27 Kasım 2012 Salı


A PRİORİ BİR MEKTUP DENEMESİ

Sevgili Abey

Demek evlendin ha.! Karşı-devrimci gazetelerin ilanlarından öğrendiğimize göre Amerikan ulusal güvenliğine ve piyasa düzenine karşı bir tehdit oluşturmadan, nihayet Eşley  adlı Amerikalı bir kızla evlenmişsin. Aferin sana; kim demiş Abey müzmin ve anan aşağı baban yukarı bir bekar diye!

Biliyor musun Abey, aslında bu  sana ilk mektubum değil; daha önce  iki a priori[1] mektup denemem daha   olmuştu. Fakat; nasıl olmuşsa o iki a priori mektup da sehven(!) Amerikan Haber Alma Teşkilatının  psikolojik savaş seksiyonuna gitmiş. Umarım; senin başını ağrıtmamışlardır. Peki ama, sehven-mehven, o mektupların CİA’da işi ne !? Altı üstü, özgürlükler ülkesi Amerika’da haberleşme özgürlüğümüzü kullandık. Yoksa; o meşhur ve her derde deva national security denilen  ‘milli güvenlik’ bahanesiyle, Türk’üz diye bize de mi etnik-psikoloji[2]  uyguluyorlar Abey!?

Bilirsin;  hiçbirimiz bu dünyaya Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Ermeni, Yunanlı, Fransız, Alman, Japon, Eskimo, Çinli, Hintli; Sünni, Alevi; Protestan, Katolik, Müslüman, Şinto, Budist.. olarak  gelmeyiz. Bunlar bize öğretilir; ve pekiştirilmezseler şartlı reflekslerimiz gibi zamanla sönerler. Yoksa; bunlar  bizi Nato üyesiyiz diye Pavlov’ un köpekleri mi sandı Abey;  sinyali verdiler mi   milli tepki ve duygularımızdan vazgeçeceğiz; öyle mi!?

Geç bunları Abey; biz hala devrimci yüce Türk Milletiyiz; ve burası da, Amerikan Türkiye'si değil; Atatürk Türkiye'si!! İnanmayan; 29 Ekimlerde, 19   Mayıslarda  meydanlara toplanan yüz binlere bir baksın; Atatürk devrimciliğinin bu topraklarda hala yaşadığını görecektir. Yeter ki; emekçi halkımız da 29 Ekimlerle, 19 Mayıslarla birleşme iradesini  göstersin. Sen gör o zaman Türkiye'nin şahlanışını; ne Nato kalır ne süper-Nato!

Neyse; madem evlendin sana ilk nasihat Halil Cibran’ dan olsun. Bak; Profet (Ermiş) adlı meşhur yapıtında ne diyor evliliğe dair Cibran:

“sonra yine El Mitra söz aldı :Ya evlilik için ne dersin, erenler ? 
Ve yanıtladı El Mustafa : (……) Birbirinizi sevin, ama sevginin üzerine bağlayıcı anlaşmalar koymayın. Bırakın yüreklerinizin sahilleri arasında gelgit çalkalanan bir deniz olsun sevgi. Birbirinizin kadehini onunla doldurun; ama; kadehe eğilip içmeyin. Ekmeğinizi bölüşün; ama ayni lokmayı dişlemeye kalkmayın. Şarkı söyleyin, dans edin eğlenin birlikte; ama; ikinizin de birer yalnız olduğunu unutmayın. Çünkü; lavtadan dağılan müzik ayni, ama nameleri çıkaran teller ayrıdır. Yüreklerinizi birbirine bağlayın; ama biri ötekinin saklayıcısı olmasın; çünkü; ancak hayat‘ ın elidir yüreklerinizi saklayacak olan. Hep yan yana olun; ama; birbirinize fazla sokulmayın; çünkü; tapınağı taşıyan sütunlar da birbirinden ayrıdır. Çünkü; bir selvi ile bir meşe birbirinin gölgesinde yetişmez.” 

Umarım bu öğütleri tutarsınız.

Sevgili gani gönüllü Abey ve onun Amerikalı sarışın (bomba) karısı Eşley! duyduk ki; nikah günü, Sandy adlı bir  tropik rüzgar, kasırgalaşarak (hurricane) sizin oralara afet olmuş. Oysa; biz "afet" deyince, doğal afet’lerden önce, kapitalizmi; ve onun dölü olan emperyalizmin baskı ve sömürüsü ile kanlı savaşlarını anlardık.

Ama; ne hikmetse, New York'da hayatı felç eden Sandy Kasırgası, sizin şu Pennsylvania eyaletinde etkisiz kalmış. İnternet Amca'dan  öğrendiğimize göre, güya; söz konusu eyalette yaşayan kerameti kendinden menkul nefesi kuvvetli üfürükçü bir şeyh’in imal etmiş olduğu anti-kasırga cinleri ve okunmuş-şekerli meteorolojik muskalar sayesinde elhamdülillah korkulan olmamış; apocalyptic[3]  hasar önlenmiş.

Sevgili Abey, bu hususta bir çift sözüm olacak sana: ben denizci olduğum için bilirim, her rüzgar fırtına; her fırtına da 'Sandy' kasırgası (hurricane) değildir. Anlayacağın, yine, felsefedeki meşhur  Tekil-Tümel tartışması, yani; Tekil'den ayrı olarak Tümel'in  kendi başına (per se) ve mutlak  bir yansıma formu olarak gerçekliği yoktur/olamaz. Nasıl olsa; fırtına da rüzgar; kasırga da.. diyerek bütün rüzgarları bir ve ayni kefeye koyamayız; zira, aralarında kategorik “fark” var.

Abey, unutma ki, Tekil ile Tümel özdeşliği, “fark” olmadan anlaşılamaz. Bu konuda, “Özde her şey göreli ve farklıdır” diyen Hegel, haklıdır. Her kasırga, bir ve ayni değildir. Zira; bir tropikal siklonik kasırganın (hurrican) kendine özgü yaşama dereceleri ve gelişme evreleri vardır. O yüzden;  yöntemsel olarak bu hususu göz önünde bulundurarak doğal afetlere karşı cin çıkarmak; ve meteorolojik muskalar yazmak gerekir.. Gerçi şeyhin efsunlu üfürüğü her türlü kasırgayı dindirir ama olsun gene de bu yöntemsel hususa dikkat etmeli. 

Örneğin; Bofor Rüzgar Skalasında[4] belirtilen üç, ya da on Bofor  Kuvvetindeki farklı rüzgarlar için ayni biçimde üflersen olmaz. Ya da  bir ve ayni fırtına duası veya okunmuş şekerli muska   imal edersen  etkili olmaz; haliyle, Sandy Kasırga büyüsü de bozulmaz; ve cinler çıkıp kaçmaz!

"Netekim" ( 12 eylül darbesi olalı beri nedense bu bağlaçtan hiç haz almam. Zira; bana hep, uluslar arası tekelci sermayenin, Türkiye’yi, kapitalist entegrasyon sürecinin bir parçası yapmak uğruna 650 bin gözaltıyı; 1milyon 683bin fişlenmiş kişiyi; 210 bin davada yargılanan 230 bin kişiyi; idamı istenen 7 bin kişiyi; idam kararı verilen 517 kişiyi;  asılan 50 kişiyi; 388 bin kişiye pasaport verilmemesini; 30 bin kişinin sakıncalı olması sebebiyle işine son verilmesini; 30 bin kişinin siyasi mülteci olarak yurt dışına gitmesini; 300 kişinin kuşkulu biçimde ölmesini; ve 171 kişinin işkenceyle öldürülmesini hatırlatır. Tabi; bir de bunlara mağdur olanların aile ve yakınlarını da ilave edebiliriz. Neresini seveyim ben bu Bağlacın!? "Bizim Oğlanlar" ın ideolojik özetini yapan tam bir Natocu ve Amerikancı bağlaç! Bu yüzden, bundan böyle, Natocu “nitekim” bağlacı yerine vatan şairi Namık Kemal ve Tevfik Fikretlerin “filhakika”  bağlacını kullanacağım; haberiniz olsun! )

Ne diyordum Abey? Hah tamam; her tekil rüzgarın kendine özgü bir anti rüzgar duası, okunmuş şekerli muskası ve cin çıkarma biçimi  olması gerektiğini anlatıyordum değil mi; araya 12 eylül girmişti.. Filhakika (tamam işte; nihayet şu melun “netekim”  den şimdilik kurtulmuş oldum!), saatte 35-40 knot hızla esen bir  fırtınayı esas alarak, denizleri ve gökleri yaran; ve olgunluğunun zirvesine varmış bir  (tropikal siklon) kasırgaya, anti-kasırga duaları ve cinleri ile karşı koyamazsınız, aksi takdirde, maazallah, cin değil, kasırga  çarpar; ve feleğiniz şaşar!! O yüzden efsunlu üfürme biçiminizi somut fırtınaya göre behemehal değiştirmeniz gerekir. Somut koşulların somut tahlili denen bir şey var değil mi şu insanlı dünyada. Üfürecekseniz, somut durumu hesaba katacaksınız. Müspet üfürük-ilmi bunu gerektirir.

Gerçi; rahmetli şeyhülislam Ebussuud Efendi  “medreselerde müspet ilim okutulmasına gerek yoktur” fetvasını buyurmuştur ama üfürük-ilmi dememiş sadece ilim demiştir. O yüzden üfürük-ilminin gereklerini yerine getirmede bir sakınca yoktur. Yalnız, Ebussuud Efendi bir fetvasında fırtınaya karşı beddua olmaz demiştir; zira 'beddua' dua gibi değildir bazen ters etki yapıp fırtınayı azdırır ve uğursuzluk getirebilir. Bu gerçeği gören Ebussuud Efendi ömrünün sonlarına doğru fırtına beddualarını yasaklamıştır. 

Oysa; ayni mesele karşısında, hak severliği ve doğruluğu ile nam salmış ve 3 kudretli padişaha (2.Beyazıt,Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman) toplam 24 yıl şeyhülislamlık yapmış olan; zühd ve takva sahibi  Zenbilli Ali Efendi olsa idi, belki, Ebussuud Efendinin aksine, bu anti-rüzgar beddualarını ve okunmuş şekerleri  İslam'a ve ilme uygun görmezdi. O yüzden; sanırım; günümüz  skolastiğini  ve yobazlığını biraz da Ebussuud Efendilerde aramak gerek.

Neyse; Sevgili Abey, söylendiğine göre Amerika'daki  üfürükçü dualar da kendi arasında ikiye ayrılıyormuş: 1-good(gud)dualar   2-bad(bed)dualar. Guddualar, ismiyle müsemma, iyi (niyetli)  dualarmış. Kapitalizmin ve  Piyasaların istikrarı için gerekliymiş. Beddualar ise, daha ziyade, 11 eylül ikiz kuleler saldırısı sonrası yaygınlaşmış; ve "kitle imha silahı" kullandığı(!) için 1,5 milyon Iraklı Müslümanın "sehven" canını almak için yapılan Büyük Orta Doğu Haçlı Seferi öncesi Amerikan başkanları tarafından yapılan dualarmış. 

Bunlar doğru mu Abey ?

İlginç olan şu ki Abey, her iki dua da, günün her saatinde,  mahiyetinde 2 milyondan fazla ücretli işçi çalıştıran Wallmart mağazalar zincirinde  barkodlu olarak satılıyormuş. Abey, Şu Amerika'da her şey satılık derlerdi de inanmazdık! Ne de olsa bunlar, vaktiyle Endüljans belgeleri (cennet tapusu)  karşılığında günahlarını papaya satan bir kuşağın torunlarıydı. Dolayısıyla, Kapitalist dünya silme günah(kar) kaynadığından Papalığın muazzam servetinin kaynağı  mafiyatik günah ticareti olmasın Abey!?

Sevgili Abey, internetteki habere göre, istihareye yatmayan meteoroloji bilimi uzmanlarının yaklaşan Sandy Kasırgasını rapor etmesi üzerine, Pennsylvania’daki  Üfürükçü Anti-kasırga  dualarına bir anda rağbet artmış; dua borsası tavan yapmış; ve her çeşit mala hücum etmeye düşkün Amerikan pipıl (homo econimucus) da, üfürükçü dualara hücum ederek Wallmart raflarındaki anti-kasırga dua ve muskalarını; okunmuş şeker drajelerini, silip süpürmüş.

Halkın “Paran yoksa git öl” kesimi, panik yapmasın diye,  sözü edilen anti-kasırga duaları ve muskalar,  görevlilerce, kasırganın sallayacağı ağaçlara ve ev çatılarına tek tek önceden asılmış. Bu arada,  “öncü duacılar”dan oluşan    anti-kasırga üfürük mangaları da, boş durmamış; okunmuş şekerleri,  sokak sokak Amerikın pipıl (Amerikan halkı)’a dağıtmış; ve fırsat buldukça bol bol cin çıkarmıştır.

Ayrıca; her mahallede, kasırga karşıtı özel-görevlendirilmiş ve yetkili “dua merkezleri” oluşturulmuş; böylece; özel görevli  “dua merkezine” yaklaşan kasırga, üfürükçünün  tılsımlı ilahi gücü karşısında rotasını değiştirmek zorunda kalmış; ve kasırganın üfleme ve tahrip gücü kısmen akamete uğratılarak, elhamdülillah, muhtemel afet (catastrophe)  önlenmiştir.

Ey Yumurtaya can veren Allah'ım sen nelere kadirmişsin be!! “şeyhler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz denilen ve aslında üç tarafı denizlerle çevrili şu cennet vatan  Türkiye'mizi; ve dahi Cumhuriyetimizi, şu Atlantik kaynaklı meşum tropikal siklonik kasırgalardan  ne olursun koru ya rabbi !!

Sevgili Abey, ne olursun ve Allah aşkına, mektup yazmada geciktiğim için bana kızma ve gücenme. Hadd-ı zatında biz gücenilecek adam mıyız ? İnan; Emekçiler İktidarı çarpsın ki (her zaman ekmek Mushaf çarpacak değil ya!) daha önce yazacak durumda değildim. Memleketin hali bildiğin gibi değil; buralarda hala, milli egemenlik ve bağımsızlık Atlantikçi Üfürükçülerin elinde ve  denetiminde. üstelik bu muazzam rezilliğin ve bağımlılığın sorumluluğu da sofistike bir tertiple, asıl bu soygun düzenine ve çağdaş köleliğe son vermek isteyen milli egemenlikçi ve bağımsızlıkçıların  üzerine yıkılmış. Şimdi bu durumda sen olsaydın ne yapardın Abey? Hikmet Kıvılcımlının dediği İkinci Kuvayı milliye savaşımız için elini taşın altına koymaz mıydın ? 

Gerçi sen yıllar önce okumak üzere pitoresk kent Paris’e gitmiştin. 68 gösterileri olurken bohem olup  o humanizm yıllarında Avrupa'yı, özellikle Cote D’azoure’ü bi güzel gezmiştin. Şayet; İstanbul’daki filoloji yıllarından başlayıp Parisli yıllarında Hegelci Diyalektiğin Maddeci Dostları derneğine üye olmuş olsaydın belki şimdilerde Türkiye’nin toplumsal ihtiyaçlarına hep birlikte çözüm arıyor olurduk. Hem de bir “escapist”[5] olarak değil; bizzat insanın gündelik ve ömürlük hayatındaki her türlü toplumsal/bireysel sorunları; emeğin karşılaştığı her türlü irrasyonelliği, kavramsal olarak değil,  hayatta ve hayatla  rasyonalize ederek.. Oysa, sen, bir zen monk[6] olma yolunu seçmiştin.

Kaçarak, nesnel gerçekliğin problemleri çözülemez ki Abey ! kaçsan nereye kaçacaksın ? yerin belli işin belli; anan belli baban belli; siyasal iktidar belli; dünyan belli; kozmos belli.. Bana yıllar önce yazmış olduğun o Amerika'nın “ugly aspect[7] ini  yaldızlayan mektubunu okuduktan sonra demiştim ki kendi kendime, ABD resmi makamları senin Amerika'ya dair fikirlerinden haber olmuş olsa idi yeşil pasaportunu çoktan cebine koymuş olurlardı.

Hala, İnsanın, siyasi polisin uzağında, iyi yaşadığı yer vatanıdır diyorsan o başka! Ama unutma, Vatan, belirli bir tarla, arsa parçası değildir. Kimileri için belki çek defterleri, banka kasaları, sermaye birikimi.. ya da emek sömürüsü, baskı ve zulüm saltanatı anlamına gelebilir, ama,  kimileri için de,  hudut boylarında nöbet beklenen; uğruna ölünen ve alın teri akıtılan topraktır Vatan.

Ya da Nazım’ın dediği gibi: “Şehitler, Kuvvayi Milliye şehitleri/ Sakarya’da, İnönü’de, Afyon’dakiler/ Dumlupınar’dakiler de elbet/ Ve de Aydın’da, Antep’te vurulup düşenler/siz toprak altındaki ulu köklerimizsiniz/ Yatarsınız al kanlar içerisinde/ Şehitler Kuvvayi Milliye şehitleri” dir, Vatan!

Sevgili Abey, bu mutlu günlerinde hayat memat meselelerinden bahsederek daha fazla canını sıkmak istemem. Hadi bunları boş verelim;  “hey gidi Napoli” günlerimize geri dönelim. Türk lirasının İtalyan liretine üstün olduğu yıllardı. Gemimiz Napoli Limanına yanaşırken  rıhtımda  bizi bekleyişin ve bir gemi adamı gibi halatı  babaya takışın; gemiden kendimizi   Napoli sokaklarına atışımız; afrit taksi sürücüleriyle bozuk bir İtalyanca konuşup kötü kaldırımlarda mavi panjurlu pencereleri arayışımız; stajyer arkadaşlarla hep birlikte efsanevi  Pompei  kentini ziyaretimiz ve  badem şekeri beyazlarımızla kavak boylu sarışınlara sataşmalarımız; hep gözlerimin önünde.   

Şiddetli bir yaz gribin vardı senin unutamadığım, antibiyotiği bardağa boca eder içerdin. Bir de mentollü cigaran, boğaz ağrın varken içtiğin.. sonra, bir gün, bizi sahilde bırakıp Capri adasına uzanan bir vapur yolculuğuna çıktın; o çıkış.. Bir daha uzun yıllar görüşemedik.

Derken, şansın  bir kaydı; paranın ve eşyanın içine düştün ve paralandın! Genelleştirilmiş meta üretiminin  genişledikçe geliştiği; ve geliştikçe krizleştiği  dönemlerdi. Bilgi gibi ticaret de bereketlenmişti. Yaptığın işten çok paralar kazandın. Yedin, içtin, eğlendin ve gezdin. Ülken dar geliyordu artık, günlüğü 1$ işçilerin olduğu Hint adalarına gittin. Yetmedi Rio’da karnavallarda poz verdin. Mauritus ve diğer dominyon adaları, uzak doğu hep senin ilgini  çekiyordu; gittin oraları da gördün. Derken; Londra’da İngilizce öğrenmeye koyuldun. Bir yılbaşını da Amerika'da geçireyim dedin; ve o gidişin.. Amerika'ya demir atışın oldu.

 Ey Abey, yıllar ne çabuk geçmiş; ve sen nihayet  evlendin.

Kayın valide ile aran nasıl bakıyım; ona “anne” demeye alışabildin mi? Başlarda zor gelebilir ama, her kayın valide damadının elbet bir gün “anne” diyeceğini sabırla bekler. Şayet; başlangıçta sana zor gelirse hiç olmazsa Annenin yarısını, ”An”,  diyerek kendini alıştırabilirsin. Ben öyle yapmıştım. Sen iyi niyetli olduğunu göster. Gerçi; sizde anne’ye “mem” diyorlar; “mem”in kısaltması  olmuyor. Koyun gibi “me” diyecek halin yok ya! Ayrıca; “anne” dememek için, 3.tekil şahısla konuşur gibi öyle ortaya konuşmak da hoş olmuyor. Hem sonra, bu durumu  daha ne kadar böyle sürdürebilirsin ki? İlerde husumet konusu olabilir. Kız anaları da yaman olur; kızını aleyhine fişikleyerek sizi mutluluğunuzdan edebilir.

Sevgili Abey, ilanda kayın pederin resmini göremedik, yoksa; kızı bir Türk ile evleniyor diye kızına dargın mı biraz? Kız isteme sırasında var mıydı bilemiyorum. Aman, aranızda daha şimdiden husumet olmasın. Seni tanıması için ona fırsat ver. Onu milli içkimiz rakıyla tanıştır; kendi ellerinle yaptığın  Adana usulü tahinli turp salatasını tattır; ve acılı çiğ köfteli bir iki tek attıktan sonra sana açılacağından eminim.

Kayın pederinin konuşmalarını analiz ederken sakın metafizik düşünce düzen(leniş)inde olduğu gibi analizi sentezin karşısına koyma; hata edersin. Zira; analiz ve sentez birbirlerinden yalıtık bir halde değildir; bilakis iç içedir. Hegel’in dediği gibi “analiz ve sentez varlığın gelişme anları, varlığın diyalektiğidir.”

Kayın pederin olacak Adam, senden stratejik müttefik olmayacağına karar verirse, senin kızıyla olan ilişkilerinde demokratik olmadığını ve insan haklarına riayet etmediğimi ileri sürerek birleşmiş milletlere başvurabilir. Dahası; kızımı kurtarıyorum bahanesiyle, bir gece, uluslar arası hukukun gereği olarak, paralı haydutlar koalisyonu ile hanene bile tecavüz edebilir. Aman müteyakkız bulun! Amerikalı kayınpeder bu, ismiyle müsemma.

Bana kalırsa şu kayın pederini bir süreliğine göz altında tut Abey, kayın pederin bile olsa, bu Amerikalılar, ayni zamanda pragmatik insanlardır. Bir yerde, Bentham’ın[8] çocukları olduğu için, istediği sonucu elde etmek için ne gerekli ve yararlı ise onu yaparlar; hayatları yararcılık üzerine kuruludur; ve Nesnel  Gerçeği “ Yararcılık”a indirger dururlar. Eğer senden bir çıkarı, bir yararı yoksa hakkında tezvirat yaparak seni çok rahat harcayabilir. 

Sevgili Abey, duyduk ki, davul zurnacıya vize verilmediği için gelini almak için  kız evine davul zurnasız gitmişsin. Amerikan makamlarına teessüflerimi bildir. Bilirsin; bizde, davul zurnasız ve  halaya durmadan gelin evden çıkmaz. Hatta; kimi yerlerde şan olsun diye 7 davul 7 zurna ile kız evine gidilir. Ayrıca; gelin konvoyu da yapmamışsınız. Abey, sen gelin bahşişinden kaçacak adam değilsin; yoksa, FBI national security (milli güvenlik) diyerek  ikinci bir emre kadar her türlü gelin konvoyu ve kına gecesi  eğlencelerini  yasakladı mı !? Abey , itiraf etmeliyim ki, erkek tarafı olarak karizmayı çizdirmişsin biraz.

Abey, hiç olmazsa kıza bir  kına gecesi yapaydın bari. Ne yani, milyarlarca mal ve hizmetin 24 saat satıldığı özgürlükler ülkesi Amerika’da bir süper markette  250 gr kına da mı bulamadın!? En azından bizlere iki satır yazsaydın sana 250 gr kına ihraç eder biz de bu vesileyle hükümetten teşvik primi ve vergi iadesi alırdık. Hep hayali ihracatçılar ve mafya şebekesinin teşvik primi ve vergi iadesi alacak hali yok ya !

Bu arada Eşley Ablamıza Kız tarafından neler  takıldı bakıyım? Senin tek  taşları ve beşibiryerdeleri saymazsak, kolları burma bilezikler, göğsü de Amerikan dolarlarıyla dolmuştur zahar . Aman Abey, takılarınızın kıymetini bilin; bu günlerin yarınları da var. Sevgili Abey, akıl vermiş gibi olmayayım ama, istersen gelin hanımla da konuş, takılarınızı sakın Amerikan bankalarının kasalarında saklamayın. Zira Amerikan ekonomisi çöküntüde. ayakta kalmak için ha bire dolar basıp duruyor; bankalar desen soygun düzenin bir parçası olmuş. Avucunuzdaki üç beş kuruşu da onlara kaptırmayın.

Kayın Valideni tenzih ederim ama, bunların tarihleri (gerçi bizim gibi öyle derin ve zengin bir tarihleri yok ya) oraya buraya el koymalarla doludur. Neredeyse; Latin Amerika'sından, Uzak Doğu'suna, Afrika'sına kadar hegemonya ve sömürü uğruna el koymadıkları yer kalmamıştır. Ve bu dünyayı kendi  şahsi amaçları ve tekelci şirketlerin çıkarları için kullanıp durmuşlardır. 

Bundan daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleket dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler (bunlar da nereden çıktı deme Abey bu kadar laf salatasından sonra sonuçta çözüme gelmek gerekiyor değil mi? Çözümü, hal çaresini göstermeden teşhiste bulunmanın ne yararı var!?) Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini  müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler (şimdi olduğu gibi). Millet fakr u zaruret içinde  harap ve bitap düşmüş olabilir. Ve Memleket bölünmenin eşiğine gelmiş olabilir. (şimdi olduğu gibi)

Türküyle, Kürt'üyle, Laz'ıyla, Çerkez'iyle, Arap'ıyla, gayrimüslimiyle; Rum'u, Ermeni'siyle, Sünni'si, Alevi'siyle.. Ey Türk istikbalinin emekçileri, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk İstiklal ve Cumhuriyetini halkın ihtiyaç ve  çıkarlarına göre yeniden kurmaktır. 

Milli egemenliği ve bağımsızlığımızı, artık; emekçi halkın temsil  etmesinin zamanı çoktan gelmiştir. Zira; bu aziz vatanın gerçek sahibi emekçi halktır. Emekçilerin vatansız olduğu emperyalist bir yalandır. Bu büyük yalana emekçiler olarak sakın  kanma! Vatanına sahip çık ve İktidar ol!

Unutma; bu görev senin en kutsal vazifendir. İktidar yürüyüşünde muhtaç olduğun kudret, sadece, senin örgütlü ve bilinçli devrimci atılımında ve siyasal eyleminde  saklıdır.. (Kusura bakma Abey, bu konular açıldı mı kendimi alamıyorum; biliyor musun, ne zaman bu konulara girsem, günümüz koşullarına uyarlanmış haliyle Atatürk’ün gençliğe hitabesi karşıma çıkıveriyor. Hayatta da böyle şeyler olmaz mı; hiç hesapta yokken bir şeyler karşına çıkıverir)

Sevgili Abey ve ecnebi gelinimiz (sarışın bomba) Eşley Yenge, apriori mektubumu bitirirken sizlere, evliliğiniz boyunca, Amerikan Hükümetinin mutluluk anlayışına bağlı kalmadan; ve Amerikan Hükümetinin politikalarına alet olmadan yaşamanızı dilerim. Kimseleri ezip sömürmeden yaşayarak bir yastıkta kocayıp ömür boyu mutlu olun.. Yıldızları seyretmeyi, kutup yıldızının yerini bulmayı ve bir de müzik dinlemeyi sakın unutmayın...  bu duygularla ikinizi de öpüyorum…

Amerikan tekelci sermayesinin  temsilcisi ve memuru olan Amerikan Hükümetine sataşmakla Eşley Yengemizi de üzdüysek bizi bağışlaması için ona Müştak ERENUS’ un “sermaye destanı” adlı şiirden bir bölüm  gönderiyoruz; belki bize biraz olsun hak verir.

Abey ve Eşley, Stefan Li’lerin olmadığı bir dünya için yaşamanız dileğiyle bahtınız açık olsun..!

