22 Ocak 2012 Pazar

EMPERYALİZMİN DEMOKRASİSİ : "SİVİL TOPLUMCULUK"

Egemen güç olarak bu gün yine ideolojikliğim tutmuştu. Sabah pencereden bir baktım, o da ne, uzun bir aradan sonra ilk defa kırmızı kırmızı kar yağıyordu. "kırmızı kırmızı kar mı yağarmış !?" demeyin bana, bu gerçeklikten ne anladığınıza; ve ne beklediğinize bağlı biraz da. Eğer; 'beyaz kar' gerçeği işinize gelmiyorsa; ve 'kırmızı kar', işinize yarıyor; ve sizin için gerekliyse, kitle iletişim araçlarının sistematik ve sofistike  ideolojik kampanyası ile, beyaz karı, kırmızıya boyayabilir; ve insanları, bal gibi, kırmızı kırmızı kar yağdığına inandırabilirsiniz. Yeter ki, egemen güç olarak, "kırmızı kırmızı kar yağması" gibi.. yanılsamalı ve sahte bir gerçekliğe ihtiyacınız olsun. sonrası, yani gerçeği eğip bükmek; çarpıtmak; tahrif etmek; hatta imal etmek ve 'yutturmak' kolay! Kitle iletişim araçları denilen gazeteler, dergiler, tv'ler, radyolar.. hep bir ağızdan yalan söylemeye bir başladı mı halkın gözü boyandı demektir.. Bu yalana boyun eğmeyecek olan olursa da; mahkemeler, polis ve adalet mekanizması ne güne duruyor ?

Halk nezdinde yeni mamul ideolojik metanızın semeresi bu : "Bizim beyaz diye bildiğimiz kar, meğer kırmızıymış !  "Böylece, yıllarca, kuşaktan kuşağa ampirik olarak biline gelen beyaz kar', oldu size kırmızı kar. Kırmızı yüklem'inden bir özne yapmaktır bu. Egemen güçken, egemen güç olarak kalıcı ve mutlak  olmak  için, kendine belirli gerçek(lik)ler(!)  peydahlamak gibi..

Çok sık 'gerçek' diyoruz değil mi; ama o gerçeğin kim için, kime/neye göre gerçek olduğunu belirtmiyorsak, bunu unutuyorsak, gerçeği 'kendi başına(!)' bırakmış oluruz. Oysa; sınıflara bölünmüş toplumlarda, gerçek, daima sınıf merceğinden yansır. o yüzden; toplumda, kendi başına, izole, saf, tam ve mutlak gerçek bulamazsınız . Gerçek, ya sömüren ve ezen sınıfın toplumsal gerçeğidir ya da ezilen sömürülen sınıfın.

Hangi sınıfın çıkar ve amaçlarına hizmet ediyor diye bakılmalı gerçeğe. Mesela, 'eşitlik ve özgürlük toplumu' diye bize yutturulan gerçek, aslında, işçi için, işçiye göre, 'artık-değer sömürüsü' gerçeğidir. Toplumun aslında 'piyasa' olduğunu; ve sınıflara bölünmüş olduğunu anladığımız anda sınıfsal bakmış oluruz.  İşte; sivil toplum kuruluşları(stk), bu bağlamda,  yani sınıflara bölünmüş ve piyasa olmuş toplumda, belirli sınıf çıkarlarının taşıyıcıları ve hizmetkarları olduğu için ve olduğu sürece söz konusu olacaktır.

Tarihsel olarak 'sivil' kavramı Aristoteles'e kadar dayanır. Aristoteles'göre insan, dağ başında veya ormanda değil de,  toplum içinde yaşamak için dünyaya gelmiştir.  İnsan, bir zoon politikon'dur, yani; insan, bir sürü hayvanı değil; toplumsal/siyasal hayvandır. Kendini, ancak ve sadece, toplum sayesinde ve toplum içerisinde bireyselleştirebilen bir hayvan..

Aristoteles'ın Yunan dünyasında, şehirli(site) ve şehirli olmayan ayrımı vardı. Şehirde yaşayanların birey olma ve kendini geliştirme hakları vardı. Şehirde(site) yaşayan insan demek olan politikon, ayni zamanda, mülkiyet ilişkilerini düzenleme ve siyaset yapma hakkı ve yetkisi olan özel imtiyazlı insan demekti. Kölelerin, kadınların ve yabancıların mülkiyet hakları olmadıkları için, 'insan olma' hakları(!), siyaset yapma hakları da yoktu.  İşte; tarihsel olarak 'sivil' demek, politikon olan , yani şehirde(site) yaşayan yurttaş demekti. Köleler, kadınlar, yabancılar (metek) şehirli yurtaş (insan) sayılmadıkları için sivil (uygar) değillerdi. Site (şehir) derken, eski yunanda, bir ya da bir çok şehirle birlikte onlara bağlı; ve onları tamamlayan kırları da kapsayan siyasal ve dinsel birlik anlaşılmalıdır.(Bkz. Murat Sarıca, Siyasi Düşünce Tarihi, Gerçek Yayınevi,1977).

Tarihsel olarak  'sivil toplum' kavramı, kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla birlikte belirdi. ve liberal öncü düşünürler tarafından geliştirildi. Toplumda egemenlik ilişkilerinde bazı değişiklikler olmaya başlayınca özel mülkiyet hukukuna göre düzenlenmiş toplumu, 17.yy İngiliz teorisyenleri, civil society olarak adlandırdılar. "Bu toplumda çeşitli toplumsal bağlar bireyin karşısına salt kişisel amaçlar uğruna kullanılacak araçlar olarak, dışsal bir zorunluluk olarak ancak 18.yy'da, burjuva toplumunda çıkarlar."(bkz.Marx, Grundrisse, Birikim Yayınları, 2008)). Burada Sivil ile, toplumsal ve resmi yükümlülükler altında olmayan özgür insanlardan oluşan 'uygar toplum' kast ediliyordu. Toplum uygardı, zira, üreticiler ticareti keyfi koşullarda değil, malın değerine göre gerçekleştiriyordu. Cemaat ve kişi otoritesi, yerini, bireysel girişimciliğe bırakmıştı.

