13 Şubat 2012 Pazartesi

AĞAÇLARDAN GÖZÜ KAMAŞAN ORMANI GÖRMEZMİŞ

Acaba; biz neden daha leb demeden leblebiyi anlayamıyoruz !? "ba" dedik mi bunun "bağımsızlık"; "an" deyince de bunun "anne" demek olduğunu anlamak bu kadar zor mu !? Bir bakışta her şeyin ıcığını-cıcığını çıkarmış olsak ne olurdu sanki!  Göklerde, denizlerde, yer yüzünde neler olup bittiğini şöyle göz açıp kapama aralığında bilsek iyi olmaz mıydı? Ne yani; koca bir insanlık tarihini anamızın karnında öğrenmiş olarak doğamaz mıydık!? Gerçi; bir bakışta aşık olabiliyoruz; ama, nedense bir bakışta nesnel gerçeği şıp diye anlayamıyoruz bir türlü; öyle değil mi?

İşte; bir yığın zahmet sana! İşin yoksa, insanı ve toplumu anlayacağım ve açıklayacağım diye kafa patlat dur; dünyayı ve olayları düşün babam düşün..! Keza; o somuttan bu soyuta;  bu soyuttan o somuta sıçra dur. Ya ben bu kadar çok ve çeşitli olayları bir çırpıda nasıl bilebilirim ki; buna ne duyum gözüm, ne de zihin gözüm yeter!

Hem sonra; dikkat ettiniz mi, doğada ve toplumda, hiç bir şey olduğu gibi, olduğu yerde, olduğu biçimde kalmıyor değil mi ? Şöyle; kaba bir gözlemde bile, bize ilk görünen şey: değişen, hareket eden şeyden ziyade, her şeyin hareket halinde olduğu ve değişime uğradığı gerçeğidir. Yeşil bildiğimiz yaprak vakti gelince sararıp soluyor; süt diye bildiğin sıvı mayayı yedi mi uygun ısıda yoğurt oluveriyor; Güneşi gördü mü eriyiveriyor sokaktaki kar.. toprağa düşen tohum toprağı itip filiz oluyor.. Birken iki; ikiyken üç ve çok olanlar.. ölenler.. doğanlar.. büyüyenler.. Hasılı; değişime uğramayan şey yok! "Şey" ve "Değişim" birbiriyle özdeşlik halinde. Yani; ayrılmaz halde, Şey-siz Değişim; Değişim-siz Şey yok! Şimdi ben, sürekli değişime uğrayan şeyleri ve sınırsız çokluk ve çeşitlilikte olayları, o muazzam bütünü nasıl anlayacağım peki? Kafamı kaşıyarak mı ? Kafam karıştı vallahi !

Vaktiyle Herakleitos diye bir bilge varmış, buyurmuş ki : "her şey hem kendisidir, hem kendisi değildir". Bu ne acayip şey öyle! Bir şey kendisiyse kendisidir; kendisi değilse de kendisi değildir değil mi yani ? Bunca yıllık şu zeytin ağacı kendisi değil de ne yani !? Hem sonra "kendisi" dediğin ne ? Sabit, tam, mutlak, saf, yalıtık bir şey mi bu? Biz sizi 1gram uranyum 238 izotopu (238U) olarak bilirdik; fakat, sizin 0.5 gramınızın 4,5 milyon yıl sonraki hali meğer kurşun atomuymuş(206Pb). Bu durumda siz gerçekten(?) nesiniz? Uranyum 238 izotopu mu; yoksa kurşun atomu(206Pb)  mu ? Ya da zamanla, niteliksel bir dönüşüme uğrayarak, 'her ikisi birden olma' gibi bir özelliğiniz mi var ?  Niye her neyseniz o olarak kalamıyorsunuz? Tuhaf bir çelişki doğrusu !

Benim bildiğim, farzı misal, şu uç uç böceği, uç uç böceğinden, yani kendisinden başka, ne karafatmadır; ne pire; ne de her hangi bir  böcek; olamaz da zaten;  sıkıysa olsun bakıyım !İşi yok da kendi varlığını inkar mı edecek!? O gene uç uç böceğidir hep, değil mi yoksa !? Peki, benim göremediğim ne var burada, onu söyler misiniz ? " inkarın inkarı" dedikleri şey mi yoksa?