ON YAŞINDAYIM
ADIM STEFAN Lİ
NEREDEN NİÇİN GETİRMİŞLER BENİ
MANCSESTERE
ÇOCUK DÜŞLERİMİN SICAK BİR
 ERKENİNDE
BİR KOVA  SU İLE UYANDIRDILAR  İŞE BENİ
VE İŞTE O KARANLIK ERKENDEN BERİ
SİZİN GİBİ KONUŞAMAM
KE KE LERİM
Kİ Kİ KİRDEN KAYBOLMUŞ Çİ ÇİPİL
GÖZLERİM
Sİ Sİ SİLİNMİŞ SARI ÇİLLERİM YÜZÜMDE
BEN BİR İNGİLİZ EMEKÇİSİYİM
KEŞKEKÇİNİN KEŞKEKLENMİŞ
KEŞKEK KEPÇESİ

KARANLIK OLUR KIŞ GÜNLERİN GECESİ
NASIL BİR KÖR  KARANLIK SABAHIN
BEŞİNDE
ÖNCE ELLERİM KÜSER BANA
SONRA GÖZLERİM ÜŞÜR
SUSAR KALIRIM ÖYLE
SABAHIN BEŞİNDEN AKŞAMIN
DOKUZUNA İŞ
BEN 10 YAŞINDA STEFAN Lİ
HAFTADA  4 ŞİLİN VERİRLER ELİME
                                       




[1] “Kafadan” bilmek ya da “ne kadınlar sevdim zaten yoktular” demek. “Denenmemiş deneme” diyenler de var.

[2] Emperyalizm’in psikolojik savaşında bir ulusun milli duygu ve değerlerinin  aşındırılması ve laubalileştirilmesi suretiyle milli benliğinden vaz geçirilmesi cephesi. Vamık Volkan’ın görev alanı da diyebilirsiniz.

[3] Cehennemi ıstırap ve felaket

[4] (70 knot’a kadar olan) Rüzgar hızına nazaran dalganın yüksekliğini ve rüzgarın şiddetini gösteren skala.
[5] Gerçekten kaçarak “gerçekçilik” hastalığına tutulmuş olan aydın.

[6] 68 kuşağının keşişleri

[7] (ABD’nin) çirkin yüzü

[8] Emperyalizmin felsefesi olan “pragmatizm” ın ağa babası.

5 Ekim 2012 Cuma

ÖLÜM MELEĞİ ANCELİNA COLİ, BU KEZ, HATAY' DAKİ KIZILAY ÇADIRLARINA KONDU


Rüyalar aleminde dolaşmayı severim. Dün gece rüyamda  sehven *Ancelina Coli'yi gördüm. Gecelik rutin **transdream gezintilerim sırasında, 62'den tavşan yaparken nasıl olduysa oldu işte,  güvenlik kademelerini aşarak güya CİA’ın  o "derin rüya"sına girmişim. Tuhaftır, CİA’ın bu kadar fos çıkacağını tahmin edemezdim; bir turuncu alarm bile çalamadılar benim için! Neyse; CİA, derin rüyasında, o meşhur “medeniyetler çatışması” ve “tarihinin sonu” rolü için  Ancelina Coli!yi ‘ölüm meleği’ kadrosuna alıyordu ve boynuna bir haç ikonu takarak ona “gül”  kod adını veriyordu. Derken; Holivut stüdyolarında, küresel sermayenin yönetmenliğinde Ancelina Coli’yi görüyorum, bizim eşbaşkanın özel görev bölgesinde kalan  Kızılay'ın sığınmacı çadırları kampında   ***Apokalips’in o kırmızı atına binmiş elinde kılıç  iyilik meleği  provaları yapıyordu.  Fonda nedense Birleşmiş Milletler Mülteciler (alçak olacak değil ya!) Yüksek Komiseri görüntüsü yer alıyordu. Anlaşılan; İslami piyasalar  Atlantik'ten gelen misyonerler ile yine kızışacak, şenlenecekti..

Oysa; şu piyasalardan yalıtık ve makyajsız, Ancelina Coli'yi şöyle belden yukarı çıplak görmek de vardı rüyamda. Bulutların ardından giden ay gibi o gitse  ben de onun peşi sıra gitsem.. Sonra, ay bulutlara kavuşsa; bulutların arasında bir süre bata çıka kaybolsa ve bu süre uzasa... uzasa... Ama; nerede bizde o rüya kardeşim; rüyalarımızın o en heyecanlı yerinde rüyalarımızı bölüyorlar, bozuyorlar; ve ben o tatlı rüya uykusundan, tatminsiz, uyan(dırıl)ıyorum. Gerçi rahmetli babamın da uykusu kaçardı, ama, onunkisi biraz da geçim derdindendi; bordrolu gelir ve üçün biri hayatlarla,  bu üç çocuğu nasıl okutacağım diye tasalanıp durmasındandı. 

Size de öyle olmaz mı; tekrar uyumuşum.  CİA’nın misyoner kırmızı gülü Ancelina Coli, bu kez,  “goodness angel of the World  (dünyanın iyilik meleği)” kılığında ve  Azrail Aleyhisselam ruh halinde Hatay terör kamplarına "iyilik meleği" olmuştu. Etrafında, hangi milletten olduklarını anlayamadığım bir takım bomba yüklü ve ölüm sanayi kılıklı uzun sakallı haydut adamlar vardı. Midelerine silah ve para  yerleştir(il)miş bir halde mütemadiyen ölüm geğiriyorlardı. Ve Suriye’ye bir katliama gidip vahşetlerden vahşet beğeniyorlardı. Bu arada bir resmi yetkili, mendil açmış, millete savaş ve ölüm vergisi dağıtıyorlardı.  Resmi radyoda ise, Esad’a ve (Süriye ordusuna değil) Esad güçlerine yuh ve oh olsun; Barzani'ye de, gadanı alayım vaazları veriliyordu. Ve yaptıkları vahşetin ve barbarlığın çığlıkları yüzünden bana yine, en heyecanlı yerinde rüyamı kaçırtıyorlardı.

Allahtan, koyunları saymaya gerek kalmadan, bir iki göz açıp kapamadan sonra tekrar dalıyorum; hoop rüyamdayım işte. Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika projesi “ölüm meleği” eşbaşkanlarından bir tanesi olan ve bu görevi yapan CİA’nın misyoner kırmızı gülü Ancelina Coli, bu kez, özel görevli olarak gittiği o Arap ve İslam alemine CİA’nın o efsunlu ve baygınlaştırıcı kırmızı gülünü koklatıyordu. Bu arada, Esad'ın bir sıkımlık canı kaldı diyen özel görevli EşBaş(ba)kan, Emperyalizmin ve kapitalizmin istikrarı ve dahi saltanatın hortlatılması  için "savaş, savaş, savaş!!" diye natojet terör uçaklarını alçaktan uçuş yapmaya teşvik ve davet ediyordu. Ancelina ise, natojet bombardıman ölüm desibeline alışık olmasına rağmen iki eliyle kulaklarını tutuyordu. Ben durur muyum, ben de tutuyorum, derken kulaklarımız bir birine değiyor ve Ancelina Coli, benim de  felaketim oluyor; ve tuhaftır beni bir ağlama alıyor.(şairin dediği gibi, ille, gözleri gözlerime değince felaketim olup ağlayacak değilim  ya! bazen kulaklar da bu işe yarıyor. Ayrıca; biz iki ayrı zıttık ya, o yüzden (kulak) uçlar birbirine değermiş zaten)

Hani erkekler ağlamazdı, neyse, ağlamamı kessin diye, Bebo-Cıgala' dan o hüzünlü şarkı, 'Lagrimas Negras'ı söylemeye başladım. Baktım hıçkırığa boğuluyor kafir, ortamı daha fazla melankoliye boğmayayım ve  bari neşeli bir şeyler olsun  diyerek bu kez de ıslıkla “kahve rengi gözlerin gözlerin yar gözlerin” türküsünü üfledim. Ama; şöyle daha yakından bakınca gözlerinin kahverengi değil mavi olduğunu fark ediyorum. Bir denizci olarak bir mahcup oluyorum, bir mahcup oluyorum sorma. Bana, "boşver kaptanım, sen bana “adiyö coli kandi” şarkısını söyle yeter diyor. Coli adı geçiyor ya, kendi için bestelenmiş sanıyor zahar! Bir o kadar da Saftirik Coli!! Ama, yıllar öncesinin şarkısı bu. Mark Ayran denilen bir şarkıcı söylemiş; ben nereden hatırlayacağım sözlerini? Gene mahcup oluyorum. Ama, ne yapayım; hafıza mı kaldı bizde, bana yurduna ihanet eden aydınları  say deseler ilk ona kim girer bilemem; hepsini unutmuşuz; unutturmuşlar! Oysa; bir lanetliler müzesi yapsaydık vaktiyle, burada tüm aydın ihanetlerini sergileseydik, yetişmekte olan kuşaklar, para tuzağı atari oynayacaklarına “bağımsızlığına ve özgürlüğüne düşman olan unsurlarla mücadele etmenin gereğini öğrenmiş olurlardı." Yalan mı!?

Sahne ne zaman değişti; rüyada oluyor böyle şeyler demek ki; değiştirmek için tarih yapmaya gerek yok!  ideolojiler gibi rüyaların da tarihi yok derler ya.. Rivayet işte. Rivayet ile bilim arasında fark var. Sıkıysa referans versin bakalım rivayet! Yok öyle, ossur ossur diz ipe !! Neyse; biz tek gerçek kılavuz bilime, nesnel olana, dönelim yine. Ortada, ne göz yaşı ne hava alanı var. Ovadayız henüz, havada birazdan kavrulacak bir helva kokusu, ve camları koyu esmer sırlı ikiz münibüsler, bulutların gölgesinde Ancelina’yı bekliyor. Melekler gökten gelir ya ( "bulutut" ile gelecek hali yok ya !), Ancelina'nın gökte silueti belirir belirmez, her şey devletin kontrolünde olsun süsü verilmiş  bir valinin onayıyla, Ancelina’yı gökten aldıkları gibi doğru Kızılay’ın sığınmacılar çadır-kampına götürüyorlar. Sen kara kış ve yağmurlar gelince gör o çadırları bir de.

Sanki film çevriliyor, acaba, hangi minibüste  Ancelina Melek.? Bekleşen köylülerle ve vitrindeki besleme özgür basınla bahis oynuyoruz. Ne de olsa bahis ve iddialarla büyümüştük; o cumhuriyete kanat gerenler devri çoktan mazi olmuştu.12 eylüllerle, Biz, bir koyup üç alan milletin evlatları olmuştuk ya; herkes, atomize yuppi-birey olmuş kendi kurtuluş-belasını arıyordu. Haliyle, hangi çılgın bizi ikramiyesiz ve piyangosuz bırakırmış; şaşarız!!

Nedense, Ancelina, sığınmacı çadırlarının girişinde, minibüsten inerken, birden bire vurulmuş gibi, bu kez kulaklarını değil de gözlerini gözlerime değdirdi; ve bana felaketim olacakmış gibi hakkaten  baktı. Aktris ya, böylesi bir ölüm meleği rolünde, bana karşı elbette gayet resmi olacak tabi.  Ama gene de, Hava bozuk mu bozuk ya, “birazdün kan yağacak umbrellanı (tedbirşemsiyesi) aldın mı ?” diye seslendi bana. Oysa; sizlerin de bildiği ve tanık olduğu üzere, kendileriyle, bundan önceki rüyalarımdan tanışıyorduk. Hani bulutların arasındaki ay gibi, ay kadar, yakın olmuştuk; ve sehven 'O kahverengi gözlerin gözlerin var ya gözlerin' türküsünü söylemiştik. Ne yani; bir rüyalık saltanatımız mı olacaktı Ancelina’nın gönül tahtında, elbette beni hatırlayacaktı. Hem sonra, kaptanların gönül maceraları, rüyalar da bile   unutulmaz değil mi !?

Aslında, tuhaf doğrusu şu kadınlar.. Daha doğrusu "kadınlar" diye genelleme yapmayayım da.. Zira, rüyada da olsa genellemeleri pek sevmem. Hem sonra, genellemeleri, gerektiği yerde yapmazsak, maazallah, nesnel gerçeği karartan, bozan, indirgemecilik  ve öznelcilik bataklığına saplanırız. Kadını, paleolitik'in mağaralarında yaşayan  kadınlardan; ya da tavananna  Puduhepa'lardan, Kleopatra'lardan, Hürrem sultanlardan.. ibaret sayarsak; veya    ortaçağ gericiliğinin linç ettiği cadı avı kadınlarıyla "soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen" kadınlarımızı, mücevher budalası kadınlarla ve ya 8 Mart'ın partili  kadınları'yla  bir ve ayni tutarsak kadın gerçeğini çarpıtmış ve örtmüş oluruz değil mi?.

Dahası ve en berbatı, kategorik olarak, “Geneli” Tümel; Tümel'i de 'özel' içerikli bir biçim (form) yapmış oluruz. Yani; balık Tümel'i, sırf ve sadece, hamsi veya lüfer.. olmuş olur! Yani, Tümel, Tikel olmuş! ya da; sırf ve sadece, Amasya (özel) elmalarının, geçmiş ve gelecekteki tüm elma çeşitlerini, yani Genel'i ve Tümeli, temsil ettiğini düşünebiliyor musunuz!? Düşünce hayatımızın Felaketi işte bu! Buna, katiyen ve asla tahammül edemem. Düşünsenize; her elmanın tadı, rengi, boyu, ağırlığı..vs, sırf ve sadece, Amasya Elması olmuş ! Ne yavan ve çekilmez bir elma(lık) hayat değil mi!?

Oysa; Tümel (elma), “farkı" (Amasya, Arjantin, İran...gibi ayrı ayrı, çeşit çeşit somut özel elmalar) esas alan bir “özdeşlik”("elma" olma hali, elmalık) ifade eder. Nasıl ki meyve Tümeli de, sırf ve sadece, üzümden veya elmadan ibaret değilse; belirli ve farklı somut  tüm meyvelerin zorunlu müşterek paydasıysa.. Amasya'daki tikel Amasya elmaları da, Özel’i, yani özel bir içeriği, bir yıl meyve veren ağacın diğer yıl meyve vermemesini.. bir tarafı kırmızı diğer tarafı sarı ile yeşilimsi bir renkte olmasını... ince bir kabuk yapısını ve hoş bir kokuyu; sert ve dayanıklılığı; ağaçların meyve verme sürelerinin en fazla 10 yıl olmasını...gibi bazı özellikleri önvarsayar.

Demek ki, Genel olarak elma, yani sırf ve sadece, elma olarak elma doğada yoktur. Elma, daima belirli bir elma çeşidi ve elmalaşma süreci ve aşaması olarak vardır doğada.  Dolayısıyla, Genel Elma, Özel elmaların dışında kendi başına  yalıtık halde varolamaz. Elma, daima, belirlenmiş ve belirli bir elma olarak doğada vardır; ve çelişki'yi ihtiva eden   belirli (bir) “Birlik” ifade eder; Tümel ise, "fark"ı ihtiva eden  (bir) özdeşlik'dir  . İyi ki şu "fark", nesnel olarak var; aksi halde hayatın kaynağı olan "çelişki" doğamazdı!

"Peki ama; bütün bu felsefi kategorilerden  Ancelina Coli'ye  ne !? O özel görevlendirilmiş bir psikolojik savaş aktrisi, yukarıda sıralamış olduğun  kategorilerden anlamaz ki; O rolüne ve parasına bakar sadece. Hem sonra, bu açıklamaların yeri, bu rüya  değil ki!"  diyorsan, o başka tabi. Ama sana şunu söylemek isterim ki,  İnsan da "elma" gibidir. O, Genel bir İnsan (doğası) haliyle, yani, ait olduğu toplumsal ilişkilerinden ve etkileşimden yalıtık ve kopuk bir halde tek başına, "elma olarak elma" haliyle yani, var bulunamaz ki. O, daima, özel bir içeriği olan belirli somut bir insan (doğası) olarak var olur derim. İşte, İnsan söz konusu olduğunda, bu özel içeriğin esası "sınıf" dır. Beş bin yıllık Tarih, insan  doğasının özel içeriğini, "sınıfsal" olarak dokumaktadır. O yüzden "İnsan", daha ziyade, sınıflı toplumun ve sınıf mücadelesinin bir ürünüdür. "Sen de her rüyana bir "sınıf mücadelesi" sokuyorsun be kardeşim!" deme sakın. Sınıf mücadelesi bu, tanrı gibi, zamandan (tarih) ve mekandan(toplum) münezzeh(uzak) olamaz ki!. Bilakis; O, (belirli)  bir toplumun  ve tarihin somut gerçek(lik)'idir. Ama; galiba, asıl mesele ve görüş ayrılığı da, “acaba, biz, hangi işleri yaparsak bu sınıf mücadelesine rüyada değil de hayatta katılmış; katkı yapmış; ve şu kadim sınıf mücadelesinin belirli bir tarafı olmuş oluruz kısmında.

Şimdi, sen de sınıf mücadelesi veriyorsun ben de. Peki ama; senin ya da benim yaptıklarıma, neye göre/nazaran 'hakiki sınıf mücadelesi budur' diyeceğiz? Yani, belli şartlardaki sınıf mücadelesinin turnusol kağıdı ne ? Mesela elinde milli bayrağınla emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi vermek 'sınıf mücadelesi' midir ? Emperyalistler, (ezen ve sömüren) bir sınıf mıdır ki emperyalizmle  ve işbirlikçileriyle mücadele etmek sınıf mücadelesi olsun ? Bu sorunu çözmezsek, bu bir ayrılık ve düşmanlık konusu ve sorunu olur; ve bu sorun derinleşir.. Bu da, düşmanlarımızın ve karşı-devrimcilerin işine yarar. Ve bakarsın, kırılır gideriz bir gecede. Peki ama, yazık değil mi bizim bunca yıllık devrimci birikim ve tecrübemize !?

Bakın; Kurtuluş Savaşı'nın Hakimiyeti Milliye gazetesinin baş yazısında ne yazıyor: "En büyük düşman, düşmanların düşmanı ne falan ne de filan millettir; bilakis; bu, adeta dünya çapında bir hudi saltanatı halinde bütün dünyaya hakim olan kapitalizm afeti ve onun dölü olan emperyalizmdir****").O yüzden; düşman  için önemli olan, senin falan ya da filan oluşun değil; kapitalizme ve emperyalizme karşı hangi savaş mevziisinde bulunduğundur. Tut ki komünist partisin; ama emperyalist projelerde bilerek veya bilmeyerek görev alıyorsun. Yani düşmana hizmet ederken hala komünist olabiliyor; ve komünist olarak kalabiliyorsun. Adama, "bu nasıl oluyor?" ve   "vallahi bravo!! demezler mi sonra?

Düşman, şu pragmatist soruları sorar :1- bu benim için zararlı mı? 2-bu benim için tehlikeli mi? 3-bu benim için gerekli ve yararlı mı?  Bu sorulara verdiği cevabı göre Düşman, seni hedef tahtasına koyar veya koymaz, gerisi beş taş oynamadır.

Dünyaya her daim lazım adam Marx'ın dediği gibi: "Kişiler, sırf ve ancak, kendilerinde belli ekonomik kategoriler kişilik kazandıkları; ve kendileri belli sınıf ilişkilerini ve çıkarlarını temsil ettikleri ve taşıdıkları için /sürece söz konusu edilirler." o yüzden her kes kendi kendine sormalı: yaşam şeklim ve faaliyetlerimle hangi sınıf ilişkilerine ve çıkarlarına hizmet ediyorum. Ancelina Hanım, sen de bir sor bakalım kendine, şu şöhretli aktrisliğinle  “melun kapitalizm afeti ve onun dölü olan emperyalist zulmün  neresindesin diye.

Her kes rüyama ne zaman döneceğim diye bekliyordu. Kısa kesmek için aydın havasının vakti çoktan gelmişti.*****Ockham'ın Usturası olsaydı yanımda sadede gelmek için elbette  daha erken davrana bilirdim. Ama; nerede o eski Ockham Usturaları? Kim kaybetmiş de sen bulacaksın. Ağzı olan konuşuyor da konuşuyor..İşte Ancelina, döndüm sana yeniden, ismin de amma da şiirselmiş, ama benim kulaklarımda hala hava alanında etmiş olduğun  o müthiş son sözlerin: “gökten kan yağacak umbrellanı aldın mı?.” Bu sözler de neyin nesiydi ? Yağacak olan kan kimin kanıydı? Kanı yağdıracak olan aslında kimlerdi?  Nedense bunlara hiç bir açıklık getirmemiştin. Sadece; dere  tepe, ana avrat; çoluk çocuk; barış marış dümdüz gitmiştin. Ama nedense, besleme dünyanın  basınından bir allahın kulu  çıkıp da, "başka ne bekliyordun ki elin gavuranımından ?" demedi, diyemedi.  ?

O yaşta ülkemizde sanayide işçi olacak çocuklar, memleketlerinin uzağında işaret parmak orta parmak açı olmuş selam veriyor; Ölüm Meleği Ancelina Coli'den bir medet umuyorlar. Lan oğlum, "onlar umudun bile düşmanıdır; çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına"..Ona, bugüne bugün boşuna "ölüm meleği" dememişler! Bu zafer işaretli çocuklar, "bu bilgisayar kaç mega biyt zırt?" da diyebilirlerdi..? Ama, maalesef, onlara ve babalarına,  parayı sevmek ve vatana ihanet, kendilerine yabancı bir dilden sevap diye öğretiliyordu. Para ve vatana ihanet uğruna Allahuekber sesleriyle ne cihatlar yapılıyordu.. Şu kadar dolar karşılığında şu şu  adamları ve şu şu kadınları   ezeceksiniz ; ve sizlerden yüklü miktarda ölü sayısı bekliyorum deniliyordu onlara. Ve bunlar Birleşmiş Milletler gözetiminde çok rahat yapılan işlerdi. Bu haydut kılıklı çetelerin ve onların azmettiricisi dev tekelden şirketlerin  suratına ise bir tek  akarsuyun bile  şavkı vurmuyordu.. 

Bütün bunlar olurken, bir ara, rüyamda rüya görmeye başladım. Rem uykumdaymışım, bir takım özel görevlendirilmiş rüya sansür polisi, özel görevlendirilmiş rüya sansür savcılarından izin alarak, rüyalarımı  denetlemek; ve rüya suçu yaratmak üzere, rüyama baskın yapmışlardı...Güya rüyamda Ancelina Coli ile beni suç üstü yapacaklardı. Oysa; ellerinde, yasa dışı bir rüya gördüğüme dair hiç bir gizli-mizli-belge, gizli-mizli-kanıt ve hatta gizli-manyak-tanık bile  yoktu. Hoş; artık hukukta suçlamak ve mahkum etmek için kanıta gerek yoktu ya.. Zira, hukuk, iktidarın ve özel görevlendirilmiş mahkemelerin keyfinin kahyası olmuştu memlekette!

Özel görevliler, rüyamda arama yaparlarken, aralarında, ahlaka ve yasalara mugayir bir şekilde, "Esadın canı cehenneme Ancelina'nın memeleriyse şahane hadi öyleyse doğru    cennete" oyunu oynuyorlardı. Yasa ve hukuk-üstü rüya sansür polisleri, özel görevlendirilmiş oldukları için, tek tek, bir kaç tırı-vırı baytlık derin rüyalarıma, imajlarını bile almadan, el koyuyorlardı. Deliller polis tarafından karartılmasın; ve rüyalarıma gayri meşru kişilere ve örgütlere ait rüyalar yüklenmesin diye rüya avukatımın çağrılmasına istedim.  Bu arada, rüya  sansür polisinden biri, rüyama yeni girmiş olmasına rağmen, eliyle rüyama koymuş gibi, "amirim şıp diye buldum galiba, burada müstehcen ve gayri meşru bir rüya var" diyerek sevinçle  rüyama ve uykuma el koymuş; rüyamın içine etmişti. Ve olay mahali, rüyam olmasına rağmen , nedense Olay Mahali Tespit Tutanağı,  rüyam yerine, rüya dışı güvenlik şübesinde yazılmıştı. Hem de olay, yani rüya saatinden çok önce.

"Hayır; rüyalarıma ve uykuma dokunamazsınız!" diye bir çığlık atarak uyandığımı hatırlıyorum rüyamdaki rüyadan.. Kulaklarımda siren  ve bomba sesleri, gerçi faranjitim de var ya bakalım ne olacak, burnumda yakıcı gaz kokusu; nöron devrelerim ve rem uykum allak bullak halde bakınıyorum odada. Ne Ancelina Coli' var ortalıkta ne Birleşmiş Milletler Baş Komiseri. Hatay halkı on binler olmuş; başlarında çoban yıldızları meydanlara dökülmüş: "terör kampları kapatılsın teröristler def olsun" sloganlarıyla Asi nehrini inleterek, yürüyordu. Sokaktaki halk, adeta,  kendi kanununu, kendi demokrasisini yapıyordu.





Rüyamdaki rüyadan rüyama döndüğümde Ancelina Coli'yi çöp bidonu üzerindeki çocuklara, çöp şiş kebabı değil ölümü paketlemiş; hediye olarak dağıtırken gördüm...Beni görünce, medya toplumu basınının karşısına geçerek, Kızılay'ın toplamış olduğu milletin kanına kafasını sokup lıkır lıkır içmeye başladı. Manyak mı ne !? Bu kan emici melek vampirliğine ve sığınmacı çocuklara  ölüm öpücüğü kondurmasına daha fazla dayanamadım, rüya arkadaşlığını da sana da diyerek, allah ne verdiyse,   halk ve hak  elimi uzatarak  "iyilik meleği" maskesini indirdim.. Emperyalizmin misyoner yüzü görünmüştü. Ölüm meleğini bizlere iyilik meleği olarak gösterdiği için halkını aldatmak ve kan içici ajanların hizmetçisi olmaktan Kızılay Genel Müdürlüğü için  Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundum. Daha ne yapsaydım ? 

Ey "Birleşmiş Milletler", efendinizin kim olduğunu biliyoruz artık. Bundan böyle, ezilen ve sömürülen dünyada sahnelenen Holivutvari filmlerde  gözlemci ve katılımcı olarak sizleri görmek istemiyoruz. Bu dünyada bir de ezilen ve sömürülen  milletlerin var olduğunu; "bütün mazlum milletlerin zalimleri bir gün mahv ve perişan edeceğini"; o zaman dünyada zalim ve mazlum millet ayrımının kalmayacağını   sakın unutmayın. Yoksa;  cumhuriyet savcılığına bir suç duyurusu da sizler hakkında  bulunurum ha..!  "Nasıl olsa yargının defteri dürüldü, artık; tutuklamak ve mahkum etmek için delillendirmeye  ihtiyaç yok; suçlaman ve iddia etmen yeterli. Ayrıca, özel görevlendirilmiş mahkemelerin sanık lehine olan delilleri karartma keyfiyeti de var. o yüzden; boşuna, 'adil yargılama' olur diye bekleme ! Sizin ülkenizde hukuk kalmamış; Hukuk Guguk olmuş" demeyin, gerekirse biz, milli bağımsızlık mücadelemizle kendi   hukukunu yeniden   kurar; ve size, daha önce olduğu gibi, bu gün de,  gereken cevabı vermesini iyi biliriz.. O yüzden; boşuna, Ancelina Coli gibi ölüm meleği misyonerlerinden  bir iyilik meleği çıkarmaya kalkmayın artık. 

İster inanın ister inanmayın ama, birazdan rüyam bitecek; ve ben uyanacağım; galiba artık rüyasız kalacağım; ve  belki de bir daha Ancelina Coli'yi rüyamda göremeyeceğim;  On binlerce sığınmacının çadır-kentlerdeki bu feci ve acıklı durumu, kimin marifeti acaba? Birleşmiş Milletler Yüksek Komiserliği sıkıysa bu soruyu cevaplasın bakıyım. Öyle milletleri bir çatı altına toplamakla milletler birleşmiyor işte;  bizi mi kandırıyorsunuz siz !? Her şeyden evvel, dünyada ezilen ve sömürülen milletler olduğu sürece, milletler, hiç de öyle sizin sandığınız gibi birleşecek falan değil! Biraz da, şu insanları yurtlarından eden; orta doğuyu kan gölüne çeviren; Ancelina Coli'leri ölüm meleği misyoneri yapan Amerikan Emperyalizmin rüyasıyla ilgili  bir şeyler yapın kardeşim! Mesela, Milletleri, Amerikan Emperyalizmine karşı birleştirin; ve ABD emperyalizminin ambargo ve ablukası yüzünden iktisaden zor günler yaşayan  sosyalist Küba'ya yardım edin.

Göreceksiniz, gün gelecek, ezilen-sömürülen toplumlara Fransız Devriminin "devrim melekleri"   Saint Just'ler yeniden gelecek ve Ancelina Coli'lerin iyilik meleği maskelerini düşürecek. Ve işte o zaman, yeryüzü, yepyeni bir türkü tutturacak ve  özgürlük güneşi bambaşka ışıyacak. Ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği de Tarihin müzesine kaldırılmış olacak.