Thomas Hobbes (1588-1679) ve John Locke (1632-1704) gibi İngiliz düşünürleri, kralların iktidarlarını, tanrıdan aldığı yetkiye değil; bireylerin çıkarlarına dayandırıyorlardı.ve yükselen sınıf olan burjuvazinin tarafını tutuyorlardı. Hobbes, devletin işlevini, 'özel çıkarlar özgürlüğü'ne dayanan burjuva toplum düzen(leniş)ini sağlamakla sınırlı gösteriyordu. Ve mutlak monarşiye karşı burjuva devlet anlayışını geliştirmişti. John Locke ise, mutlakiyet yönetimlerine karşı mücadelesinde, akla ve düşünce özgürlüğüne atfettiği önem bakımından Avrupa aydınlanmasının ilk kurucularından olduğu kabul ediliyordu.ve İngiliz, Amerikan ve Fransız burjuva devrimlerinin teorik öncüsü olmuştu.

Alman düşünür Hegel'e göre ise, bu 'sivil toplum'un uygar yüzünün yanı sıra, bir de, doğuştan gelme asaleti olmayan, kaba saba, zevksiz,'bencil' bir yüzü daha vardı. Hegel'in ortaya koyduğu sivil toplum düşüncesi, devlet dışı bir alanda, toplumsal kurumları örgütlemeyi ve yaşam alanını içeriyordu...Devlet ise, Hegel'e göre, sınıflar üstü bir organdı. İktisadi faaliyetleri düzenleyenler, devleti belirleyemiyordu. Hegel, devletten ayrı bir sivil toplum; ve sivil toplumdan ayrı, kendi başına, bir devlet var sayıyordu. Hegel'in mutlak tini bunu zorunlu kılmıştı.

Gençliğinde Hegel'in öğrencisi olmakla övünmüş olan Karl Marx ile birlikte, sivil toplum, özel çıkarların özgürce çatıştığı ve üretimde özel mülkiyete dayanan toplum anlamına gelmeye başladı. Marx, kavrama maddeci ve sınıfsal bir içerik yüklemişti. Marx'ın sivil toplumunda, Robinson Cruzo'laşmış bireylerin kendi bencil çıkarlarından hareketle hak ve özgürlük aramaları vardı. Ve devlet ile sivil toplum ayrı ayrı faaliyet alanları değildi. Toplumun sınıfsal bir muhtevası vardı ve devlet, egemen sınıfın, egemenlik kurma aracıydı. Marx, kendi terminolojisini oluşturduktan sonra,' sivil toplum' kavramını kullanmamış; yerine 'üretim ilişkileri' kavramını kullanmıştır. Fakat; Marxist sivil toplum kuramcısı ve devrimci Gramsci'den sonra, sivil toplum, Marxist muhtevasını kaybetmiş; kapitalist üretim ilişkileri alanının dışında, karşı-devrimin bir ajanı olarak ele alınmaya başlanmıştır.

Bu kısa tarihsel gelişimden hareketle, burjuvazinin henüz devrimci ve ilerici karakterinin bozulmamış olduğu zamanlarda, sivil toplumcuların hak ve özgürlük arayışlarının içeriği ve niteliği, toplumsal gelişmeyi ilerletici yöndeydi. Ama, sivil toplum kuruluşları, günümüzde, emperyalizm ve devrimler çağında, egemen sınıfa ve emperyalizme  karşı sınıf mücadelesi değil; devlet'e karşı hak(?) ve özgürlük(?) arayışları peşinden koşarak, ancak karşı devrime hizmet eden örgüt yuvaları haline geldi.

Zira, kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir toplumsal formasyonda, hak ve özgürlükler, esas itibariyle kapitalist sınıfın belirlediği biçimde ve kapitalist sınıf ve zümrenin çıkarlarına   göre vardır. O yüzden, sivil toplum örgütlenmeleri marifetiyle, sömürülen ve ezilen emekçiler için, hak ve özgürlüklerin elde edilmesi mümkün değildir. Çünkü; işçi sınıfı ve emekçi halk için hak ve özgürlük mücadelesi demek, egemen sınıf olan emperyalist güçlere karşı mücadele ile, sınıf ayrıcalıklarına yol açan sınıf ve zümrelerin  ortadan kaldırılması mücadelesinin bir parçası olmak demektir. Sivil Toplumculuk mücadelesiyle, sadece, ücretli sömürü ve kölelik sistemi  bir başka biçimde, yeniden üretilmiş olur. Kaldı ki, Sivil Toplumcu Kuruluşlar, kendilerini, sınıf ve iktidar mücadelesi dışında tarif etmişlerdir. Sivil toplumculuk, bu bakımdan, emperyalist kuvvetler ve egemenler için, sınıfsal bir aldatmaca ve oyalamaca aracıdır

Sivil Toplumcular, demokrasi, yargı bağımsızlığı, eşitlik, adalet, özgürlük, doğrudan oylarla seçilmiş meclisler, siyasal çoğulculuk, azınlık hakları, etniksel, mezhepsel, dini hak ve özgürlükler, hukuksal sorunlar, ceza yasası ve (sivil ?) anayasada değişiklikler.. gibi konuları mücadele amaçları olarak seçmekle, bilerek ya da bilmeyerek, mülkiyet ve sınıf ilişkilerini kamufle etmişlerdir. Sivil Toplumcular, ezen(emperyalist)-ezilen(mazlum) milletler ve emek sermaye çelişkisi yerine, suni bir '(sivil) toplum- devlet' çelişkisi  ikame etmiş olmakla da gerici; ve milli devlet düşmanıdırlar.