Şimdi bak, şayet Herakleitos'un söylediği gibi her şey "panta rei" ise, yani, sürekli dönüşme-gelişme-ve değişme halinde bir akış ise; her şey bir çay, dere, akarsu gibi sürekli akmakta; ve kalıcı ateş gibi sürekli yanmaktaysa, uç uç böceği elbette uç uç böceği olarak kalacak; ama o, hep, değişim halindeki, sürekli değişmekte olan uç uç böceği olarak kalacak, ta ki sonlanıncaya kadar. Yani; uç uç böceği, her hangi bir anındaki durumuna indirgenmeyecek ve o andan ibaret olmayacak...

Tamam da, bu bakış bize uç uç böceğinin ne olduğu hakkında bir şey söylemiyor ki. Oysa; ben uç uç böceği hakkında özel bir şey , bir ayrıntı öğrenmek istiyordum. Mesela uç uç böceğinin üstündeki o benekler nereden geliyor ? Uç uç böceğinin en fazla ömrü ne kadar ? Gene mi bana araştırma ve inceleme; gözlem ve deney diyeceksin. Yahu kardeşim; ben, uç uç böceği hakkında hazırlop bir bilgi edinemeyecek miyim şu hayatta ? Şöyle, gözlem ve deneye gerek kalmadan, şu uç uç böceğini, *a priori,  bir bakışta anlayıversek ya !  Hazmedemese de bir oturuşta dünyaları yiyebilen midemiz gibi aklımız da bir düşünüşte dünyaları öğrenemez miydi sanki !?

O dediğin olmuyor işte hayatta; çünkü; "bir bakışla" ve "görme duyusu"  ile uç uç böceğinin nasıl bir böcek olduğunu anlayamazsın. "Nasıl"ı anlamak için, soyuttan somuta (somutun kavramına) yükselmen lazım. Uç uç böceğine belli bir biçimde bakmakla, onu, ait ve sahip olmuş olduğu ilişkiler ve bağıntılar bütününden (contex)  SOYUTLAMIŞ; koparmış ve yalıtmış oluyorsun. Yani; o benekli  uç uç böceğinin o muazzam gerçeğini, çok çeşitli belirlenimlerini sınırlamış ve  bir bakışa, belirli bir görme duyusuna İNDİRGEMİŞ oluyorsun. Oysa; doğada bu haliyle, yani, ilişkilerinden ve ait olmuş olduğu bütünden soyutlanmış haliyle  soyut uç uç böceği yok. O daima, somut uç uç böceği olarak var. 

O yüzden; uç uç böceğini bilmek ve tanımak için onu sadece algılamak yetmez; kavramlarla da, kategorilerle de   ifade etmek; zihinsel işleme tabi tutmak gerek. Zira, nesnel gerçekliğin özünü  ve yasalarını, sadece, kavramlar ve kategoriler yansıtır. Anlayacağın, gerçeği bilmek için soyuttan somuta(somutun kavramına) yükselmek lazım. "Canlı Algı",  "Soyut Düşünce"nin  yerini tutmuyor. Algılamak başka, soyut düşünce başka. Ne demiş bir diyalektik ustası bilgi sürecine dair : "canlı algılamadan soyut düşünceye buradan da pratiğe" işte sana bilgi edinmenin diyalektik yolu !

Peki; bilgi sürecinde "soyut" dediğin ne ? Hegel'in "idée(Fikir)"si nasıl ki kendi imkanlarını ve kapasitesini görmek için kendinden ve kendi kendine bir hareketle somutlaşıyorsa, diyalektik bilgi sürecinin "soyut" kavramı da tıpkı Hegel'in idée'si gibi, başlangıçta örtük'tür. Kendi imkan ve özelliklerini henüz tanımamış ve sunmamıştır. Bilincin ve soyut düşüncenin görevi, ondaki bu örtüklüğü açmak; ona çok sayıda ve çeşitlilikte belirlenim kazandırmak suretiyle, soyut kavramı, somut(un) kavram(ı) mertebesine taşımaktır. Yani ; soyutu somutlamak; bir düşünce somutu haline getirmektir. O yüzden; bilgi süreci, daima, kavramlar aracılığıyla, soyutun somutlanması sürecidir.