*Ancelina Coli: Emperyalizm ve karşı-devrim hizmetinde özel görevli Holivut aktrisi.nam-ı diğer 'CİA'nın gülü'

**transdream: Rüya aleminde özgürce dolaşma-gezinti ve rüyalara konuk olma disiplini

***apokalips'in o kırmızı atı : Ezen-ezilen mahşerinde vatanımıza ve canımıza göz koyan; ve ekürisi açlık-kıtlık-savaş felaketi olan emperyalizme özgürlük atı

****Kurtuluş Savaşı'nın  İdeolojisi( Hakimiyeti Milliye Yazıları).çevrim yazı Hadiye Bolluk kaynak yayınları

*****Ockham'ın Usturası(Ockham's Razor) : orta çağın tamamı karanlık ve kötü değildir. Ockham gibi skolastik'e sıkışıp kalmamış; papaya ve papalığa karşı mücadele eden   gerçekçi ve devrimci  aydınlık dünyalılar da vardı. Papanın papalığını, kralın da krallığını yapması gerektiği teziyle devleti, kiliseye karşı savunmuş bir laik idi Ockham. Felsefe tarihi açısından Ockham'ın önemi, Tümeller (universal)i  post rem olarak, yani  nesnelerden sonra  geldiği tezini kabul edip savunmasıdır.

Ockham'ın ünlü usturası bir felsefi ilkedir. Skolastik'in o sonu gelmez laf ebeliği ve lafazanlığına (hipokrasi)  karşı gereksiz  tartışmalardan sakınmak için daima sadede getirici cümleler kullanarak işin özünü  yansıtan  anlatım tarzına Ockham'ın Usturası denir. Yani, anlatım ve tartışma sırasında  "kısa kes Aydın havası olsun" demek gibi bir şey.


29 Mart 2012 Perşembe

EX NİHİLİO BİR İNCİR ÇEKİRDEĞİ ÇIKAR MI ?



Kuantum ve Plazma Fiziği, Çekirdek Kimyası  ve Nükleer Biyoloji kundaktan çıkalı epey olmuştu. Bir zerreciğin (artık; daha küçüğe bölünemeyecek olan maddecik), 1 metrenin 1000 kez katrilyonda biri kadar büyüklükte olduğu zamanlardı. Bense, bu yaşa gelmeme rağmen, bir foton ya da protondan vazgeçtim, henüz bir atom bile görememiştim. Ömür dediğinse, bazı zerrecikler için, saniyenin milyarda biri kadardı. Hatta; parlamasıyla sönmesi bir olan zımni zerrecikler bile vardı. Zerreydi merreydi ama hepsi de miniminnacık maddecikti. Ve  hiç bir miniminnacık maddecik, saf, izole, sabit, tam, değişmez ve kendi başına yaşayan soyut bir halde değildi;  bilakis somut, yani, çok katmanlı bağlantı-ilişki ve çoğulluğun Birliği halindeydi. 

İşte; çok sayıda belirlenimin bir noktada bağdaştığı böylesi bir zerrecikler dünyasında, hayranlık abidesi Hegel’ in aksine, İdealizmi bir az olsun küçük düşürmek istiyordum. Üşenmedim, Matematiksel bir kesinlikle,  İdealizmi sıfır değerleriyle ile çarptım. Onu sıfıra bölerek sonsuzlaştıracak değildim ya !

Aslında amacım, İdealizmi  içerikten yoksun bırakmak; maddeci bir ontoloji kurmak falan değildi (hele, Kant, Fichte, Hegel varken !), sadece, soyut biçimlerin, kendi  başlarına gerçekliği olmayan birer soyutlamalar olduklarını göstermekti.. Böylece; nesnesiz tümel ve a priori gerçeklik anlayışına bir darbe indirmiş olacaktım. Dolayısıyla indirgemeci ve öznel bakışlar da bundan payını alacaktı. Ama ne olduysa oldu işte; kendimi daha fazlasına cüret ederken buldum.

Efsane ve gizem düşkünü bir takım mitolojik kafalı bilim insanları, mütemadiyen, teorilerini sıfıra böle böle mutlak gerçeklere ulaşmaktan bıkmamışlardı. Son olarak, atom-altı zerrecikler ile yapmış oldukları deneylerle de, maddenin var oluş biçimini sınırlandıracak olan bir son' a ulaşmak; sonsuza son çekmek  istiyorlardı. Hepsi de kendince nesnel gerçekliğin sabit ve değişmez(!)  temel parçacıklarını, yapı tuğlalarını keşfetme peşindeydi. Amaç, a priori bir gerçeklik olarak tüm maddenin(?) ya da her şey’ in, neyse o "her şey",  teorisine ulaşmaktı. Ama; kimse de, şu sözü edilen ’her şey’ muammasının ne olduğunu; ve nesnel gerçekliğin neresi ve neresinde olduğuna dair bir açıklamada bulunmuyordu nedense!? Böylece; nesnel-gerçeklik, kolayca "her şey" e indirgenmiş oluyordu.

Hiçlik’ten bir ‘yaratılış anı’ çıkarmaktır bu ! Oysa; Lucretius, yıllar öncesinden ne demişti : “nihil posse creari de nihilio”  yani; yoktan hiç bir şey varol(a)maz ! yani "anti-yok" yoktur. Ama, efsane ve gizem düşkünü big bang’çi bilim tayfası büyük bir patırtı kopararak  Lucretius’u dinlemediler; kendilerince anahtar(?) soruyu sormakta ısrarcı oldular hep: "Bir şey hiçten nasıl var olabiliyor ?" ve ”tüm madde(?) ve evren nereden geliyordu ?” 

Onlar yani mistik ‘büyük patırtıcı ve gümbürtücüler’, önce, nesnel gerçeği, sanki; bir zamanlar var değilmiş gibi düşünüyorlar, her şeyi soyutlayarak, soyutlaya soyutlaya, düşüncede yok sayıyorlardı; yani; a priori olarak hiçbir şeyin olmadığı bir 'madde-siz bir zaman(?)' farz ediyorlardı ; sonra  da, her şeyin, bu 'madde-siz zaman’dan, hiçlikten, nasıl doğduğunu  keşif etmeye çalışıyorlardı. 

Nesnel Gerçekliği  yok farz ederek işe başlıyorlardı ama, nedense, yok farz ettikleri bu muazzam ve mutlak hiçlikte (yoklukta) bilimsel (!) faaliyetlerine devam edebiliyorlardı. Yani; soyutlama suretiyle mutlak hiçliğe ulaştıkları halde tutarsız ve bencil bir biçimde soyutlamayı yapan beyin ve zihin sahibi  özneler olarak kendileri hala var olmaya devam edebiliyorlardı. Ve böylece, nesnel gerçekliğin yokluğunu(!), (artık varoluşu olmayan) düşüncenin  bir ürününe indirgemek suretiyle açıklamaya çalışıyorlardı. 

Hem her şey yok; hem sen varsın; bravo vallahi ! Bu nasıl olabiliyor merak ettim doğrusu. Her şey yokken sen var olmaya nasıl devam edebiliyorsun? Yoksa sen her şey'e dahil değil misin? Hem denizde yaşayan balık olacaksın hem de denizi yok farzedeceksin; ya da toplumsal bir varlık olarak, hem toplumda yaşayacaksın, hem de toplumu yok farz ettiğin halde, hokus pokus, hala var olmaya devam edeceksin. 

Peki nasıl olabiliyor bu ? 

"Her şeyi" yok farz edersen  mutlak hiçliğe mi  ulaşmış oluyorsun? Kendini köpek farz ettiğin zaman dört ayaklı olup havlamıyorsun ama ! At farz ettiğinde de kişnemiyorsun, İnsan olmaya devam ediyorsun. Demek ki ; her şey, farz ettiğin ‘şey’ ya da farz ettiğin ‘şey-sizlik’  olmuyor somutta. Yani sen, Nesnel  Gerçekliği zihninde yok farz ettiğin için/diye, gerçekte (somut olarak), Nesnel  Gerçeklik  yok olmuyor. Senin yaptığın sadece bir soyutlama. Somutun, düşünceye mal edilerek zihinde yeniden üretilmesi yani.. Somut ile düşüncede yeniden üretilmiş olan somut arasında her zaman bir fark olduğunu gözden kaçırıyorsun. Biz güneşin battığını düşündüğümüz (soyut) için güneş (somut) batmıyor. Biz onu düşünmesek de güneş nesnel olarak batıyor. Onun hareketi bizim onu düşünmüş olup olmamıza bağlı değil yani.

Şu anda, Alaaddin' in sihirli lambasından çıkmış ışık hızında dört nala gidebilen bir atımız olsa idi; ve biz bu atımızla, hayal gücümüzde, makro kozmos’a ve  mikro kozmos’a varan bir gezintiye çıksa idik, acaba ‘hiçbir şeyin olmadığı bir yere(?) ve  bir zamana(?)’ ulaşabilir miydik ? Maddenin olmadığı bir sınıra; maddeyi dışardan(?) kuşatan bir hiçliğe(?); maddenin bittiği bir kenara  varabilir miydik ? 'Bundan sonrası "madde-değil" artık', diyebileceğimiz bir yere; yani, maddesiz-hareketsiz-enerjisiz- (mutlak) hiçliğe(!), Maddenin dışına(?!) çıkıp ona, aya, güneşe, yıldızlara.. baktığımız gibi,  uzaktan bakabilir miydik? Yani; Fenomenlerin entegral bütünlüğünün kıyısına ulaşabilir miydik? Acaba; bu gezi boyunca karşılaşacağımız manzara ne olurdu? Merak ediyorsanız gelin elimdeki  şu  incir çekirdeğinden yolculuğumuzu başlatarak neler olabileceğini birlikte görelim.

Referans noktamız olan  İncir Çekirdeğinin 100 m(1m)  yükseğinden başlayıp ; o kosmozal mekan senin bu kosmozal mekan benim diye diye, 1 ışık yılına tekabül eden 1016 m uzağındaki bir mesafeye gidebilseydik eğer, güneşimizin  bir incir çekirdeği büyüklüğünde göründüğü bu mesafede, hiç  bir şeyin ve olayın olmadığı bir yere(?) rastlayabilir miydik? Gezimize devam ederek incir çekirdeğimizin 100 000 ışık yılı mesafedeki Samanyolu Gökadamızın kenarına varmış olsa idik, ayni zamanda, madde'nin de sonuna, kenarına varmış olur muyduk acaba ?

Mutlak-Hiçliğe, hiçbirşeysizliğe ulaşabilmek umuduyla yolumuza devam edip; Samanyolumuzu diğer gökadalarla   birlikte görebildiğimiz; incir çekirdeğimize 1 milyon ışık yılı uzaklardan bakabilseydik; ve referans noktamıza (tabi yerinde yeller esmiyorsa; ve  bizim varmış olduğumuz mekan kim bilir, belki de onun henüz yeni oluşmuş şimdiki zamandaki hali değilse), artık gök adaların görülemeyecek kadar küçülmüş oldukları bir uzaklıktan,10 milyar ışık yılı ötesinden bakabilmeyi deneyebilseydik, karşımıza çıkabilecek bir hiçlik, hiç bir olay-sızlık bulabilir miydik ?

Az gidip uz gidip; kozmosal mekanları dere tepe aşmamıza rağmen biz hala, ışık hızında dığıdık dığıdık giden atımızla bir türlü  hiç bir olayın ve hiçbir şeyin olmadığı bir yere(?), bir zamana(?), yani, nesnel gerçekliğin sonuna(!), gelememiştik! Çünkü; mekanda ve zamanda gezinti yapmak demek, belirli bir maddi ortamda bulunmak  demektir. Mekan, maddeye, maddenin hareketine  bağlı olarak ortaya çıkan bir gerçekliktir. Zaman ise her tekil maddenin nerede olduğuna ve nasıl hareket ettiğine bağlı olarak işleyen "özel" olay-zaman halinde vardır.  Maddeden ayrı, kendi başına, izole, saf, tam, değişmez, mutlak bir mekan ve zaman var olamayacağından, mekanda gezinti yapmak demek, referans noktandan  istediğin kadar uzağa gitmiş olsanız bile, hep maddi ortam ve şartlarda kalarak gezinti yapman demektir. Yani; madde, kalıcı olarak varsa; yok edilemiyor ve mutlak var-edici olarak ‘var’ kalabiliyorsa, mekan  da, zaman da  var demektir.  Çünkü mekan ( çoğulluğun birliği.. sayısız çoklukta olayların birbiriyle bağdaştığı değişken-dönüşken sınırsız ortam, fenomenlerin entegral bütünlüğü), hareket ve zaman gibi, kategorik olarak maddenin var oluş biçimidir. Ve maddenin dönüşümsel içeriğini ifade eder.
 
Bu kez, ayni gezintiyi incir çekirdeğinin göze görünmez olan mikro kozmosuna, yani 10-19  cm derinine  yapsaydık, bu kez de, incir çekirdeğinin atom ve atom altı parçacıklarına ulaşmış olacaktık. Yine; maddenin dışına(?) varamayacaktık ama ! Mikro alem bakımından da, hiçbirşeysizliğe, hiçbirolaysızlığa rastla(ya)mayacaktık. Çünkü; madde, nesnel gerçeklik olarak bir ve tektir ve "maddenin dışı" diye bir şey olamazdı. Aksi takdirde, yüklemin özneyi olumsuzladığı çelişkili bir önerme yani contradictio in adjecto bir oxymoron elde etmiş oluruz

Madde, bir ve tek’tir; ‘madde'den başka’ diye bir şey söz konusu olamaz. Madde derken de kast ettiğimiz felsefi kategorik manadaki bütünsel madde kavramıdır. Yani; Somut tek tek belirli olgu, olay, süreç, bağlantı,  alan ve sistem gerçekliklerinin, tekil  maddelerin, nesnel gerçekliğin,  soyutlanmış kalıcı-yok edilemez özüdür. O yüzden; Her şey iç içe geçmişken; birbiriyle bağlantılı ve ilişkiliyken, 'hiçbir şeyin olmadığı bir yer'e elbette rastlanamaz zaten. Çünkü öyle bir yer yok; "yer" demek, zaten maddesel olan demek. Ayrıca; maddeden sadece madde;  hiçlikten de sadece hiç çıkar. Ve hiçliğin (yokluğun) tezahürü anti-hiç' den bahsedemeyiz . Oysa;  madde, tezahür etmeden var olamaz. Yokluk ise, ancak,  maddeye nazaran vardır; ve sadece soyutlama ürünü  olarak düşüncede bir anlamı ve karşılığı vardır.

Şimdi denile bilinir ki, Einstein’ın meşhur formülüne göre, Madde enerjiye, Enerji de Maddeye dönüşebiliyor. Madde, enerjiye dönüştüğüne göre; ve kendi başına saf enerji(?)  olabildiğine göre, maddesiz enerjiden(!) ibaret bir hiçlik niye var olmasın ki? Ve bütün bu maddi alem enerji marifetiyle hiçlikten niçin doğurulmasın ki ?

Bu sorunun cevabı madde ve enerjiden ne anladığınıza bağlı.

Madde derken, somut a, b, c, ab, a2, acb… gibi doğadaki  ve kozmosal mekandaki sınırsız çokluktaki somut belirli maddelerden ayrı, kendi basına, saf, izole, sabit, mutlak, töz olarak bir madde; yani, sırf ve sadece, madde olarak madde anlaşılmasın. Çünkü; doğada genel anlamda ve genel olarak böylesine (as such) soyut bir madde yoktur! Nesnel gerçeklik özü itibariyle maddedir zaten ve kalıcı maddenin tezahürü dışında başka bir nesnel gerçeklik de yoktur; olamaz. Madde, daima, tezahürüyle, yani hareket biçimiyle, asli yüklemi ile birlikte, özdeşlik (ayrılmazlık) halinde vardır. Maddesiz hareket hareketsiz madde kadar anlamsızdır. 

Ayrıca; maddenin doğası sınırlandırılamaz, maddenin gelişimi mutlak  olduğundan hiçbir güç maddeyi belirli biçimlere tutsak edemez; ve belirli biçime/biçimlere indirgeyemez. Zira, madde, esas itibariyle yok edilemez ve kalıcı değişimsellik olduğundan,   "olan, olmakta olan" ve Aristoteles'in de belirtmiş olduğu gibi,  "ne olacaksa o olandır". Madde, oluş, akış ve süreç halidir.. yani; mutlak  dinamizmdir.  Gelişmesi,  zorunlu olarak sınırlandırılamaz ve özgürdür.

Enerjiye gelecek olursak.. Maddenin iş yapabilme kapasitesi olan Enerji de maddeye bağlı bir büyüklüktür. Maddenin somut ve özel hareket biçimlerinin dışında, kendi başına, maddeden ayrı, nesne-siz bir enerji yoktur; olamaz. Nesne-siz enerji olamayacağından, enerji daima, belirli bir cismin, bir parçacığın, tekil varlıkların enerjisi biçiminde vardır ve bu enerji, seçkin fizikçi Richard Feynman'ın da belirttiği gibi, değişik biçimlerde ortaya çıkar : "potansiyel enerji, kinetik enerji, ısı enerjisi, elektrik enerjisi, yaylarda bulunan esneklik enerjisi, kimyasal enerji, nükleer enerji, bir de parçacığın yalnızca var olmasından kaynaklanan ve onun kütlesine bağımlı olan durgunluk enerjisi(rest energy)" gibi…

Bu durumda, "Madde Enerjiye dönüşüyor" ne demek ?  Enerjiyi ( belirli bir) maddenin iş yapabilme yeteneği(hareket biçimi) ve kapasitesi olarak alacak olursak, madde enerjiye dönüşüyor derken,  madde, yeteneğine mi dönüşmüş oluyor ? Bundan, atomaltı zerrecikler alemindeki  tekil varlıkların, kendilerinden vaz geçerek(?) maddi özlerini   feda edip; sırf ve saf  (belli bir) enerjiye(?) dönüştüklerini mi anlamalıyız ? Yani madde, tümel özelliği olan enerjiye dönüşmekle, kendi nesnelliğini (maddi özünü, madde-hareket özdeşliğini) ne yapıyor ? Nesnel gerçeklikte yok mu ediyor  kendini, enerjisine mi gömüyor( !? )

Bu dönüşüm, her hal ve şartlarda kendi kendine gerçekleşmiyor; maddesel cisim(cik)lerin, zerreciklerin  bir etkileşmesi-hareketi  sonucunda oluyor. Bir kedinin kucağımdaki sıcaklığı onun vücut ısısal enerjisidir. Keza; sobada kızarmakta olan kestanenin sıcaklığı da sobaya aktarılan yanmakta olan kömürün  ısısal enerjisidir. Belirli bir elektron (parçacık-madde)  belirli bir pozitron (anti-parçacık) ile çarpışmak suretiyle bir etkileşimde bulunarak  bir foton çifti (iki ışık-parçacığı) doğuruyorsa, bu enerjidir işte. Ama bunların hepsi de nesnel maddi süreçlerdir. Ve bu etkileşmeler belirli ortam ve şartlarda cereyan etmektedir. Buradaki enerjilerdeki madde-sizlik nerede? Bu olay nerede gerçekleşiyor? Pozitron ile elektron neredeyken (hangi ortam ve şartlara maruz kalmışken) ve her ikisi de bu şartlarda hangi hareketi yapmaktayken birbirleriyle etki değişiminde bulunuyorlar ? Elektron pozitron çarpışması nesnel-gerçekliğinden, maddi ortamından yalıtılacak olursa, kütle(li)-enerjiden, sanki; kütlesiz(maddesiz) enerji doğuyormuş gibi olur.

Elma armuda dönüşüyor; larva kelebeğe, dişi erkeğe; insan eşyaya... bu gibi dönüşümler gibi  madde enerjiye dönüşüyor derken, bir şey ne ise artık o olmaktan karşı konulamaz bir biçimde ve  zorunlu olarak çıkıp bir bütün olarak öteki olmasını anlıyorsak, maddenin enerjiye dönüşmesinden de,  'sırf ve sadece enerji(?) halinde olan/enerji(?) haline gelen madde' mi anlaşılmalıdır ? Ve bu iki şey arasında, yani dönüştüren ile dönüş(türül)enin  dönüştüğü şey arasında daima, belirleyen/belirleyici olan unsurlarla, belirlenen unsurlar arasındaki ilişki-çelişki ve etkileşim vardır. Belirleyen ve belirlenen unsurların dışında, onlardan ayrı, bir dönüşüm söz konusu bile olamaz.

Elektron ve Pozitronun (anti-parçacık)  belirli bir biçimde hareketlerinin sonucu olan bu foton çiftinin(ışık parçacığı) enerji miktarı, kendisinden çıktıkları parçacıkların enerji toplamı kadardır. Bu foton çiftinin madde olmadığını söyleyebilir miyiz ? Fotonlar da elektronlar ve pozitronlar kadar madde(sel)dir. Bir foton, atoma çarpacak olursa, atomda bir farklılaşmaya, değişikliğe yol açıyorsa bu onun maddeselliğini göstermez mi ? Fotonun maddeselliği , nesnelliği, maddi bir yapısı olmasa atomla etkileşmeye girebilir mi ? Bu fotona (kütle-enerjiye), maddesiz (kütlesiz) dir diyebilir miyiz ? Madde ve enerji  birbirlerinden kopuk ve ayrı olarak var olabilirler mi? Madde ve Enerji özdeştir; ancak, biri diğerine indirgenemez; aralarında fark vardır; ve her biri kendi başına, birbirinden kopuk ve yalıtık halde var olamaz. 

Einstein'a göre enerjinin kütlesi vardır. Einstein m=E/c kare denklemiyle her hangi bir E enerjisine eşdeğer olan m kütlesinin değerini buldu. Demek ki herhangi bir parçacıkta(madde) bulunan E enerjisi,  söz konusu parçacığın kütlesi ile ışık hızının karesinin çarpımına eşitti. Bu denklem ayni zamanda atomların çekirdeklerinde yatan enerji gücünün nelere kadir olduğunu da gösterdi.

Einstein bu formülü ile bizlere aslında kütle ve enerjinin eşdeğerli olduğunu gösterir. Yani; Maddenin kütle denilen özelliğinin yoğunlaşmış enerjiden başka bir şey olmadığını; ikisinin birbirinden ayrı olarak kendi başlarına, izole halde düşünülemez olduğunu belirtir.  Öyleyse Maddenin ve enerjinin  kendi başlarına gerçekte ne olduğu sorusu anlamsızdır. Einstein'a göre, Madde kütlesini atar ışık hızında yol alırsa buna enerji diyoruz, ama bunun tersi olursa enerji donarsa ve ayrı bir biçim alırsa ona da kütle diyoruz. yani ikisi de ayni temel gerçeğin değişik-farklı belirtisidir. Sonuç olarak madde ve enerji birbirlerinden ayrı ve yalıtık olarak var olamazlar.  

Az önce bir incir çekirdeğine olabildiğince uzaktan ve yakından baktık. Maddenin ve Hareketin yok olmaz; yok edilemezliğini gördük. Maddenin dışına(!)  çıkamadık. Hiçbirşeysizliğe(!) ulaşamadık. Peki bunları hangi mantıkla yaptık?  “Nasrettin Hoca, bisikletiyle  bizim köye gelin gitti” desem, "hadi oradan canım Nasrettin Hoca ne zaman kadın; eşeği de ne zaman bisiklet oldu !?” dersiniz değil mi? Çünkü  Nasrettin Hoca tarihsel ve toplumsal belirli bir gerçeklik. Nasrettin Hocayı tanıyan sıradan sağduyu şöyle düşünür. Nasrettin Hoca varsa mutlaka onunla birlikte, bağlantılı ve ilişkili başka maddi gerçekler de vardır. Nasrettin Hoca, tarihsel ve toplumsal belirli bir sistemin dışında var olamaz. O bir sistem gerçekliğinin ürünü ve parçasıdır. O yüzden, bisiklet, onun tarihsel gerçekliğine; kadınlık da, cinsiyetinin toplumsal gerçekliğine uymaz.  Şayet, nesnel ve gerçek olarak şu incir çekirdeği varsa, mutlaka, incir çekirdeğiyle ilişkili ve bağlantılı başka gerçekler de vardır. İncire bir dinazor konmaz serçe konar mesela. Ne Nasrettin Hoca , ne de incir çekirdeği kendi başına mekan ve zaman dışında(?), izole, saf, değişmez ve  etkileşmez, soyut   bir halde var olamaz. böyle bir gerçeklik görülmemiştir; ve zaten yoktur !

Ama, güneşteki etkileşmeler sonucu  uzaya yayılan ısının (enerji)  akıbeti  ne oldu desem, sıradan sağ duyudan tıs çıkmaz. Çünkü; Güneşte cereyan etmekte olan olaylar ve güneşin içeriğindeki dönüşümler( hidrojen-helyum dönüşümü)  bilimin konusudur. Ancak; ampirik (gözlem ve deney sonucu) ve teorik olarak anlaşıla bilinir.

Yıllar önceydi,  Cumhuriyet Gazetesi’nin  Bilim Teknik ekinde üç bilim insanı arasındaki bir tartışmaya tanık olmuştum. O zamanlar, ( 19 Şubat  2000’da), İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü’nden Yrd.Doc.Dr.Altuğ ŞİŞMAN’ın, benim de görüşlerine katıldığım  “Kütle Enerji Dönüşümü Söyleminin Yanlışlığı” başlıklı bir yazısı çıkmıştı. Bu yazıda A.Şisman, özetle, kütlenin enerjiye dönüşmediğini; Einstein’ın meşhur DE=Dmc2  formülünün kütle enerji arasında herhangi bir dönüşümü değil; sadece özdeşliği ifade ettiğini; nükleer reaksiyonlar sonrasında ortaya çıkan parçacıkların, söz konusu özdeşlik nedeniyle, kinetik enerjilerinin bir kütle karşılığının olduğunu; sözlü ve yazılı anlatımlarda buna dikkat edilmesi gerektiğini belirtmişti.

Bu yazıya itirazda bulunan Radyasyon Fizikçisi Atakan YÜKSEL ise, ayni derginin 11 Mart 2000 tarihli sayısında şöyle yazmıştı : ”Kütle karşılıklı bu kinetik enerji, her hangi bir fiziksel dönüşüm olmadan; sırf Einstein’ın formülü nedeniyle, yoktan mı var olmaktadır ? Yoksa; nükleer fizikte, enerjinin, kütle kaybından bir dönüşüm sonucu, yani atom çekirdeklerindeki proton ve nötronların, çekirdekteki bağlanma enerjilerinin bir bölümünün açığa çıkması yoluyla, oluştuğunu gösteren bilimsel bulgu ve bağıntılar yok mudur ? Bu dönüşüm değildir de nedir ? Bu neden yanlış söylem olsun ? Yazar, nükleer reaksiyonlarda kütle kaybının enerjiye değil, kütlenin başka formdaki kütleye, enerjinin de başka formdaki enerjiye dönüştüğünü ileri sürerken, bu dönüşüm fiziksel olarak nasıl olmaktadır ? Bunun fiziksel yolu yöntemi ya da kanunu nedir ? Bunun tek yanıtı, yine, kütle kaybının enerjiye dönüşümü sonucu değil midir ?

Nükleer fizikte, reaksiyon sonrası ve öncesi arasındaki kütle farklarının enerjiye dönüştüğünü tüm bilimsel kitaplar yazar ve ilgililer bilir. Eğer başka bir yol ya da yöntem varsa önce o yolun, yani kütle karşılıklı enerjinin fiziksel olarak nasıl olup da oluştuğunu (sırf Einstein formülünü kullanarak değil) bilimsel bir dergide yayımlanması ve bilim dünyasına kabul ettirilmesi, ya da bunun doğruluğunun deneysel olarak saptanması gerekir. O zaman sorun kalmaz.

Bilimselliği herkesçe kabul edilen Feynman : Lectures on Physics, Kaplan: Nücleer Physics, Evans : The Atomic Nucleus gibi kitaplardaki “Mass Energy Conversion(Kütle Enerji Dönüşüm) konusundaki bölümler iyice incelendiğinde yukarda yazılanların doğruluğu görülecektir.”

Atakan YÜKSEL’in bu itirazına A.ŞİSMAN, ayni derginin 680.sayısında şöyle bir cevap vermişti : 

“Kütle karşılıklı bu kinetik enerji, durgun enerjinin (rest energy) kinetik enerjiye dönüşümüyle ortaya çıkmaktadır. Bu dönüşümün nedeni ise nükleer reaksiyonun kendisidir. Durgun enerjinin bir kısmı çekirdeği oluşturan temel taneciklerin (proton ve nötron) içsel yapısında bulunurken, bir kısmı da, bu tanecikleri  elektriksel  itme kuvvetine karşı bir arada tutan nükleer bağ kuvvetleri dolayısıyla var olan nükleer bağ enerjisi olarak bulunmaktadır. Çekirdeğin bölünmesi durumunda nükleer bağ enerjisinin   bir kısmı, bölünme sonucunda ortaya çıkan parçacıkların kinetik enerjisine dönüşmektedir. Bölünme reaksiyonu ortaya çıkan parçacıklar Sayın A.Yüksel’in  de çok iyi bileceği gibi hareketsiz ya da durgun parçacıklar değildir. Tam tersine yüksek hızları dolayısıyla da büyük kinetik enerjilere sahiptir. 

Bir parçacığın kütlesi, durgun halde en küçük değerini alırken, parçacık hızlandıkça kütlesi relativistik mekaniğinin yasalarına uygun olarak büyür. Eğer reaksiyon öncesi ve sonrası parçacıkların durgun kütlesine bakacak olursanız arada bir fark vardır. Ancak gerçekte reaksiyon sonrası parçacıklar durgun değildir. Ve hareketlerinden dolayı kütleleri durgun haldeki kütlelerinden fazladır. Böylece gerçek kütlelerini yani hareketli haldeki kütlelerini göz önüne alırsanız, reaksiyon öncesinde ve sonrasında kütlenin değişmediğini korunduğunu görürsünüz. Eğer reaksiyon öncesinde ve sonrasında kütle miktarı değişmiyor ise kütlenin enerji dönüştüğünden söz etmek mümkün müdür ? Ebette hayır!  Peki öyleyse değişen dönüşen nedir ? Dönüşen sadece maddenin formudur. Büyük bir çekirdek formunda bulunan madde iki küçük çekirdek ve bazı temel tanecikler formuna dönüşmüş; ve buna bağlı olarak da durgun enerji kinetik enerjiye, durgun kütle de kinetik kütleye dönüşmüştür.

Kütle enerjiye dönüşüyor demek, enerjinin kütle içeriği olmadığı anlamına gelir ki, bu kesinlikle YANLIŞTIR. Bunun matematiksel dayanağı da Einstein’ın DE=DMC2 ifadesidir.

Feynman’ın Lecture on Physics kitabında şöyle yazmaktadır: This theory of equivalence of mass and energy has been beautifully verified by experiments in which matter is annihilated-converted totally to energy. (kütle ve enerjinin bu özdeşlik teorisi, maddenin tümüyle yok olup enerjiye dönüştüğü deneylerle güzel bir biçimde kanıtlanmıştır). Feynman bu ifadesinde, maddenin yok olup tümüyle enerjiye dönüştüğünü söylemekle, enerjinin maddeye ait olmadığını; madde ile enerjinin ayrı şeyler olduğunu ifade etmiş olmaktadır. Bu doğru mudur ? Elbette HAYIR. Enerji maddeye ait bir büyüklüktür. Ve ondan ayrı bir kavram olmayıp onsuz tek başına bir anlamı da yoktur.

Dahası,  Feynman, Kaplan, Evans ya da başkaları madde enerjiye dönüşüyor dedi diye  hiç akıl yürütmeden ve sorgulamadan, sırf onlar öyle dedi diye, böylesine yanlış bir söyleme inanmamız mı gerekir ? Bu söyleminin doğruluğunun ölçüsü bunu söyleyen insanların Feynman, Kaplan, Evans olması mıdır ? Doğru söyleme sahip kitaplar bulmasaydım Sayın A.YÜKSEL’i ikna etmem mümkün olmayacak mıydı ? Sayın A.YÜKSEL’in yanılmasına neden olan nükleer reaksiyonlar anlatılırken reaksiyona giren ve çıkan parçacıkların “durgun kütle farkı yerine kısaca “kütle farkı” ifadesinin kullanılıyor olmasıdır. Ancak; bu farkın “durgun kütle farkı “olduğu konuyla ilgili herkes tarafından bilinir. Çünkü; Einstein’ın kütle enerji özdeşliği göz önüne alındığında tüm reaksiyonlarda kütle de enerji de ayrı ayrı korunur.

Örneğin, M.Russel Wehr ve JamesA.Richard’ın birlikte yazdıkları “Physics of Atoms” adlı kitapta söyle denmektedir: "in any interactions total mass, m (which includes any kinetic energy in mass unit), is the same before and after interaction. Similarly, in any interaction, total energy E (which includes any rest mass in energy unit), is the same before and after interaction.” (herhangi bir etkileşimde toplam kütle m, ki herhangi bir kinetik enerjiyi kütle biriminde içeren, etkileşme öncesinde ve sonrasında aynıdır. Benzer biçimde, her hangi bir etkileşmede toplam E, ki herhangi bir durgun kütleyi enerji birimlerinde içeren, etkileşme öncesinde ve sonrasında aynıdır.)

Bu durumda birinin diğerine dönüşmesinden söz etmek de doğal olarak mümkün değildir. Fisyon reaktörlerinde durgun kütle-enerji, termal kütle-enerjiye dönüşmektedir. Yani durgun kütle termal kütleye, durgun enerji de termal enerjiye dönüşmektedir.

Doğru söylemin bir diğer örneği, Robert Martin Eisberg’in yazdığı “Fondemantels of Modern Physics” adlı kitapta yer almaktadır :  "…conversion of rest mass energy into other form of energy, as in a nuclear reactör” (Bir nükleer reaktörde olduğu gibi, durgun kütle enerjisinin enerjinin diğer formlarına dönüşümü..) şeklinde bir ifade kullanılmaktadır. Bu ifade şekli doğru ifade şeklidir.”

Boğaziçi Üniversitesinden Fizik Profesörü Dr.R.Ömür AKYÜZ de, derginin 22.04.2000 tarihli 683. sayısında “Kütle, enerji ve doğrular” başlıklı bir yazıyla söz konusu tartışmaya katılmıştır. Ömür AKYÜZ yazısına, Altuğ ŞİŞMAN’ı eleştirmek üzere, Sallabaş Kemal” namlı matematik öğretmeninden bir anı nakletmekle başlamış. Anı şöyle: “geçmiş zamanda bir adamcağız ünlü bir bilgeye gidip şunu sormuş : ‘Hangi veli idi ki Sahra-yı Kebir’de tilkiler parçaladı ? ’ Bilge bir durmuş, iki durmuş; bir ‘la havle’ çekmiş; ve nihayet bak demiş, bir kere veli değil Nebi; Sahra-yı Kebir değil Tur-i Sina; tilkiler değil kurtlar; parçalamadı yedi !”

Bu anıyı naklettikten sonra Prof. Dr. Ö.AKYÜZ, Einstein 1905 yılında yazmış olduğu iki makaleden : “i) bir cisim/atom vb. eğer bir foton salarsa kütlesi azalır; soğursa artar. ii) bu azalma ya da artma fotonun enerjisiyle doğru orantılı olup orantı katsayısı ışık hızının karesidir.”   Vargılarının çıktığını; ayrıca; Paul Adrian ve Maurice Dirac’ın görelilikle kuantum mekaniğini bağdaştırması sonucunda, karşıt parçacıkların varlığını ve bunların parçacıklarla karşılaştıklarında tamamıyla madde (tabi ki kütle) olarak yok oluşup fotonlar yaratabilecekleri gibi fotonların da gerekli koşullar altında parçacıklara ve karşıt-parçacıklara dönüşebileceklerini ortaya koyduğunu belirtmiş.

Ömür AKYÜZ yazısının devamında şunları yazmaktadır: ”fotonların en önemli özelliklerinden birisi hiç madde (dolayısıyla kütle) içermeyip salt kinetik enerji olmalarıdır. Yani durgunluk enerjileri yoktur. yani fotonu durduramazsınız hatta yavaşlatamazsınız. Bir elektronla karşıt-parçacığı olan pozitron karşılaştıklarında kütlelerinin tümü iki fotona dönüşür. Bu durum, Fotonlar salt kinetik enerji olduklarından, kütlenin enerjiye dönüşümünün en dramatik örneğidir

Daha az dramatik, her gün rastladığımız ve hatta onunla yaşadığımız örnek ise yanmadır :     C+O2àCO2 + “ISI”   

Sağ taraftaki “ısı” moleküllerin gelişigüzel hareketlerinin kinetik enerjisinden başka bir şey değildir. Peki ama bu fazladan kinetik enerjinin kaynağı ne ? Tabi ki C ile O2’nin kütleleri. Yani M(O2)+M(C) > M(CO2). Dolayısıyla ISI= M(O2)+M(C)—M(CO2) c2     Bu da, tepkimeden çıkan CO2 moleküllerinin kinetik enerjilerinden başka bir şey değildir. Bunlar da çarpıştıkları hava moleküllerinin kinetik enerjilerini artırır. Böylece tenimize daha hızlı çarpan moleküller sinirlerimizi daha çok çarpan moleküller sinirlerimizi daha çok uyararak “sıcaklık” duyusu verirler. Bu “ısı” ya teknik dilde moleküllerin “bağ ya da ayrışma enerjisi” denilir. CO2’ye bu enerjiyi verebilirsek C ve O2 yeniden bireysel olarak oluşabilirler. Yani buna eşit bir miktar enerjiyi her hangi bir yolla CO2 moleküllerine vermedikçe bunları tekrar karbon ve oksijene “ayırmak” yasaktır. Zira; aksi takdirde C ya da O2 ya da her ikisi birden sahip olmaları şart olan kütleden daha hafif olmak durumunda kalacak ki buna doğa izin vermiyor!

Ciddi bir doğa yasası olarak algıladığımız duruma göre her hangi bir sistemin kararlı olabilmesi için sahip olabileceği en düşük enerjide veya durgunluk enerjide olmalı. Radyoaktif çekirdeklerin parçalanarak bozunmalarının sebebi de bu yasadır. Dolayısıyla bir atomun kütlesi olması gerekenden daha az olamaz. Yukarıda betimlediğim durum çekirdek(nükleer) tepkimelerde çok daha dramatik olup Lavoisier Yasasını artık kesinlikle uygulayamayız. Fisyon/bölünme ve Füzyon/kaynaşma tepkimeleri bunun en dramatik örnekleridir. Her ikisinde de, tepkimeden önceki toplam kütle, sonraki toplam kütleden büyük olup; fark ürün çekirdek ve parçacıkların  ve de gama ışını fotonlarının kinetik enerjilerindedir.”

Ömür AKYÜZ yazısını devam eden bölümlerinde de A.ŞİŞMAN’a eleştirlerini sürdürmüş ve sonuç olarak “kütlenin/maddenin tümü  ya da bir kısmı enerjiye dönüşmektedir; ya da tam tersi (vice versa) olmaktadır” tezini savunmuştur.

Nesne-siz Tümel anlayışının temsilcisi olan bu iki bilim insanına benim de birkaç sözüm olacak :

Ömür AKYÜZ yazısında, : 

“fotonların en önemli özelliklerinden birisi hiç madde (dolayısıyla kütle) içermeyip salt kinetik enerji olmalarıdır. Yani durgunluk enerjileri yoktur. yani fotonu durduramazsınız hatta yavaşlatamazsınız. bir elektronla karşıt-parçacığı olan pozitron karşılaştıklarında kütlelerinin tümü iki fotona dönüşür. Bu durum, Fotonlar salt kinetik enerji olduklarından, kütlenin enerjiye dönüşümünün en dramatik örneğidir.”  demektedir. 

Ömür AKYÜZ, “hiç maddesi (dolayısıyla kütlesi) olmayan fotonların” varlığını kabul etmekle, bir bilim insanı olarak ‘nesnesiz tümel(!)’ ve nesnesiz özne(!)  olabileceği tezine katılmış olmaktadır. Oysa, hiçbir güç, bir nesnenin (cismin, parçacığın, zerreciğin..) hareketini bir yana maddesini öteki yana ayıramaz. Bu yüzden; saf ve izole enerji, bir yanılsamadır.

Hem sonra, “hiç madde (dolayısıyla kütle) içermeyen  salt kinetik enerji olan” bu fotonlar , somut olarak, nesnel gerçekliğin neresinde bulunmaktadırlar? Fotonlar, ortaya çıktıkları bu maddi alemde, hiç Madde (dolayısıyla kütle) içermediklerine göre, kendi başlarına, izole, saf ve maddesiz bir halde(!) nasıl var ve gerçek olabilmekteler? Bilimsel olarak ancak ve sadece Nesnesi (maddesel) olanın  özelliği ve gerçekliği olabilecekken, Bilim insanımız Ömür AKYÜZ, belirli nesnelerden hareketle, nesne-siz bir gerçek(!)  olarak "saf  enerji”yi yaratabilmiştir.
      
Einstein 1905 yılında yazmış olduğu iki makaleden : “i) bir cisim/atom vb. eğer bir foton salarsa kütlesi azalır; soğursa artar. ii) bu azalma ya da artma fotonun enerjisiyle doğru orantılı olup orantı katsayısı ışık hızının karesidir.” Vargılarının çıktığını belirten Ömür AKYÜZ,  ‘fotonun enerjisi’ deyişini kullanmakla, fotonunun bir kütlesi, maddi yapısı olabileceğini de kabul etmiş olmaktadır. Zira ve eğer, foton, Ömür AKYÜZ’ün iddia ettiği gibi, madde (kütle) içermeyen salt kinetik enerji olmuş olsaydı, ‘kinetik enerjinin  enerjisi’  denilemeyeceğine göre, fotonun enerjisi demeye gerek kalmazdı. 

Ömür AKYÜZ, böyle bir söylemde bulunmakla, yukarıda söylemiş olduklarının aksine,  foton ve enerjinin ayni şey olmadıklarını; ayrı ayrı entite olduklarını da kabul etmiş olmaktadır. Fotonlar belli bir biçimde hareket eden maddesel büyüklüklerdir. Ve  A.ŞİŞMAN’ın dediği gibi enerji, maddeye  ait/ilişkin bir büyüklüktür. Yani; madde (kütle) olduğu için/ olduğu sürece; ve maddenin bir sonucu olarak enerji vardır. Yoksa; bunun tersi doğru değildir. Aksi halde, orta çağ alşimistleri(simyacı) gibi  kendi başına (as such), izole, saf  bir enerji  elde etmiş olurduk. Sonuç olarak, nesnel gerçekliğin dışında(?) kalabilen ve/veya kalabilecek olan izole bir enerji yoktur; olamaz! Dahası; nesnel gerçekliğe tekabül etmeyen bir enerji de yoktur ve olamaz! Enerji mutlaka ve kesinlikle belirli bir nesnel gerçeklikle tanımlı ve sınırlıdır.

 “Daha az dramatik, her gün rastladığımız ve hatta onunla yaşadığımız örnek ise yanmadır.     C+O2àCO2 + “ISI”      Sağ taraftaki “ısı” moleküllerin gelişigüzel hareketlerinin kinetik enerjisinden başka bir şey değildir” 

Bu ifadesinde Ömür AKYÜZ, ısı(enerji) için, “moleküllerin gelişigüzel hareketlerinin kinetik  enerjisi“ olduğunu söylemekle, bu kez de, enerjinin(ısı),  maddesel ( dolayısıyla da kütleli) olduğunu söylemiş olmuyor mu ? Her gün rastladığımız “yanma” örneğinde ise, yanma sonucunda  açığa çıkan ısı (enerji)  için, Ömür AKYÜZ,  nedense “madde içermeyen (dolayısıyla kütlesiz)  salt kinetik enerji” demiyor. Onun yerine, kinetik enerji (ısı) için “Moleküllerin gelişigüzel hareketlerinin kinetik enerjisinden başka bir şey değildir” diyor. Yani  maddesiz (molekülsüz) bir kinetik enerjiyi kabul etmiyor. Kinetik enerjiyi, belirli bir maddenin (molekülün) hareketinin sonucu olarak görüyor. Ve bu  (kinetik)enerjiyi  daha önce yapmış olduğu gibi, kendi başına (per se), izole bir halde bırakmayıp, hava moleküllerinin ilave enerjileri haline dönüşmek suretiyle  belli bir formdaki kütle enerji özdeşliğinin başka bir biçime, hava moleküllerinin kinetik enerjilerine, dönüşerek korunduğunu kabul etmiştir. Yani ortada imha olan; tümüyle yok olan bir madde yok; tersine, diyalektik olarak, farklılaşarak ve değişime uğrayarak ayni kalan hareket ve madde özdeşliği var. Belli bir formdan başka bir forma dönüşerek korunan madde ve enerji  özdeşliği var. Yoksa; kelimenin gerçek anlamında olduğu gibi, maddenin tümüyle enerjiye  bir dönüşümü söz konusu değildir; olamaz da zaten.  

Sayın Ömür AKYÜZ 'e sormak lazım, yanma olayı sırasında sadece ısı mı açığa çıkmakta, ortama aktarılmakta? Ayni zamanda  yanan nesnede ısı miktarına tekabül eden belli bir miktarda kütle azalması da olmakta mıdır? Isı alan ayni zamanda kütle de almış olmaz mı?

Daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, enerji, madden ayrı olarak tek başına, izole, saf halde  var olamaz. Kütle enerji arasında, Altuğ ŞİŞMAN’nın da ifade ettiği gibi, her hangi bir dönüşüm  değil ; sadece ‘farkı ‘ esas alan bir  özdeşlik söz konusudur. Aksi takdirde  herhangi bir şey, özelliğine indirgenmiş olur.

Hareket , maddenin asli ve temel özelliği, maddenin doğasında var olan niteliği; ve kalıcı değişim hali olduğu için, madde harekete dönüşüyor demek anlamsızdır. Hiçbir güç maddeyi ‘hareket(in)e’  dönüştüremez ! çünkü ; nesnel gerçeklikte birbirinden ayrı, kendi başına,  karşı karşıya duran madde ve hareket olarak iki ayrı antite yoktur. Madde özü itibariyle dönüştürülebilecek bir şey değildir; madde ancak, zorunlu olarak tezahür eder;  dönüşen ise sadece maddenin mekansal (Özel) içeriğidir. Madde Hareket'e (enerjiye*) dönüşüyor dediğimizde, madde hareket (enerji)  özdeşliğini bozmuş; maddeyi enerjiden ibaret saymış oluruz ki bu da contradictio in adjecto olur. 

Daima, şeylerin hareket hali’nden söz  edilebildiğinden, özne-yüklem olarak hareket  vardır. yani bir şey  daima ‘hareket et(tiril)miştir halinde’dir (some thing is moved hali.). Şey ve Hareket birbirinden kopuk olamazlar. O yüzden; Maddesiz hareket (enerji) ve Hareketsiz (enerjisiz ) madde elde edilemez. Tıpkı maddeden ayrı, kendi başına, madde-siz Mekan ve Zaman'ın olamayacağı gibi.. Einstein, Relativite teorisinin özünü bir kaç sözcükle açıklamasını isteyen gazeteciye şöyle cevap vermişti: " Dünyadaki bütün şeyler kaybolsa da, Uzay-Zamanın yerinde kalacağına inanılırdı; rölativite teorisine göre ise, her şeyin kaybolmasıyla birlikte uzayın ve zamanın da kaybolması gerekir." 

Bir nükleer reaksiyonda (çekirdek tepkimelerinde) da  ortaya çıkan parçacıkların kinetik enerjilerinin bir kütle karşılığı vardır. Kütle karşılıklı bu kinetik enerjinin kaynağı, A.ŞİŞMAN’ın dediği gibi, durgun enerjinin (rest energy) kinetik enerjiye dönüşümüyle ortaya çıkmaktadır. Bu dönüşümün nedeni  ise nükleer reaksiyonun kendisidir. Durgun enerjinin bir kısmı çekirdeği oluşturan temel taneciklerin (proton ve nötron)  içsel yapısında bulunurken; bir kısmı da, bu  tanecikleri  elektriksel  itme kuvvetine karşı bir arada tutan  nükleer bağ kuvvetleri dolayısıyla var olan nükleer bağ enerjisi olarak bulunmaktadır. Çekirdeğin bölünmesi durumunda nükleer bağ enerjisinin   bir kısmı, bölünme sonucunda ortaya çıkan parçacıkların kinetik enerjisine dönüşmektedir.

Bölünme reaksiyonu ortaya çıkan parçacıklar hareketsiz ya da durgun parçacıklar değildir. Tam tersine yüksek hızları dolayısıyla da büyük kinetik enerjilere sahiptir. Bir parçacığın kütlesi, durgun halde en küçük değerini alırken, parçacık hızlandıkça kütlesi relativistik mekaniğinin yasalarına uygun olarak büyür. Eğer reaksiyon öncesi ve sonrası parçacıkların durgun kütlesine bakacak olursanız arada bir fark vardır. Ancak gerçekte reaksiyon sonrası parçacıklar durgun değildir. Ve hareketlerinden dolayı kütleleri, durgun haldeki kütlelerinden fazladır. Böylece; gerçek kütlelerini  yani  hareketli haldeki kütlelerini göz önüne alırsanız, reaksiyon öncesinde ve sonrasında kütlenin değişmediğini  korunduğunu görürsünüz. 

Eğer reaksiyon öncesinde ve sonrasında kütle miktarı değişmiyor ise kütlenin enerji dönüştüğünden söz etmek mümkün müdür ?  Ebette hayır ! Peki öyleyse değişen dönüşen  nedir ?  Dönüşen sadece maddenin formudur. Büyük bir çekirdek formunda bulunan madde iki küçük çekirdek ve bazı temel tanecikler formuna  dönüşmüş;  ve   buna bağlı olarak da durgun enerji kinetik enerjiye, durgun kütle de kinetik kütleye dönüşmüştür.

Kütle enerjiye dönüşüyor demek, enerjinin kütle içeriği olmadığı anlamına gelir ki, bu kesinlikle YANLIŞTIR. Bunun matematiksel dayanağı da, Einstein’ın DE=DMC2 ifadesidir.

Sonuç olarak, maddeyi hiçliğe (yokluğa) gömemezsiniz. Yokluk kavramı, insanın bir yanılsamasının ürünüdür. Madde ile ilgili her türlü kavram, buna “yokluk” da dahil, maddeden, maddenin soyutlanmasından  gelir. Yokluk, maddeye nazaran düşünülen bir antitedir. Yokluğu tasavvur etmek için maddenin olmadığı, bir madde-sizlik hali(?) önvarsaymak zorundayız. Biz ancak, Maddeyi yok farz etmek suretiyle, somutta değil, düşüncemizde, soyutlama yoluyla madde-sizlik denilen yokluğa ulaşabiliriz. Oysa; özü itibariyle Madde, var edici, tekil ve kalıcı olandır; ve hiçbir güç(?) maddeyi yok edemez. O yüzden; Madde ve madde olmayan (madde-değil, yokluk) yan yana birlikte, bir ikilik halinde, bulunamaz.

Bu bağlamda, Bir maddenin enerjisi ancak başka bir maddenin enerjisine aktarılabilir. Bir nesneden bir diğerine kütle dönüşümü olduğunda enerji aktarımı da olur. Yine ayni şekilde, bir nesne bir diğerine enerji aktardığında, aktarılan enerjinin eşdeğerinde, kütlesinin belirli bir miktarını da aktarır. Yani enerji, nesnel gerçeklikte, atom altı parçacıklar dahil, daima, bir cismin/cisimciğin “nin” “nın” takısı şeklinde, maddeye bağlı olarak vardır. Yani, daima belli bir sistemin,  cismin, maddenin, protonun, mezonun, beygirin, lahananın, makinenin, insanın…enerjisi olarak vardır. Tersi değil ! Kendi başına (per se), maddesiz, izole, saf bir enerji yoktur; olamaz zaten. Öyleyse; madde yok olup enerjiye dönüşemez. Çünkü; madde yok olmaz; ancak ve sadece, içeriğini dönüştürür; bütünlüğünü dağıtır ve formunu değiştirir/geliştirir. Bununu dışında madde ve enerji tasavvurları, yanılsamadır; gizemselleştirmedir (mistifikasyon). A priori gerçekliğin öznelci ve indirgemeci bataklığında debelenmektir. 

Dolayısıyla " Einstein'ın keşfi hiç de maddenin yerine enerjinin konması anlamına gelmez. Bir demir parçasını sıcak bir sobanın üzerine koyacak olursak, sobadan enerji aldıkça demir ısınır, soba da o miktarda enerji kaybeder. Klasik mekaniğe göre, demir parçasının ve sobanın ağırlığı değişmez- kütleleri ayni kalır. Ama, Einstein'ın bulgusu bu anlayışı boşa çıkarmakta ve nesne ile başka bir nesneye enerji aktarırken ayni zamanda belli bir miktarda kütle de aktardığını, bir nesneden bir başkasına kütle aktarılırken her zaman bir miktar enerji de aktarıldığını ifade etmektedir."( Boguslavski-Karpuşin-Rakitov-Çertekin-Ezrin, Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Sol yayınları, Kasım 1994, s.71)

Einstein şunları yazmıştır: "... akkor halindeki bir demir parçası, soğuk olduğu zamankinden daha ağırdır; güneşten yayılan ... ışımanın enerji ve dolayısıyla kütlesi vardır; güneş ve ışıyan bütün yıldızlar, ışıyarak, kütlelerinden kayba uğramaktadırlar." ( Albert Einstein-Leopold İnfeld, Fiziğin Evrimi, Onur Yayınları, Ankara 1976, s.181)

"Bir demir parçası, sobadan ısı aldığında, böylece elde ettiği kütle, pratikte yok kabul dilebilecek kadar azdır. Ama, çok büyük miktarda enerji yayan güneşte güneş, saniyede 4 000 000 ton kütle kaybetmektedir. " ( Boguslavski-Karpuşin-Rakitov-Çertekin-Ezrin, Diyalektik ve Tarihsel Materyalizmin Abecesi, Sol yayınları, Kasım 1994, s.71)

Gündelik yaşantımızda ölümlü şeyleri göre göre, varedici ve yok edil(e)mez maddi öz olan Tekil'i, sonlu(finite) ve ölümlü sanırız; ve hayatta hiç bir şeyin olduğu gibi kalmadığını; her şeyin bir bir yok olduğu/yok olacağı düşüncesine ulaşırız. Oysa; fani ve sonlu olan, sadece, maddenin bir bütün olarak niteliksel yanıdır. Ölmek, yok olmak demek değildir. Ölen, sonlanan, yitip giden hep bu Tekil Madde'nin niteliksel bütünlüğüdür. Yani; diyalektiğin olumsuzlayıcı gücü karşısında, hamsinin hamsiliği; canlı varlığın canlılığı; güneşin güneşliği; Ahmet’in Ahmetliği; insanın insanlığı; protonon protonluğu; molekülün moleküllüğü.. hep ve daima, bir Bütün olarak dağılır, sonlanır; ve nesnel gerçekliğe katılır. 

Nesnel Gerçeklik,  tekil varlıkların   hem doğum yeridir hem de mezarlığı.. Ama; onların gerçekliklerinin temeli ve kaynağı olan maddi-nesnel niceliksel yanları ( kendinden ve kendiliğinden hareketli-değişimsel maddi öz), ait olmuş oldukları nesnel gerçekliğe katılarak (aktarılarak) yok olmazlar. Maddenin niceliksel yanı, yani nesnellik, kalıcıdır; ve sürekli yenilenen gerçekliğin bir ve tek kaynağıdır. Madde, bir ve tek nesnel gerçekliktir. Maddeden başka, ayrıca bir de 'yokluk' var-değildir. Sırf ve sadece, mutlak ve kalıcı olarak, bir ve tek “madde-hareket-enerji-değişim" ve onun sonlu çocukları(Mekan ve/ile Zaman) vardır. Sonsuzluk işte bu sonlu gerçekliğin(Mekan-Zaman)  kalıcılığı ve sürekliliğidir. Yani; sonlu, sonsuzun biçimidir. 

Boşuna kimse 'ikilik' çıkarmaya heveslenmesin ! Çünkü; yaratıcı Maddenin ateşten ocağına hiç bir yokluk, incir ağacı dikemez !

* Enerji'den anladığım maddenin hareket miktarı- hareket yetisi ve hareket kapasitesidir.