6 Nisan 2010 Salı

hukuk kimin malı ?

*ubi civitas ibi ius

Güya; özgürlükçü  kapitalizm ve demokratik-emperyalizm çağında yaşıyorduk. Ortalık mal kaynıyordu; ve her yeri malların çılgınca değiş-tokuş sesleri sarmıştı. Herkes genelleştirilmiş mal üretimi  sayesinde eşyaya çılgınca kişilik kazandırma ve insanlığı kokuşturma yarışı içindeydi. Eşdeğerini veren, sınırsızca, istediği malı ve kimliği değiş-tokuş edebiliyordu. Sanki; dünya ve toplum insanlar yaşasın diye yoktular; insanlar doğayı mülk edinsin ve birbirlerini sömürsün, birbirlerine yabancılaşsın diye vardılar. Herkes, önüne gelen her insan ilişkisini bir mal gibi değiş-tokuş ede ede, adeta, kendi üretmiş olduğu malın yüklemi olmuştu. Mal, "efendi"; onu üreten insan da köleydi artık.  İnsan emeğinin ürünü olan şeyler  eşyaların gücüne dönüşmüştü çünkü.  Dahası; Eşyalar insanlardan yapılır olmuştu. 

İnsanlık tarihinde şimdiye kadar böylesine bir özgürlükçü sömürü ortamı görülmemişti. Bu muazzam sömürü sistemi ise, her seferinde, ücretli canlı emek gücü ile  sermayenin birbirlerini karşılıklı olarak yaşatmaları sayesinde sürüyordu. İnsan üretim için vardı; üretim insan için değil. Üretimin amacı, sermayeyi sürekli olarak yeniden üretmek olmuştu. Ücretli emek, ancak sermayeyi ürettiği sürece ve ürettiği için üretkendi. Zira canlı emek, kendi emek-gücü dışında üretimin maddi koşullarına sahip olmadığı için  kendi başına zaten bir hiçti. Ücretli işçinin geçinebilmesi ve yaşayabilmesi, ancak, kapitalistler ( sermaye sahipleri) için  belli bir süre (artı değer üretecek kadar yani)  bedava çalışmasına bağlıydı. Velhasıl, İnsanlık sermayenin önünde diz çöktürülmüş; boynu bükük haldeydi. 

Her çeşit toplumsal kötülüklerin (çelişkiler, sorunlar) kaynağı olan ücretli emeğin  sermayeyle olan ilişkisini yeniden üretmek  yeni bir estetik ve  toplumsal  yaşam biçimi olmuştu. Sınıf mücadelesini hatırlatan ne varsa egemen ideoloji tarafından kamufle edilmişti.  Sömürü düzeninin istikrarına hizmet eden ve karşı-devrim odakları olan, mezhepçi, tarikatçı, dinci, etnikçi.. gerici hareketlere, kimlik siyasetlerine  işbaşı yaptırılmış; ve bütün sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması için toplumun devrim yoluyla dönüştürülmesi hareketi adamakıllı rotasından saptırılmıştı. 

Devlet ise, her zamanki "hukuki" şiddeti ve   sınıflar-üstü haliyle "demokratik baba" ve yatıştırıcı rolündeydi. Somut kanunları ile   sınıfsal egemenlik ilişkilerini ve toplumsal sömürü ortamını  düzenlemeye devam ediyordu.. Devletin sönümlenmesine ve her bir insanın özgürce gelişmesi, bütün insanların özgürce gelişmesinin şartı olmasına daha çok zaman vardı. Çünkü; egemen üretim tarzı henüz tüm potansiyelini tüketmemişti. Devletin kutsal hukuku ve ideolojik aygıtları, her türlü eleştirel uyanışı baskı ve denetim altında tutuyordu. Ayrıca; yeni bir hayata duyulan özlemin örgütlü gücü geniş halk kesimlerinde yeşermemişti henüz. 

Öte yandan; görünüşe bakılırsa İnsanlar toplum halinde yaşıyordu ama herkes kendi adına sanki bir Robinson Crusoe hayatı yaşıyordu yalnızlığıyla.. Oysa; hiç kimse başka bir insana ihtiyaç duymadan çeşitli ihtiyaçlarını tek başına karşılayamıyordu. Ve kimse kimseye belirli bir miktar hava vererek karşılığında herhangi bir mal elde edemiyordu. Çocuklar bile biliyordu ki, insanlar, çok değil; bir hafta çalışamayacak olsa, toplumsal hayat felç olurdu. Ve toplumların tarihsel gelişimi tanıktı ki, insanlar, bir gecede, kendiliğinden ücretli köle-insan; ekmekler de, kendiliğinden ekmek-fiyatı olmuş değillerdi. Bütün bunlar fazla üretimin ve değiş-tokuş dünyasının ürünleriydi. Velhasıl, özel mülkiyet hukuku ve ücrete kölelik  sancağı milli gönderde dalgalanıyordu.

Bu piyasa olmuş toplumda, insanlar, önüne gelen her şeyi ve her ilişkiyi, eşdeğerini vermek suretiyle özgürce değiş-tokuş ede ede; ve her gün kendi elleriyle bu kölelik sistemini ( ücretli-emek sistemini yani) yeniden ürete ürete, her şeye aldatıcı bir görünüş kazandırmış; ve dünya  baş aşağı duran yalan dünya olmuştu. 

Devlet Baba, malların özgürce ve demokratik olarak değiş tokuşunu sağlayabilmek için, yasalar yoluyla  yurttaşlarına sürekli "hak" ve "özgürlük" dağıtmakla meşguldü. Bu "hak ve özgürlük" olmadı yenisini verelim diyordu. Her nasılsa, gerçekte "yurttaş hakkı", yurttaşına hak veren "devlet hakkı" olmuştu.  Hasılı,   Hukukun üstün olduğu ve  Heredot Baba'nın "bizim yasadan başka efendimiz yoktur" dediği zamanlardı. Dedim ya; "her bir insanın özgürce gelişmesi, bütün insanların özgürce gelişmesinin şartı olmasına" daha epey bir  zaman vardı.

Nasıl olmuşsa, bütün bu toplumsal gerçeklikler ve üretim ilişkileri, hokus pokus,  bir gece ansızın başka bir gezegene taşınmıştı. Bu dünya insanları, sanki, hukuk ve yasalar sayesinde bir arada yaşıyor; karınlarını doyuruyorlar ve  üretim faaliyetinde bulunuyorlardı. Eskiden, köle sahibi efendinin, toprak sahibi zorbanın dediği olurken; şimdi, hukukun tılsımlı soyut gücü yasalar ne derse o oluyordu. Hukuk, tıpkı bir afyon gibi, hepimizi demokratik olarak kendine bağlı ve bağımlı kılmış; ve egemen gücün hizmetindeki kutsal bir güç gibi sınıflara bölünmüş toplumu muhafaza ediyor ve ona çekidüzen veriyordu.

Erdem dedikleri artık; hukuka bağımlılık ve hukukun üstünlüğüydü. Bu yüzden, hukuka bağımlı olmadan, yani erdemli olunmadan, kimse kimseyi sömüremiyor ve ezemiyordu. Her şey, hukuka bağlı ve bağımlı olarak son derece çok demokratik ve gizemli bir şekilde cereyan ediyordu. Ve hukuk, ister uluslar arası olsun ister ulusal,  artık; egemenlik ilişkilerini gizleyen bu değiş-tokuş toplumunun istikrarını sağlayan yeni kutsal kitabı olmuştu.

Anlaşılan, kıyamet çoktan kopmuştu; ve bizim başka bir cehennem aramamıza da gerek yoktu artık.

(Buraya kadar insanların yaşam ortamını betimledik ; hadi bakalım kahramanımız gelsin artık.)

Canikokik, işte böylesi bir zamanda, yani, hukukun üstün ve yasaların ise efendimiz olduğu bir çağda dünyaya doğmuştu. Çok hızlı bir büyüme ve ergenlik evresinden sonra, Canikokik, toplumdaki egemenlik ilişkileriyle tanışmış; toplumdaki egemenlik ilişkilerinin hukuken ve hukukla kamufle edilmiş olduğunu da fark edince bu durum ziyadesiyle tuhafına gitmişti. Oysa; Canikokik'e göre,  kamuflaj dediğin askerlikte olurdu  ve düşmana karşı yapılırdı. Peki ya  toplumdaki kamuflaj kime ve  neye karşıydı; neyi kamufle ediyordu ve düşman kimdi? İşte bu sorularına cevap bulabilmek; ve  "hukuki" kamuflajı ortadan kaldırabilmek; asıl gerçeği aydınlatabilmek  için Canikokik ne yapabilirim diye düşünmeye başlamıştı. Bu konuda günlerce, aylarca, yıllarca düşündü. Hatta; düşüne düşüne, adeta, bir düşünce küpü olmuştu. Tarihte ne kadar düşünen adam varsa onlarla tanışmaya çalıştı. Hatta 5000 yıl öncesinin Hamangia kültürüne  kadar giderek cernavoda düşünen-adamıyla bile tanıştı; ve o düşünen adam heykelciğinden bir tane edindi ve onu  göz önünden hiç eksik etmedi: 



Aslına bakarsanız Canikokik'in düşünmeyi seven bir adam olarak çevresindeki insanlara tuhaf gelebilecek bazı düşünceleri de olurdu kimi zaman: Örneğin; bir sütçü, insanlar süt içsin diye süt üreteceğine, ne diye kilosu 2 lira olan süt üretiyordu? Bu 2 lira nereden geliyordu ? Hem sonra, doğada sütü olan, süt veren inek vardı ama; dağlar, denizler, ormanlar.. gibi doğada niye 2 lira yoktu?! Bu 2 liralık süt, insan doğasının mı bir ürünüydü, yoksa; tarihi şartların bir sonucu olarak ekonomik hayatın mümkün olabilen biçimlerinden sadece birisi miydi? Ekonomik hayatın yegane, evrensel ve kaçınılmaz bir ve tek şekli, mal üretmek olabilir miydi.? Her canlı insanın kendi bedeninde mevcut olan  emek-gücünü (çalışma kapasitesini)  ücret karşılığında niçin sermayeye satmak zorunda  kalıyordu? Güneşin ışığı, dünyanın havası nasıl alım-satım konusu değilse insanın iş yapabilme yeteneği de öyle olmalıydı Canikokik'e göre. Çünkü;  insanın kendi kas ve akıl emeğini satarak yaşamak zorunda kalması; ve insanlardan eşya yapılması kabul edilemez ahlaksızca bir şeydi.  

Canikokik'in bir de rüyası vardı.  Bu rüya, ilerde, epey bir uzak gelecekte yani, sınıfsal farklılıkların olmadığı bir toplum biçimi kurulduğunda, işte o zaman, vaktiyle belli bir işi görmek ve  kullanım değeri yaratmak için   emek-gücünü patronlara satarak artı-değer sömürüsü  yaratan emekçilerin  çalışma hayatını düzenleyen   kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin, yönetmeliklerin, genelgelerin, yargıtay içtihatlarının, yani bu konudaki tüm hukuki mevzuatın sergilendiği bir "Hukuk Müzesi" kurmaktı.

Canikokik'in, bazı kutsal kişiler gibi  "yok Canikokik'ten önceymiş; yok Canikokik'ten sonraymış" diye kendisini tarihin başlangıcı olarak görmeyen mütevazi bir kişiliği vardı. Hayatı daha ziyade, üretimde bulunmak yerine üretilmiş değerleri tüketmekle ve ürünlere son cilalarını çekmekle  -unutmayın; ürünleri tüketmekle onlara son cilayı çekmiş olursunuz- rahat bir şekilde geçmişti. Ve 'emredersiniz komutanım' ilişkisinde, emreden tarafı temsil etmişti. Hayatı boyunca,  "kullanım değerlerinin illa bir mal biçimini mi alması gerekir; ürün, ürün olarak kalamaz mı ?" diye sorup duran tuhaf bir ısrarı vardı . (Bu arada; Canikokik nasıl birisi diye yazımız boyunca hüküm verirken, katiyen, Canikokik'in kendi dünya anlayışına uygun olarak kendisi hakkında edinmiş olduğu fikirlerine itibar etmedik; edemezdik zaten! Canikokik'in de tarihi bir sonuç olduğu;  tarih içinde geliştiğini unutamazdık elbette.)

Gerçi; Canikokik, kendini, sosyal doğanın bir verisi olduğu kadar tarihin  bir sonucu olarak görürdü.   Ama, insanla birlikte tarihe de girilmiş olduğundan, Canikokik'in kendini daha ziyade  tarihsel hareketin  bir sonucu olarak görürdü. Canikokik tarihsel olarak düşünmekten yorgun düştüğü zamanların akşamlarında, evinin küçük mahzeninde bulunan şarapların tadına bakmaktan küçük mutluluklar duyardı. En büyük zevki, şarabı kadehine koyduktan sonra, kokusuna, rengine ve tadına bakarak, şarabın,  Fransız toprak kölesinin mi, Anadolu'nun gündelikçi köylüsünün mü ; yoksa Amerikan sermayedarının mı ürettiğini anlamaya çalışmasıydı. Ayrıca; şarabın hangi fıçıda ne kadar süreliğine dinlendirilmiş olduğunu keşfetmeye de bayılırdı. En gözde şarabı nedense cabernet sauvignon üzümünden yapılanıydı. Salamura keçi peyniri ve  ekmek ile onu içmeye bayılırdı. 

Canikokik'in, böylesi gamsız ve eğlenceli bir hayatı vardı işte! Ama unutulmasın; katiyen sorumsuz biri değildi. Hatta; öylesini sorumluluk sahibi birisiydi ki, anayasada tarifi yapılmış olan egemenlik denilen " şey " in kimin çıkarına (cui bono) kullanıldığının sıkı bir takipçisiydi.

Canikokik, insanlar arasındaki sosyal ilişkilerin nesneler arasındaki sosyal ilişki biçimine bürünmesini fena halde kafasına takardı. "Ne yani merhaba, nasılsın iyi misin demek içinde mi piyasaya ihtiyaç duyacaktık ? Niçin bir insanın başka bir insanla ilişkisi, piyasa aracılığıyla kurulsun ki !?" diye feveran edip dururdu. Ve bunu,  insanlığa karşı yapılmış en büyük alçaklık olarak görürdü. Canikokik, karın doyuran ekmeğin herhangi bir ihtiyaç nesnesiyle değiş-tokuş bakımından göz önüne alınmış olmasını; ve nesneler arasındaki bir ilişkiymiş gibi görünmüş olmasını; yani, ekmeğin sırf, genel ve soyut bir emek şekliyle görülmüş olmasını ahlaksızca bulurdu. Bir ekmeğin kaç adedinin hangi ve kimin kullanım değeriyle değiştirilebiliyor olmasından hepimizin utanması gerektiğini; ve asıl yasaların bunu yasaklaması gerektiğini savunurdu. 

Keza; Canikokik, patronun, ücret karşılığında isçinin iş-gücünü satın alma hakkının olmasını; ve işçinin de, iş-gücünü ücret karşılığında özgürce patrona satma hakkının olmasını, hukukun alçaklığı olarak görürdü. İs-gücünü sınırsız bir süre için satarsan köle; sınırlı bir süre için satarsan da işçi oluyordun. Bunun neresi ne bakımdan hukuka(?) uygundu ? Hukukun kendisi bizatihi   hukuksuzluk değil miydi ? Bir insanın iş-gücünü, ücret karşılığında, azami olarak günde kaç saat satma hakkı olduğunun kanunla düzenlenmiş olması bir hak ve hukuk konusu olabilir miydi ? İster köleci hukuk olsun, ister feodal hukuk; ve isterse patronun kapitalist hukuku olsun, hepsi de, başka bir kılıkta güçlünün hukuku değil miydi ?

Sonuç itibariyle; Canikokik için hukuk, ücretli işçinin ücretli işçi; sermayedarın da sermayedar olarak kalabilmesi için mevcut sınıfsal sömürü ve baskı düzeninin, yasalar ve yasaklar aracılığıyla sürdürülmesi ve gizlenmesiydi. Ve hukuk, hangi biçimiyle olursa olsun, sınıfsal ve ideolojik bir kurum olduğundan, daima, ait olmuş olduğu üretim tarzının ve sosyal düzenin sınıfsal bir güvencesiydi. Bunu Anayasa ve  ceza yasaları uygulamasında  görmek mümkündü.  Alengirli biçimde düzenlenmiş olan Anayasalarda genel ve soyut esaslar ile bu soyut esaslara göre belirlenen hak ve ödevler, yetkiler bulunurdu.  Ama  bu soyut esaslar aslında egemen gücün çıkarlarına göre hazırlanmıştı. Tıpkı ceza yasaların uygulanmasında olduğu gibi. Eğer   yurttaşlar  veya  ücretli emekçiler  anayasadan doğan sosyal ve sınıfsal haklarını kullanacak olurlarsa hemen onlara ceza yasasının somut hükümleri hatırlatılır ve bu Anayasal hakların aslında somut kanun hükümleriyle sınırlandırılmış olduğu belirtilirdi. Kimi zaman bu hatırlatmaya bile   hiç gerek kalmadan mülki amirlerce yasaklamalar getirilirdi. Hala haklarını kullanmakta  ısrar edenler olursa da  başlarına her türlü kanun, içtihat.. ve "hukukun üstünlüğü" yağdırılarak  mahkemeler yoluyla ceza evinde ıslah edilmeye ve 6 metre karelik hücrelerde tövbe getirmeye mahkum edilirlerdi.  

Nihayetinde; Canikokik, evinde böylesi düşüncelere dalıp spekülatif bir şekilde hareketsiz durmaktan yeterince yorulmuştu. Fikirlerini artık; sadece bir ideal olarak değil; bir hareket olarak da ifade etmek istiyordu. Hani Nazım "seni düşünmek" şiirinde  "ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum" diyordu ya, işte öyle bir şey Canikokik'inki de.. Yağmurlu bir günde radyoda işittiği bir marş, düşüncelerini eyleme geçirmeye yetmişti. Ve tasavvur ettiği insanın imajını, gerçek insan; ve tasavvur edilen dünyayı da, gerçek dünya yerine koymadan; zaman zaman, Sokrates gibi sokağa çıkarak, anayasal hakkı olan düşünce ve kanaatlerini her hangi bir yolla tek başına açıklamaya ve yaymağa koyuldu.  Düşüncesini ve aklını pratiğe sokmuştu artık..

Radyoda, Tuna nehri akmam diyordu. Yüklemin öznesiyle böylesine inatlaşması ve çelişmesi  Canikokik'in tuhafına gitmişti.  (çelişen şeyler ve çelişki  genellikle Canikokik'in tuhafına giderdi zeten) Bir nehir nasıl olurdu da akmazdı !? Artık; ölü bir su olmayı nasıl kabul edebilirdi !? Bugüne kadar doğa ve kamu yararını gözeterek akmış olan Tuna nehrini böyle bir keskin karar almaya ne yol açmış olabilirdi? Bu contradictio in subjecto duruma yani yüklemin özneyi inkar ettiği çelişkili duruma daha fazla tahammül edemeyeceğini anlayan Canikokik, bu sorunu çözmek için  duvarda asıllı duran bahriye kılıcını kınından çekmek istedi ( duvarda asılı bir kılıç varsa, nasıl olsa eninde sonunda kınından çekilecekti) fakat şimdi zamanı değil diyerek savcılığa suç duyurusunda bulunmaya karar verdi. Nehir dediğin akmalıydı!  Belki; suç duyurusu işi yarar; yeni efendimiz, yargı ve yasalar bu sorunu çözebilirdi.

Ama bu özne ve yüklem meselesini yüce  yargı' ya gerek kalmadan çoktan çözenler olmuştu tarihte. Öznede veya yüklemde birbirlerini tam olarak karşılamayan bir şeylerin bulunması   aslında  kötü bir şey değildi. Bilakis, hayatın otodinamizmini oluşturuyordu bu. Tuna nehri varsın akmam desin, Tuna nehrinin başka yüklemleri(nitelikleri) yok mu onlar ne güne duruyor?  Her yüklem (öz nitelik) özneyi belli bakımdan belirliyor ve sınırlandırıyor ama ayni zamanda olumsuzluyor. Tuna nehri akmam diyorsa akmasın tamam saygı duyarım  ama bu kararıyla akan Tuna nehrine nazaran kendini olumsuzlamış oluyor, ben akan Tuna nehri değilim diyor. kendini 'akmamakla' sınırlamakla akan Tuna nehri olmadığını beyan etmiş, tasdiklemiş; olumlamış oluyor. Ne güzel işte; bu da hareket halindeki akan Tuna nehrine nazaran  akmayan Tuna Nehri, yani karşıtların birliği demektir ve  Tıpkı Spinoza'nın "Omnis determinatio est negatio" yani her belirleme (sınırlama), olumsuzlamadır ilkesinde olduğu gibi zıtların çelişkili birliği ile ayni kapıya çıkar. Nasıl yani? diyorsanız bunu bir örnekle açalım: 

Zakkum pembedir ama sırf ve sadece pembe değildir, ayni zamanda daha neler nelerdir, bir takım özelliklere sahiptir ve bu özellikler de hareket ve değişim halindedir. Dolayısıyla zakkumu pembelik niteliği ile  sınırlamak ayni zamanda onun 'ne değil' ve 'ne olmadığını' da söylemiş olmaktır. ( yani olumsuzlamaktır ).  Çünkü; zakkum pembeyse, kırmızı, beyaz, yeşil, vb. değildir.. yuvarlak, üçgen değildir.. ekşi, tuzlu, hayvan, insan.. vb. değildir.  Zakkumun pembeliği diğer renklere nazaran bir pembeliktir. Diğer renkler olmasaydı, kendi başına, ayrı bir pembelik de olmazdı. onun pembeliği diğer renklerin olumsuzlamasından elde edilmiştir. eğer pembe yerine diğer renklerden biri olsaydı zaten pembe olamazdı. öyleyse pembeliğini diğer renklerin varlığına ve onları olumsuzlamasına borçludur.  Yani evrende bir tek renk olsaydı o rengi belirlemek imkansız olurdu.   

Zakkum pembedir belirlenimi ile  bir bütün olarak zakkumu 'pembedir' ve 'pembe değildir' diye birbirine karşıt iki eksene bölmüş oluyorum.(çünkü pembeyse diğer renkler ve özellikler değildir). Eğer zakkum sırf ve sadece pembe olsaydı, yani pembeliğine  indirgenebilmiş olsaydı zakkum, zakkum olamazdı zaten. Gerçekte, doğada, kimse zakkumu sırf ve sadece pembeliğiyle sınırlandıramaz, sırf ve sadece pembe olan zakkum da doğada yoktur zaten. Kaldı ki  her pembe bir diğer pembeden şu ya da bu kerte farklıdır da. Çünkü somut özdeşlik yani nesnel gerçeklik kendi içinde farkı içerir. Farkın nesnelliği de karşıtların çelişkili birliğini doğurur. 

Hem sonra,  Tuna nehrinin mütemadiyen akacak diye bir mecburiyeti yok ki!  Nehir bu, bazan donabilir de değil mi? Maazallah; ya yüklemle özne  tamamen çakışmış olsaydı, farkı yok etseydi, özne, sırf ve sadece yükleminden yüklem de öznesinden ibaret olsaydı halimiz nice olurdu?.  Ömür boyu donmuş bir Tuna nehri tasavvur edebiliyor musunuz?.. Gemilerin işlemediği, balıkların kımıldamadığı, bir Tuna nehri..  Allahtan her nesnenin özünde olumlayıcı ve olumsuzlayıcı, madde vergisi (Allah vergisi der gibi yani), içkin iki zıt güç ve etkileşim  var da Tuna nehri devamlı donuk kal(a)mıyor. Aslında, bu farklı ve birbiriyle çelişen zıt güçler, eğilimler, her türlü gelişmenin kaynağıdır biliyor musunuz?  

Bana peki niye bu böyle diye sormayın; çünkü madde var. O da ne der gibisiniz..  Hani nasıl şu erik, elma, portakal, vb. halinde meyve var ya; somut tekil meyvelerin dışında kendi başına  meyve  yok ya, işte onun gibi bir şey şu  madde..  hasılı maddeden bir alemde yaşıyoruz; her şey madde ve maddeden..  Kalıcı yaratıcı bir ve tek güç olan maddeden başka hiç bir şey yok şu alemde, yani kendinden hareketli, kendi kendine hareket yeteneğine sahip; kendi kendini temellendiren bir ve tek güç olan maddeden.. Kendi kendinden hareketle sürekli olarak kendini yeniden üreten bir otodinamik süreçtir madde. Niçin madde var da onun yerine hiç bir şey yok diye bir soru aklınıza gelebilir, ama böylesi soruların cevabı olmaz, çünkü mantıken (kalıcı) madde varken keşke şu madde olmasaydı veya madde yerine keşke hiç bir şey (hiçlik)  olsaydı denemez; denirse saçma olur. Malum; Lucretius'un dediği gibi hiçlikten hiç çıkar; madde bir kez varsa, o özü itibariyle yok edilemez ve  kalcı olduğundan, hiçlik olamaz, yoktur zaten. Aksi takdir biz ve evren olmazdık ve bütün bunları düşünemezdik. ( Burada da bir tuhaflık var)

Deniz tuzludur diye ne tuz, denizi tamamen ifade eder ne de deniz,  tuzu, değil mi? Devingen-değişken içeriğiyle deniz ayni zamanda koskoca bir bütün olarak kim bilir daha neler nelerdir?  Ama ben bir bütün olarak denizi bir çırpıda bilemem ki, eğer bütünü bilmek istersem, iç bağıntılarını anlamak istersem  önce onun belirli bir yönünü belirli bakımdan zihnimde sınırlandırmam parçalara ayırmam gerekir. Öyleyse; bütünün olumluluğunu bozmadan ve onu sınırlandırmadan belirleyemem, yani olumsuzlayamam. Dediğim gibi iyi ki bu böyle! Gerçi Hegel, öznenin yerine yüklemi koymakla gerçek dünyayı ve ilişkileri yalanlaştırmıştı ama, Feuerbach adlı koca sakallı bir düşünür, "varlık, özne;  düşünce de yüklemdir" diyerek tahrifatı kısmen düzeltmişti. Kant'tan Hegel'e kadar, Fichte olsun Schelling olsun,  klasik Alman felsefecileri, şu mahut  özne-nesne; varlık-düşünce; özne-yüklem meselesini Allahtan çok kafa patlatmışlardı ve Canikokik'in  işini kolaylaştırmışlardı.

Tuna nehri "akmam" diyebilir, ama mesele Tuna nehrinin  akmamasıyla sınırla kalsa neyse, ya emsal gösterip  Kızıl ırmak, Aras, Volga, Nil, Amazon, Mississippi ( çocuklar gibi  'misis pipi' diye okumayın  sakın!) nehri.. gibi dünyanın bütün nehirleri de Tuna nehrine uyarak, biz de akmıyoruz derlerse, müesses nizamın (kurulu düzen) ve egemen su rejimlerinin hali nice olurdu?!  Bu,  su rejimi yasalarına göre  suların toplu başkaldırmasına ve suların isyanına girer; ve  tecilsiz müebbet hapisten yargılanırlar. Tarihteki büyük halk isyanları tecrübesiyle de sabittir, Suların isyan dalgası bir başladı mı çok kolay ve çabuk yayılır;  ne tarla dinler ne ova bütün yurdu ve dünyayı su basar maazallah! (bu kaçıncı maazallah, sen de şu 'maazallah' larınla tarihe geçeceksin herhalde ) 

O yüzden; Tuna Nehrinin "akmam" demesi, toplu başkaldırıya örnek olmadan,  bu başkaldırının ve asiliğin önü derhal alınmalıydı. Artık; set mi çekilir   baraj mı yapılır orasını bilemem. Henüz,  "bana dayatılan rejime uymayacağım; yatağımı değiştirip ters yöne akacağım" diye sularını taşkınlaştırarak isyan eden Antakya'daki  kadim Asi nehri örneği henüz hafızalardan silinmemişken, Tuna nehrinin bu tutumu, dünyanın bütün nehirlerinin rejimlerine kötü örnek olması bakımından kamu güvenliğini tehlikeye sokacağı ve hukuka uygun olmayan bir tuhaflık yaratacağı besbelliydi.( al sana bir tuhaflık daha!). O yüzden, özellikle böylesi  günler için hazırlanan özel görevli mahkemelerin devreye girmesi gerekirdi. Akmam diyen Tuna Nehri,  makul şüpheli olarak gözaltına alınmalıydı; ve yabancı ülkelere akış yasağı getirilmeliydi.  Akmayan nehirlerle ilgili ceza hukukunun ilgili maddelerine uygun olması için hukukun üstünlüğü marifetiyle Tuna nehrinin isyankar eylemi  delillendirilmeli; ve eğer delil bulunmuyorsa delil icat ve imal edilmeliydi. Ve hatta gerekirse, hakim ve savcı kiralayarak   Tuna nehrinin  behemehal akması sağlanmalıydı !

Makul şüpheli olan Tuna Nehri Rejimi' nin göz altına alınması için Canikokik, kamu yararı adına, savcılığa bulunacağı suç duyurusu için kanıt ve gizli tanık aramak üzere nehrin denize döküldüğü deltaya gitmeye karar verdi.  Sevgili okur, egemen ideoloji ve yalan üretme merkezleri olan kitle iletişim araçlarından ayrı olarak, bu bağlamda dikkatinizi bir noktaya çekmek isterim :  Deltalar da, şimşekler ve ağaçlar gibi çatal(lar) yapar. Çatallaşmalar ise her türlü gelişimin formudur. siz hiç dümdüz giden bir gelişme gördünüz mü; muhakkak çatallaşma olur, gelişme dediğin çatallaşır.