Sivil Toplumcuların hareket noktası devlettir. Daima, devlete nazaran yurttaşın hak ve özgürlük mücadelesi var sayılmıştır. O yüzden, sivil toplumcular, devleti, sürekli ve mutlak olarak var sayarlar. Aksi takdirde, devlet yok olacak olursa, ortada eleştirilecek bir şey kalmayacağından, sivil toplumcuların varlık nedenleri ortadan kalkmış olur. Toplumda hak ve özgürlük ihlalleri oluyorsa bunun sebebi ve sorumlusu devlettir; toplumsal düzen ve egemen üretim tarzı değildir.. Eğer devleti sınırlar; örgütlenişini ve işlevlerini küçültürsek; ve devlete karşı, zinhar mülkiyet ilişkilerine dokunmadan, iktidar mücadelesinin dışında demokrasi(!) mücadelesi verirsek, özel özgürlük alanları elde edebilir, Ve işler düzelebilirdi. Tabi, devlet derken kast edilen, daima, sınıflar üstü, otoriter ve baskıcı devlettir.

Toplum ise, onlar için, antagonist sınıf mücadelelerinin arenası değildi. Aslolan, sınıfsal kimlikten yoksun yurttaşların özel çıkarlarıydı. Ve bu özel çıkarlar, egemen sınıf ve zümrelere karşı değil de sınıflar üstü kimliği olan devlete karşı savunulacaktı. Böylece, sınıf ilişki-çelişkileri ile sınıf çıkarları ve iktidar mücadelesi örtbas edilmiş olacaktı. Ve tarih, sınıf mücadelerinin tarihi olmaktan çıkartılıp; (ceberut) devlet ve/veya bürokratik-askeri rejim ile liberal burjuvazi arasındaki mücadeleye indirgenmiş olacaktı. Ve bu sayede devlet, sınıfsal egemenlik ve baskı kurma aracı olarak, burjuvazinin sınıfsal sömürüsüne ve sermayenin yeniden üretilmesine hizmet etmeye devam edecek; ve ezen emperyalist devlet  kimliğiyle de var olmaya devam edecektir.

Günümüzde ve ülkemizde, sivil toplumcuların başlıca argümanı, "insan hakları ve demokrasi" oldu. insan hakları ve demokrasi derken de,  'askeri vesayet rejimi', etnik, dini, mezhepsel bölünmeler ve inançlar; din ve vicdan özgürlüğü; orta çağdan kalma tarikat, cemaat, aşiret mensupları için hak ve özgürlük mücadelesi.. gibi yurttaşların özel çıkar alanları anlaşıldı. Bu mücadele sırasında devletle olan ilişkide, karşı tarafta, hep birey ve yurttaş vardı; sınıflar, zümreler ve ezilen milletler değil. Ve devlet, söz konusu demokratik mücadele süreci içinde, hiç bir zaman, ilerde sönümlenecek olan; ve emperyalizm karşı mücadele eden milli, bağımsız ve siyaseten özgür bir gerçeklik olarak ele alınmadı.

Sivil Toplumcu kadrolar, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, aslında, emperyalizme karşı tam bağımsızlık mücadelesinin; ve  işçi sınıfının iktidar mücadelesinin bir parçası olduğu gerçeğini; ve işçi sınıfı ve emekçi halk için de bir demokrasi olabileceğini yok saymışlardır.

Sivil Toplumcu neo-liberal sollara göre, ordunun ilericisi ve devrimcisi olmaz. Aristotelesçi idealist özdeşlik gereği ordu, mutlak olarak hep ayni ordudur. Ordu, her zaman gerici ve karşı-devrimci  bir güçtür. O yüzden; Cumhuriyet öncesi Makedonya'da, Abdulhamit'in baskı ve gericiliğine kafa tutan Enver Paşa'ların, Resneli Niyazi'lerin, Eyüb Sabri beylerin, Ömer Naci'lerin, Mustafa Kemal'lerin mensubu olduğu ordu ile  Mahmut Şevket Paşanın 31 mart gericiliğini ezen Harekat Ordusu hep gericidir, zalimdir; ilerici olamaz, devrimci olaamaz!

Bu Sivil Toplumcular, İstiklal Savaşımızı yapan ve Emperyalistlerin askerlerini denize döken; ve gerici iç isyanları bastıran Mustafa KEMAL' in anti-emperyalist ordusu ile, Kenan EVREN'in 12 eylül darbesiyle karşı-devrim yapan; emperyalizmin hizmetindeki Nato'cu ordusunu  ayni kefeye koyarlar. Ve böylece emperyalizme hizmet ederler. Emperyalizm karşısındaki tutumlarına  göre her hangi bir ordunun ilerici ve devrimci olabileceğini görmezler.ve tarihin her döneminde; dünyanın her yerinde, vatanlarını istilacı ve yayılmacı sömürgecilere karşı savunan orduların var olduklarını unuturlar.

Emperyalizm açısından, ücretli kölelik sistemin istikrarı ve kalıcılığı hayat memat meselesidir. Sosyal barış(!) ortamını; ve ezen-ezilen; sömüren-sömürülen ülkeler arasındaki mevcut dengeyi(statüko), istikrarı  bozmaya kimsenin hakkı ve özgürlüğü yoktur. Bu yüzden; emperyalist-kapitalist sömürü ve baskı sisteminin bekası için emperyalizmin, sivil toplum örgütlerine ihtiyacı vardır. Yani, emperyalizmin, bütün dünyayı kuşatan bir 'sivil örümceğe' ihtiyacı vardır : Mustafa Yıldırım'ın "Sivil Örümceğin Ağında" kitabından okuyalım : "bu nedenle, devlet merkezlerinin egemenlik araçları ellerinden alınıp, halk kitlelerinin merkeze olan güven ve bağlılıkları zayıflatılmalıydı. Ulusal yönetimler kısa devre edilerek dünya egemenlerinin NGO, vakıf-enstitü gibi örgütler aracılığıyla, kitlelerle doğrudan ilişkiye geçmek daha ekonomik ve daha kalıcı bir yöntemdir. ülkelerde devlet ile halkın arasına adı sivil(!) kendileri dışardaki devletin güdümünde bir dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları ağı kurulmalıydı. Bu, egemenler adına bir tür uzaktan yönetimdir."

Demek ki, toplumun, sivil örümcekler marifetiyle, emperyalist-kapitalist sistem için ve sisteme göre örgütlenmesi gerekiyordu. İşte sivil toplum kuruluşları(stk), sistemin, sistem içi, örgütlü biçimi oldu. Ve sistemin özüne dokunmadan, güya sisteme(devlet-bürokrasi-askeri vesayet)) karşı özgürlük ve hak arama havarileri oldular. Ve uluslar arası banker ve çok uluslu dev şirketlerin kara paralarıyla beslenen sarı, turuncu, mor.. rengarenk sivil toplumcular,  proje demokracy'lerde sahne aldılar. Bu sayede, Amerikan emperyalizmi, gözüne kestirdiği bazı ulus devletlere : "be nice with me; otherwise l will bring you demokracy" diyordu. Yani benimle iyi geçin (bunu, bana boyun ey diye okuyun siz) aksi takdirde sana "demokrasi" getiririm diyordu.

Buradaki demokrasi getirmeyi, (Amerikan) emperyalizmin marifeti olarak, Irak'ta 1,5 milyon Müslümanın katli; ve dinsel-mezhepsel -ırksal bölünmeye uğramak diye okuyun. Ya da Amerika'nın genişletilmiş büyük orta doğu projesi kapsamında 30'dan fazla Müslüman ülkede akan kan ve göz yaşı olarak anlayın. ABD emperyalizmi ile 'iyi geçinmek' ise, emperyalizme boyun eğmek; ve milli devletini tasfiye etmek; mafya sermayesine bağımlı olmak  anlamına geliyordu.

Şimdi gelelim sadede : Sivil Toplumculara ve  özellikle neo-liberal sollara bir soralım bakalım : Peki biz hangi çağda  yaşıyoruz ? Lenin'in tespitlerine dayanarak söyleyecek olursak, ezen ve sömüren devletlerin, ezilen ve sömürülen devletleri sürekli baskı  ve denetim altında tuttuğu; buna mukabil, ezilen ulusların da, ezenlere ve sömürenlere karşı  kıyasıya bağımsızlık ve egemenlik mücadelesi verdiği; ve adına emperyalizm denilen bir çağda yaşıyoruz değil mi? Bu durumda, yani emperyalizm çağında, ezilen ve sömürülen bir ülkede, emperyalizme  karşı mücadelenin dışında bağımsızlık, özgürlük, insanca yaşama hakları(?) mücadelesi verilebilinir mi ?  Yoksa; sizin devrim(?) anlayışınız, emperyalizmden münezzeh, Türkiye Cumhuriyeti  Devletini yıkmak ve Mustafa Kemal Atatürk'ü tarih sahnesinden silmek için emperyalist devletlerle işbirliği (hainlik desek daha doğru olur) yapmakla mı  sınırlı?

Dahası; nesnelerin, insanları kullanarak üretim yaptığı; ve 'eşyaların kişilik kazandığı'; insanın bizatihi  meta olduğu  piyasa olmuş bir toplumda yaşıyoruz değil mi !? Ayrıca; insanların üretici gücü, nesnelerin, eşyanın benliğinde toplanmış ve adeta sihirli bir güç olmuş. Peki; böylesi sefil ve akıl dışı üretim yapısını ve yaşama şeklini sürdürmenin bir alemi var mı !? Yok değil mi. Ey STK'lar, insan ve hak sever olduğunuzu söylüyorsunuz, peki niçin, bu eşyaların insanların yerine geçip; kişilik kazandığı düzeni değiştirmek için hak ve özgürlük mücadelesi vermiyorsunuz ?

Bu güne kadar hiç dikkatinizi çekmedi mi; insanın üretici eylemi insandan kopmuş; insana karşı bir güç haline gelmiş. Uçağı pilot, gemiyi kaptan sürer. Oysa; her şey tepe takla olmuş. Uçak kendini pilota, gemi de kendini kaptana sürdürüyor. bu tepetaklaklığa   STK'ların hiç mi itirazı yok  !?

İnsan gücünün eşyanın üretici gücüne tabi olduğu bir çağda yaşıyoruz: Oysa; "tilki tarlayı masallarda sürer; manyetoyu çeviremez tavşan".  Anlıyacağınız özne ile yüklem yer değiştirmiş. Bundan daha büyük hak ve özgürlük ihlali olabilir mi !? El insaf; insan ipe serilmiş bir çamaşıra hiç 'mandal' olabilir mi ? şu anda neredeyse hepimiz çamaşırların mandalı olmuşuz ve çamaşır mandalı durumda yaşıyoruz.. Eğer bir özgürlük ve hak mücadelesi yapılacaksa, insanı, eşyanın basit bir yüklemi (çamaşıra mandal) yapan bu kokuşmuş ve çürümüş düzenin yıkılması uğruna yapmalıyız; değil mi ? Bu gerçek ortadayken, insanları başka bir şeyin mücadelesini yapmaya nasıl ikna edebiliriz ki !?

Mevcut verili düzen karşısında, insanı her yerde bir "şey" olmaktan kurtarıp toplum içinde kişilik sahibi bir birey yapacak olan devrimci dönüşümüme acilen ihtiyaç var.  İşte bu devrimci dönüşümü sağlama hakkı ve özgürlüğü dışında, hangi hak ve özgürlük için mücadele edilirse edilsin, bu sadece sermaye karşısında ücretli kölelik sisteminin devamına ve emperyalizme hizmet edecektir. Ey Sivil Toplumcu, aklını başına devşir biraz !

İnsan üretim sürecinin öznesi olacağına, sermayenin bir nesnesi ve aracı olmuşsa (çamaşır mandalı), bu devletin ve bürokrasinin ya da askeri baskı rejiminin kabahati değil, kapitalist üretim biçiminin ve emperyalizmin bir sonucudur. İnsanın, cansız bir nesnede toplumsal bir güç bulmasını, ceberut devletle, bürokrasiyle, askeri vesayetle ve sivil toplum örgütleriyle açıklayamazsınız ! Bu şekilde insanı kandıramazsınız !

Bilirsiniz, nesnelerin nesnelere çevrilme sürecinde, ister istemez, insan emeği kullanılır. Ey Sivil Toplum örgütleri, İNSAN ÜRETİM İÇİN VARDIR VE NESNENİN BİR ARACIDIR. MAKİNENİN GÜCÜNÜ NESNEYE İLETİR demek, size hiç mi zül gelmiyor?  Hiç mi vicdanlarınız sızlamıyor; yüreğiniz ağrımıyor !?eşya olmaktan, çamaşırın mandalı olarak yaşamaktan memnun musunuz yoksa !?

İnsanın yaratma, üretme eylemi, insanı özgürleştirecek yerde ona hükmeden devleşmiş bir güç oluyorsa; her ürettiği kendisinin biraz daha eksilmesine; her eylemi biraz daha pasifleşmesine; gücünü her kullanışı biraz daha etkisizleşmesine yol açıyorsa, STK'lar'ın insan hakları ve demokrasi mücadelesi, sadece, bu cehennemi ıstırabın sürdürülmesine hizmet eder kardeşim !. Hak ve özgürlükler şampiyonu olan ey STK'lar, bu büyük ahlaksızlık sizlere hiç mi acı ve üzüntü vermiyor ? Yeter artık, bu konuda biraz gıkınız çıksın; gıkınız !!!

Ey Sivil Toplumcu, meseleye, hala, üretim düzeyinde değil, üretilmiş olanlar düzeyinde bakıyorsun. Önce, ödenmemiş emek hırsızlığına dayanan üretimin yapısı ne kadar adil; sen ondan haber ver! artı değere el koyarak  Ücret karşılığında bir insana iş yaptırmak hak ve özgürlüklere sığar mı ? STK'lar olarak bu konuları örtbas ettiğiniz için utanmalısınız !!

Ayrıca, görmüyor musunuz; nesnelerin gücü toplumu yönetiyor. İnsanlar, ancak, nesnelere (mala-mülke) sahip olurlarsa toplumsal güce kavuşuyorlar. "Yazıklar olsun!!" desene,' insanlar arası ilişkiler, nesneler arası ilişkileri olmuş' diye !!

Ey STK'cı kadrolar, bilmem biliyor musunuz,  insanları kendine köle yapan nesnelerin gücü, 'ücretli emek-sermaye' çelişkisine ve yapısına dayanan toplumsal ilişkiler sistemi içinde, ücretli işçi sınıfı  tarafından her gün yeniden üretildikleri için ve üretildikleri sürece varlıklarını sürdürmektedirler. Nesnelerin, kendi başlarına, sihirli güçleri olacak halleri yok ya !!Demek ki, biz onları her gün yeniden üretmezsek onların kendi başlarına sihirli bir hale gelmeleri de mümkün olmayacak! İnsanı pasifleştiren bu faaliyet biçiminin hala sürdürülmesine; ve nesnelerin böyle sihirli güce kavuşmasına artık bir son vermek gerek ! Ey STK, ya insanı asıl özgürleştirecek olan o büyük devrimci kavgaya katıl; ya da lav et kendini gitsin !

Ey ücretli emekçi sınıfı son sözüm de sana : Ne olur şu kölelik zincirlerini kendi ellerinle üretme artık !

12 Ocak 2012 Perşembe

HALKÇI GRACCHUS BABEUF'UN ANISINA

Kralın kellesi halkın gözleri önünde giyotinle kesilerek sepete konuluyordu, aristokrasi mensupları ve kralcı klise babalarının akibeti de ayniydi. Böyle bir şey o zamana kadar dünyada görülmemişti. Herkes citoyen(yurttaş) olmuştu. "Küçük insanlar", asil olmayan sıradan halk, sankülotlar (baldırı çıplak yoksul halk), İktidara ortak olmuştu. Çünkü; Robespierre isimli bir devrimci ve jakobenler, Fransız Devriminin halkçı ve eşitliğe dayanan güçleri olarak iktidara gelmişti.

İktidardaki Robespierre'in devrimciliğihalkçılığıvatanseverliği ve bağımsızlıkçılığı, aristokrasi ve gerici burjuvazi için tehlike olmaya başladığında, 9 Thermidor darbesi ile, devrimci cumhuriyetin başı Robespierre de, giyotine gönderilmişti.

Fakat Robespierre'in ölümünden sonra Avrupa'da devrim dalgaları yayılmaya başlamış; 1830,1848 devrimlerinde ve 1871 Paris Komünü'nde hep Robespierre'in ve jakobenlerin ruhu dolaşmıştır.Ve Robespierre'in bu devrimci ruhu, Lenin'le Sovyet Devrimine; ve Mustafa Kemal Atatürk'le de milli kurtuluş savaşımıza esin kaynağı olmuştur.

Babeuf, işte bu Robespierre'in hayranıydı. Ama, Robespierre'in kanunlar önünde eşitlik tezine itirazı vardı. Babeuf, gerçek eşitliği (yani üretimden herkesin eşit pay almasını) savundu. Ve eşitliğe varmanın yegane yolu olarak da, özel mülkiyetin kaldırılmasını öngördü. Dahası;  miras hakkının kaldırılmasını;  toprağın kollektifleştirilmesini istedi. Adeta, bir bölüşüm komünizmden yanaydı Babeuf.

Mülkiyetin kutsallığına dokunan sınıfsal talepleri, Babeuf'ün en büyük günahlarıydı. Halkla ayni kaderi paylaşan, kendisine ayrıcalık istemeyen; ve önemli olanın "sınıf ayrıcalıklarını değil sınıf farklılıklarının" kendisinin ortadan kaldırılmasıdır" diyen bir devrimciydi o. Babeuf, servet biriktirmeyi ahlaksızlık olarak görmüş; ve "Eşitlerin Birliğini" kaleme almıştır.

Ama, bütün bunlar Babeuf'un sonunu hazırlamaya yetiyordu.'Eşitler Birliği' hareketi ayaklanma hazırlıkları yaparken bir ihbar sonucu önderleri yakalandı. Babeuf yargılandı ve 27 mayıs 1797 de giyotinle idam edildi.

Marx,  Babeuf'ü komünizme katkısı bakımından jakoben devrimcilerden ayrı bir yere koyar. Babeuf, öncü parti, özel mülkiyetin kaldırılması ve proletarya diktatörlüğü bakımından bilimsel sosyalistlerin esin kaynağı olmuştur.

İ.S.2.Yüzyıl Roma'sında, plep-patrici mücadelesinde, ezilen ve haklardan mahrum bırakılan halk sınıfı olan pleb'lerden yana olan Gracchus kardeşlerin mücadeleci kimliğine atfen kendine gracchus ismini alan Gracchus Babeuf, devrimci mücadele tarihindeki yerini daima koruyacaktır.

3 Ocak 2012 Salı

Sen, 'ücretli-insanlık' ayıbının resmini yapabilir misin Abidin ?

Sen "ücretli-insanlık" ayıbının resmini yapabilir misin Abidin ?
Hani, sırf ve sadece, 'ücret için' çalışan 'ücret için yaşayan' insanın.

İş yerinde paydos düdüğü çalsın diye bekleyen  ÜCRETE KÖLE  ve ücretli kölenin resmini yani..
İşin kolayına kaçmadan ama.

Ne sözleşmeli statüde  çalışan grev hakkı olmayan memurun;
Ne sendikasız taşeron işçinin,
Ne de toplu sözleşme pazarlığının.

Abidin sen,
Bu 'piyasa olmuş toplumda' 
İşçi-insanı sömüren patron-insanın resmini değil
O rezil insanlık soygunun, 'ödenmemiş emeğin', resmini yapabilir misin ?

"Zincirin zulmun kar etmediği büyük tahammülün" resmini yapabilir misin Abidin ?
"Kazanacağız; mutlaka kazanacağız !" diyen "büyük tahammül"ün resmini...

2 Ocak 2012 Pazartesi

"Sen de öyle misin Süleyman"

“--Sen de öyle misin Süleyman
Bilmiyorum.
Mesala vapurla inerken Boğazdan
Kandilli’ye dönüverince
Karşıda birden bire görmek İstanbulu
Veyahut Kalamış koyunun
yıldızlar ve su sesleriyle dolu
pırıl pırıl gecesi
yahut da Topkapı dışında kırların
göz alabildiğine gündüzü
hatta tıramwayda rastlanan tatlı bir kadın yüzü
hatta Sivas’da hapisanede
tenekede büyüttüğüm sarı sardunya
hasılı herhangi bir güzelliği tabiatın
çıksa karşıma
ben yeni baştan bir kere daha anlarım
değişmaesi lazım geldiğini
bugünkü insan hayatının…”

Nazım'ın bu şiiriyle, yıllar önce, kendisine "insan" mahlasını seçmiş olan bir arkadaşımın kamarasında karşılaşmıştım. Şiir, yatağının baş ucundaki alabandaya asıllı olarak duruyordu. Gerçek anlamda bir "insancılık (hümanizma)" kokan bu Şiire vurulmuştum. Bundan böyle, benim de baş ucu şiirim olmuştu.

Nazım diyordu ki, bu dünyada 'bugünkü insan hayatı' bu haliyle  hüküm sürdükçe, hangi güzelliği karşıma çıkarsa çıksın bu dünyanın, ben böyle EKSİK güzelliği ne yapıyım !? Çünkü "insan" yok bu güzelliğin içinde, kötü ve parçalanmış yaşam koşulları yüzünden insanların çoğunluğu habersiz bu güzelliklerden. Ücrete ve ücretli çalışma yaşamına esir olarak  alıştırılmış insan'ın bu güzellikleri görecek ne gözü kalmış ne de zamanı. Oysa ; tüm yaratıcılığın ve güzelliklerin kaynağı yine İnsan. Nazım, sanki, bir hayıflanma, bir eksiklik duygusuyla toplumsal ödev ve sorumluluklarımızı hatırlatıyordu bize. Şairin, değiştirilmesini gerekli gördüğü  'bugünkü insan hayatı',  aslında, ömrü, yaşamak için, emek gücünü satmakla geçmiş; ve ücretli kölelik sisteminin bir parçası olan insan'ın hayatıydı.

Nazım diyordu ki, insan bu dünyada ücretli köleyken hiç bir şeyin tadı tuzu yoktur, olamaz da! Bütün bu güzellikler, aslında insan için, ama insan da ücretli kölelik sisteminde bir esir bu durumda; özgür değil yani. Şimdi; insan özgür değilken, ben bu güzelliği ne yapayım; nasıl mutlu olayım !?  Mevcud ve verili bu ücrete ve ücretli kölelik sistemi bu dünyadan kaldırılmadığı sürece bu güzellikler anlam eksikliğine uğrar. Aslında onlara güzellik bile diyemeyiz belki. Zira o doğal güzellikde de, bakan insana nazaran, bir sınıfsal içerik vardır. Bu bağlamda hayran olduğum diğer bir ozanımız Enver gökçe'yi anmadan geçemeyeceğim : 

DOST
Ben berceste mısraı buldum
Hey ömrümce söylerim
Gözden, gezden, arpacıktan olsun
Hey ömrümce söylerim!
Bizsiz Ilgaz'ın çam ormanları güzel değildir.
Hayda günlerim hayda
Sırtını düşmana verdikçe
Murat dagları güzel değildir,
Dost dost ille kavga!

Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak üzüm,
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday,
Ayın onbeşi;
Biz olmasak Taşova'nın tütünü, Kütahya'nın çinisi,
Yani bizsiz
Anne dizi, kardeş dizi, yar dizi
Güzel değildir.

Gel günlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim,
Gel aslanım Mamak'tan
Erzincan'dan Kemah'tan
Düşmanlar selam ister
Gözden, gezden, arpacıktan!
Adana'nın pamuğu dokumada;
Diyarbakır, Afyon, Kütahya fabrikada
Ümit işkencede mahzun
Tenim, ayaklarım uryan
Ekmek işkencede mahzun
Ve Divrik'in demiri arabada
İşçi-köylü ve işçi birarada
Söyle türküler yadigarı kardeş
Söyle ağrılar yadigarı kardeş
Neden alınterleri
Nimetler, haklar haram oldu sana
Gel gunlerim gel de dol
Gel Aydınlım İzmirlim
Gel aslanım Mamak'tan
Erzincan'dan, Kemah'tan
Düşmanlar selam ister
Gözden, gezden, arpacıktan

Sana selam olsun
Hürriyetlerin meçhul olduğu dünya
Canım Türkiye,
Memleketimiz!
Calısşn halklarıyla ümmi
Calışan halklarıyla garip,
Irgadı, esnafı, madencisi, iptidai aletleri
Kadınları, erkekleri, hapishaneleri;
Başı boş suları, dumanlı vadileri, yoz topraklarıyla,
İşşizleri, realist şairleri, mücahitleri,
Sokak şarkısı, keten helvası,
Akşam Haberleri satanlarıyla memleketim
Sana selam olsun
Sürgünler, mahkumlar, hastalar
Alacağın olsun
Seni İstanbul seni
Seni Bursa, Çankırı, Malatya,
Sizlere selam olsun üniversiteler!
Öğretmenleri alınmış kürsüler,
Öğretmenler
Sizlere selam olsun
Hürriyeti yazan eller, dizen eller
Sizlere selam olsun makineler
Entertipler, rotatifler, bobinler
Bu gülünç, aşağılık,
Namussuz şeyler dışında,
Sana selam olsun
Zincirin zulmün kar etmediği,
Kırbacın kar etmediği
Büyük tahammül!
Gel günlerim gel de dol!
Gel Aydınlım, İzmirlim,
Gel aslanım Mamak'tan
Erzincan'dan, Kemah'tan
Düşmanlar selam ister
Gözden, gezden, arpacıktan

Enver GÖKÇE


Enver Gökçe de, "Dost" şiirinde, bütün bu güzelliklerin üreticisi ve yaratıcısı olan emekçiye, insanın emek gücüne ve emekçinin o büyük kavgasına olan bağlılığını ve inancını dile getiriyor. Doğasal ve toplumsal güzelliği,  ana dizini, yar dizini, kardeş dizini; Murat dağlarını, Ilgaz'ın çam ormanlarını... hep, emekçilere ve emekçilerin mücadelesine; düşmanla kavgaya nazaran ele alıyor. Türkiye'nin her sathından insanları, gözden, gezden, arpacıktan selam isteyen düşmanla savaşmaya çağırıyor. Güzelliklerimize ancak savaşla sahip çıkabileceğimizi;ve bu büyük kavganın dışında, güzel dediklerimizin aslında güzel olmadığını duygularımıza yüklüyor.

Güzelliğe dair her iki ozanımızın şiirinde vurgulanan şey, aslında, güzelliğin kendi başına(as such), izole, fix, mutlak bir gerçekliğinin ve anlamının olmadığı, olamayacağıdır; bilakis, güzelliklerin, ancak ücretli kölelik sisteminden kurtulma mücadelesinin ve sürecinin bir parçası olmasıyla  ilgili bir DEĞER olduğudur. İnsan, insanın ihtiyacıysa; ve her şey insan kardeşlerimiz içinse,   bu piyasa olmuş toplumda, dikkatinizi çekmek için tekrar söylüyorum, bu PİYASA OLMUŞ TOPLUMDA insan, insanın ihtiyacını nasıl gidersin? Eşyalaşarak mı !? Daha ucuz, çok pahalı ilişkisine girerek mi ? Bastır parayı; al her çeşit hayatı'yla mı !?  'Parayla, insani bir ihtiyaç gidermek' kadar daha ne 'aşağılık ve alçakça' olabilir ki ? Oysa; insan tasarım yapan ve yaratan bir varlıktır. Her şey, bütün bu güzellikler, çirkinlikler insanın üretken ve yaratıcı faaliyetinin birer ürünü ve sonucu iken, bu  ürün ve sonuçlar, nasıl olup da  insanın hayatına hakim olabilmiş; ve ne yazık ki tüm güzelliklerin anlamı ve ruhu böylece yozlaşıp gitmiş. İnsana nazaran güzelliğin yerini Mal(meta)' a nazaran güzellik almış. İnsanı(nın) güzelliği ile Mal(ın), (meta) güzelliği, yer değiştirmiş.

Eşyalar aleminin bize, bu şekilde egemen olması kabul edilemez tabi ki. Eşyalar, bizim özne'miz olamaz; bizler(insan) de eşyaların birer yüklemi olamayız. Çünkü bizler, üreten ve yaratan insanlarız. O yüzden; insan(lığ)ı her yerde bir şey(thing), bir eşya olmaktan kurtarıp; onu, sahici bir birey(person) ve bireyler(sonsuz çeşitlilikte "kişilikler") uygarlığının özgür bir üyesi  yapmak gibi toplumsal ödev ve sorumluluklarımız olmalı. Böylesi bir  mücadeleye  katılmaktan ve sürecin bir parçası olmaktan başka çaremiz yoktur ! Eğer bir güzel(lik)den bahsedilecekse, bu süreç, güzelliğin ta kendisidir.  Ve bu muazzam süreç, sınıf mücadelesinin dışında, kendi başına cereyan edemez; etmiyor zaten !

Şayet; insan, dünyaya en fazla lazım olan adam Marx'ın dediği gibi bir ihtiyaç varlığıysa ve insan insanın ihtiyacıysa, bu ihtiyaç, ücrete ve ücretli esaret düzeninde, ancak, bir esaret zinciri olan para sayesinde giderilebilir demektir. Paran yoksa yaşamın da yok demektir.Ve kimsenin gerçek anlamda özgür olmadığı bir toplumsal düzendir bu. Çünkü; gerçek anlamda özgürlük, Marx'ın dediği gibi, ancak, bir insanın özgürlüğü, her insanın özgürlüğünün şartı olmuş olan bir toplumsal düzende göverebilir; yani; bir sınıfın başka bir sınıfı sömürmediği; toplumsal sınıf çelişkilerinin  olmadığı ama hayatı yeniden üretme çelişkilerinin son bulmadığı bir toplumsal düzende, gerçekten o zaman her şeyin, Orhan Veli'nin dediği gibi, insan kardeşlerimiz için olduğunu daha iyi anlamış olacağız.

"Her şey sizin için;

Gece de sizin için, gündüz de;

Gündüz gün ışığı, gece ay ışığı;

Ay ışığında yapraklar;

Yapraklarda merak;

Yapraklarda akıl;

Gün ışığında binbir yeşil;

Sarılar da sizin için, pembeler de;

Tenin avuca değişi,

Sıcaklığı;

Yumuşaklığı;

Yatıştaki rahatlık;

Merhabalar sizin için;

Sizin için limanda sallanan direkler;

Günlerin isimleri;

Ayların isimleri;

Kayıkların boyaları sizin için;

Sizin için postacının ayağı,

Testicinin eli;

Alınlardan akan ter,

Cephelerde harcanan kurşun;

Sizin için mezarlar, mezar taşları,

Hapishaneler, kelepçeler, idam cezaları;

Sizin için;

Her şey sizin için. "


Evet; yeni bir yıla daha giriyoruz. İnsan kardeşlerim için ne dileyebilirim diye düşünürken bütün bunlar aklımdan geldi geçti. İnsanın tarih boyunca iki büyük kavgası olmuş : Atatürk'ün de karakterinde yer eden 'bağımsızlık ve özgürlük' kavgası. Her hangi bir güce bağımlı olanlar ve bağımlı kalarak yaşayanlar, katiyen özgür olamazlar.  Bağımlı insanlar, yetenek ve kapasitelerini geliştiremezler. Her hangi bir güce bağımlı olmak, bağımlığı mutlaklaştırmak, özgürlüğümüze pranga vurmak anlamına gelir. Unutulmasın, iktisaden bağımlı olanlar siyaseten özgür olamazlar. O halde, yeni yılda ne dileyeceğim kendiliğinden ortaya çıktı : Yeni yılda, emperyalizmin baskı ve denetiminden  kurtulmuş siyaseten özgür bir Türkiye istiyorsak, her kes, bunun için elinden gelen  bir şeyler yapsın. Özgür geleceğini bu günden eylemleriyle hazırlasın. Ve  böylece, daima  şen ve özgür kalın; gecede de fazla kaçırmayın; dikkat; özgürlügünüze de sadece bu gece değil  ömür boyu mukayet olun!!  Daha ne diyeyim ya; bu dünyada mutlu olmak varken "mutlu olun!!" işte!! Nihayetinde eksiklerimiz ve hünerlerimizle insanız. Bu dünyada mutlu olmayacağız da daha nerede mutlu olacağız?  Mutlu olmak insanoğlunun yaşama hakkıdır. Bunu hiç ve sakın  unutmayın!!

Nazım'la bitirelim bu yılı da "biraz şairane ama çok güzel söylemiş" :

"ÖLÜMÜN SON MEYDAN HARBİDİR BU
ZAFER AŞKIN VE HAYATINDIR..."