Maddeci Diyalektik bilgi sürecine göre, "soyut", daima, gerçekliğin bulanık, sisli, ve bütünsel olmayan bir tasavvurudur.  Somut ise, Marxa göre, "çok sayıda belirlenimin bir noktada bağdaşmasının sonucunda doğmuş bulunan bütünlük'tür."  Ben size şimdi bir meşe palamudu göstermiş olsam, bu meşe palamudu acaba, geniş gövdesi ve yapraklı dallarıyla gelişmiş bir meşe ağacının yerini tutabilir mi? İşte, diyalektik bilgi sürecinde, gelişmiş meşe ağacına nazaran meşe palamudu soyut'u temsil eder; gelişmiş ulu meşe ağacı ise, meşe palamuduna nazaran somut'u temsil eder. Bu durumda; başlangıç, ancak; soyut bir kavram(çok sayıda belirlenimin birliği olan meşe ağacına nazaran henüz aktuelleşmemiş; ve otodinamik gelişim sürecine   virtuel olarak sahip olan meşe palamudu) olabilir. Düşünce, soyut kavramdan hareketle somutun (çok sayıda belirlenimin ve özelliklerin bağdaşmış birliğini temsil eden meşe ağacı)  kavramına ulaşır. Böylece, nesnel gerçeği bilme sürecinde soyut kavram aşamasından somut kavram aşamasına geçilmiş olunur.

Diyalektik ustası Lenin "Felsefe Defterleri'nde diyor ki: "hareketi, onun devamlılığını durdurmadan, onu basitleştirmeden, onu zorlamadan, ayırmadan, onda canlı olanı çekmeden temsil edemeyiz, ifade edemeyiz, ölçemeyiz, betimleyemeyiz. Hareketin düşüncede temsil edilmesi her zaman onu dondurmak, parçalamak anlamına gelir. Ve sadece düşüncede, hareket konusunda değil, ama bütün kavramlarda da böyle olmaktadır."

Hegel'in "doğa mantiki fikir olarak, tin olarak gelişir" ifadesine yaptığı yorumda ise Lenin şöyle demektedir:  "Mantık, bilgi teorisidir. Bilgi, doğa'nın insan tarafından yansıtılmasıdır. Fakat bu basit, dolaysız, tüm bir yansı değildir. Bu süreç bütün bir dizi soyutlama, ifade ediliş, kavramlaşma, kanun vb...den ibarettir. Ve bu kavramlar, kanunlar, vb..leri dahi, ebedi olarak hareket halinde olan doğanın, evrensel kanunlarını göreli(rölatif) olarak sarmaktadır. Gerçekten, objektif olarak üç uç vardır: 1-doğa; 2-bilgi; 3-doğanın bilginin içine yansısının şekli.  Bu şekil, kavramlar, kanunlar, ulamlar(kategori) ibarettir. İnsan, doğayı "dolaysız tümlüğü" içinde, bütün zenginliği ve karmaşıklığıyla bir tüm olarak kavrayamaz-yansıtamaz- yeniden üretemez.  Onun bütün yapabileceği, soyutlamalarla, kavramlarla, kanunlarla, evrenin bilimsel bir tasvirini yaratarak ona sonsuza dek yaklaşmaktır." 

Bilgi neyle başlayacak? Lenin'e göre, bilgi, daima nesneden ve nesne ile pratik temastan doğmaktadır. Öyleyse; Tümlük olarak alınan doğadaki nesneden; verilmiş Bütün olarak nesnenin kendisinden  başlanılacaktır ama, onu, yani bilginin nesnesini, toplumsal ve tarihsel ihtiyaç ve amaçlara göre soyutlayarak, parçalayarak, yalıtarak işe başlanılacaktır. Evet bilgi edinmek için insanlar, bununla başlar, "fakat hakikat başlangıç değildir. onun sonundadır; daha doğrusu onun devam edişindedir". Dolayısıyla, hakikati arayan düşünce, nesnel gerçeği parçalamak, geçici olarak dondurmak, hareketsiz bırakmak zorundadır ki bu sayede, tümü, bütünü yeniden bulabilsin; ve düşüncede yeniden üretebilsin, kurabilsin. O yüzden, düşüncenin hareketi, her zaman, eksik(yaklaşık), göreli bir biçimde kalır; ve gittikçe daha derin ve gerçeği daha kucaklayıcı bir mahiyet kazanır.

Şayet, her hangi bir algı, "bilgi" olacaksa mutlaka  "soyutlamadan" geçmek zorundadır. Ama soyut düşünceyi  bir tehlike beklemektedir: Nesnel Gerçekten ayrılmak; incele(nil)en  belirli bir nesnel gerçeği bütünden yalıtmak/ayırmak.. Bu, idealizmde olduğu gibi, insanı, boş, yararsız, izole, mutlak soyutlamaya da saptırabilir. Çünkü; idealist-metafizik bilgi(lenme) sürecinde, incele(nil)en nesnel gerçeği bütünden ayırıp; ve nesnel gerçeklikten  ayrılıp bulutlar üstünde inşaat yapmak her zaman mümkün. Oysa, Maddeci Diyalektik Soyutlama, bizi hakikatten uzaklaştırmakla birlikte, bizi gerçeğe yaklaştıran doğru bir soyutlamadır. O yüzden, sapan ve sapıtan aydınlar, aslında, bilimsel soyutlama yetenekleri ve güçleri yetersiz olduğu için/olduğu ölçüde sapmış, idealist-mistik ve indirgemeci subjektif aydınlardır(!).

Bilgi sürecini meydana getiren  unsur ve aşamalardan(moment)  her hangi birini  ayırıp onu mutlaklaştırırsak eğer, metafizik idealizmin bir türünü elde etmiş oluruz. Örneğin,  pratiği ayırıp mutlaklaştırın, Pragmatizmi elde edersiniz. Duyuyu ve olayı, özden ve kendinde şey(?)'den ayırın, Deneyciliği veya Sensüalizmi, Bilinemezciliği(agnostizim) veya Pozitivizmi  elde edersiniz. Bilim insanının faaliyetini ayırıp mutlaklaştırınız, Öznelciliği elde edersiniz. İzafi'den, anı ayırınız ve onu mutlaklaştırın  Rölativizmi vb.ni elde edersiniz. (Oysa, izafi ile mutlak arasındaki "fark" bizatihi izafidir zaten. Mutlak ve İzafi ölü taşlaşmış kavramlar değildir. Bunlar canlı ve birbirlerine dönüşebilen kavramlardır. Lenin'e göre,"mutlak ve izafilik, sınırlılık ve sonsuzluk tek ve ayni bir evrenin dereceleridir". Bilincin kendisini ayırınız ve mutlaklaştırın genel olarak İdealizmi elde edersiniz. Demek ki, her tür idealizm, canlı( bütün) bilgi sürecini  sakatlar ve durdurur. Ve Lenin'in belirttiği gibi: "İdealizm, bir urdur, bilginin bir an'ını irileştirir".Ya duyuyu, ya kavramı ve soyutluğu, ya da eleştirici şüphenin ve yargının geçici olarak askıya alınışının anını irileştirir. Oysa; Diyalektik Materyalizm, bilginin, canlı, bütüncül sürecini ve unsurlarını kırpmaz; bilgi sürecinin tüm unsurları ve aşamalarına göre  bir bütün olarak tanımlanır.

Dünyaya her zaman lazım (olacak) olan adam Marx'ın belirttiği gibi "somut", özne-nesne ilişkisinde, gözlem ve tasavvurun hareket ve başlangıç noktası olduğu halde, düşüncemizde, zihnimizde bir "sonuç", bir sentez olarak bulunacaktır. Ama bu, yani zihinde kavramlar aracılığıyla yeniden üretilen somut (kavramı) ile, zihnimize konu olan somut'un bir ve ayni olduğu anlamına gelmez. Yani; zihinde üretilen somut,   (nesnel) somut 'un kendisi değildir; aralarında fark vardır.  Nasıl ki somut kedi ile, zihinde yeniden üretilen kedi kavramı bir ve ayni değilse. Zira kedi miyavlar ama kedi kavramı miyavlamaz (Spinoza'nın köpek ile köpek kavramı arasındaki farka atıf yapması gibi.. malum; köpek kavramı havlamaz ama her  köpek havlar !)

Bu bağlamda belirtmek isterim ki; Hegel'i ve Marx'ı bilmeden Tarihsel Gerçeği bilen(!) kesirli aydın tipleri, çok bilmiş 4/4 bütüncü aydınları tenzih etmiyorum,  zihnimize ve düşüncemize  konu olan somut ile, zihnimizde yeniden üretilen somutu, birbirlerinin yerine koyarak  gerçeği tahrif ederler; ve mütemadiyen ve kaçınılmaz olarak indirgemeciliğe ve sübjektivizme (öznelcilik) düşerler.

Georg Lucacs'ın da belirttiği gibi Hegel'de "gerçek bütündür".

Peki; Gerçeği bilmek ve analiz etmek için, doğanın ve toplumun tarihinin ayrı ayrı ve özel parçalara bölünmesi ve bu parçaların belirli ve çeşitli sınıflara ayrılması, ister istemez, Bütün 'ün gözden kaçırılmasına yol açmaz mı?  Elbette açar; açmaz olur mu? Ancak; yukarıda Lenin'den örneklerle belirtmiş olduğumuz gibi,  gerçeğe ve Bütüne  ulaşmanın yegane yolu da, Bütünü yeniden üretmek için  Bütünü parçalara ayırmaktan geçer zaten!  Yani; Bütünü parçalara ayırma,   bilme ve anlama sürecinin zorunlu bir aşamasıdır. O yüzden, analiz ve sentez süreci boyunca, daima, Somut Bütünü  göz önünde bulundurmak gerekir.

Öte yandan, belirli bir somut bütünü belirli parçalara ayırma ve sınıflandırma yöntemi, bizlere, kötü bir akıl yürütme alışkanlığı da kazandırır. Neymiş o demeden anlatayım : Bu çeşit bakış ve düşünce biçimi, yani parçalara ayırma ve sınıflandırma, dikkatli olunmazsa, doğal ve tarihi nesne ve süreçleri, tek başlarına, yalıtık, ait olmuş olduğu bağlam dışında; hareketsiz ve değişmez unsurlar olarak ele almamıza ve kavramamıza yol açar. Ki bu da, Gerçeği daima tahrif edilmiş; ideolojik ve yanılsamalı bozuk bir gerçeklik haliyle bilmemize  hizmet eder. Ve böylece, egemen gücün ve ideolojinin yaşar-kalıcılığı ve istikrarı da beslenmiş olur.

Gerçeği bir bütün olarak ve hareket halinde olarak asla kavrayamamamız anlamına gelen bu dar-kafalı düşünme biçimine, üzerinize afiyet, metafizik düşünme biçimi denir. Metafizikçi, soyutlama gücü ve kapasitesi itibariyle, gerçeği bir bütün olarak anlamaktan yoksundur.  Zira, gerçek, bizatihi, diyalektik olarak hareket ettiğinden diyalektik gerçekler, metafizik donmuş  kafalarla anlaşılamaz. Çünkü, bizleri çevreleyen her şey diyalektiğin bir anıdır. Yani, her şey değişimsel ve sonludurDiyalektik derken de, Hegel'in ifade ettiği gibi,  "sonlu'nun, neyse o olmaktan tamamen ayrılarak,  kendi ansal(immediate) veya doğal varlığının gücü dışında birdenbire kendi zıddına dönüşmeye zorlanmasını;  ve her şeyin, yani sonlular dünyasının,   yok olmaya ve ölmeye mahkum olmasını anlarız. böyle söylerken de,  evrensel ve önüne geçilemez bir güç olarak diyalektiği dile getirmiş oluruz. ki bu gücün karşısında,  kendisini ne kadar güvenli ve kalıcı sayıyor olursa olsun, hiç bir şey dayanamamakta ve kalamamaktadır." 

Diyalektik'i ilk kez sistematize eden Hegel'e göre diyalektik: "şeylerin ve bir bütün olarak sonlunun(sınırlı  ve kendi sonuna doğru hareket etmek zorunda olanın) yasasıdır."  Yüce Hegel'in tek kusuru,  kategorik olarak,  Tekil'i, sonlu  ve kendi başına bir özne olan İdee'in  formu ve anti-tezi olarak ele almasıdır. Ve özü, kategorik olarak, (nesne-siz)Tümel'e temsil ettirmesidir. Oysa, gerçekte, Tekil'in somut varlığı,  İdee'yi, bir yansıma formu olarak insan bilincinde oluşturur. Ve Tümel, esas itibariyle, kendi başına, izole, saf, mutlak bir özne olarak değil de; nesneye bağlı bir özne olarak vardır ve gerçektir. Tümel  "fenomenlerin entegral bütünlüğünü, yani, maddenin tezahürü olan hareketi ifade ve temsil eder.

Bu bağlamda, metafizikçiye geçmeden önce biraz Marx'tan bahsetmeliyim: Her zaman Hegel'in bir öğrencisi olmaktan gurur duymuş olan Marx, kendi diyalektik anlayışını baş yapıtı Kapita'le yazdığı önsözde şöyle anlatıyor: "benim diyalektik yöntemim, temelinde, Hegel'inkinden yalnız farklı değil, fakat onun düpedüz tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşama süreci, yani düşünme süreci-Hegel bunu "İdée" adı altında, hatta kendi başına bağımsız bir özneye dönüştürür.- gerçek olanın, gerçek dünyanın yaratıcısı, mimarı(demiurge)'dır; gerçek olan, gerçek dünya,"İdee"nin sadece dışsal görünüş şeklidir.  Benim içinse tersine,"idée(fikir)", maddi dünyanın ,insan kafasında(aklında) yansımasından ve düşünme şekline girmesinden başka bir şey değildir.

Diyalektiğin Hegel'in elinde büründüğü mistisizm diyalektiğin genel hareket şekillerini, kapsamlı ve bilinçli bir şekilde, ilk önce onun ortaya koymuş olduğu gerçeğini, hiç bir şekilde gölgeleyemez. Hegel'de diyalektik baş aşağı durur. Mistik kabuk içindeki rasyonel özü bulmak için, onun tersine çevrilmesi, ayaklar üstünde durdurulması gerekir. Mevcudu var olanı yüceltip şaşaalandırır  göründüğü için, diyalektik, mistikleştirilmiş şekliyle Almanya'da moda olmuştu. Oysa rasyonel şekliyle diyalektik, burjuvazi ve onun sözcüleri için, rezalet ve iğrenç bir şeydir; çünkü; diyalektik tarihsel olarak her oluşmuş şekli, akan bir hareket içinde ve dolayısıyla bunun yok olup gidici yanını da gözden ayırmadan kavratır;  çünkü diyalektik, üzerinde hiç bir şeyin oturtulmasına izin vermez, özünde eleştirici ve devrimcidir." 


Metafizikçi içinse, nesne, olgu ve olayların düşüncede yansımaları olan kavramlar, daima, kendi başlarına bir gerçekliğe sahip olabilen, değişmez, sabit, tam, saf, yalıtık ve mutlak konulardır. O, orta terime ihtiyaç duymaz; sadece anti-tez aracılığıyla düşünür. Kötüyse, hep kötüdür. İyiyse hep iyidir gibi.. Şartlara ve etkilere bağlı olarak değişimi kabullenmez metafizikçi. Onun için ya evet vardır ya hayır. Ayni zamanda, hem evet hem hayır yoktur. "bir şey ya vardır ya yoktur. ve neyse odur; ondan başkası olamaz, anladın mı !?" der metafizikçi.

Bak istersen biraz daha devam edebilirim. Metafizikçi ne yapıyor biliyor musun,    unutuyor; evet basbayağı unutuyor. peki; neyi unutuyor ? Tekil nesne, olgu, olay ve süreçler karşısında, onların ilişkileri ve bağlantılarının olduğunu, yani, canlı bir organizmadan, organik birlikten, karaciğeri çıkarıp tek başına inceliyor metafizikçi. Ve yaşayan bir bütünün parçası olduğu gerçeğini göz önüne almadan, karaciğer hakkında, tek yanlı, tam, saf, izole, mutlak bilgiye ulaştığını sanıyor.. Nesneden bir kavram çıkarıyor, sonra da nesneyi ve gelişimi o kavramdan kurgu yoluyla türetiyor. Böylece sübjektivizme ve a priorizme düşüyor. Dahası, nesne, olay ve süreçlerin varlığı karşısında da, onların oluş ve yok oluşlarını; dolayısıyla "tarihi ve geçici" olduklarını; ve hareketsizlikleri karşısında sürekli değişime uğradıklarını göremiyor.  Akıp geçen zamanı sadece bir an'a hapsediyor.  Anlayacağınız, ağaçlar yüzünden ormanı göremiyor metafizikçi.

Bir organik bütünü ele alalım. Bu canlı organik bütün Feridun Amca olsun. Bu Feridun Amca'ya yeterince yakından bakacak olursak, onda, bir çelişkinin olumlu ve olumsuz diyebileceğimiz iki kutbunun karşıt oldukları kadar ayrılmaz  olduklarını; ve birbirlerine karıştıklarını, kaynaştıklarını görürüz. Şimdi, bu durumda, Feridun Amca, sabit, değişmez, tam, mutlak, izole, kendi başına  bir Feridun Amca olabilir mi hiç ? Feridun Amca'nın ancak; (toplumsal ve/ile tarihsel) bir sistem gerçekliği içinde bir yeri ve anlamı olabilir. Toplumsal ilişki ve bağlantılarından ayrı, kendi başına bir Feridun Amca olamaz; zaten yoktur. "Hiç bir yerde" var olabilen bir Feridun Amca(!) tasavvur edebiliyor musunuz?

Feridun Amca, sürekli, değişim halinde olmak zorundadır. Zira; verili bir anında, canlı bir organik varlık olarak nefes alıp vermek zorundadır. Ve her an bedenindeki hücreleri hem yok olur hem de yenilenir. Dolayısıyla Feridun Amca, her an, hem ayni Feridun Amcadır hem değildir. Her yeni nefes alışında yeni maddeleri bedeni özümsediği ve vücuduna mal ettiği için, eski Feridun Amcayı inkara uğratır ve yeni Feridun Amca olarak var olur. Doğrusu, ne eski, ne de yeni Ferudun Amcadır o. Gerçekte; o, her iki durumu da kısmen kapsayan ve aşan, bir sentezin Feridun Amca'sıdır. Yani o, daima, 'farklı(laşan)' ve çelişkili, karşıtların birliğinin  Feridun Amcasıdır. Koca Rağıp Paşa'ın özlü sözünde olduğu gibi, "sel, duvarını hadm eyleye eyleye yıkarmış." Yani her anında duvar, niceliksel olarak biraz daha aşınır; farklılaşır; farklılaşırken de eski durumuyla zıtlaşır; kutuplaşır  ve eskir(yenin habercisi). Nihayetinde, aşındırma işi(nitelik), çelişki, belli bir nicel birikime, kıvama ulaştığında da duvar yıkılmış olur.

Bu bağlamda Napolyon'u da anmadan geçmeyelim. Engels'in Anti-During'de yazdığına göre, atları kötü ama disiplinli Fransız süvarileri karşısında, atları iyi ama kullanıcıları disiplinsiz olan Memlük'lülere karşı yapılan savaşta Napolyon şöyle der : "İki Memlük, üç Fransızdan kesinlikle üstündü;100 Memlük ile 100 Fransız birbirine denkti; 300 Fransız 300 Memlük'ten çoğu kez üstündü, ama 1000 Fransız 1500 Memlük'ü her zaman yeniyordu."

Şimdi,  bütün bu söylediklerimin doğruluğunu sınamaya var mısın ?

Feridun Amca'yı, Koca Rağıp Paşa'yı, Napolyon'u çağırıyorum bak.

* "kafadan bilmek..." yani;deneye ve tecrübeye gerek duymadan, sırf ve sadece, kafanın faaliyeti ve kurgusu, bilmeye yeter demek. A priori bilmek demek,"ne gerçekler bildim zaten yoktular !" demektir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder