13 Mart 2012 Salı

Tonton Mapuset Teyzenin Falı

Geçen gün, ihtiyaç dolu insan dünyamı unutup, "neden evrende her şey var da hiç bir şey yok!?" diye 'saf düşünce' krallığının tahtında oturmuş; egemen güçlere zarar vermeden uzayın derinlikleri için kendi kendime biraz fikir üretiyordum. Güya nesnesiz tümel elde edecektim; evrensel avuntu işte !  “Ne çok bilmişliğimle” tam; "hiç bir şey" hakkında  her şeyi bilecekken ve  soyutun soyutluğuna (ultra deep) düşecekken, birden, "bütün ülkelerin işçileri ve ezilen ulusları birleşin" diyen bir sesle irkiliverdim. Tüm Hubble uzay teleskopluğumla baktım ( çünkü; nesne ve olay ile karşılaşmanın yerini hiç bir şey tutmaz!), uzayın derinliklerinde, ben ve uzaydan başka ne bir "sınıf mücadelesi"; ne  işçi, ne de ezilen ulus vardı...

Ama o sesi duymuştum işte. Ses, adeta bir koro sesiydi ama  hiç bir tanıdık sese benzemiyordu. Yurttan sesler kadınlar korosu desem o da değildi; zira, içinde, sanki kozmik erkek sesleri de olan ve her şeyin bir birine sürttüğü çınlama vınlama karışımı kosmozal gıcırtılı bir koro ses idi. Hasılı, ancak özel uzay kulağı olanların duyabileceği tuhaf bir sesti. Yoksa; gaipten sesler mi duyuyordum? Gerçi, atom-altı parçacıkçılar, her nasılsa, gaipten “Büyük Patlama (*Big Bang)” sesi duyabilmişlerdi ama; ben, gene de ürkmüştüm. Uzayın derinliklerinde daha fazla kalamayacağımı anlayarak, “**cosmological vertigo'ya” tutulmadan, düşünce ve korku hızıyla, sınıf mücadeleli insan dünyama geri döndüm. Ne de olsa hala toplumsal varlığız; bir hayvan sürüsüne geri dönecek halimiz yoktu ya!

Boşuna ‘insan insanın dünyasıdır’ dememişler değil mi? Fırtınada limana sığınan gemiler gibi en yakın “insan” limanına giriverdim. Çevremde benim gibi ücretli insanlar fink atıyordu. (sahi ya; şu insanlı dünyada ne çok ücretli-insan var!). Cosmological ürpermem geçsin diye, hemen,  ücret veren bir insanın mahiyetinde çalışan ücretli-insan'a bir kahve söyledim. Kahvemi yudumlarken hiç bir şey keyfimi kaçırsın istemiyordum. Dalga şıpırtıları, havada uçuşan martılar ve bedenimi ısıtan güneşle rahat ve mutluydum. Fakat, uzayın derinliklerinde duyduğum o acayip ses hala beynimi kemiriyordu. Dünyanın hayati bir meselesinin uzayda işi neydi ? Yoksa uzayın da piyasalaşması ve sömürgeleştirilmesi mi söz konusuydu ? Dünyada birleşemeyen işçiler ve ezilen milletler, uzayda kime karşı ve ne için birleşecekti ? Anlayacağınız, kahvemle mutlu olacakken soru üşüşmesine uğramıştım.

Mutluluğum daha fazla gölgelenmesin diye tam kahvemin son  yudumlarını  alacaktım ki, baktım; karşıdan annemin arkadaşı meşhur rüya tabircisi ve kahve falcısı Tonton Mapuset Teyze, Shakespeare propagandası yapa yapa geliyordu. Ayni zamanda iyi bir entellektüel olan  Tonton Mapuset Teyze, kabul günlerinde ve kamuya açık yerlerde Shakespeare'den ezbere soneler okumaya bayılırdı. Ve geçimini soneler okuyarak sağlardı. O, hiç bir şeye para ödemez; ihtiyacı olan şeyi almak için sadece Shakespeare'den soneler okurdu. Herkes onu tanırdı; mahallenin "tereyağlı var..","hala mı 100 biiin ?." kurabiyecisi Feridun Abi gibi biriydi o da...  Sokağa çıktı mı yürürken, sektirmez, muhakkak soneler okurdu.

Beni fark edince el ederek hemen masama buyur ettim. Ve ona da bir kahve söyledim. Kırmızı elma yanak besili yüzünde gülümsemesi hiç eksik olmayan Tonton Mapuset Teyze her zamanki  haliyle tontondu. Biraz tontonluktan sonra, ona, uzayın derinliklerinde başıma gelenden bahsettim. Zaten tonton olduğundan tontonca beni dinledi ve beni sakinleştirmek için o çok sevdiği Shakespeare'in soneleri'nden bir tanesini bana okudu :

yıldızlara danışmam yargılarımda,
yıldız falından anlamadığım söylenemez oysa;
ama uğurlu uğursuz haberler vermekle de değil işim,
ne bela, ne kuraklık, ne değişkenliğiyle mevsimlerin;
hiç yanaşmam fal bakmaya, yarınları okumaya,
fırtınadan, yağmurdan, rüzgardan haber vermeye;
gök kubbede bulduğumu kendime saklarım hep,
yarınlardan haber olsa da, iletmem prenslere.
bildiğim her şeyi senin gözlerinden öğrenirim;
o değişmez yıldızlar anlatır bana ne biliyorsam;
direnmeyi bırakır soyunu sürdürürsen eğer,
gerçekle güzel yan yana filizlenip yetişecek, der.
      bunun yapmazsan eğer, işte falın, bilmiş ol ki senin sonun
       gerçeğin de sonu olacak, ve güzelliğin kıyamet günü gelecek.

Anlaşılan fallanma zamanım gelmişti. Sone'de her ne kadar "hiç yanaşmam fal bakmaya, yarınları okumaya" dese de, Tonton Mapuset Teyza fincanımı eline aldı faltaşı gözlerle gözlerimden beni okumaya başladı.  Cosmological tuhaflığıma şöyle bir değindikten sonra ”yavrum” dedi, “son zamanlarda mülkiyet ilişkileriyle çelişkin olmuş. Bir vakitler malla mülkle gayet kendine uygun ilişkilere girmişsin, almışsın-satmışsın ama, bu ilişkiler senin üretim güçlerinin ve yeteneklerinin  gelişme biçimleriyken şimdi seni köstekleyen birer zincir olmuş. Bir zamanda mı desem üç zamanda mı, derhal bu ilişkilerden kurtulman lazım. Bak görüyor musun fincandaki şu bakla bakla zincirleri.. İşte bu zincirlerin her biri, seni ve özgürlüğünü esir almış; kımıldatmıyor. Neredeyse; varlığın, şu dev şirketlerin ve tekellerin varlığına armağan olmuş! Anlayacağın, şirket hayatı sana hiç yaramamış; şirket-adam(ı) olarak durumun çok kötü, zincire vurulmuş ve parayla zehirlenmiş bir halde yaşıyorsun. Sana yeni bir iş, yeni bir mücadele, yeni bir mekan ve yeni bir hayat; yeni bir aşk lazım. Eğer bunları var edemezsin, senin gerçeğinin ve güzelliğinin de kıyamet günü gelecek. Oysa; Shakespeare'in dediği gibi,  gerçekle güzel yan yana filizlenmeli değil mi?”

Faltaşı gözünü gözlerime dikerek ekledi : "bir de, her şeyi kafana çok takıyorsun be yavrum. Ne işin var senin cosmological vertigo’yla ? Bırak şu kosmozal gezintileri artık.. Somut dünyaya in! Sana mevzu mu yok şu yalan dünyada? Hem sonra, insan dediğin, Aristotales'in dediği gibi, zoon politikon’dur ?  Yani siyasal ve toplumsal bir hayvan.. Bak; düşmanların, seni, devrimle kurmuş olduğun cumhuriyetinden ve bağımsızlığından mahrum bırakmak istemiş; sense, bu tehlike karşısında kozmolojik gezintiye çıkarak seyirci kalmışsın be yavrum. Hani siyaset, nerede? Hangi mevzidesin? ona cevap ver önce.  Şayet; tarih ve siyaset  dışında kalırsan hiç bir egemen güç seni ciddiye almaz ki..! O yüzden; doğru mevzilerde boyun eğmeden siyaset üret ve  aslanlar gibi mücadele et; asıl hayata! Mücadele etmek, mutluluk kaynağın olsun! Bir de, sade ol; sade yaşa.. Hepsinden vazgeçtim, şiir oku biraz; şiir.  Shakespeare'in sonelerini mesela.. "Unutma; hayat, müzik gibi şiir de sever!

Tonton Mapuset Teyze, kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra sıra yaşam tarzımı eleştirmeye gelmişti. "Kafanın karışıklığı ve kafandakiler, yaşam tarzından ve içinde bulunduğun şu berbat şartlardan kaynaklanıyor senin. Hayatını üretme tarzın, genellikle, sosyal, siyasi, psikolojik ve fikri hayat süreçlerini de şartlandırır. Ama; Yaşam şartlarını ve ilişkilerini değiştirirsen, kafanın içindekiler de, sen de, değişirsin. Sen, bunu unutuyorsun işte.. Baksana şu fincandaki şekillere, onların bu varlığı olmasa ben nasıl falcılık yapabilirim ki !? Benim falcılık bilincimi ve sezimi belirleyen kahvenin imge oluşturan şu şekilleridir. Onlar olmasa ben falcı falan olamam; olsam olsam bir uydurukçu olurum. O yüzden bilinç ilişkilerinde nesneyle, somutla karşı karşıya gelmenin yerini hiçbir şey tutamaz. Çünkü; zihinsel ve ruhsal olan ne varsa, hepsi, pratik faaliyetlerimizin bir türevidir. Her bilincin kendine uygun bir de duygusu vardır. Bilinci duygusuz sanmayız; isteksiz bilinç bir işe yaramaz. 

Tonton Mapuset Teyze, dillere destan falcılığıyla bir nebze olsun "uzay gamı"mı almış; ve kendim hakkındaki beslemiş olduğum duygu ve düşüncelerime aldırış etmeden, bana öğütlerde bulunmuştu. Uzayın derinliklerindeki spekülatif faaliyetlerimden uzaklaşıp artık akıp giden hayata karışmalıydım. Aksi halde, cosmological boşluğa düşmekten kendimi alamayacaktım; ve  ayağımı toplumsal gerçeklikten  kesen bulutlar arasında "kavramsal yapı kurma" faaliyetine devam edecektim. Bir an önce bu kozmolojik düşkünlük'ten ayıkmam gerekiyordu.

Ben bu düşüncelere dalmışken Tonton Mapuset Teyze ferahlatıcı 'mapuset kokusu'nu süründükten sonra,"daha akşam yemeğini hazırlamadım hadi bana müsaade" diyerek ayağa kalktı. "Annene selam söylemeyi de unutma sakın" diyerek yanımdan ayrıldı. 

Tombul bedeninin arkasından bakarken fark ettim ki, Tonton Mapuset Teyze, aslında, seyyar olarak kamuya açık yerlerde anayasal hakkını kullanarak Shakespeare'i sevdirme propagandası yapıyordu. Ve  O,  bu sayede sevdiği bir işi yaparak aslında özgürleşiyor ve rahatlıyordu. Ona imrenmiştim doğrusu, çünkü; her türlü özgürleştirici eylem, bende, imrenme ve hayranlık duygusu oluştururdu. 

Bu arada, nasıl olduysa, Cosmological Vertigo'm gitmiş, onun yerine, Tonton Mapuset Teyze'nin yanımdan uzaklaşırken okuduğu ve  kulaklarımda çınlayan   Shakespeare'in o "yaratılışın en güzel örnekleri hep çoğalsın isteriz" diye başlayan eşsiz dizeleri  kalmıştı:

yaratılışın en güzel örnekleri hep çoğalsın isteriz,
dileriz güzelliğin gülü hiç solmasın,
ama nasıl tükenişe giden yol olgunlaşmayla başlarsa
anıları da, geride kalan körpe sürgün taşır.
oysa kendi ışıl ışıl gözlerinden öte kimseyi görmeyen sen,
hazırdaki bolluğu yok ediyor, kıtlık getiriyorsun :
o alımlı özüne en amansız düşman yine sen.
pürüzsüz tazeliğinle gözler alıyorsun şimdi,
olanca ışıltısıyla ilkbaharı müjdeliyorsun benliğinde
ve bırakmıyorsun goncanda gömülü varlığı, sıyrılıp çıksın;
tatlı huysuz, neler harcanıp gidiyor nekesliğinle,
      ya acırsın şu dünyaya, ya da oburca kendine saklarsın
      yer yüzünde payına düşeni, bir başına giderken toprak altına.


*Big Bang... Bu güne kadar Big-Bangci atom-altı parçacık fizikçiler ve astro-fizikçiler, ne hikmetse, şu meşhur Big Bang'in kosmozal mekanın neresinde meydana geldiğini bir türlü söyleyememişlerdir. "Patlayan", her ne ise, evrenin neresidir, belli değil!  Evrenin "neresi" patlamıştır; gösteren yok!  Yoksa bizatihi Evren(?) mi  patlamıştır belli değil? Ama Big Bang için evreni başlatan patlama diyorlar, yani henüz evren yokken ortada,  anlaşılan, patlayan her neyse, can sıkıntısında kendi kendine patlamış olmalı (kendi kendini patlatma sendromu); yoksa, bir patlatan(?) mı vardı işin içinde ? Şayet; bu büyük patlamada (ne kadar büyük?), patlayan ve patlatan "taraflar" varsa, patlatan ne diye  bir şaplak patlatmış patlayana ? Bu konuya bir açıklık getiren yok!. Tekrar soruyorum : patlayan, (evrenin ve zamanın) neresidir ? 

Big Bang bizatihi evrende ya da evrenin tamamında meydana gelmişse "evrenin tamamı" NERESİ oluyor ? Yok eğer, evren yokken bu patlama olmuşsa  patlatılacak malzemeyi bu yoklukta nerede(n) bulmuşlar ? Şu Big Bang konusunda bana patlamanın olduğu evrenin ve zamanın "neresini" gösterebilecek bir Allah'ın kulu yok mu ? Hem sonra, bunun "büyük" patlama olduğuna kim neye göre nasıl karar vermiş? Patlama niye "büyük" oluyormuş? Belki küçük patlamadır? Hani doğada her şey göreliydi? Bu büyüklüğün hiç mi niceliksel derecesi yok? Yani "daha büyük" veya büsbüyük hatta "en büyük" muhtelif bazı patlamalar olamaz mı? Ya bu "big bang" büyük patlamasından önce daha büyük bir "Ding Dong***" patlaması olmuşsa o zaman hepten mahcup olmaz mısınız? Kosmozal mekanın içinden patlamak geliyorsa bırakın patlasın kardeşim; zaman zaman hepimiz ve her şey bir şekilde patlamıyor mu zaten; ona niye illa hiçlikten bir kulp bulmaya çalışıyoruz ki?  

Anlaşılan sesimi duyan yok; kimseler cevaplamayacak sorularımı. Bari; kendimce ben cevaplayayım da konuya bir katkımız olur belki.

Şu mini minnacık atom altı parçacık aleminden koskocaman galaksiler alemine varana dek  nesnel-gerçeklik dışında yani Madde'nin Hareketinin ve Mekan-Zaman'ın dışında(?), maddesiz ve hareketsiz kendi başına, izole, tam, sabit, saf, her şeyi harekete geçirebilen mutlak bir Enerji var mıdır acaba?  Bilimsel olarak ister ısı ister elektrik ister her hangi  bir enerji türü olsun aslında hepsi de maddenin kendiliğinden hareketi olmadan var olamaz. Nesnel-gerçeklikte iş yapan Hareket Enerjisi,  atom-altı parçacıkların, kuarkların... kendiliğinden, kendi kendine sahip olduğu hareketlerinin bir sonucudur. Atom altı Parçacıkların  kendiliğinden hareketi(titreşimi) ve etkileşimleri  olmamış olsa  kinetik ve potansiyel enerji diye bir şey olmaz; evrensel mekanda, kozmik alemde herhangi bir iş de yapılamaz olurdu. Evren nesnel bir gerçeklik olarak karşımızda öylece duruyorsa bu durumda Big Bang' in o meşhur patla(t)ma enerjisi nesnel-gerçeklik dışında NEREDEN  gelmiş olabilir? Nesnel Gerçekliğin dışı-içi olamayacağına göre mantıken böyle bir "yer" olabilir mi? Dolayısıyla, nesnel gerçeklikteki hareket enerjisi ancak ve sadece bizatihi maddenin doğasından gelmiş olmalıdır.   

Madde, nesnel ve mutlak olarak, öncesiz ve  sonrasız var olduğuna göre ve var olduğu için "enerji"  maddenin  kendiliğinden hareketine bağlı olarak ortaya çıkar. Enerji daima, madde'ye özgü bir büyüklüktür ve  maddenin bir (nicel) özelliği olarak vardır. O yüzden Enerji Maddeye dönüş(e)mez, madde de enerjiye... Enerjinin maddeye dönüşmesi için kendi başına saf, izole maddesiz bir enerji türünün nesnel olarak var olması gerek ki; oysa yukarda belirtmiş olduğum gibi böyle bir enerji türü yok doğada. 

Einstein''in meşhur kütle enerji özdeşliği (eşdeğerliği) ilkesi bu gerçeği dile getirir. Yani ışık enerjiye dönüşmüş olan madde demek değildir. Işık, atom altı parçacıkların (foton) belli bir hızda maddi bir ortamda yayılma ve hareket etme biçimidir. Bu her hangi bir maddenin saf olarak enerjiye dönüştüğü anlamına gelmez. Örneğin beni ışık hızına çıkarsalar yani ışık haline getirseler benim nesnelliğimin yok olup enerji olmaz. Maddesel yanımın  karşılığı dönüşmüş olduğum "ışık" değildir.  Işık olmam, gerçekte  atom altı parçacıklarımın, atom ve moleküllerimin aklı afallatan bir hızda hareket ederek, ısınarak, kozmik ortamda ışık olarak yayılması; kozmik ortamı (karanlık maddeyi)  aydınlatması ve  parsek parsek upuzun bir yol (mekan) yapmış olması anlamına gelecektir.  Işık olmamdan ötürü Madde olarak eksilmişliğimin ve  eksikliğimin karşılığı, eşdeğeri, şimdi ışık olmuş olan şu hareket enerjimde aranmalıdır.  Harcamış olduğum maddi güçlerimin, enerjimin karşılığı, eşdeğeri şu gördüğünüz ışıktadır bulunmaktadır.  Yani ben maddiliğimi vererek saf bir ışık enerjisine dönüşmedim. Yani ortada bir madde-enerji dönüşümü yok; sadece madde ile enerji arasında bir eşdeğerlik bağı ve  bağlantısı var. 

Madde yok edilemediği için, hareket te yani Enerji de yok edilemez; sadece, başka bir maddi forma enerjisi aktarılır. Ama; Madde, asla saf enerjiye dönüşmez; yani sırf ve sadece enerji'ye dönüşen; kendi başına saf halde bulunan bir Enerji olan tekil bir Madde yoktur; olamaz. Çünkü; Madde yok olmaz ve yok edilemez. sırf ve sadece, mutlak olarak yaşar-kalır. O yüzden; Evren (Universe), madde mutlak olarak var olduğu için vardır ve Zaman gibi, maddenin varoluş biçimidir. Einstein'ın Görelilik kuramı göstermiştir ki Madde-Hareket ve Mekan-Zaman birbirlerinden ayrı olarak  kendi başlarına var olamaz. 

Madde derken de belirli bir maddeyi değil, kategorik olarak, sonsuz somut içerik ve biçiminden ayrı olarak düşünülen; sonsuz çeşitlilikteki her tekil-belirli madde'deki   yaşarkalıcı-yokedilemeyen-varedici zorunlu müşterek nesnel öz ile bu nesnel öz'ün, kendinden, kendi kendine ve  kendi için tezahürü olan Hareket'i anlaşılmalıdır.. Yani, Madde, yaratıcı özne Hareket ile Kalıcı-yokedilemez nesne'nin birliği ve özdeşliğidir. O yüzden "evren niye var ve olduğu gibi ? " diye soranlara en iyi cevap : "çünkü Madde var" olmalıdır. Ama madde niye var diyorsanız Spinoza'nın dediği gibi onun nedeni kendisidir; kendindedir; BİR VE TEK' dir; yani; maddeden başka hiç bir şey yoktur, sırf ve sadece madde vardır; çünkü; madde  CAUSA SUİ.. dir. 

Evren, fenomenlerin entegral bütünlüğü; kalıcı cosmic hareket'e(değişim'e) bağlı olarak doğan kozmosal mekansal bütünlük olduğu için; ve kategorik olarak  bir Bütünlük olduğu; ve sürekli olarak değişime uğrayıp; ve istikrarlı olarak bir halden diğer hale geçerek geliştiği için; evrenin bir başlangıcı olamaz. Evreni bir film şeridi gibi geriye yani başa(!) sarsak daima biten ve başlayan olay ve süreçlerle karşılaşacağımızdan bu asla mümkün ol(a)mayacaktır.  Zaman, başlatılan bir büyüklük değil, madde'ye bağlı olarak ve maddenin tezahürü sonucu olan bir büyüklüktür. Madde'nin bir başlangıcı olmadığından Zaman'ın da bir başlangıcı yoktur ve olamaz! Evren ise,  olay, süreç ve şeylerin evrensel bir bağlılıkla iç içe geçtiği ve her şeyin ilişki ve birlik  içinde yüzdüğü uçsuz bucaksız ve sonsuz bir yok olma ve var olma  denizi'dir

Genel anlamda ve genel olarak Evren (universe) olmadığından  ancak ve daima, evrenin sadece belirli bir bölümü veya belirli safhası (aşaması) bilimin konusu olabilir. çünkü, evren bir Bütün ve somut olarak cosmic flux (kozmik akış) olduğundan, evren, kendi başına 'bir Bütün' olarak,   bilimin konusu olamaz. Yani; hiç kimse "evren neresi ?" sorusuna belirli bir yer göstererek "aha şurası" diye bilimsel bir cevap veremez. Çünkü bu sorunun kendisi, pseudo, bilimdışı bir sorudur. (bu arada ben bir soru sorabilir miyim ? Halil Korkmaz'ın "Şiir Hangi Sözcüklerle Yazılmalı ki? kitabında okumuştum, Osman Hakan A.'ya ait bu dizeyi: " Ey bu şiirin şairi...zaman neresi" ?)

Haliyle, "evrenin doğasını belirleyen ne ? " diye de soru soramayız. Çünkü; evren, sabit-saf- değişmez- mutlak olmadığı için; ve olan-olmakta olan; ve olacak olan(yanan-yanmakta olan-yanacak olan  bir ateş-nehir, cozmic flux; ve ebedi istikrar) olduğu için, bu bağlamda, "evrenin doğası"  ne anlama gelir ki ? Belirlenmemiş bir şeyin doğası olur mu ? Ancak; yaptığı harekete ve uğradığı değişime  bağlı olarak belirli ve sınırlandırılmış şeylerin doğası söz konusu olabilir. Evrenin sabit, saf, tam ve zaman dışı bir doğası olmadığından 'Evren'in Doğası ne? sorusu' da pseudo'dur. Nasıl ki meyve'nin doğası ne diye soru soramıyorsak, ancak ve sadece, üzüm, incir, karpuz, kavun, şeftali.. gibi somut belirli tekil meyvelerin doğasını araştırıp; bilimsel olarak bilebiliyorsak; evren de, kendi başına, meyve soyutlaması gibidir. O, sadece bir  bütünlük ifade eder. Somut, belirli ve sınırlı; sonsuz sayıda sonlu tekil nesne-olay-süreçlerin dışında, kendi başına (per se), izole, fix, saf, mutlak, bir evren yoktur; olamaz ! Tıpkı; meyve olarak meyve'nin ol(a)maması gibi..

Evren, bizatihi, sonsuz bir varoluş-yok oluş süreci olduğu için, bu sonsuz sürecin doğasını araştırmak nafile bir gayrettir. Ve metafiziktir ! O yüzden; 'her şeyin teorisi'ni araştırma gayretleri de metafiziktir. Her şeyin (mutlak) bir Bütün olarak teorisi ol(a)amaz; ancak ve sadece, belirli -sınırlandırılmış-sonlu  şeylerin-olayların-süreçlerin teorisi olur. Zira; Evrendeki "her şey", bir Bütün olarak, belirli bir şey değildir.  Ancak; belirli bir yerdeki ve zamandaki her şey(ler)den bahsedebiliriz. Elbise dolabındaki her şey, patates çuvalındaki her şey, falan bankadaki her şey, bedenindeki her şey(organ), kasadaki her domates, Avrupa'daki her dağ, Fransa'daki her işçi, her sınıflı toplum, Akdeniz'deki her balık; dünyadaki her nehir, güneşteki her patlama; saman yolu galaksisindeki her yıldız, ... Bütün bunların, bilimsel incelemesini -araştırmasını; teorisini yapabiliriz; çünkü, hepsi de, belirlenmiş, sınırlandırılmıştır . Ama dikkat, evrendeki her şeyin(?) teorisini yapamayız(çünkü sınırlandırılamaz ve ölçülemeyen olanın teorisi yapılamaz.). Aksi takdirde, bütün zamanlar, bütün mekanlar için geçerli  tümel(mutlak) bir teori yapmış oluruz ki,  bu teorinin, gerçek somut dünya karşısında, bir  karşılığı yoktur/olamaz.. .

Evrendeki her şey demek, bütün zaman (geçmiş-gelecek-şimdi) ve mekanlardaki  'olmuş olan-olmakta olan; ve ne olacaksa o olan' her şey demek olduğundan, bu da, sonsuz farklı ve çeşitli (şartlardaki-ilişkilerdeki-durumlardaki) her şey demektir. Bu yüzden; evreni, bir bütün olarak, belirlenmiş-sınırlandırılmış belli bir nitelik olarak "her şey" diye sınırlandıramayız,  çünkü nesnel gerçeklikte, sabit, mutlak, değişmez bir sınırlama (belirleme) yoktur; aslolan panta rei'dir !!. Evren, bir bütün olarak, her an sürekli olarak, değişmekte ve dönüşmekte olan kesintisiz gelişim sürecidir.. Ancak; belirli şeyler anlamında, her şey, bilimin konusu olabilir ve belirlenmiş, sınırlandırılmış her şeyin doğası ve yasaları bilinebilir. Bu manada, bilen özne için, hiç bir şey bilinemez değildir. Ancak; bilen özne karşısında nesnel gerçeklik mutlak, bizim onun hakkındaki bilgimizse rölatiftir . Zira, Hegel'in belirttiği gibi, Minerva'nın baykuşu alaca karanlık olunca uçar. Yani; önce olaylar yaşanır ardından onun bilimi yapılır. 

Ve biz, ancak, bu sayede, yani Sonlu (finite )  ve sınırlandırılmış-belirlenmiş şeyleri; yani, nesne, olgu, olay, süreç ve ilişkileri...bilimin konusu yapmak suretiyle   Sonsuz'u ve mutlak (yaşar-kalıcı değişim)' i bi(lebi)liriz.  Çünkü; Sonlu(varlık) dediğimiz şey, esasında, Sonsuz'un biçim ve görünüşüdür. Yani; Sonlu varlık, belirlenmiş-sınırlandırılmış Sonlu varlık biçimindeki Sonsuz olduğu için, biz Sonlu varlığı, sınırlanmış-belirlenmiş olan varlığı, bilmekle, aslında ve bir bakıma, Sonsuz(luk)'u da bilmiş oluruz. Çünkü; Sonlu'nun dışında(?); ve Sonlu(varlık)'dan  ayrı olarak, kendi başına(per se), saf, sabit, tam, izole ve mutlak bir "özne" halinde ayrıca bir Sonsuzluk(mutlak) yoktur. yani; Sonsuzluk, Sonlu'nun bittiği yerde(?) başlamaz; aksi takdirde, Sonsuzluk, Sonlu ile sınırdaş olurdu ki, o zaman da Sonsuz, Sonlu ile sınırlandırılmış olduğu için, Sonsuzluk (diye bir şey) ol(a)mazdı. Fakat; Sonsuzluk, Sonlu'ya; Sonlu da, Sonsuzluğa  indirgenemez; aralarında daima fark vardır.

Sonsuzluk, her Sonlu'daki zorunlu-kalıcı-müşterek taraftır. Nesnel gerçeklikteki her tekil varlığın hem gidici-geçici-sonlanıcı; hem de kalıcı-sonsuz yanı vardır. Her Tekil varlık, "Tekil" nesnelliği itibariyle kalıcı ve sonsuz(infinite); "Gerçekliği"(mekansal-zamansal oluşu) itibariyle de, Sonlu(finite) ve geçicidir. Biz, gerçekliğin gidici, geçici, SONLU olduğuna bakarak, nesnelliğin de sanki Sonlandığını; ve geçici olduğunu sanıyoruz. Oysa; "nesnellik", mutlak olarak yaşar-kalıcı olup; gerçekliği doğuran sonsuz olasılıklar rahmidir. Her şey ona bağlı olarak ortaya çıkar. Orada, zamanla sahne alacak olan her şey, sonlu ve geçici olan mekan ve zamanda boy gösterir. Aslında, daha öncede belirtiğimiz gibi, bu bir bakıma, sonsuz'un boy göstermesidir mekan zamanda. Çünkü; kendinden hareketli Tekil Madde (mutlak) zorunlu ve özgür olarak (Tekil Madde'nin kendinden hareketi, zorunlu olarak özgürdür) mekan ve zamanda sonlu olarak tezahür eder. Biz sonlu'da, önceden, belirli bir amaçla belirlenmemiş olan değişimsel mutlak özün(sonsuzluk) tezahürünü görürüz.

Sonuç olarak, sonsuzluk, belirli mekan zamanda belirli bir muhteva ve biçimde zorunlu ve özgür olarak kendini sınırlandırarak var olan sonlu(finite) varlık demektir.  Sonlu ise, belli bir mekan zamanda gerçek olan sonsuz(luk) demektir. Nesnel gerçekliğin nesnellik (nicelik-kalıcılık) yanı sonsuz'a; gerçeklik yanıysa sonlu (niteliksel-gelişimsel)'ya tekabül ettiği için, sonsuzluğa nazaran sonlu varlığı, nicelik olan niteliktir diye de tanımlayabiliriz.  Mutlak varlık olarak 'Tekil Madde'nin  var olması demek, causa sui (nedeni kendinde, Spinoza) olarak kendi kendini sınırlandırmak, belirlemektir. O yüzden; ancak ve sadece ; sonlu, yani sınırlandırılmış-belirlenmiş varlık olarak sonsuz olunur. Sonlu'dan ayrı olarak Sonlu'nun dışında kendi başına bir Sonsuz(luk) yoktur ve olamaz.. Dolayısıyla; her Tekil Varlık, sonlu ve/ile sonsuzun özdeşliği ve birliğidir. Yani; her Tekil Varlıkta(sonlu-sonsuz varlık) sonsuzluk, geçici ve sonlu bir hayat bulur. Ve bu hayat süreci hiç bitmez; sonsuzluk da budur zaten : sonsuz(olarak) sonlanma süreci !

** Ronald Wright'ın "A Short History Of Progress" kitabında yazdığına göre, Fransız ressam Paul Gaugine'nin yakalandığı Kozmik denge kaybı ve sersemleme hastalığı.

*** Ding Dong,  Rahmetli babamdan kalma duvar saatinden esinlenerek benim ürettiğim bir terimdir, "ritmik büyük patlama" demek. Evrensel Devrim anlamına da gelir. Evren, bir bütün olarak, ritmik hareket ettiğinden, kendiliğinden ve zorunlu olarak, kendi üzerine baskı uygular ve evrensel bir sıkıntıya yol açar. Evrenin belirli bölgeleri bu evrensel baskıyı kaldıramaz ve  belirli aralıklarla ve gelişiminin belli dönemlerinde ritmik olarak sıkıntıdan patlar; yani "devrim" olur. ve evrenin her yerinden duyulan bu devrimci büyük patlamalar hiç bitmez. İşte, belirli aralıklarla ve belirli gelişim aşamalarında periyodik olan bu büyük patlamalara, biz, bir duvar saatinin düzenli ritmik salınım periyotlarını andırdığı için Ding Dong diyoruz. Kalıcı(maddesel)  ritmik hareket evrensel olarak varsa, sayısız çeşit ve çoklukta belirli evrensel büyük patlamalar da var demektir. Evren bu,  nihayetinde elbette (sıkıntıdan) patlayacak!! Hem sonra; bu kadar evrensel baskı ve sıkıntıya kim olsa patlar! Toplumsal tarihi gelişime bir bakın, toplumsal 'Büyük Patlama'larla, yani devrimlerle dolu olduğunu göreceksiniz. O yüzden; kimse evreni Büyük Patlama (Big Bang)'dan başlatmaya kalkmasın. Evrensel Zaman, Toplumsal Tarih gibi, büyük patlamalarla doludur; ve bu büyük patlamalar sonsuz sonlu gelişim süreçlerinin devrimci dönüşüm anlarıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder