga çukuruna konuyordu. İşte; böylesi bir evren güzelliğinde ( her Doğa belirişi biraz Evrendir çünkü ) ve  düşünce-gezginliğimin  o saf, sınır tanımaz uçlarında seyrederken, kadim ozan Enver Gökçe nin "kirtim kirt" şiirindeki dizeler ansızın, rüzgar ve su sesiyle dolu gecenin göğünden dökülüverdi evren ufkumun pruvasına:  
                                               
"KİRTİM KİRT (*)
Can yoktu ki sevdalara düşe,
Kurt yoktu ki kızıl kana üşe
Yoktum ki yol geçe
Yoktun ki haber ulaşa
Gül yoktu ki, dal yoktu ki..
Ve döne döne ateş
Döne döne madde
Gökler yarıla dürüle
Dağlar savrula devrile,
Kırıla döküle yıldız
Sular evrile çevrile
Döğüşe döğüşe madde
Değişe tokuşa madde
Öyle bir vakte erdi ki devran
Döne döne esir
Döne döne gaz
Döne döne atom
Döne döne madde
Döğüşe çekişe madde
Vuruşa vuruşa madde
Ve zaman değişe değişe
Yosun titreşe, yeşilleşe
Işık dura değişe
Öyle bir vakte erdi ki devran
Ha dedi kırdı zincirini
İçerdeki adam
Demir bağrışa bağrışa
Zindan çağrışa çağrışa
Şöyle buyurdu ki Yusuf
Dört kitaptan daha büyük :
"Demek bu hayat,
Önce sana bana yük
Demek su kimin
Toprak kiminse
Motor, elektrik, ve ışık kiminse
Demek sultan odur.
Demek insan bölük bölük.
Yaşıyorsun ölüyorsun demek.
Nasıl yaşıyorsan
Öyle düşünüyorsun demek
Demek insan
En yüce mertebede hayvandır
Yeni anladım
Alet kullanan ve yapan.
Tilki tarlayı masallarda sürer,
Manyetoyu çeviremez tavşan.
Devril başımdaki kader
Dökül dilimdeki yalan
Tutuş beynimdeki kibrit
Kirtim kirt
Kirtim de kirt
Kirtim de kirtim
Kirtim kirt"
Bir yandan demirciler
Demir döğer denge denk
Bir yandan boyacılar
Boya vurur renge renk
Bir yanda
Kurtuluş savaşçıları
Bir yanda esaret
Bir yanda termonükleer çağ
Bir yanda balistik şirret
Evvel madde
Ahir fikir
Dolan göğümdeki hava
Salın yanımdaki fakir
Salın proleterya
Geber başımdaki bit
Kirtim kirt
Kirtim de kirt
Kirtim de kirtim
Kirtim kirt

Enver GÖKÇE
(*) Kirtim kirt : Halı tezgahlarının çalışırken çıkardığı ses.


"ve döne döne ateş/döne döne madde/gökler yarıla dürüle... sular evrile çevrile, döğüşe döğüşe madde, değişe tokuşa madde... öyle bir vakte erdi ki devran"  alçalan-yükselen denizde düşünce gezgini dünyamın  paslı zincirleri  en zayıf baklalarından birer birer çatırdıyor; öksüz vardiyamda şafak söküyordu. Ve ben bu muhteşem anı Nazım’ın  güneş gözlü dizeleri ile kutluyordum: 

“ O, yalnız ağaran tanyerini görüyor;/ ben, geceyi de,/ sen, yalnız geceyi görüyorsun;/ ben ağaran tan yerini de.”  

İşte tam o esnada, nasıl olduysa, birden bire bir şimşek gibi, uçsuz bucaksız ve  ulaşıldıkça ulaşılmaz olan  o “ağaran tan yeri” ufkunda doğa  düşünürlerinden Efes’li Herakleitos’un  bin yılların ötesinden parlayan  bilgelik halesini görüverdim. Sanki; bana hayat denizinde  izlemem gereken rotamı göstermek isteyen kadim deniz fenerleri gibi, cosmic flux[1] ve/ile everlasting stability[2]'den ışık çakıyordu.  Ve gürül gürül kozmik hayat-akan o öncesiz ve sonrasız kalıcı ateşten akarsu, ebedi istikrarının kaynağını ve "hayatın sırrı"nı arayanlara panta rei, panta rei[3] !!” diye uğulduyordu. 

Herakleitos’un ateşten-akarsu ışığından aklım kamaşmış olmalı ki, iki azgın dalga periyodu arasında yalpalayarak, birdenbire kendimi  o ateşten-akışkan(fluxion)’ın göbeğinde buldum. Ve sonra, Kozmik mekandaki sonsuz çokluk ve sınırsız çeşitlilikteki dönüşümselliğin istikrar (equilibrium)’ına kapılarak, kavram sarhoşu bir halde, tepe taklak,  Herakleitos’un o meşhur Logos[4]’una yuvarlanıverdim. Tüm oluşumların düzenleyici aklı LOGOS ile  böylece tanışmış oldum.

Artık, beynimin en temel biyokimyasal elementleri  Herakleitos’un evrensel hayat kaynağı olan “ateş” iyle tutuşmuş; alev alev  yana yana   düşünce'nin dibine vuruyordu.. Tam; “ey köklerin köksüz-kökü; göklerin göksüz-gökü; evrenin anasız-anası olan asıl-gerçek!”, nedir senin  ‘hayat-sırrın’  diye sorgulamaktan yorgun düşmüştüm ki, o da ne, radyo dalgalarıyla taşınmış sesiyle Cem Karaca, dibe vurmuş düşünce gezginliğimin imdadına yetişmişti. Kalbimin derinliklerinde  yankılanan o dokunaklı  gür sesiyle söylediği şarkısında: "sevda kuşun kanadında ürkütürsen tutamazsın; ökse ile sapanla vurursun da saramazsın, "hayat sırrının suyunu çeşmelerden bulamazsın ansızın bir deli çaydan içersin de kanamazsın." diyordu: 

https://www.youtube.com/watch?v=Son8h3PpMaM
                                                                                 
Vaktiyle, 'Hayat Sırrının Suyunu'  bulma uğruna, kim bilir, kimler gelip kimler geçmişti şu muazzam insanlı dünyadan ? Kim bilir; kimler, ansızın rastlayıp da, kana kana içmişti Cem Karaca’nın şu “deli çay”ından ? Beynimi kemiren bu soruların bir cevabı olmalıydı. Merakıma daha fazla direnemedim; ve  binlerce yıl öncesine sefere çıkmaya karar verdim. Harita çekmecesindeki iki nolu folyodan Antik dönemlere ait haritaları çıkardım;  uğrak limanlarının rotalarını çizdim. Köprüüstünün sancak kırlangıca bakan kapısını açtım; ve denizdeki "deli-çay" havayı kokladım. Gemi bordasını   döven merhametsiz dalgaların yüzüme ulaşan ayıktırıcı serpintisiyle  yorgun zihnimin fena halde hırpalanmış olduğunu hissettim. Bir sabah esnemesi ve gerinmesi ardından  içtiğim demli bir çayla düşünce sarhoşluğum  güneşi gören kekremsi yorgun bir sis bulutu gibi dağılmaya başlamıştı.  

Sabah güneşiyle birlikte, ıslak rüzgarı kollayarak, pruvamı, ilkin, işe tanrıları ve mitolojiyi karıştırmayan; doğanın düzen(leniş)ini ve  evrenin kaynağını (kökünü, aslını) yine doğanın kendisine dayanarak açıklayan; yani, doğayı doğayla temellendiren, Batı Anadolu kıyılarının ilk bilgeler ("bilgi"yi alnından öpüp bağrına basanlar)’inden  biri olan, Miletos’lu Thales’e çevirdim. Ve böylece; hayat sırrının suyunu bulma uğrunda "ansızın bir deli çay'dan kana kana içenler"in kadim tarihine olan seferimiz de başlamış oldu.

Fakat; önce, binlerce yıl  ötesinden bizlere ‘metafizik mantığı’ armağan etmiş olan ve bütün bir ortaçağa sabit(fix) bir ışık çakmış kadim Aristoteles Feneri'nden ve onun ilk bilgelere dair söylediklerinden bir kerteriz almam gerekecekti: 

İlk olarak felsefe ile uğraşanların çoğu, bütün nesnelerin ilk-temelinin sadece  ‘madde’ şeklinde olduğunu sanıyorlardı. Ve kendisinden, var olan bütün şeylerin çıktığı ve ilk olarak ondan meydana geldiği; ve yok olarak sonunda yine ona döndüğü şeye, ilk-ana-madde(Arkhé) diyorlardı. Ancak; Bu ilk-ana-madde’nin, yani; her şeyin başlangıcına temel olan bu ortak şeyin (maddi ilkenin)  ‘kendisi’(özü), olduğu gibi kalıyor;  ama halleri, icabında  buhar, buz, kar, dere, yağmur, deniz… olan  Su gibi  değişiyordu. Zorunlu müşterek   ilk-ana-madde, bütün  var olanların ilk başlangıcı olduğundan; ve var olan her şey, bu ilk-ana-madde’den türemiş olduğundan aslında doğada hiç bir şey yoktan  meydana gelmiyor ve hiçbir şey  yok olmuyordu.”

Demek ki, Aristoteles (İ.Ö. 384-322)’in ilk-madde (özel bir ana madde)'cilerine göre, Dünya, tanrılar tarafından yaratılmamıştı. Doğada var olan her şey,  kendisi yaratılmamış ve yok edilemez olan; öncesiz ve sonrasız , tek ve aynı "özel" bir  maddeden doğmuştu. Ve her şey/her kes, öldüğünde yine ona dönecekti. 

Var olan her şeyin kendisinden doğduğu o ilk-temel-özel-ana-madde'nin sayısına, şekline ve niteliğine  gelince, ilk-madde’cilerin hepsi   ayni şeyi söylemiyorlardı. Mesela, İlk-Madde’ci doğa düşünürlerinin babası  olan Thales, her şeyin kendisinden doğduğu  ilk ve tek ana-madde’nin, “Su” olduğunu söylüyordu. “Su”, Thales için, her şeyin arkhé’si  yani başı, kökü, ve ortak ilkesiydi. Dünya, her yandan sonsuz ve sınırsız bu ana-madde su (okeanos) ile kuşatılmıştı;  ve  su (Okeanos) üstünde  yüzmekteydi.

Thales (İ.Ö.624-548), doğadaki  çeşit çeşit  ve sonsuz çokluktaki farklı nesnelerin ve olayların temelinde ve   birliğinde bir “ilk(ana) madde” bulunması gerektiğini yöntemli olarak düşünen ve öneren  ilk çağ (Antikite) düşünürlerinin  ilkiydi. 

Thales, kendi gözlem ve incelemelerine dayanarak; ve çağının bilgi ve ortak tecrübelerinden yararlanarak,  kendisi meydana gelmemiş olan; ve bu yüzden de ‘yokedilemez-olan’ bir özel ilk(ana)-madde’yi, her şeyin ilk-ana-nedeni ve temeli olarak kabul etti; ve her şeyi, bu "yaratılmamış ve yok-edilemeyen" ilk-madde’den türetti. Var olan  her şey, Hesiodos’un muğlak kavramı olan Kaos’tan ötürü değil, bu ilk-madde’den ötürü vardı; ve er geç, sonlanarak, yine ilk-madde’ye  dönecekti.  İşte; Thales'in, dünyanın madde'ye dayalı  bu ilkesel birliğini sezmesi, Olimpos tanrıları için de,  ölüm çanlarının çalmaya başlaması demekti.

Thales, tanrıların doğumunu ve soy kütüğünü  anlatan Hesiodos (İ.Ö 700 yılları)’un Teogoni[5](Theogonia)’sinden ve Homeros(İ.Ö.750)’un efsanelerinden   ayrı  olarak, kendi kozmogoni[6](cosmogonia)’sini yarattı. Thales'ten önce doğa olayları mitolojiyle bağdaştırılarak açıklanıyordu. Mesela, depremler yeri sarsan tanrı Posedion'un marifetiydi. Oysa Thales'e göre deprem, üzerinde yeryüzünün bir gemi gibi yüzdüğü suyun kımıldamasıyla açıklanıyordu. 

Mısırlılardan geometriyi öğrenip ilk olarak daire içine dik açılı bir üçgen çizdi. İ.Ö.585 yılındaki güneş tutulmasını önceden söylemişti. Bir daireyi çapla iki eşit bölüme ayırdı. Gölgemizin bizimle ayni uzunlukta olduğu zamanı gözleyerek, Mısır’da piramitleri, gölgelerine bakarak ölçmüştü. İşte bütün bunlar, Thales’in, dünyayı açıklarken, tanrılara ve Çin-Hint, Ön-Asya, Mezopotamya, Anadolu halklarının söylencelerine ihtiyaç duymaması; doğa olaylarını yine doğanın kendisiyle bilme  ve açıklama tarzı,   bilimsel düşüncenin doğmasına yol açtı. 

Yunanlılar 9. ve 10.yüz yıllarda anayurttan dışarı göç edip Ege denizi kıyılarında, güney İtalya ve kuzey Afrika sahillerinde  bazı koloniler kurmuşlardı.  Bu kolonilerden İyonya şehirleri ( Anadolu'nun yerli kıyı halklarından olan İonların yaşadığı Efes, Milet, Samos..) felsefenin beşiği olmuştu.  Batı Anadolu (Asia Minor)’nun bir parçası olan bu kıyı şehirler, ayni zamanda İyon  kültürünün ve uygarlığının ilk yeşerdiği yerlerdi. Homeros’un kendisi ve destanları da bu bölgede doğmuştu. Yunan heykel ve mimarisinin ilk anıtları bu bölgede biçimlenmişti. İ.Ö.494 yılında Perslerin eline geçen bu bölge en parlak çağını 6.yy’da yaşamıştı. Thales, işte; İyonya denilen  bu bereketli Batı Anadolu topraklarında yaşamaktaydı. 

Thales, köleciliğin ve ticaretin oldukça  gelişmiş olduğu zengin bir Hellen kolonisi olan Miletos liman kentinde doğup büyümüştü. Miletos halkı, Thales’in zamanında, doğu halklarıyla (Mısır, Fenike, Babil, İran, Çin-Hint diyarı) karşılıklı olarak  bir takım ticari ilişkilerde ve alış verişlerde bulunuyordu. Bu vesileyle, onlarla, ayni zamanda  çeşitli kültürel-sanatsal, felsefi, bilimsel konularda  bağlar da kuruyor ve etkileşimde bulunuyorlardı. Thales, işte; soluduğu bu atmosferden etkilenmiş; ticarete, denizciliğe ve mühendisliğe, geometriye,  matematiğe, göğü gözetlemeye (astronomi) ilgi duymuş; ve doğuya seyahatler yapmıştı. Bu seyahatlerinde, Doğu Akdeniz Uygarlığından etkilenmiş;  özellikle Mısırlıların geometrisinden ve Babil’in astronomisinden beslenmişti. Thales, oralardan edindiği tecrübeleri ve derlediği bilgileri verimli kılarak ve birikimlerini sentezleyerek dünyaya yepyeni bir gözle baktı. Demek ki bir zamanlar öğrenmek ve uygarlaşmak  için şimdi olduğu gibi Batı'ya ( Barbar Galya'ya, Germenia'ya .. ) gidilmiyormuş; Doğu'ya, Asya'ya, Afrika'ya gidiliyormuş ; zira; ileri uygarlığı Mısır, Mezopotamya, Fenike, İran, Çin-Hint ve elbette kökleri  Hattilere, Luvilere, Hurrilere kadar uzanan kadim Anadolu yerli halkları temsil ediyordu. Dolayısıyla Batı'dan  göçle gelen kavimler ( Hellenler, Hititler, Frigler...) Anadolu'da yerli halkların üretmiş olduğu kültürel birikimi ve ileri medeniyeti hazır buldular. Buradaki kültür ve sanattan etkilendiler. Bu yüzden Antik Yunan uygarlığının  tarihsel ve kültürel kökleri Anadolu ve Doğudadır  dense yeridir.

Thales, Hesiodos öncesinde ve sonrasında var olan imgesel ve fantastik bir “İlk-Madde” kavrayışı yerine nesnel bir İlk-Madde (özel bir ana madde) düşüncesini getirmişti. İlk-Madde’nin, Hesiodos’vari gelenekte olduğu gibi muğlak  bir Karanlık, Kaos olamayacağını düşünmüş; onun yerine  bilinen ve yaşamsal değeri olan “özel” bir maddeyi, Su’yu,  İlk-Madde olarak kabul etmişti. Thales, Kaos yerine Su’yu İlk-Madde olarak tasarlamakla, aslında, doğayı ve tüm mekanı oluşturan yaratıcı bir gücün kaynağını imgesel ve inançsal bir veride aramaya son vermiş oluyordu.

Thales’e göre,  Hiç'ten hiç bir şey doğ(a)mayacağına göre, her şey, işte bu ‘ilk-madde’ olan Su'dan doğmuş; Su’dan yapılmıştı. Ve sonunda yine Su’ya dönecekti. Su, kendisi doğmamış ve yaratılmamıştı.  Dolayısıyla, her şeyin ilk başlangıcı ve temel ilkesiydi. Bütün var olanlar kendisinden çıkmıştı. Su,   her şeyin kendinden doğduğu ve türediği  "ne yaratılabilen ne de yok edilebilen"   ilk-madde (arkhe) dir.

Peki; bu “özel”, ilk ve ana madde’den nasıl ve niçin her şey meydana geliyordu? Yani; nasıl oluyor da “özel” bir madde (Su), Evrenin anası olabiliyordu? İlk- Madde'de nasıl bir hareket ve değişim oluyordu da, bundan, olayların ve nesnelerin sayısız çokluğu ve çeşitliliği doğuyordu?  İşte; bu (gibi)  soruların cevabını Thales’te  bulamıyoruz. Kendisi, sadece, evrenin birliği ve ortak ana maddesi olan  İlk-Madde üzerinde düşünmüştü. 

Ayrıca; Thales’in İlk-Madde’si  Su, mıknatıs ve elektriklenmiş kehribar gibi, kendiliğinden  canlı  ve yaratıcıydı; ve içinde ruh taşımaktaydı. Bu  İlk-Madde, kendiliğinden   değişebilir ve her türlü biçime girebilme yetisine sahipti. Thales, madde (hyle)’yi, onun doğasında  varolan; ve onu canlandıran bir güçle birlikte tasavvur etmişti. Thales’in İlk-Madde’si olan “Su”, özü ve tezahürü itibariyle bütün bir hayatı  temsil ediyordu. Bu yüzden; İlk-Madde’cilerin felsefesine Hylozoizm (canlı-maddecilik)[7] denir. 

Bu felsefede devinen ve devindiren,  özdeşlik bağı ile birbirlerine bağlı olduğundan,  Aristoteles’te olduğu gibi,  maddeden ayrı bir “ilk hareket ettirici güç” aranmaz; daha doğrusu buna gerek duyulmaz. Çünkü; maddenin kendi öz yaşamı vardır henüz. Maddedeki Hareketin nedenini aramaya, ancak, madde, kendi öz yaşamından; canlılığından yoksun bırakıldığında gerek duyulacaktır. 

Thales, Sümerler'in maddeci ve gerçekçi "yaratılış" masallarından ve mitolojiden esinlenerek,  suya tanrısallık atfederken  ve her şey tanrılar doludur derken de,  aslında, ‘her şey canlıdır; ve her şey, içinde yaratıcı bir güç taşıyan İlk-Madde Su’dan gelmektedir’ demek istemişti. Ayrıca; Thales’de, maddi olan ve maddi olmayan ayrımı ile “cansız-madde" düşüncesi kavramsal olarak yoktu henüz. Çünkü; ona göre, doğa ve İlk-Madde, canlıydı zaten. Canlı olan, kendinden, kendi kendine üreyen demekti.  Canlı, kendinden ürediğinden,  “oluş” ve “değişim” de kendiliğinden vardı. O yüzden; ansiklopedik bir kafa olan  Aristoteles, Thales’i, ilkel-maddeci olarak nitelemişti.

Rotamı, "Deli Çay"dan kana kana içen ikinci bilge kişiye değiştirme zamanı gelmişti.  Pruvamdaki limanda  şimdi Thales'in öğrencisi ve arkadaşı olan Miletos’lu Anaximandros (İ.Ö.611-546) vardı. Anaximandros’a, bilinen Thales-dünyası dar geliyordu. Yeryüzünü örten gökkübbeden sahan kapağın kaldırılması gerekiyordu. Göğün sınırları, gök duvarlarının ve gök tavanının olmadığı sonsuzluğa kadar uzanabilirdi. Çünkü; Evrenin ne başı ne de sonu vardı. Zamanın duvarlarını aşa aşa geçmişe doğru gittikçe her şeyin “aslı” olan  'sonsuz-olan’a ulaşılırdı. Ve evrende sayısız çoklukta dünyalar yüzmekteydi. Anaximandros işte bu “sonsuzluk” ve “uçsuzluk”  fikri ile  cesurca dünyayı  tasvire başladı; ve dünyayı uçsuz bucaksız sonsuzluğa asarak dayanaksız bıraktı. Ve evrenin merkezi yaptı. Öncesiz sonrasız olan (madde)’ın, sonsuz olarak, kendini, kendi kendine biçimlendirdiğini ileri sürdü. Doğadaki çokluğu ve çeşitliliği, düşüncede birliğe kavuşturdu.

Ona göre,  ilk-madde(Arkhé), ne zaman ne de yer bakımından sınırı olmayan ve ‘sonsuz olan’ anlamına gelen Apeiron’du. Apeiron, ne kocar; ne ölür; ne de yok-olurdu. Thales, ilk-madde'ye "Su" demekle ilk-madde'yi belli, bilinen somut özel bir şeyle bir tutmuştu. Oysa; Anaximandros'a göre ilk madde belirli, somut özel bir şey olamazdı. Çünkü; her belirli ve belli olan şey, sonlu ve sınırlıdır. Yani; karşıtıyla sınırlandırılmıştır. Hayat ölümle, açlık tokluk ile; sert yumuşak ile; aydınlık karanlık ile.. Sıcak, başlangıçta soğuk ve karanlık olanı, bir alev küresi olarak kabuk gibi sarmış; soğuktan iki karşıt sıvı ile katı doğmuştu. 

Anaximandros, Apeiron  ilkesinden özgün bir doğa görüşü geliştirmişti. Apeiron ile,  doğada var olan sınırsız çokluk ve çeşitlilikteki  olaylar,  birliğe ulaşıyordu. Her belirli olan; yani sonlu ve sınırlı olan şey, meydana gelmiş bir şey olduğundan, ilk-madde, sonlu-sınırlı ve meydana gelmiş bir şey olamazdı. Thales’in ilk-maddesi olan Su, belirli olduğundan sonluydu; ve her şeyin başlangıcı olamazdı. Çünkü; Suyun, okyanusların kıyıları ve sınırları vardı. Sonsuz-olan Madde ve Zaman okyanusu ise kıyısız ve sınırsızdı. Anaximandros’a göre, Thales’in belirli ve somut ilkesi  olan Su’yun  aksine, var olan nesne ve olayların  nedeni,   sonsuz ve sınırsız olan bir ilke ile;  soyut ve belirsiz  bir kavram ile açıklanmalıydı. Böylece, Anaximandros, “sonsuz-olan”, (Maddenin Hareketi), sayesinde, mekanın ve zamanın duvarlarını sonsuza itmiş oldu.  Ve evrensel oluşum ve gelişime egemen olan “evrensel yasa” kavramını da,  insan düşüncesine  soktu.

Anaximandros’un Dünyası, Thales’inki gibi düz bir tepsi biçiminde değil; bir sütün gövdesi gibi kavisli yuvarlaktı. Ve boşlukta serbest olarak durmaktaydı. Gök de onun  etrafında dönmekteydi. Anaximandros, meskun dünyanın haritasını kağıda çizen ilk kişiydi. Ona göre yeryüzü, önce denizlerle kaplıydı. İlk canlılar ise balık gibi suda yaşıyordu. İnsan da, balığa benzeyen bu ilk-canlılardan türemişti. Anaximandros  bu görüşleriyle evrimci görüşün ilk temsilcisi olmuştur.

Anaximandros’u Apeiron’uyla baş başa bıraktık. Gemimizin yeni rotasında şimdi, Anaximandros'un öğrencisi Milet’li Anaximenes vardı. Onun arkhé'si de, Thales'inki gibi, belirli bir şeydi. Ona göre, ilk madde hava idi . Anaximenes, hocası Anaximandros'un soyut ilkesi Apeiron'un yerine, somut bir şeyi, hava'yı koymuştu. "Bir hava olan ruhumuz (psyhke) bizi nasıl ayakta tutuyorsa, bütün evreni (universe) de soluk (hava) sarıp tutar" demek suretiyle, felsefede ilk kez ruh kavramını üretmişti. 

Thales’in ilk maddesi ‘Su’, zaten ‘canlı’ olduğundan; ve her şey de, su’dan türediğinden Thales'de, canlı madde ile cansız madde arasında bir ayrım yapılmaz; ve "nasıl oluyor da nesnelerin ve olayların çokluğu, bu ilk-madde’den oluyor ?" diye de bir soru sorulmazken; Anaximenes ile birlikte bu soru artık ortaya konur. Anaximenes, özü bakımından kendi kendisiyle hep ayni kalıp değişmeyen; ve fakat bir çok kılığa bürünen bu ilk madde (arkhé)’nin  gelişimi ve değişimi  nasıl oluyor diye kafa yormuştu. Ve  bu gelişimi, ilerde atom kuramının doğuşuna katkı sağlayacak olan Hava’nın gözle görülemeyecek kadar küçük zerreciklerin sonsuz hareketiyle açıklamıştı. Nicel değişimin nitel dönüşümü koşullaması gibi Hava'nın da, yoğunluk derecesine bağlı olarak ateş, rüzgar, bulut, su, toprak, taş...gibi farklı nesneleri oluşturduğunu öngörmüştür.

Anaximenes, ayrıca, canlıların ıslak bir ortamda gelişmeye başladıklarını; ve  tüm canlıların "panspermia" adlı bir ilk-madde'den  türediklerini; bitkilerin de tıpkı hayvanlar gibi canlı yaratıklar olduklarını ve bunların yerde yaşayan "sabit hayvanlar" olduklarını ileri sürmüştür.

Anaximens’i zamanın gümüş tozları arasında bırakmanın vakti gelmişti. Şimdi pusulamızın ibresi "Deli Çay"dan kana kana içen 4. bilgemiz, benim panta rei' in isim babası  Efes'li Herakleitos'u gösteriyordu. Gerçi; Herakleitos’un hiçbir zaman  “panta rei” demediği söylenir ama, olsun, bu deyiş, yine de, en çok ona yakışıyor.

İ.Ö.540-480 yıllarında yaşayan Herakleitos, evreni, ne tanrıların ne de insanların yapmış olmadığını açıkça ifade etmişti:

"dünya birdir, ne bir tanrı ne de bir insan tarafından yaratılmıştır; bir yasaya göre yanan ve bir yasaya göre sönen; ve başı sonu olmayan canlı bir ateştirEvreni ateş oluşturur, evren daima yaşayan bir ateştir. ve öyle kalacaktır. Olduğu yerde kalan hiç bir şey yok; ayni ırmaklara girenlerin üstüne hep başka sular akar. Ayni ırmaklara giriyoruz hem girmiyoruz. Hem biziz hem biz değiliz".

Karşımızda ayni şeyin bulunduğunu sandığımız her yerde durum böyleydi. 'Değişmez şeyler' varmış sanısına kapılmamız, değişmenin kuralsız değil de belli bir düzene belli bir ölçü ve yasaya göre olmasındandı. Bu düzen(leniş)'e bu ölçüye, bu yasaya, Herakleitos Logos diyordu. Bu Logos'u tanıyıp öğrenen kimse, doğadaki bu akıl yasasını kendi eylemine ölçü alacaktır; eylemine, Logos'taki aklı kılavuz yapacaktır. Zira; Logos, evrende kalıcı olan yasa; düzenleniş biçimi ve akıldı.

Herakleitos'un Milet’li bilgelerden farkı , ilk madde (arkhé)’yi, Milet’liler gibi, kendi kendisiyle özdeş, kalıcı, doğanın değişmeyen tözü olarak sayıyor olmamasıydı. Herakleitos için önemli olan, evrenin, 'sürekli akan bir süreç' oluşu; ve başı sonu belli olmayan değişme oluşuydu. Hiç durmayan bu değişme içinde, olduğu gibi kalan; sürüp giden hiç bir şey yoktu.

Onun için panta rei der. Her şey akar :"bir nehirde iki kez yıkanılamaz". Çünkü; sular akıp gitmiştir; nehir değişmiştir. Bu günkü nehir artık, özde, dünkü nehir değildir. Yalnız görünüşte dünkü nehirdir. Bu günkü nehrin, bize, sanki dünkü nehirmiş gibi görülmesi; ve karşımızda hep ayni nehrin bulunduğunu sanmamız, zıtlıkların ve değişimin bir süre için (bize) görünmemesinden ötürüdür. Zıtlıklar, henüz belirmediği için, biz sanki, daima, ‘ayni şey’ ile karşı karşıyaymışız sanısına kapılırız. Bu yüzden; bize, hiç bir şey değişmemiş; değişmiyormuş gibi gelir. Oysa; 'değişim'  nesnel, kalıcı ve mutlaktır.

Panta Rei, Herakleitos'un ana ilkesiydi. Bu ilkeye en uygun ‘ilk-madde’, Ateşdir. Bir tahtayı kemiren aleve bakıldığında boyuna ilerleyen bir süreç olduğu görülür. Alev tahtayı boyuna yakıp kemirir; onu boyuna duman ve buğuya çevirir. Evren de böyle tükenmez canlı bir ateştir; sürekli bir yanma sürecidir.ve öyle kalacaktır. Ateş, hem yanan; hem yanış-hem de yanmadır. Nesneden-Özne'nin  belirişi ya da Özne-Nesne özdeşliği ve birliğidir.

Evren, bize bir yandan, sürüp giden hareket; kesintisiz oluşum süreci; öbür yandan da, karşıt şeylerin sonu gelmez bir savaşı olarak görülür. Zamanla, büyük küçük olur; küçükse büyük; zamanla, korkak cesur olur; cesursa korkak; zamanla, sıcak soğuk olur; soğuk ise sıcak; zamanla kuru yaş, yaş ise kuru olur; zamanla, eski yeni, yeni de eski olur. Eğer; bu karşıtlar ve/ile bunların arasındaki savaş olmasaydı, evrende ne nesneler olurdu; ne de bir bütün olarak evrenin kendisi. Varlıkların oluşumunu ve değişimini sadece bu savaş gerçekleştirir. Bu savaş, hem birbirleriyle çatışan hem de birbirlerini besleyen karşıtların çatışmasıdır. Dolayısıyla; savaş, bütün şeylerin anasıdır.

Çağdaş uygarlığın evrensel anıtı   Karl Marx'ın maddeci diyalektiğine esin kaynağı olan Hegel'in, "Herakleitos'un hiç bir sözü yoktur ki logik' ime almamış olayım" dediği Herakleitos'u,  panta reisiyle ile baş başa bırakıp biz akıp gitmekte olan Deli Çay’ımıza geri dönelim şimdi.

Pruvamdaki  uğrak limanı, "Deli Çay"dan kana kana içen 5.bilgemiz, tam bir bilgin hayatı yaşamış olan, Klazomenai'li Anaxagoras'dı. İ.Ö. 462 yılında Atina'ya gitmiş; Perikles’in yakın dostu olmuştu. Yunanlıların tanrısı sayılan Güneş'in, bir ateş yığını olduğunu söylediği için Perikles’in muhalifleri onu tanrısız olmakla suçlamışlar; ve bu yüzden Atina’yı terk etmek zorunda kalmıştı. 

Anaxagoras'a göre ilk madde, sonsuz sayıda ve sonsuz küçüklükteki "tohumlar" (parçaçıklar, spermata, Aristoteles'in deyişiyle Homeomerie, to Omoiomeres )’dır. Bu parçacıklardan ne bir şey yok olur; ne de bu parçacıklara bir şey katılabilir. Onlar için ne doğma; ne bozulma vardır. Oluş ile ölüm düşünceleri yanlıştır. Hiç bir şey yoktan gelmez; hiç bir şey yok olmaz. Olmak yerine birleşmek; ölmek yerine, ayrılmak denmelidir. Yer değiştirmekten, toplanmaktan, dış görünüşlerin değişmesinden başka değişme yoktur.

Başlangıçta bu maddesel parçacıklar karmakarışık bir halde bir arada bulunuyordu. Her şey her şeyin içindeydi. Her şeyde her şeyden bir parça vardı. Nous bunları etkileyince yaşam kasırgası başladı. Öz, kendi kendine değişmez, Maddesel sonsuz sayıdaki sonsuz küçük parçacıklar kendiliklerinden kımıldayamazlar. Onları kımıldatan, hareket ettiren; düzenleyen, biçimlendiren; ve oluşu meydana getiren bir ilkeye ihtiyaç vardır. İşte bu ilke'ye Nous denir. Nous her şeyin en incesi ve en arısıdır. En büyük güce Nous sahiptir. 

Telos düşüncesini, bilinçli, belli bir ereğe göre hareket sağlayan düzenleyici ve biçimleyici kuvveti, felsefeye ilk olarak getiren Anaksagoras'dı. Nous, Herakleitos’un  Logos'u gibi evrene hakim olan kuvvetti. Evreni harekete getirip oluşturması bakımından Herakleitos'un Ateş’ i neyse Anaksagoras’ın Nous’u da  oydu. Herakleitos'un ateşi her şeye dönüşüyordu; ve oluş sürecinin içinde eriyordu; Anaksagoras'ın Nous'u ise hep öteki nesnelerin karşısında, onlardan ayrı, kendi başınadır. O yüzden Aristoteles, Anaksagoras için, "maddenin karşısına onun egemeni durumunda olan  Nous u koymuştur. Nous'un, yaratan ve maddenin  yaratılan olduğunu söylemiştir. Çünkü her şey bir aradayken Nous gelir düzenler." demektedir. Maddenin bir takım parçacıkların birleşmesinden meydana geldiği tezi, Empedokles (İ.Ö. 483-423) ile Anaksagoras'a aitti. Bu bakımdan her ikisi de günümüzdeki "temel parçacık" kavramının öncüleri sayılırlardı. 

Ş
imdi yeni rotamızda Romalı ozan-bilge Lucretius' un hayran olduğu Sicilya (Agrigentum)'lu Empedokles var. Ayni zamanda 'köleci-demokrasi' ideoloğu da olan Empedokles, Doğa Üstüne adlı şiir yapıtında, doğadaki çeşitliliği ve evrensel gelişmenin farklı aşamalarını,  dört ana unsura indirgeyerek açıklıyordu: Toprak, su, hava, ateş. Doğanın bu dört ana unsurunun birleşmesi ve ayrışması sayesinde her şey meydana gelip çeşitleniyordu. Her türlü birleşme ve ayrışmanın ilkesini, çekme-itme; sevgi-nefret kuvvetlerinde görüyordu. Aşk kuvveti varsa "birleşme"; nefret kuvveti varsa "ayrışma" oluyordu. Empedokles, 'doğal seçilim' görüşleri nedeniyle, evrimciliğin  uzak atası olarak da kabul edilir. Empedokles, bilginin pratik için gerekli olduğunu kabul eder.  Etna volkanına atlayarak hayatını sonlandırdığı rivayet edilir.
     
Bu diyarlara gelmişken Elea Okulu kurucularından Ksenofanes (İ.Ö. 570-480)'e uğramasak olmaz. Ksenofanes de doğayı,  toprak ve su olarak, maddeci bir gözle ele almış ama; varlığı, tek-biçimli, değişmez; kendi kendisiyle özdeş kalan bir şey olarak tasavvur etmiştir. Ksenofenes, insanların, tanrıları kendi hayal güçleri ile yaratmış olduklarını söyleyerek Homeros ve Hesiodos'un tanrı anlayışlarını, antropomorfizmi ve mitolojiyi, yergileri ile eleştirmiştir. Ksenofanes'e göre, eğer; hayvanlar, tanrılara inanacak olsalardı, onları, hayvan biçiminde çizecek olurlardı: 

"Eğer öküzlerin, atların, aslanların elleri olsaydı; ve onlar elleriyle insanlar gibi resim yapmasını bilselerdi, atlar, tanrıların biçimlerini, atlarınkine; öküzler, öküzlerinkine, benzer çizerlerdi. ve onların her birine de kendi türlerine uygun bedenler verirlerdi. "Habeşler tanrıların, kara ve basık burunlu; Trakyalılar ise mavi gözlü ve kızıl saçlı olduklarını  söylerler."
                                                                                                         
"Deli Çay"dan içen İdealizm'in ve “Formlar Kuramı”nın babası Platon (İ.Ö. 428-347)'a gelinceye kadar "deli çay"dan içen bilgelerin hiç biri, madde'yi, inkara kalkışmamıştı. Zira; 'maddi ve maddi olmayan' ayrımı henüz kavramsal olarak onlarda yoktu. Thales'in su'yu, Anaksimandros'un belirsiz ve sınırsızı (Apeiron), Anaksimenes'in  soluk (hava)'sı, Herakleitos'un ateş'i, Anaksagoras'ın Nous' u, hepsi, madde’dendi. Anaksimenes ile Anaksagoras ruh kavramını ilk-madde’ye sokmaya çalışmışsalar da ilk-maddenin maddesel yapısını inkar edememişlerdir. Dahası bu düşünürlerin hepsi için ilk-madde(arkhe) kendiliğinden hareketliydi ve  madde ile hareket ayrılmazdı.  Oysa Hesiodos'un Mit dünyasında maddenin hareketinin (değişimin) nedeni tanrılardı. Bu düşünürler işte düşünce dünyalarından tanrıları uzaklaştırarak hareketin sebebini maddenin(doğanın) kendisinde aramışlar; ve maddeyi yine maddenin kendisiyle açıklamışlardır. 

Lenin'in antik çağ maddeciliğin en parlak temsilcisi olarak gördüğü Demokritos (İ.Ö. 460-370) ise, 'atomcu maddecilik' ile, Madde' ye, gerçek bir temel getirmişti. Atomcu maddecilik sayesinde, İlk-madde(madde), artık, su, hava, ateş.. olmak gibi belli bir keyfiyete bağlı olmaktan kurtuluyordu. Çünkü; bunların hepsi de, atomların farklı hareketlerinden, durumlarından, düzenlenişlerinden meydana geliyordu. Evrende her şey, tanrılar bile, atomlardan yapılmıştı. Bir ağaç, bir kaya, yıldız, bir karınca, bir insan.. hep bir atom yığınıydı. Atom, hepsinde zorunlu bir müştereklik oluşturuyordu. Hepsinin ortak paydasıydı.

Hintli bilge Kapila (İ.Ö. 550?), " Ne yaratabilen ne de yok edilebilen; her şeyin ondan oluştuğu"  bir maddenin varlığını kabul etmişti; ve  Kapila' ya göre "hiç bir şey öncesiz sonrasız değildi.. Hiç bir şey hiçten çıkmaz  ve hiç bir şeye indirgenemez.. Şeyler tahrip edildiklerinde tümüyle yok olmuş olmazlar.. Başka şeylerin yapıldığı maddelere dönüşürler.."  

Doğulu bilgenin bu görüşleri, Demokritos'ta şöyle yankılanmıştı: 

"Bir şey hem bir şeydir; hem bir şey değildir..."  "madde, öncesiz-sonrasız, yok edilmez, atomlardan meydana gelmiştir. Atomların sertliği, büyüklüğü, biçimleri, ağırlıkları vardır. Her şey, kendi özgü yollardan düzenlenmiş atomlardan oluşur. Atomların özgün bileşikleri bozulduğunda bu şey yok olmuş olur. Gerçek dünyanın çeşitliliği atomların bileşimlerinin çeşitliliğinden kaynaklanır. Bir nesnenin yüzeyinden dışarı çıkan atomların duyu organlarına yaptıkları- etkiyle duyular;  ve bunlardan da fikirler oluşur.. Hem duyular, hem  de fikirler atomların akışlarının bıraktıkları izlenimlerden oluşur. "

Demokritos'a göre, madde Gerçek'tir;  ve bilinçten bağımsız olarak var olur. Madde, duyumlarımızın asıl kaynağıdır.  Duyumlar ve fikirler, maddenin oluşturduğu izlenimlerdir. Maddenin, belli fiziksel özellikleri vardır. Ve bütün şeylerin yapıldığı ana malzemedir. Doğanın özü, Madde'dir.

Maddenin yapısıyla ilgili tartışmalar, Leukippos (İ.Ö. 500-440)'un tilmizi olan Teos(Sıgacık)'lu Demokritos tarafından sistematize edilmiştir. Demokritos, sonsuz küçük parçalara, günümüze kadar gelen, atom(bölünemeyen) ismini vermişti. Köşesine çekilip tam bir bilgin hayatı yaşamış; 100 yaşında ölmüştü. "Bir kanıtı bulmayı Pers kralı olmaya tercih ederim" sözü pek meşhurdur. İşte; şimdi ziyaret sırası ona gelmişti. Pusulamın ibresi artık,  Marx'ın "ansiklopedik kafalı düşünür" dediği  Demokritos’u gösteriyordu.

"Deli çay" dan içen 6.bilgemiz Demokritos'a göre, "var-olan", meydana gelmemişti; ve bu yüzden yok olmayacaktı, değişmezdir; ve hep kendi kendisiyle ayni kalır. Atomlar yapıca birdi; ve  hepsi cisimseldi. Birbirlerinden yalnız biçimleri, boşluk içinde yerleri ve düzenlenişleri, büyüklükleri ağırlık ve hafiflikleri bakımından ayrılırlardı. Atomlarda olan biricik değişiklik harekettir. Yani yer değiştirmeleridir. Atomların birbirlerinden ayrılmaları, sadece nicelik bakımdandı. Atomlar baştan beri kendiliklerinden hareket ederlerdi.

Demokritos da oluş sorunuyla uğraşıyordu. Anaxagoras oluş sorununu, bilinçli ve akıllı bir ilke olan Nous ile çözmüştü. Demokritos, bu teleolojik açıklamaya itiraz eder. Oluş, atomların birbirleri karşısındaki durumlarının değişmesi, yani hareketi yüzündendir. Evren, sadece, atomların çarpışmasından ve bir birleri üzerindeki basınçlarından oluşmuştur. Evrendeki oluşa kesin bir zorunluluk egemendir. Bütün olup bitenler, nedenlerden ötürü, zorunlu olarak meydana gelmiştir. Rastlantı'nın sözünü etmemiz, bilgisizliğimizden kaynaklanır. Bir olayın nedenini bilmedik mi, bunu rastlantıyla açıklamaya kalkışırız. 

Demokritos doğayı açıklarken erek ve rastlantı kavramlarına ihtiyaç duymaz. Demokritos'ta gerçek , atomlar ve atomların hareketidir. O insan hayatıyla ilgili sorunlara, kozmos sorunu kadar yer ayırmıştır. Demokritos'a göre düşünce, duyuların sonucudur. Duygular ve istekler de, ateş atomlarının hareketleridir. Bu hareketler, durgun ölçülü ise insanı mutlu yapar; çok kızışık iseler insanı mutsuz yaratırlar. Onun için mutluluk, ruhun dinginliğidir.

Demokritos'un bu parlak görüşleri,  7.bilgemiz olan Epikuros (İ.Ö.341-270) tarafından sürdürülmüş ve geliştirilmiştir.  Karl Marx'ın  "birinci derecede bir düşünür" dediği Epikuros, maddenin sonsuz ve özünün devinim olduğunu; evrenin temelinin madde parçacıklarından ve bunların devinimlerinden oluştuğunu; dünyanın insan bilincinden bağımsız olarak var olduğunu; sonsuz ve öncesiz bulunduğunu; insanın bu dünyayı ancak duyuları ile tanıyabileceğini öne sürmüştür.

Tanrıların varlığını yadsıyan;  doğru eylemin ancak doğru doğa bilgisiyle var olabileceğini savunan Epiküros, "...ölüm varken biz yokuz; biz varken  ölüm yoktur.. onunla hiç bir zaman karşılaşmayacağız.." diyebilecek kadar maddi dünyayı özümsemiştir.

İdealizm taraftarlarıyla yaptığı tartışmada Epikuros :" ..dinsiz olan, halkın tanrılarını kovan değil; tanrılara, halkın düşüncelerini yükleyenlerdir." demiştir. Epikuros,  bu konuda Prometeus'un ağzından "..ayrıca bil ki mutsuzluğumu sana hizmet etmek gibi uğursuz bir yazgıya değişmem...Bu kayanın tutsağı olmayı Baba Zeus'un sadık uşağı olmaya yeğlerim" derken yine Prometeus'un ağzından : " ..tüm tanrılardan nefret ediyorum..." demiştir.

Görüşleri ve felsefesi, Romalı  ozan-bilge Lucretius (İ.Ö 99-55) tarafından sürdürülen atomcu-maddeci bilgemiz Epiküros'u geride bırakarak, "deli çay"dan kana kana içen bilgelerin şahı, ansiklopedik zeka,  bütün orta çağı etkisi altına almış Aristoteles'e geldiğimizde: "Kendisi hareketsiz dolayısıyla değişimsiz olan ilk hareket ettirici" ile karşılaşırız.  

Ama; bizim kadim seferimizin amacı, "hayatın sırrını",  cosmic flux (kozmosal akışkanlık, kalıcı değişim süreci)’un  kaynağını anlamak olduğundan; ve bir bilinmeyeni daha çok bilinmeyenle açıklamak olmadığı için, Aristoteles’in  ilk hareket ettiricisine itibar etmedim.. Keza; "insanların, eşyaların ve tüm fenomenlerin, sadece birer form/suret” olduğunu söyleyen ve “formlar kuramıyla” meşhur Platon (Aristoteles’in hocası)’un düşünce dünyasını da ayni nedenlerle ziyaret etmedim. Çünkü; Kozmik olan şayet bir suret ise, ‘neyin’ suretiydi ? Bu da kafama yatmamıştı. 

Ancak Aristoteles ile ilgili bir iki  hususu burada belirtmek isterim: 

Aristoteles, Platon'un düşlediği "cenneti" inkar etmiştir. Aristoteles'e göre var olan şeyler ayni zamanda ideaların  tezahürleridir. İdeaların özel durumlarının bir bölümüdür. İdealar ancak, var olan şeylerde var olurlar .. İdeaların ayrıca özel dünyaları-cenneti- yoktur. Ona göre, Tanrı ya da evrensel (Tümel), ancak, bireysel tekil şeylerde kendini ortaya koyabilmektedir. Böylece, tekil şeyler, maddeler, kendisinde bulunan, öze, İdealara ya da evrensel (Tümel)'e göre, belli potansiyeller içerir. Bu potansiyele nazaran, Madde'  nin kendisi(?),  tek başına hiç bir şey olmamasına karşın, ayrılmaz "potansiyeli" ile birlikte  "her şey"dir... Daha doğrusu,  madde,  her şey olabilmenin yeteneği ve potansiyelidir. 

Bütün çağlara damgasını vurmuş büyük bir düşünür olan Aristoteles, Demokritos etkisindeki düşünceleri nedeniyle Atinalılar tarafından "tanrı tanımazlık" ile  suçlanmış; Atina'dan ayrılmak zorunda kalarak   Ege denizindeki Egriboz adasına gitmişti. Aristoteles'in ölümünden sonra tüm yapıtları ortaçağ boyunca kilise tarafından yasaklanmış; yapıtlarındaki Demokritos'un maddeci atom tezleri Kilise tarafından sakıncalı bulunmuş. Bu dönemde Aristoteles'in düşünceleri İslam düşünürlerince benimsenmiş; ve  bu yüzden kimi İslam düşünürlerin yapıtları, Batı dünyasına sokulması yasaklanmıştır. Örneğin, Aristotales' in görüşlerini, düşüncelerini benimsemiş olan Endülüslü Arap filozof  İbn Rüşd, namı-ı diğer Averroes, ( İ.S.1126 Kurtuba-1198 Marakeş)'ün  kitapları, 1210 yılında Paris senatosunda alınan bir kararla sakıncalı bulunup yakılmıştı.

Aristoteles'ten sonraki yüzyıllarda, Demokritos'un ve Epikuros'un düşünceleri ve tezleri, "nihil posse creari de nihilio (yoktan hiç bir şey var olmaz)" sözüyle meşhur Romalı bilge ozan Lucretius tarafından  sürdürülmüş; ve  idealizme karşı savunulmuştur.

Şimdi sıra bir değerlendirme yapmaya gelmişti. Antik sulardaki seyrimiz boyunca "deli çay"dan içen bilgelerin de gösterdiği gibi evrende kalıcı ve kendiliğinden bir “düzen(leniş)” vardı. İşte; bu kalıcı ve kendiliğinden düzen(leniş)in kendisi,  Kozmos’du.  Kozmos, antik Batı Anadolu'da ebedi istikrarın ve akışkanlığın  kaynağı olarak kendiliğinden düzenlenmiş (ordnung) bir Evren (Universe) düşüncesini ifade ediyordu.

Ama; Universe (evren), Kozmos'dan farklıdır. Kozmos, İyonyalı doğa düşünürlerince üretilmiş bir kavramdı ve akışkanlığın ve kalıcı istikrarın, uyumun  kaynağıydı. İyonyalılar Universe kavramına uygun olarak düşünmüyorlardı, çünkü Universe  Latin dünyasına ait bir kavramdı, "Universum"dan gelmekteydi. ve "bütün, hepsi bir arada veya bire dönüşmüş" anlamına geliyordu. Zira Latince "unus" bir ve benzersiz demekti. "Versus" ise dönmek dönüşmek, değiştirilmek.. anlamına geliyordu. İngilizceye "tüm dünya" anlamına gelen eski Fransızca "univers" kelimesinden geçmiştir, bu da Yunanca "bütün" anlamına gelen "holos" kelimesine dayanmaktaydı. Universum terimi  ilk kez Romalı devlet adamı, hatip ve bilgin Cicero tarafından kullanılmıştır. Universe, olayların, süreçlerin, maddesel ilişki ve etkileşimlerin entegral bütünlüğünü ifade ediyordu. Maddesel   (mekansal-zamansal) olan ve  hareket (değişim) halindeki her şeydi.. Yani yıldızlarla dolu bir geceye bakıp da ne kadar çok yıldız var;   kim bilir bu yıldızların ötesinde daha neler var? bütün bu alemin  ucu bucağı yok mu acaba ? diye hayale edersem ve düşünürsem  Evren (Universe) kavramına uygun olarak düşünmüş, hayal etmiş  olurum. Buna mukabil yine ayni  yıldızlı geceye yani Evren'e (Universe) bakıp, Evrendeki düzeni düzenlenişi merak eder ona hayranlık duyarsam;  veya nesne, olay ve süreçlerdeki  değişim-dönüşüm-gelişimlerindeki dengeyi(equilibrium), istikrarı, uyumu (harmonious), işleyişi hesaba katarak düşünürsem Kozmos kavramına uygun olarak düşünmüş olurum.  Kozmos, Evrenin kuruluşuna dair bir kavramdır. Kozmos, Universe' deki düzen(düzenleniş) ve istikrardır; uyum ve dengedir.

Kozmos bir ve tek'tir. Ayrıca, başka bir Kozmos yoktur/olamaz. Yani her tavşan, her koyun der gibi, her Kozmos diyemeyiz; ve nasıl ki her "Sokrates" diyemiyorsak her Kozmos da diyemeyiz. Çünkü; o bir ve tek'tir; tekil karakterlidir; ve tekil özü itibariyle nesnel ve yok edilemeyendir.

Hiç kimse, hiç bir güç(?) Kozmos'u ortadan kaldıramaz; Kozmos,’un dışına, içine, kenarına, ucuna, köşesine, sağına soluna, altına üstüne, merkezine gidemez. Zira; Kozmos’un merkezi, ucu; sağı solu, köşesi, altı üstü; dışı, içi, kenarı yoktur/olamaz. O, çoğul haldeki tekilliktir; ve sonsuza kadar hep öyle kalacaktır. Bu "Çoğulluk" taki Tekilliğin zıttı da yoktur/olamaz. Zıttı olmayan, mutlak olarak yaşar-kalır. Zıttı olmayan bu mutlak kalıcı Tekillik olduğu içindir ki bu muazzam sınırsız ve sürekli yenilenen kalıcı çoğulluk vardır. 

Hareketinden soyutlanmış soyut  haliyle düşünüldüğünde Kozmos,  sadece, biçimlenecek, niteliksiz ham bir madde gibidir; ve sadece, edilgin olarak  vardır. Hareket ile, madde belirlenim kazanır ve  doğal bir itkiyle kendini bütünlemeye yönelir. Bu zorunlu yöneliş maddenin kendi özgürlüğünü arayış sürecidir. Evren, işte; kendini bütünlemeye yönelmiş maddenin  kendiliğinden bir güçle(hareket), kendi bağrında içkin olarak taşımız olduğu  sonsuz çoğulluğu açma, gösterme ve gelişme sürecidir. Yani; mevcut ve verili kendi kendinden hareketle (temellenerek) sürekli olarak kendini yeniden üreten bir süreç.. Bu süreçte daima iki moment bulunur: Temel ve temellendiriş. Süreç, katiyen bu iki unsurdan  birine indirgenemez. Biri olduğu için öbürü vardır öbürü olduğu kadar da biri.. Bu bir diyalektik sentez sürecidir.

Bu sürecin işleyişi şöyle olur: Verili bir anda nesnel gerçeklikteki  olayların cereyan ediş biçimlerine ve etkileşimlerine bağlı olarak bir takım sonuçlar doğar. Böylece daha önce ortada olmayan yepyeni ürünler, unsurlar ortaya çıkmış olur.  Yani; eski verili mevcut somut gerçeklik ile (temel), bu gerçekliğin kendi ürünü, eseri olan yeni (öteki) arasında bir çelişme ve bir çatışma ilişkisi başlar. Bu çelişkili birlik ve çatışmada, "eski" (verili temel, tez), yeni (anti-tez)'yi,  kendini yeniden üretme sürecinin bir parçası haline getirmek ister; "yeni" (anti-tez) de "eski"yi inkara uğratmak; aşmak ister. Bu mücadele sürecinde "eski", "yeni"de şu ya da bu biçimde kısmen saklanmış ve korunmuş olarak aşılmış olur ( aufheben). Süreç, mütemadiyen "tez-antitez" mücadelesiyle  işler ve bir  sentez (yeni-tez)'e ulaşır. Süreç, sentez aşamasında durmaz; diyalektiğin "olumsuzlayıcı gücü" sayesinde oluşum süreci kesintisiz olarak devam eder. Böylece; kozmik mekan (universe, evren), sürekli olarak zamanla  içeriğini yenilemiş olur; ve bu yüzden  hiç bitmeyen kozmik gelişme mutlak olarak sürüp gider. 

Kategorik olarak, Hareket,  bütün bu sonsuz gelişim sürecini yeniden üreten ve sürekli kılan mutlak kalıcı öznedir. Tüm değişimler, dönüşümler ve gelişim hareket sayesinde olur. Belirlenimlerinden yoksun  haliyle düşülen  ve potansiyel olabilirlik halindeki  madde ise bu mutlak öznenin ayrılmaz, ayrılamaz edilgen nesnesidir. Temel-temelleniş ikiliğinde (eş deyişle birliğinde) ve diyalektiğinde temel, mevcut verili hareket biçiminden  soyutlanmış madde, temellendiriş ise o veriyi farklılaştırarak yeniden üreten harekettir. Potansiyel olabilirlik haliyle Madde (virtüel hali), temel; Özne ise,  verili, önvarsayılan maddeye, yani temele, form ve belirlenim kazandıran temellendiriş, temellendirmedir. Yani, kendi kendinden hareketle sürekli olarak kendini yeniden üreten bir süreç. 

İşte kategorik olarak, Kozmos, o edilgen ve belirlenimsiz haliyle düşünülen ve sonsuz kez  biçimlenebilme, düzenlenebilme  potansiyeline ve özelliğine  sahip olan madde'ye tekabül eder. Universe (Evren) ise, edilgin haliyle düşünülen maddenin kendinden ve kendiliğinden hareketi sayesinde sonsuz gelişme süreci ve biçimine ve bütünlüğe  tekabül eder. 

Ama, gerçekte, somut olarak yani, ne hareketsiz, izole halde, saf madde vardır ve olabilir ne de maddesiz kendi başına saf hareket. Biz burada, Kozmos ve Universe (Evren) bağlamında, sadece, metafizik yaparak, aslında birbirlerinde ayrılamayacak olduklarını bile bile, maddeye nazaran hareketin ve harekete nazaran maddenin neyi temsil ettiğini  ifade etmeye çalışıyoruz.

Bu bakımdan Kozmos (nesnellik, yok edilemeyen madde-hareket ayrılmazlığı), kendiliğinden hareketi sayesinde, kendini, kendi kendine,  sürekli farklılaştıran mutlak  bir aynılık (özdeşlik, madde hareket ayrılmazlığı) içinde kalır-durur.  Kozmos, Kozmos-değil'e ya da anti-kozmos'a dönüş(e)mez.. Çünkü; Kozmos'un anti-tezi yoktur. Kozmos'un sonsuz çelişkilere yol açan farklılaşma süreci (gerçeklik) ise her seferinde, bütün(lük) olarak evrenleşir; evren olur. O yüzden Evren'in anti-tezi vardır. Ve  sayısız çoklukta evrenler vardır. Yıkılır ve yeniden var olur.. aslolan ve kalıcı olan  bu evrensel oluş sürecidir zaten.

Kozmos, kalıcı olandır (nesnellik); Universe (Evren, gerçeklik) ise her seferinde tazelenmek üzere  kendi bütünlüğünü dağıtan ve yeniden kuran Kozmozal entegral gerçekliktir.

Bu "bütünlük", hep eksik kalan; hiç bir zaman tamamlanamayan; sadece mutlak bir "tamamlanma süreci" halinde  var olan, tamamlanmayan bir "bütünlük" olacaktır. Zira, Evren (universe), cosmic flux (kalıcı akışkan)'ın entegral bütünlüğüdür. "Kalıcı Akışkan" ise doğası gereği eksik kalmaya mahkumdur. Sürekli akmakta olan (şey), kendisini, ancak ve sadece, bir "durum" olarak değil de, kendileşme süreci olarak var edebilir. "Kendileşmek" ise, kendi bağrında eksiklikler barındırdığı için, bir özlem olarak, sürekli, "kendisi" olmaya ve tamamlanmaya içkin olarak can atar. Eğer Kozmik mekanın  kendini yeniden üretme  süreci bir gün  tamamlanmış; son bulmuş olsa idi bu sonsuz kozmik mekanın sonu olurdu. Kozmik Evren (Universe) bizatihi doğası gereği sonsuzca sonlanmadır.

İşte; sözü edilen şu ebedi istikrar (“ever lasting stability”), maddenin doğasında bulunan ve hiç bir şeyin nasılsa öyle kalmasına, durmasına izin vermeyen  devrimci, olumsuzlayıcı, eleştirici, aşmacı (aufheben)  karakterinden gelmektedir.

Sonuç olarak, Universe (Evren) bir Bütünlük ifade eder Kozmos ise Özdeşlik. Kozmos, her seferinde farklı olarak yeniden Bütünlenecek ve düzenlenecek olan edilgen "Kalıcılık" olarak vardır. Kozmos, kendiliğinden bir  düzenleniş olduğuna göre ortada bir özne-nesne ilişkisi var demektir. Yani; bu düzenlenişi yapan bir özne  ile bu öznenin fiiline maruz kalan bir nesne olmalı. İşte o özne-nesne  bizatihi maddenin kendisidir. Yani; kendinden kendini kendi kendine yaratan hareket halindeki mutlak kalıcı sonsuz güç : MADDE.. Kendi kendisinin hem öznesi hem de nesnesi olan, öncesiz sonrasız, mutlak yaratıcı güç..

Öyleyse; kendinden hareketli madde nesnel olarak varken, artık; kimse bizleri "her şey neyse odur" ve  "hiç bir şey değişmiyor" duygusuna kaptıramaz şu Evren'de. Çünkü; her kes ve her şey sürekli değişiyor. Mutlak, saf, sabit, tam, farklılaşmayan-çelişkisiz, izole (ilişkisiz)-etkileşimsiz ve değişime uğramayan bir gerçek(lik) ve nesne yoktur/olamaz. Nesnelerin kendileriyle olan özdeşlikleri izafi, gelişimleri ise mutlaktır.  Hareket, Maddenin kalıcı ve  tümel tezahürüdür. Ve her şey diyalektik hareketin ve düzen(leniş)in, panta rei' nin bir anıdır; ve her şey kendi zıddına dönüşmeye mahkumdur.

Artık; kimse bizi diyalektik hareket panta rei dışında “mutlak gerçekler” olduğuna ikna edemez; “hiç bir şey değişmiyor; her şey nasılsa hep öyle kalıyor” diyemez! Dalgaları karşılayan gemiler, titreşen köpüklü sular; çevik hayvanlar, uykusuz balıklar; kuruyan dal, sararan yaprak; kanatlanan kelebek, bölünen amip, her çeşit börtü böcek, yumurtayı çatlatan civciv; esen yel, oluşan dağ, çullanan dev dalgalar, sönen ve doğan yıldızlar, doğayı ve insanı değiştiren tarihsel eylem ve aşk.. hasılı; tabiatın ve insanın  her hangi bir hali, bize artık, hep aynı ve sabit kalan şeyler olarak gelemez. Onların hepsi, Diyalektiğin ve panta rei'nin birer anıdır.  Onlar artık Yüce Platon'un dediği gibi sadece, birer form/suret değildir! Hasılı maddeden bir alemde yaşıyoruz, her şeyin aslı MADDE'dir. Maddeden geldik;  maddeyiz ve ölünce bütünlüğümüzü dağılacak kozmik nesnel gerçekliğe katılacak. Hepsi bu!

Antikitenin ilk madde'cilerinden bu yana var olan bilimsel bilgi birikimi sonucu kimse bizi, panta rei (cosmic flux ve ever lasting stability)'in dışında Platon'un idealarının ve suretlerinin; ve Aristoteles'in formlarının asıl gerçek olduğuna inandıramaz.  

Günümüzde, Panta Rei'inin içsel davranışı ve hareketi, molekülden atoma, atomdan bir metrenin 10 trilyonda biri çekirdeğe ve elektrona, çekirdekten bir metrenin katrilyonda biri nötron ve protona, protondan bir metrenin 1000 katrilyonda biri kuarklara, lepton, notrino ve bozonlara; ışık parçacıkları fotonlara, hatta şu Higgs Bozuntusu’na kadar çeşitlenmiştir. Madde, kim bilir; daha hangi boyutlara ulaşacak ve hangi şekle bürünecektir ?! Evrenimiz, bu öncesiz ve sonrasızlıkta, daha kaç kez yıkılıp yeniden düzenlenecek ve yeni hayatlara ev sahipliği yapacak olursa olsun, her seferinde zafer, PANTA REİ'nin olacaktır. 

Madde bu : yetenek küpü.. sınırsız kapasite.. ne olmuşsa; ne olmaktaysa; ne olacaksa o olan(şey) işte; ölümlü ölümsüz; sonlana sonlana ve ancak sonlanarak  'sonsuz-kalan' nesnel-gerçek! 

Aristoteles'in dediği gibi: Madde, her şey olabilmenin potansiyelidir. İçindeki potansiyel (hareket), Madde'ye Form'unu verir. 

İlk-maddecileri keşfetmek üzere antik diyarlara ve zamanlara yaptığım seferinin sonuna gelmiştim.. Tonlarca felsefi köpüklü tarihi suları çiğnemekten yeterince yorgun düşmüştüm. Gemimi şöyle sakin bir koya demirlemeyi ve kafamı dinlemeyi hak etmiştim artık. Datça (Knidos)'un zümrüt yeşili sularıyla meşhur Palamut Bükü açıklarına demiri fundo ettim. Akşam güneşi henüz, kavuniçi bir kızıllığa boyamıştı gökyüzünü. Martılar, deniz artıklarının peşi sıra nasiplenmeye çalışıyordu. Ve ben, düşünce gezgini dünyamın   ve kımıltısı bereketli denizimin şerefine  kadehimi kaldırmış   Nazım’ın  dizelerini okuyordum:

“— Her şey değişip akmada,
bu hâl beni hayran bırakmada..»

Heraklit, Heraklit; ne akıştır bu!.
ne akıştır ki bu, dalgalarında
dağlıdır alnı en mukaddes putun
kızgın demir damgasıyla sukutun.
Gebedir her sukut bir yükselişe.
Ne mümkün karşı koymak
bu köpürmüş gelişe..

Heraklit, Heraklit!.
akar suya kabil mi vurmak kilit?”



BİR GENÇ ADAMA... HAKÎM HERAKLİT'E...
YILDIZLARA VE AŞKA DAİRDİR...

I

Şehir
uzakta.
Genç adam
ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam
piposunu çıkarıyor cebinden
aranıyor kibriti.
Bakıyor akar suya
düşünüyor Heraklit'i,
düşünüyor büyük hakîm Heraklit'i genç adam...
Kim bilir belki böyle bir akşam,
böyle bir akşam,
Heraklit alnını
yeşil gözlü zeytinliklerde akan
suya eğdi
ve dedi:
«— Her şey değişip akmada,
bu hâl beni hayran bırakmada..»

Heraklit, Heraklit; ne akıştır bu!.
ne akıştır ki bu, dalgalarında
dağlıdır alnı en mukaddes putun
kızgın demir damgasıyla sukutun.
Gebedir her sukut bir yükselişe.
Ne mümkün karşı koymak
bu köpürmüş gelişe..
Heraklit, Heraklit!.
akar suya kabil mi vurmak kilit?

Şehir
uzakta.
Genç adam
ayakta.
Akıyor şehirden geçen nehir
genç adamın ayakları dibinden.
Genç adam
kibritini çıkarıyor cebinden
yakıyor piposunu.


II

Dikine mustatil bir apartımanın
en üst katında
dört köşe bir oda.
Perdesiz pencereler.
Pencerelerin dışında yıldızlı geceler.
Genç adam
alnını dayamış cama.
Ben, romanın muharriri
diyorum ki genç adama:
— Delikanlım!.
İyi bak yıldızlara,
onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
yıldızların ışığında
kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin..

Delikanlım!.
Senin kafanın içi
yıldızlı karanlıklar
kadar
güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.
Yıldızlar ve senin kafan
kâinatın en mükemmel şeyidir.

Delikanlım!.
Sen ki, ya bir köşe başında
kan sızarak kaşından
gebereceksin,
ya da bir darağacında can vereceksin.
İyi bak yıldızlara
onları göremezsin belki bir daha...

Delikanlım!.
Belki beni anladın,
belki anlamadın.
Kesiyorum sözümü.

İşte kapı açıldı
geldi beklenen kadın..
«— BEKLETTİM Mİ?»
«— ÇOK...
Ama zarar yok..»

Kadın
yakaladı genç adamı
elinden.
Genç adam
yakaladı kadını belinden.
Bir yumrukta kırdı camı.
Oturdular pencerenin içine.
Sarktı ayakları gecenin içine...
Işıklı bir deniz dibi gibi
başlarında, sağda, solda gece yanıyor.
Ayakları karanlık boşluklara sallanıyor..
Sallanıyor ayakları
sallanıyor ayakları...
........... DUDAKLARI ......

Sevmek mükemmel iş delikanlım.
Sev bakalım...
Mademki kafanda ışıklı bir gece var,
benden izin sana,
seeeeev
sevebildiğin kadar...


o duvar
o duvarınız,
vız gelir bize vız!
Bizim kuvvetimizdeki hız,
ne bir din adamının dumanlı vaadinden,
ne de bir hülyanın gönlünü yakışındandır.
O yalnız tarihin o durdurulmaz akışındandır.
Bize karşı koyanlar,
Karşı koymuş demektir:
Maddede hareketin,
yürüyen cemiyetin
ezeli kanunlarına.Sükun yok, 
hareket var
bugün yarına çıkar
yarın bugünü yıkar
ve bu durmadan akar
akar akar.
Biz bugünün kahramanları,
yarının münadisiyiz
Biz durmadan akan,
yıkıp yapan
akışın
çizgilenmiş sesiyiz.
Biz,adımlarını tarihin akışına uyduran
temelleri çöken emperyalizme vuran,
yarını kuranlarız
O duvar,
o duvarlarınız,
vız gelir bize vız!


1925Nazım HİKMET Ran






[1] Öncesiz-sonrasız kalıcı-akışkanlık, kendiliğinden hareket-değişme nesnelliği olarak Evren.. Her şey kesintisiz ve sürekli bir akış halindedir. Kendi başına, izole ve soyut, nesnesiz bir akışkanlık yoktur. Ortada daima Madde'nin akışkanlığı, değişimi, hareket hali vardır. Maddesiz akışkanlık, maddesiz düzen ve düzenleniş; maddesiz değişim, maddesiz hareket olmaz, olamaz; yoktur zaten! Bir bakıma, Herakleitos'a göre Madde (Evrenin ve Kozmos'un kalıcı özü) içerikleri olan şeyin, biçimleri olan şeyin ve nitelikleri, nicelikleri yani  belirlenimleri olan şeyin  sürekli ve kesintisiz değişimi anlamına gelir. Kozmos (düzenli-düzenlenmiş Maddelik), bir düzenleniştir, düzenlenendir, düzenlenecek olandır. Yani edilgin olandır; maddenin edilgin halidir, ama onun kendinden kalıcı hareketi sayesinde, yani kendinden etkin öznesi sayesinde, bu düzenleniş gerçek(Düzen) olur. Yani düzenlenişin öznesi, yani düzenleyicisi Hareketin kendisidir.   Evren ise, bu düzenlenişteki düzenlenen düzenlenecek olan her şeydir. Birlik' in çokluk halidir (çokluk olarak Birlik). Nerede ve ne zaman ne kadar olgu, olay, süreç varsa hepsi Evren'e dairdir,  yani fenomenlerin entegral bütünlüğüne  Evren denir. Madde bir bütün ve çokluk olarak ele alındığında Evren söz konusudur ama madde bir düzen, düzenleniş olarak ele alındığında ise Kozmos söz konusudur. Evrenin düzenine, düzenlenmiş haline  Kozmos denir. Bir bütün olarak Fenomenlerin ve şeylerin düzenli ve düzenlenmiş halidir Kozmos.  Yani Kozmos, Maddenin düzen(lenmiş) halidir.  Ama her düzen ve  düzenleniş geçici ve sonludur. çünkü maddenin kendinden ve kendiliğinden  hareketi-değişimi-akışkanlığı  var, dolayısıyla  asıl kalıcı olan bu akışkanlık ve hareket-değişimdir ve bu olumsuzlayıcı (diyalektik)  güç sayesinde  madde (Kozmos olarak) her seferinde kaotikleşir, kendiliğinden bozulur, dengesini ( equilibrium) kaybeder  ve yeniden düzenlenir, yenilenir, tazelenir; yeni düzene,  dengeye, istikrara  kavuşur. Yeni yeni  evrenler yaratılır ve sonlanır; yeniden yaratılır; dolayısıyla aslında her şey bir yok oluş-var oluş ve yeniden yaratılış sürecidir. Ama; Evrendeki geçici ve sonlu  olay ve süreçlere bakıp da  Kozmos'un da zamanla bir gün sonlanacağına karar vermek doğru olmaz, zira Kozmos tekil ve kalıcı (yok olmaz/yok edilmez) olanın düzenidır. Kozmos'u sonlandırmak isteyen Kozmos'un dışına çıkması gerekir ki maalesef(!) böyle bir dış yoktur. yani Kozmos ve dışı(?) diyemezsiniz; Kozmos'a kuş gibi tepeden, yüksekten bakamazsınız, zira Kozmos bir ve tektir; maalesef(!)  başka da  bir Kozmos  yoktur!

[2] Evrendeki kalıcı ve mutlak istikrar-denge ( 'balance' değil, bir halden bir hale dönüşebilme, dönüşümlerdeki istikrar,  equilibrium yani..), kozmik değişimin (hareket) mekânsal gelişimi doğurması. yani dönüşümsel kalıcılığın istikrarı. Dönüşümsel  istikrar, Kozmos 'un özel içeriğidir (Mekan) Kozmos'un biçimi ise genel olarak gelişmedir (Zaman). Kozmos 'un düzenlenişi, yani düzenli (yöntemli) değişikliği, hareketi (kantitatif nesnellik), mekânsal gelişmesinden (kalitatif gerçeklik) ayrılmaz ve  kendi başına var olamaz. Her niteliğin mutlaka belirli bir nicelikle bağı/bağlantısı vardır, ve vice versa.  Nicelik parça olarak sonsuzdur, Nitelik ise bir bütün olarak sonludur. Nitelik dağılır, sonlanır ama, kalıcı kantitatif nesnellik sayesinde başka nitelikler doğar, bu da sonsuz çeşitlilik ve sonsuz çokluk  demektir.  

[3] Doğada ve Evrende aslolan; Mutlak ve Kalıcı olan, evrensel(Tümel) “Değişim” dir.  Her şey değişerek, değişmek-dönüşmek-gelişmek  suretiyle  Evren kalır. Değişim kalıcıdır; Kalıcı olan oluş ve değişim halidir. Peki ama; "her şeyin değiştiğini söylemek değişmenin her şey olduğunu söylemek" anlamına gelir mi?. Değişme kendi maddesine indirgenemez; aralarında FARK vardır. değişme bir sonuçtur; ortada nesnel olarak Tekil Madde olmasıydı mantıken hareket ve değişme de olmazdı/olamazdı. Aksi takdirde nesnesiz (immaterial), kendi başına, saf, izole Tümel bir hareketin (değişimin) varlığını ve gerçekliğini a priori olarak kabul etmemiz gerekirdi.  Oysa; değişmenin mantıki sebebi bizatihi yok olmaz/yok edilemez maddenin nesnel olarak öncesiz sonrasız hep var olmasıdır. ve onun kendiliğinden belirmesi, görünmesidir; potansiyelini, gelişme olasılıklarını, sonsuz gücünü kendiliğinden göstermesidir.  Yani madde nesnel olarak var olduğu için ve var olduğuna göre onun tümel tezahürü olan hareket-değişme  bir sonuç olarak vardır. Gerçi; her Tekil madde (nesne), değişim-siz, her değişim de tekil maddesiz kendi başlarına ayrı ayrı var olamayacaklarına göre bu manada hareket ve madde arasında özdeşlik bağı vardır. Yani hareket varsa madde de var; madde varsa hareket de var.  ama Şey (Tekil Madde) ve değişme(hareket) bir ayni şey değildir aralarında FARK vardır.  Yani söz konusu özdeşlik ancak  FARK ile vardır. Fark da evrensel bir ilke olan çelişkinin doğmasına yol açar. Fark olmadan Çelişki de olmaz.

"eğer her şey değişmekteyse hiç bir şey kalıcı olabilir mi?" diyorsanız, evet kalıcı olabilir: Her tekil varlık sonlu varlıktır ama her Tekil varlığın bir de kalıcı, nesnel gerçekliğe katılan, kalan bir yanı vardır. Her sonlu tekil varlığın kendinde kendiliğinden mevcut  olumsuzlayıcı güç nedeniyle zamanla bir bütün olarak belirlenimleri dağılır sonlanır ama onun maddi nesnelliği verili mevcut nesnel gerçeklikteki  kalıcılığa (nesnelliğe, ortama) katılır. Yani; öldüğümüzde, sonlandığımızda, bir bütün olarak niteliğimiz dağılır ama maddi yanımız kalıcı nesnelliğe (cosmic flux'a) katılarak kalıcı ve sonsuz olur. yani her tekil varlık ayni zamanda hem sonlu hem de sonsuz varlıklardır. yani sonlanarak maddi yönleriyle sonsuzluğa ve nesnelliğe katılırlar;  zira; her sonlu ve geçici tekil nesnenin birbirinden ayrıl(a)maz iki yönü vardır: 1-kalıcı yönü(kantitatif nesnelliği) 2- geçici-gidici-sonlu kalitatif (gerçeklik)  yönü. Hasılı yok edilemeyen/yok olmaz madde' den bir dünyada yaşıyoruz. Hepimiz, her şey, maddeden yapılmış, maddeyiz yani;  maddesel olmayan hiç bir şey yok, ölünce bütünlüğümüz dağılır maddeye gömülürüz, yani öncesiz sonrasız kalıcı mutlak nesnel yaratıcı-olumsuzlayıcı güç olan Madde' ye.. 

[4] Evrensel düzen(leniş)in  ve Kalıcı değişimin düzenleyici aklı ve yasası. Değişim halindeki varlığın temelinde bulunan ve varlığı yöneten yasa.

[5] “Her şeyden önce Kaos vardı (Kaos esneyen boşluk demekti. Yani, hiçliğin, boş uzayın, zamanın, kendisinden bütün var olanların oluşacağı o düzensiz karmakarışık yığın). Sonra,  her şeyin ölümsüz temeli olan doğurucu ilke, geniş göğüslü Yeryüzü (Gaia) geldi.  Sonra da, ölümsüz tanrılar içinde en güzeli, doğurtucu erkek ilke  Aşk(Eros) geldi. Kaos’tan karanlık ve kara gece doğdu. ve sonra, geceden gökyüzü ve gün doğdu.”  İşte bu üçünden Kaos, Gaia ve Eros’tan sonra tanrılar ve nesnelerin çokluğu meydana geldi. Kaos kendinden karanlığı ve geceyi; aydınlığı ve gündüzü çıkarmıştır. Gaia da, kendi bağrından göğü, denizleri ve dağları yaratmıştı. Gök ile Yer de, tanrılar soyunu meydana getiren çiftti.  Kaos, İ.Ö.8.yy insanı için, tüm mekanı dolduran ilk madde idi. Tüm Mekan,  diğer bir deyişle Kozmos,  baştan sona Kaos ile doluydu. Ve o da “İlk-Madde” idi. 

Oysa;  çağdaş bilim açısından, "ilk madde" (materia primea) diye öyle kavun, karpuz.. gibi her şeyin temeli olan ve her şeyin ondan türediği bir  özel bir madde yoktur. Madde kavramı bir soyutlamadır,  Madde olarak, bu haliyle (as such),  madde yoktur, hiç kimse böyle (as such) sırf ve sadece "Madde" olarak bir Madde görmemiştir. Soyut olan (kavram)  ancak zihin gözüyle görülebilir.  Ayrıca; Madde' nin  öncesi ve başlangıcı yoktur, yani Madde başlamamış; başlatılmamıştır. Zira her "başlangıç" bir "başlatan" önvarsaymak demektir. Başlangıç yoksa, yani "madde" başla(tıl)mamışsa, maddenin öncesi yoksa "ilk madde" diye bir şey de olamazdı; ve yoktu zaten! Madde ne yaratılmıştır ne de yok edilebilir. Madde tekilliği ve nicelik(parçacık) itibariyle sonlanmaz/sonlandırılamaz;   kalıcıdır. Madde ancak niteliği itibariyle sonlanır. Ama nitelik sonlanıyor diye nicelik niteliksiz kalmaz daima yeni nitelikler doğar.  Madenin kendisi yapısal olarak ve doğası gereği böyledir. Bu kalıcılık kendini kendinden hareketi sayesinde belli eder; görünür. Zamanla sonlanan, dağılıp giden, sadece kalıcı maddenin  mekânsal içeriği-niteliği ( belirlenimleri) dir.  Ama verili mevcut nesnel gerçeklikteki yaratıcı maddesel  hareket (güç) ile bu içerik ve belirlenimler sürekli olarak yeniden üretilir, yaratılır ve sonlanma, dağılıp verili mevcut nesnelliğe katılma hiç durmadan devam eder, böylece sonsuz olur. öyleyse; sonsuzluk sonlanmanın ta kendisidir. Sonlanmanın dışında sonsuzluk yoktur; olamaz zaten! Sonsuzluğu arıyorsan sonlulukta arayacaksın. Çünkü; her sonlanmada bir sonsuzluk (sonsuz taraf) vardır. Yani; sonluluk olmasa idi sonsuzluk da olmazdı. Ama; Sonluluğu üreten yaratan kalıcı nesnellik (madde-hareket ayrılmazlığı) olmasaydı sonluluk da olmazdı. 

Kozmos'un kalıcı ve yaratıcı nicel rahminde sürekli hareket etmekte ve değişme olan  belirlenmiş maddesel temel parçacıklar sayesinde sonsuz çeşitlik ve çoklukta mütemadiyen sonlular (sonlu varlıklar) doğar ve ölür.  Doğan sonluların  nesnelliği (niceliksel olan maddesel tekilliği) kalıcılığı temsil eder; zamanla sonlanacak dağılacak gidici sonlu yanıysa sonsuzluğu.. Çünkü; sonlu olan  nicel kantitatif yanıyla verili mevcut nesnel gerçekliğe katıldıkça ve katıldığı için sonsuz olur. Öyleyse; Nesnel Gerçeklikteki sonsuzluğun kaynağı, nesnel gerçekliğin nicel ve nitel belirlenimlere kendiliğinden sahip olmasıdır.  Ancak; Nesnel Gerçeklikte içkin olarak   hareket (fark(lılaşma)  ve çelişki) olmasaydı ne sonsuzluk olurdu ne de sonluluk. İyi ki madde ve onun  kendiliğinden hareketi var! İyi ki sonluluk ve sonsuzluk var!!  Bir an için som, saf, hareketsiz-değişmez öylece sessiz ve sabit duran ve  kimsesiz kalmaya mahkum olmuş anlamsız bir dünya ve Kozmos olduğunu ve burada hala yaşadığınızı(!?) bir tasavvur etseniz ne hissederdiniz acaba? 

[6] Evren doğum; evrenin kökeninin açıklanması

[7] Yunancada Hyle=madde, zoon=canlı demek; Hylozoizm=canlı maddecilik, Thales’e göre canlı ile cansız arasında bir ayrım ve  zıtlık yoktur, zira; Su, zaten kendiliğinden canlıdır. Her şey ondan türer  ve ona döner. F.M.CORNFORT'a göre, "madde ya da cisim, ayrı bir devinim nedeni'ne ancak kendi öz yaşamından yoksun bırakıldığında gereksinim duyar." (zikreden, George Thomson, İlk Filozoflar, Eski Yunan Toplumu Üzerine İncelemeler). Dolayısıyla; Madde, Hareket-siz olarak tasavvur edilmediği sürece, canlı cansız ayrımına gerek yoktur. Bilimsel görüşe göre,  hiç bir zaman hiç bir yerde ne Hareket-siz bir Madde var olmuştur; ne de  Madde-siz  kendi başına, izole ve saf bir Hareket. Çünkü; Hareket, Madde'nin varoluş biçimidir. Eğer "niye hareket var?" diye soracak olursanız, size, "çünkü madde var" derim. Yani; madde var olduğu için hareket var, zamansal olarak değil ama, mantıksal olarak bu böyle. Mantıksal olarak Madde, neden; Hareket ise sonuçtur.


*MÜTEMMİM BİLGİ İÇİN BAKINIZ :

1-Diogenes Laertios, Ünlü Filozfların Yaşamları ve Öğretileri,Yapı Kredi Yayınları 
2-Walther Kranz, Antik Felsefe, Sosyal Yayınları
3- George Thomson, İlk Filozoflar, Payel Yayınları
4-Martin Bernal, Kara Atena, Kaynak Yayınları
5- Macit Gökberk, Felsefenin Evrimi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları
6- Selahattin Hilav, 100 Soruda Felsefe El Kitabı, Gerçek Yayınevi
7-Galina Kirilinko-Lydia Korshunova, Felsefe Nedir, Amaç Yayınları
8-Boguslavski-Karpuşin-Rakitov, Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Sol Yayınları
9-Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Alan Yayıncılık
10-Aytunç Altındal, Siyasal Kültür ve Yöntem, Havass Yayınları
11- Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi(İlk Çağ), Say Yayınları 
12-Nesrin Kale, Felsefiyat(Felsefeye Dair), İmaj Yayınevi
13- Wilhelm Weischedel, Felsefenin Arka Merdiveni, İz Yayıncılık
14-  Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi
15- Alfred Weber, Felsefe Tarihi, Sosyal Yayınları
16- Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Remzi Kitabevi  
17- Aristoteles, Metafizik, Sosyal Yayınları
18-Theodor Gomperz, The Greek Thinkers: A History of Ancient History, https://archive.org/details/greekthinkers04gompuoft 
19- Wilhelm Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe I-II (Fragmanlar-Doksograflar), Kabalcı Yayınevi
20-Selahattin Hilav, Felsefe Yazıları, Yapı Kredi Yayınları
21- Alan Woods-Ted Grant, Aklın İsyanı, Tarih Bilinci Yayınları
22-Theodor Oizerman, Felsefe Tarihinin Sorunları, Amaç Yayıncılık
23-Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları
24-Bilim ve Ütopya Dergisi, Sayı 167, Mayıs 2008( Önce Higgs Vardı)
25-Sorun Birlikte Kitap Dizisi,2 Ocak 1988( Diyalektik Üzerine, Aytunç Altındal)
26-Sorun Birlikte Sosyalist Dergi, 3 Mart 1988(Diyalektik Üzerine, Aytunç Altındal)
27- Andre Lalande, Vocabulaire Technique et critique de la Philosophie,  PUF,1956
28- Georges Coignot, İlk Çağ Materyalizmi(Yunan-Roma), Anadolu Yayınları,1968
      ( Bu kitabın eleştirisi için:  http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/34/965/11896.pdf)
29- Serol Teber, Doğanın İnsanlaşması, Aralık 1982, Öncü Kitabevi Yayınları
30-Alexandre Koyré, Yeniçağ Biliminin Doğuşu(Bilimsel Düşüncenin Tarihi Üzerine       İncelemeler), Gündoğan Yayınları, Eylül 2000.
31- Prof.Dr.Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ekim 2002, 7.baskı