Çatallaşma ve dallanma, aslında, özgücün taşması, tezahür etmesidir. Birin, kendinden kendini doğurarak, bir'ken, iki ,üç..çok olma halidir. Eğer; bir kez bir olmuşsan, artık, 2, 3, 4.. ve sonsuz olmak kaçınılmazdır. Ama tek olmak öyle değildir. Teksen, sırf ve sadece, tek olarak, sen varsın; başkası yok demektir! Yapayalnızsın yani..! (Ama  Madde de tek diyebilirsiniz bana, fakat onun tekliği sonsuz çoğulluğun ve çeşitliliğin birliğidir, o bakımdan madde yalnızlık çekmez, her dem taze mekan ve zamanıyla sonsuzca avunur.)   O yüzden; her hangi bir şeyi anlamak isteyen, anlayacağı şeyde bir çatallaşma; ve birken çok olma süreci ve dinamiği bulsun ki, gerçeğe temas edebilsin. ( İlginç şeyler söylüyorum değil mi?)

Canikokik nehirler birbirlerine benzer diyerek  önce Casius (Cebel Akra) dağı yakınlarındaki Asi nehrinin deltasına gitti. Tarihte daha önce olmuş olaylar geleceğe ışık tutabilirdi. Asi  nehri hakkında tarihi kadim kişilerden bilgi toplamak için St.Symeon Stylit'e gitti. -kuş gibi ağaçlara tüneyen dendrytos keşişlerine ya da mağaralara kapanan çilekeş hermit sofularına gidecek hali yoktu ya !- Uzun yıllar yüksek bir sütunda sabırla tek başına yaşamış olan bu bilge ve aziz kişiye, Asi nehrinin vaktiyle neden asilik yaptığını sordu. "evladım" dedi boğuk bir sesle (bunların sesi tek başına oturmaktan ve tarihin derinliklerinden geldiğinden  boğuk olur genellikle)  Saint Simon Stilit,  "Hristiyanlığı, iktidarın ideolojik temeline ve paganizme karşı düşman gören Roma imparatoru Diocletianus, 303 yılında Hristiyan avı başlatmıştı. Yakalanan Hristiyanlar ya Antakya arenasında aslanlara yem oluyorlardı ya da ayaklarına taş bağlanarak Asi nehrine atılıyorlardı. İşte, bu ilk Hristiyan katliamlarına daha fazla seyirci kalamayan Asi nehri, rivayet bu ya, bir gece ansızın ters yöne doğru akmaya başlamış. İmparator Constantinos, Milano Fermanı'yla tüm dinlere özgürlük tanımasına ve İznik Konsilinde Hristiyan rahipler temsil edilmesine rağmen Asi nehri bu durumunu o gündür bu gündür  değiştirmemiş".  Vaaz ile gerçeğe ulaşılamayacağını anlayan Canikokik, St Simon Stilit'i sütunuyla baş başa bırakarak kendi başına deltanın bulunduğu kumsala gitti.

Dünyada eş zamanlı olarak o kadar çok olay olmaktaydı ki ; ve uğruna mücadele edilecek o kadar çok şey vardı ki, hepsine yetişebilmek Canikokik için elbette çok zordu. Asi kıyısında otururken, “keşke birkaç tane daha kafam olsaydı" diye geçirdi içinden. Zira; insanlar kafa kafaya vererek elbirliği ve iş bölümü sayesinde toplumsal hayatlarını çeşitlendirmiş; dünya zenginleşmişti. Ama; insanlar birey olarak tek ve sınırlı bir faaliyetin içine sıkıştırılmış; hapsedilmiş bir durumda kalmışlardı. Ve kendi ürünlerinin öznesi olacağına oyuncağı olmuşlardı. Bu ters ve tuhaf (italikler tuhaf için!!) duruma artık bir son verilmeliydi. Şimdi, sıra, kendi sınırlı ve dar faaliyetlerine esir edilmiş olan bireylerin, özgürleştirilmesindeydi. Buysa, ancak; her bir insana üretken ve yaratıcı faaliyetlerini gerçekleştirebileceği elverişli toplumsal şartların düzenlenmesiyle mümkündü. İşte, o zaman her bir birey yarat yarata bildiğin kadar düzeyine yükseltilebilmiş olacaktı.

İnsanlar, Leonardo da vinci gibi , ayni zamanda, bir yandan anatomi ve mimari çizimi yaparken; bir yandan da, şiir dinleyip mühendislik hesapları ve resim yapabilmeliydiler. İşte; Canikokik de, çok kafalı halinin birinci kafasıyla, Asi deltasından üremek için macera dolu yollara düşen; binlerce mil kat edip denizleri aşarak Kuzey Atlantikte kahverengi Sargas su yosunlarının bulunduğu ve içinde muhtelif deniz canlılarının bir arada yaşadığı ( deniz canlısı ve su yosunu dersin değil mi; ama gel de şu modus vivendi'ye imrenme sen ) kıyısız Sargossa denizine ulaşan muhteşem yılan balıklarının hayranlık uyandıran serüvenlerini izleyecek; 2.kafasıyla, bugünkü insan hayatını değişmesi lazım geldiğini söyleyen şiirler okuyacak; 3.kafasıyla, toplumsal olarak sınıflara bölünmeseydik acaba uygarlık olur muydu diye düşünecek; 4.kafasıyla da, acaba Robinson Cruzo gibi uzayda  topluma ihtiyaç duymadan tek başına yaşayabilen insan olabilir mi diye yapay zekasına  fikrini soracak, 5.kafasıyla, bu benim yarattığım yapay zeka ilerde ya kendi kendine soyutlama yeteneği kazanıp da beni egemenliği altına alırsa; ya beni ücretli kölesi yaparsa  ben ne yaparım o zaman, herhalde kahrımdan ölürüm diyerek kara kara düşünecek; 6. kafasıyla, bu muazzam sonsuz alemde gelecekte evrenin efendisi olacak olan yapay zeka kendini yaratan insanı başka bir kosmozal mekanda  yeniden yaratacaktır  diye hayal kuracak;  geri kalan kafalarıyla da hayatın sonsuz zenginliği karşısında canı ne isterse onu yapacak; ve eskiden olduğu gibi ihtiyaç ve amaçlarının peşi sıra giderek kendi tarihini yapmaya devam edecekti.. (geleceğin insanı her halde böyle bi şey işte)

Ama şimdilik bir kafası vardı ve onunla da Tuna nehrinin akmaması halinde nelerin bizi beklediğini; ve hangi hukuksuzlukların olacağını öğrenmek istiyordu. İçini bir karamsarlık kapladı ve gamlı gamlı kumsalda yürümeye başladı. Daha önce Antonin Dvorak’ın 'yeni dünya' senfonisini mi minör tonda işitmemiş olduğundan, "denizin dibinde Hatçem" türküsünü söylüyordu. Gerçi, bir ara "kundurama kum doldu" türküsünü söyleyecekti ama, türkünün devamı olan sözlerinin, ‘atmaya kürek mi yoksa yürek mi gerek’ olduğu hususunda tereddütte düştüğü için vazgeçti. Dikkatli okurun gözünden kaçmayacağı gibi, çıplak ayak, kundurasız kumda yürüyen bir gamlı insanın, kundurasına kum dol(dur)muş olması da haliyle abesle iştigal olacaktı. Ayrıca; yaşadığı çağda niye peygamber olamamış diye şaştığım yüce Aristotales’e göre, kundura kum doldurulsun diye imal edilmez; ayağa giyilsin diye imal edilirdi. Gerçi,  kundura satıcıları kunduralarını satarlarken, ayakkabıların hangi maksatla kullanılacağına dair bir şerh koymazlar ama,- zira; satılan malın tasarrufu, hangi amaçla kullanılacağı tamamen alıcısına aittir: benim sana satmış olduğum bir kilo sütten ister sütlaç yap, ister yoğurt; istersen birazını sokak kedilerine içir, bu tamamen senin bileceğin iştir. Satın almış olduğun sütü istediğin gibi kullandığın için kimse savcılığa suç duyurusunda bulunmayacaktır. Çünkü bu hukuka uygun olmaz.-kunduranın kullanım değerine biz yine de saygı göstermiş olalım; ona kum doldurmayalım. Kum torbaları ne güne duruyor ?

Canikokik, epey bir süre yürümüş olmalı ki güneşin sia vakti gelmiş olduğunu anlayamadı. Hani deniz insanın gamını alır derler ya işte Canikokik büsbütün gamını ve karamsarlığını denizde bırakmıştı. 

Fakat Tuna nehri hala akmam diyordu.( vay namussuz!! hatta anarşist!!)

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Canikokik, ne isterse onu düşünebilecek olan; ve henüz; hukuk ile aldatılamamış bir yurttaştı. Ceza yasası ve ayarlanmış mahkemeler, henüz düşüncesini yasaklamamıştı. ve 'hiç bir şey düşünmeyeceksin; tamam mı?' cezası kesmemişti; ve en üstün otorite, beyninin yaşama sürecini ona çok görmemişti.  Canikokik, hukuktaki hukuksuzluklardan bunalmış bir halde, ve henüz kendi hukukunu kuracak kudreti de olmadığından, deniz üzerinde bir hukuk olusturmak üzere her zaman yaptığı gibi, güneşin sia vaktinde ( bu sia vakti de ne demeyin hemen açıp okuyun biraz)  kendini Akdeniz'in tuzlu ılık sularına bırakıverdi.

Canikokik, suyun kaldırma kuvvetinden yararlanarak, denizde sırt üstü bağdaş kurmuş vaziyette (bacak nahiyesi uzun olduğu için bunu çok rahat yapabiliyordu Canikokik), Sicilyalı Arşimet’i şükranla andı -Canikokik'in bir huyu vardı : Doğa üzerinde egemenlik kurmaya hizmet etmiş buluş sahiplerini, yeri geldikçe saygıyla anmadan yapamazdı. Bu konuda tek istisna, icadıyla geceyi gündüz yapmış Edison’du.. Zira; Edison paraya tapıyordu; buluşlarını sermaye için yapıyordu, ve patent hırsızlığında bulunuyordu.. Dahası; elektrik-elektronik alanında kadri bilinmemiş bir mucit ve dahi olan Nicola Tesla'ya kazık atmıştı Edison.. Bütün bunlar Canikokik'in gözünde Edison'un değerini düşürmeye yetiyordu.- sırt üstü yatmış olduğu denizde, düşünen ve düşleyen bir adam olarak Canikokik, daha neleri düşünebilirim derin derin diye sınır tanımadan düşünce denizine daldı. Zira; düşünce de, hareket gibi, tümel karakterliydi; her şeyi konu edinebilir ve her çeşit yükleme sahip olabilirdi. Zira, usturasıyla meşhur Ockham'a göre daima yüklem olarak hareket söz konusu olduğundan her şey daima 'hareket etmiştir' ( verili özellik ve belirlenimlere sahiptir) halindeydi. Bu gerçeği önvarsaymadan derin denizlere  dalamazdı tabi. Başlamak önvarsaymaktır zaten. nerden ve ne ile başlarsanız başlayın daima mevcut verili  bir şeyleri önceden önvarsaymak zorundasınızdır. 

Bu arada, Canikokik'in beyninin verili yaşama süreci, farkında olmadan, bazı derin fikirler üretmiş olmalı ki, Canikokik, fikri ağırlığının etkisiyle, imdat bile diyemeden, düşünce denizinin dibine doğru yol almaya başladı. Tam dibi boylamak üzereyken, ne olduysa, birden kendini, Dante'nin cehennem kapısında buldu. (Hoppala!!.)

Ne var bunda şaşacak; ne yani kendisini anayasanın temel haklar ve hürriyetler kapısında mı bulsaydı ?! Gerçi bu kapıda, cehennem kapısında olduğu gibi,  "buraya kim girerse umudu geride bıraksın"  diye bir şey yazmıyordu ama, orada da, çalışan insanların, ücret karşılığında, iş güçlerini belirli süreliğine belli bir fiyatla satmalarına özgürlük diyorlardı ( ahlaksızlar!!). Ayrıca, bu anayasal aldatmaca, tuhaftır, kimseye ayıp ve acayip gelmiyordu. Çünkü; anayasanın temel hak ve hürriyetleri, presence in abstracto (soyut olarak mevcudiyet) haliyle ve the right of the abstract person (soyut insan hakkı) olarak kulağa hoş geliyordu. Bu hak ve hürriyetlerin, siyasal iktidar sahiplerinin çıkar ve ihtiyaçlarına göre, özel ve somut kanunlarla sınırlandırılmış olması ise kimselerin umurunda değildi. Oysa; ceza yasaları, ideal ve ebedi adalet adına ve cui bono bir egemenlik anlayışıyla, bir sınıfın diğer bir toplumsal sınıf üzerindeki egemenliğini muhafaza ve müdafaa biçimi olarak ilahi adaletini dağıtmaya devam ediyordu. Devlet ise, hala, genişletilmiş mal üretimi ekonomisinin 'de jure ve de facto' işgali altında, ilahi adaletin kılıcını temsil ediyordu.

Canikokik, milletin kafasını dumanlandıran anayasal hak ve özgürlükler mistifikasyonundan sıyrılarak cehennem kapısı eşiğine geldiğinde Rodin'in ücretli  "düşünen adamı"na rastladı (düşünme bu ya, ücretli olur mu hiç; oluyor ama, ondan sonra hakmış, hukukmuş, özgürlükmüş diye konuşup duruyorlar işte!) 



  
Ücretli düşünen adam, gene her zamanki haliyle oldukça  düşünceliydi. Ve bir papağan gibi,  mütemadiyen, Descartes'in "sum quia cogito" (Varım, çünkü düşünüyorum) sözünü  tekrarlayıp duruyordu. Fakat kim için ne düşündüğü belli olmuyordu. Canikokik, cehennemi düşünce yasaklarına ve sansüre rağmen ücretli düşünen adamın ne düşündüğünü öğrenebilmek için, kredi kartıyla cehennem şifresini girdikten sonra,10 papel bastırdı. Düşünen adamın o anki ücretli düşünceleri sıralı halde ekranda görüldü. Ekranda, ilk sırada: (cennetten çok çekmiş olmalı ki) "Cennete giden dünyayı ararmış" yazıyordu. İkinci sırada ise," kırk yıl düşünsem bir gün şu cehennem kapısında ücretli düşünen adam olacağım aklıma gelmezdi" (istersen ücretli olma cehennem zebanileri ne güne duruyor) yazıyordu. Son olarak da: “ben bu cehennemdeki işten bir şey anladıysam Arap olayım; o yüzden inanıyorum ( ve cayır cayır yanıyorum)”    manasına gelen "credo quia absurdum" yazıyordu. Ama, bu cehennemi dünyada da, iş dediğin, insanlı dünyada olduğu gibi, ücret ile yapılırdı. Düşünmenin de  elbette  bir fiyatı olacaktı. Ücretli ve ücretle düşünme,  sanki ücretsiz düşünülemezmiş gibi,  adil ve makul bir şeydi. Hatta cehennemde, sanki çalışanların ihtiyaçları ve emek güçleri eşitmişçesine, şu mahut "eşit düşünmeye (işe) eşit ücret" aldatmacası bile vardı. Cehennemde de emek gücü harcanarak iş yapılırdı. Ama ücret, emek-gücünün fiyatı olduğu halde, nedense; emek gücüne değil de yapılan işe ödenirdi.   İlahi cehennemi iş yasaları ve Anayasa bile  bu gerçeği gizliyor ve gizemli bir hale sokuyordu. 

İnsanların ücret karşılığında bedensel ve zihinsel güçlerini, çalışma kapasitelerini  gündelik, haftalık, aylık, yıllık ve ömürlük olarak satmaları, cehennem eşiğindeki düşünen adamı hiç ilgilendirmiyordu anlaşılan. Bir ara, Canikokik, ücretli düşünen adamdan, "bu dünyadaki cehennemi ceza yasaları, kim tarafından, kim için (cui bono) ve kime göre yapılıyor?” diye düşünmesini istedi. Zira, kanunlar önünde herkes eşitti eşit olmasına da, ama, ceza yasası, hırsızlık yaptıklarında, bir dolar milyarderini de bir işsizi de ayni(!) cezayı mı veriyordu bakalım?  Fakat, ücretli düşünen adamın mesaisi bittiğinden; ve cehennemde, cehennemi iş kanunu geçerli olduğundan; ve  fazla mesai yasak olduğundan, Canikokik'in sorusu cehenneminsi  havada kalmıştı tabi. 

Şayet; ücretli düşünen adam dünyada olduğu gibi  fazla mesaiye kalmış olsa idi, Canikokik ona, kendi dünyasına ait  daha pek çok soru soracaktı. Mesela: köle sahipleri efendiler ile köleler arasındaki egemenlik ilişkilerini düzenleyerek kamufle eden Perikles Atinas'ının demokrasisinde, her türlü haktan yoksun 100 bin  köleye karşı 20 bin özgür yurttaşın hangi hukuk sistemiyle yönetildiğini soracaktı.  Bu tamamen efendilerin çıkarına göre olan bir hukuk muydu; yoksa kölelerin çıkarına göre mi ? Perikles'in kölelik hukuku ne kadar ilahi adalete uygundu? Veya; köy sahibi olan ağanın yanında köylülerin anayasaya göre seçme ve seçilme hakkının olması ne anlama geliyordu ? Tabi,  bütün bu soruları soramamıştı Canikokik.

Ücretle düşünen adam da, nihayetinde bir adamdı; ve  düşünebilme kapasitesinin ve düşünme gücünün sınırlarına gelmişti.   Gün boyu ücretli düşüne düşüne ve düşüncesinin nesnesi olan dünyayı özler bir halde, düşünmekten yorgun düşmüştü. Bir sonraki cehennem günü için düşünebilmesi için düşüncelerini dinlendirmesi gerekiyordu artık. Cehennemin düşünce-kapısı eşiğindeki ilahi-düşünce'sinde uyku daldı. Tabi yatmadan önce o günkü hasılatını saymadan edemedi.

Bu arada, sevgilisi Camille Claudel tarafından terk edilmiş olan Rodin, Othello  Kıskanclığı'na tutulmuştu. Cehennemde, düşünen adamın bu kadar el üstünde tutulmasını ve kendisinden daha ünlü olmasını bir türlü hazmedemiyordu ve kendi ürününü feci şekilde kıskanıyordu. Asistanı ve sevgilisi olan Camille Claudel'in bedduasını almış olmalı ki kendisini şu koca cehennemde, yapayalnız hissediyordu. Oh olsun !..Kadıncağızı sen, sanatsal kıskançlığınla, deli hastanesine düşür; ondan sonra da insanlardan anlayış bekle; öyle mi?!. Hem sonra, nedir bu despotluğun; düşünen adamın bazı düşüncelerini sakıncalı bulup niçin yasaklıyorsun? Cehennemde olmasa bile, düşünce özgürlüğü denen bir şey var değil mi şu dünyada?  Düşünen adamın, niçin, her şeyi düşünme özgürlüğü yok!?  Düşünmenin ücreti mi olurmuş; bırak da adam ücret-siz düşünsün artık !.. Ücret de neymiş !? Ücrete olan kölelikten düşünceyi kurtarmak gerek artık! Ücreti de düşünen, düşünen adam değil mi zaten !?

O sırada Cehennem coğrafyasından geçmekte olan ve baldıran zehrini henüz içmiş olan Sokrates, Canikokik'in sorularını duymuş olmalı ki, hemen keyifle söze girdi. Ve Canikokik’e, bizi, ideallere ve formlara alıştırmış olan Plato’nun Devlet adlı yapıtından ezbere bir pasaj okudu. Thrasymakhos’un ağzından şöyle diyordu o pasajda :  "Her yerde zorbalık, demokratlık, aristokratlık gibi değişik yönetim düzenleri olduğunu bilmez değilsiniz herhalde.  Her yönetim kanunları işine geldiği gibi koyar. Demokratlık demokratlığa uygun kanunlar; zorbalık zorbalığa uygun kanunlar; ötekiler de öyle…bu kanunları koyarken kendi işlerine gelen şeylerin, yönetilenler için de doğru olduğunu söylerler; kendi işlerine gelenlerden ayrılanları da ,kanuna, doğruluğa aykırı diye cezalandırırlar. İşte, dostum benim dediğim bu. Dogruluk, her yerde birdir: Yönetenin işine gelendir. Güç de yönetenin olduğuna göre, düşünmesini bilen bir adam bundan şu sonuca varır.: Doğruluk, güçlünün işine gelendir.

Sokrates hızını alamamış olmalı ki, bu arada,  para üzerine de bir nutuk çekti :  "Para, herkesin arzuladığı tek şeydir. çünkü soyut bir servettir. Ve insanlar ona sahip olmakla her türlü arzu ve ihtiyaçlarını tatmin ederler. Tüm zenginlikleri temsil ettiğinden insanlar durmadan para biriktirmelidir gerekirse aç ve susuz kalıp para biriktirmelidir.  Çünkü;  gerçek gücün kaynağı paradır. Ne demişler para her şeye kadirdir. Adaleti sağlayan. Kanunları yapan düzen kuran düzen yıkan gerçek güç."

Sokratesin konuşmalarından rahatsız olan asayiş Zebanileri, Sokrates'i cehennem çukuruna gönderince Sokrates'in sesi kesiliverdi.  Canikokik, cehennem eşiğinden ayrılmak üzereydi ki birden Galileo'yu gördü. Elinde ölçü aletleri Dante'nin Cehenneminin çapını hesaplıyordu.  Galileo, Dante'nin Cehennemi üzerine iki sömestre doktora öğrencisi olan zebanilere, dolgun ücret karşılığında, ders veriyordu. Tabi saf Toskana diliyle. Gerçi zebaniler bu dili bilmiyordu ama, aralarında matematik diliyle  anlaşıyorlardı işte. Zebanilerin en korktuğu bölüm lücifer ile ilgi olan bölümdü. Zira, luciferden çakarlarsa zebanilerin de cehennem kantoları eşliğinde cehennem çukuruna gitme ihtimalleri vardı. Dante'nin Cehennemi, aslında, koni adı verilen içbukey bir yüzeye benzemekteydi. Tepe noktası, tam da,  dünyanın   iş merkezi (Newyork Borsası)'nde, taban ise ücretli çalışanların bulunduğu güney yüzeyindeydi. Galileo, kendini cehennemin kesitini çıkarmaya adamıştı. Ve cehennem konisinin gerçek iş-ücret katlarını ve sınıf katmanlarını hesaplayabilmişti. Ama ne yalan söyleyelim engizisyonun cehennem ateşinde yanan Bruno'nun gözü pekliği ve medeni cesareti onda yoktu.

Canikokik, ücretli düşünen adamı, Sokrates'i, Galileo'yu ve diğerlerini Dante'nin Cehennem eşiğinde bırakarak düşünce denizi'nin cehenneminde  boğulmaktan  son anda kurtulmuştu. Zira,  her zaman yanında taşıdığı can yeleği basınç etkisiyle aniden şişince, imdadına yetişmiş; onu düşünce denizinin cehennemi derinliklerinde boğulmaktan kurtarmıştı. Su yüzeyine çıkarken, Anayasanın denetimli özgürlükler derinliğinde, aniden yediği vurgunla, her şey birden bire soyutlaşmıştı. Gerçi; Canikokik, düşüncede ve düşünerek her şeye erişebiliyordu ama; gerçekte; imkanı olmadığı için, eline, soyut düşünceden başka hiç bir şey geçmiyordu. 

Yarı baygın bir halde, ne olup bittiğini anlamak için, tekrar düşünmeye başladı; etraftan duyuyordu; yok orman kanunuydu; yok medeni kanundu; yok ticaret ve deniz iş kanunuydu...gibi şeyler. Kanunları duydukça üstündeki basınç artıyordu. Devlete doğru yaklaştığını hissetti ve su yüzeyine çıkmasıyla birlikte kafasını güm diye Devlet'e çarptı. Canikokik'e ilk yardım yapılırken Canikokik hala,  "acaba baskı ve sömürü dedikleri şeyler bu kanunlar aracılığıyla mı sağlanıyordu ? Mesela Hammurabi kanunları, Napolyon kanunları, Pinochet kanunları neye yarıyordu? Anayasal özgürlüklerimizi(!) bu özel kanunlar mı sınırlandırıyordu ? Hem sonra devlet, ne diye vatandaşlarına anayasa ile vermiş olduğu soyut özgürlükleri, özel somut yasalarla elinden alıyordu ?" diye sayıklıyordu..

Canikokik  iyileştikten sonra,  cehennem anılarını yazmaya koyuldu. İnsanın iş-gücü'nün insanların kendi gözünde, bir mal şeklini almış olmasını, herkesin  gözüne sokmak istiyordu. İnsanların mal üretimi yüzünden kör olmuş olmalarını ve canlarının çıkmış olmalarını bir türlü kabullenemiyordu.  Nasıl olur da, insan çalışmasının, domates ve patlıcan gibi, ücret adı altında bir fiyatı olurdu ? Bu ucube tuhaflık "des ut facia"(veriyorum ki yapasın ) hali, yani; 'ben ücret vereyim sen de benim için çalış hali' Canikokik'in gücüne gidiyordu.  Bu yüzden ne zaman her hangi bir mal  ile karşılaşsa, maldaki fiyata tekme atası geliyordu. Güya; fiyatı giderse maldaki ürün açığa çıkarmış ! (Sen kendini İngiliz papaz Berkeley mi sandın, düşüncenden kovduğun fiyat gerçekte maldan da kovulsun, solipsizmciliğin alemi yok!? ) Canikokik, sokaklarda tekmelediği bir çok mal hatırlıyor, fiyatın gittiği mittiği yok tabi; avuntu işte !

İnsanların, üretimde bulunmak suretiyle toplum aracılığıyla doğamülk edinmelerinin; ve çeşitli toplumsal bağların kişisel çıkar ve amaçlar uğruna kullanılmasının adı medeniyet olamazdı. Canikokik, son kez, cumhuriyet savcılığına büyük insanlık adına suç duyurusunda bulunmaya karar verdi. Yattığı yerden cumhuriyet savcılığına bir dilekçe yazdı. Fakat birden anladı ki, Cumhuriyet Savcılığına verilen dilekçe ve suç duyurularıyla büyük insanlığın sorunları çözümlenmiyor; kalıcı istenilen bir sonuç elde edilemiyordu. Başka bir yol bulmalıydı. Habire bir gerçeği işaret etmenin bir anlamı kalmamıştı. Hem sonra bütün ülkelerin işçileri ve ezilen ulusları birleşin diye düşünmekle işçiler ve ezilen uluslar birleşmiyorlardı ki. Çünkü; kafamızın dışındaki gerçek değişmiyordu. Aslolan, dünyayı değiştirmek için düşünmekti. O zaman kafaların içindeki gerçek de değişmiş olacaktı.

Bu gerçekten hareketle, Canikokik tarihsel bir karar verdi: Değiştirmek istediği gerçek, örgütlü bir güçtü, o halde kendisinin de örgütlü bir gücün bir parçası olması gerekiyordu. Ve örgütlü mücadeleye katılmak üzere güven duymuş olduğu bir siyasi partiye gidip üye olmaya karar verdi. Canikokik, ancak bu sayede, genelleştirilmiş mal üretimi düzenini ve onun özel mülkiyete dayalı hukuk sistemini emekçi insanların somut ihtiyaçlarına göre değiştirebilecek; baskı ve sömürü düzeninin bir parçası olmayacaktı.. Aksi takdirde, ne acı ki, insanlar,  piyasa olmuş toplumda  bir "şey", bir eşya gibi yaşamaya devam edecekti.

Canikokik'in ataları ne demişti: "müşterisiz mal zayidir."  Zayi olan maldır; insan değil. Yani denklem ve düzen "mala nazaran insan" biçiminde kurulmuştu. Mal mutlak olanı, insan ise mala nazaran göreli olanı temsil etmekteydi.  Bu hesapta Mal efendi, insan da onun kölesi olmaktaydı. İnsanın yaratıcı ve üretken gücü nesnelerin yaratıcı ve üretken gücü olmuştu yani. Bu pespaye duruma daha ne kadar seyirci kalabilirsiniz ki?

Canikokik, ürünü mal; insanı müşteri; toplumu da piyasa olmaktan kurtarmak için ve yeni bir egemen hukuk yapmak üzere, bu kez, yıllardır duvarda asıllı olan bahriye kılıcını kuşanarak sokağa çıktı ve partinin örgütlü gücüne katıldı.  Bir bütün olarak üretimin sermayeye olan köleliğine son verecek olan uzun soluklu mücadelenin bir parçası oldu.

Canikokik, artık, piyasa olmuş toplumun dar ve bencil hukukunu aşacak olan; ve sancaklarında herkesin yeteneğinden ihtiyacına göre yazan ufukta görünen gemilere kendini daha  yakın hissediyordu  ve mutluydu..  

Canikokik, bu mutluluğunu, tarihte, bu uğurda ta başından beri fedakarca mücadele eden ve "kükremiş sel gibi  bendini çiğneyip aşan" ve ab-ı hayat akıtan  şelale-işçileri ile  onlar için teori üreten  kozmik bakışlı düşünen adam(lar) ile paylaşmadan  edemedi: 

Düşünen Adam

ab-ı hayat akıtan Şelale İşçileri



*nerede bir devlet varsa orada hukuk vardır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder