11 Ekim 2022 Salı

ANTİK ROMALILARA SESLENİŞ

 

Şu “Sansür Yasası” münasebetiyle bu gün içimden Antik Romalılara seslenişim* geldi:

Ey Romalılar, Roma İmparatorluğunun yiğit yurttaşları**, dostlarım, tarihte nice iyi krallar, iyi imparatorlar yetiştirmiş siz yüce Roma halkı, hepinizi kalbimin olanca sevgisiyle  selamlarım.

Öncelikle hepiniz kölelerinizle bin yaşayın emi! Kölesiz bir yaşamın zorluklarını benden iyi kimse bilemez. Vaktiyle ne kölesiz günlerim olmuştu zaten yoktular!! Ama baş tanrı yüce Jüpiter’e şükürler olsun ki hepsini aşmayı bildim. Tabi Tanrıça Fauna’nın kehanetleri ve Tanrıça Fortuna’nın servet birikimime yardımları olmasaydı işim bi hayli zor olurdu herhalde.

Romalılar, dostlarım,

Biliyorsunuz yakın bir zamanda Roma’da senato ve konsül seçimleri olacak. Ortalıkta bir söylenti dolaşıyor, yok efendim neymiş güya bu seçimlere hile karışacakmış; şu olacakmış, bu olacakmış.. sakın ola ki ortalıkta dolaşan bu söylentilere kulak asmayın. Bunlar yalan!! Dış güçlerin yani baş düşmanımız Galyalıların uydurduğu söylentiler!! Benim olduğum yerde hile olmaz, olamaz!! Bu söylentileri yayan işbirlikçi hainleri biliyoruz, kamu güvenliğinden sorumlu 1.lejyon komutanımız boş durmadı gece gündü çalıştı isim isim tespit etti hepsini. Hatta içlerinde bu yalanları yaymak için ayda 100 gümüş sikke maaş alanlar bile varmış. Çoğu, Kılcus Baykemlus’un taraftarı. İçlerinde bazı senato üyeleri de var, onların da yargılanması ve ‘ejectio e senatu’ ( senatodan çıkarılma) cezasına çarptırılmaları için yüce yargı gereğini yapacak zaten ( aksi takdirde bir gece yarısı İmparatorluk kararı ile Büyük Roma'nın  doğu eyaletleri de olduğu yargıçlara hatırlatılır.) 

Romalılar, dostlarım, cengaverlerim!!

Şimdi bu abuk sabuk söylentileri ortaya atanlar seçim zamanı kim bilir neler uydururlar hakkımda. Benim, pardon Roma’nın yani, (Gerçi ‘ben’ demek Roma demek ya, neyse..) zayıflamasına yol açacak bu antidemokratik şaibeler ancak düşmanımız olan Galyalıları sevindirir en çok!! Asteriks ve Hoopsdediks diğer dört muhalif arkadaşlarıyla masaya oturmuş benim yıkılmamı dört gözle bekliyorlar. Onlara bu zevki tattırmayacağım ve henüz yıkılmadım hala Roma’ya hükmediyorum!! Pek yakında iktidarın yumruğu neymiş görecekler!!

Romalılar, dostlarım,

Bu tür haberleri çıkaran insanların ağızlarına doğudaki eyaletimizin başkenti olan Edessa’nın meşhur isot biberini süremeyeceğimize göre onlara en iyi cevabımız hazırlamakta olduğumuz ‘sansür (censura) yasası’ ile olacaktır. Öyle ulu orta yalan yanlış ağzına geleni söylemek, yalan haber üretmek yok artık! (Ben hariç desem mi acaba? Ne de olsa Romalılara sesleniyorum ya..). Suç varsa ceza da olacak; kimse cezasız kalamaz!! Bunların yüreklerine yeterince korku salmazsan bunlar adam olmaz, olamaz!! Yüce Jüpiter aşkına inanın bana, bunlar başka türlü yola gelmez; gelse, Agoradaki tüm dükkanlar senin!!

Güllük gülistanlık Roma’nın seçkin ve geçim sıkıntısı çekmeyen evlatları, dostlarım!!Siz yaşama değer patriciler!

Malumunuz şimdilik iktidardayım, senatoda ve tribünde çoğunluk bizde. Ama mesele İktidar olmakta değil iktidar kalabilmekte! Baksanıza kamu güvenliği kuvvetleri harekete geçmek için bir el işaretime bakıyor. Hakimler, savcılar, valiler, üst bürokratlar deseniz hepsi iki dudağımın arasında zaten, Roma halkının  haberleşme araçlarının tümü nerdeyse avucumun içinde. Tüm posta güvercinleri ağı denetimimiz altında, bilgimiz ve iznimiz dışında hiçbir güvercin uçamaz; ses dahi çıkaramaz; kafesinden dışarı çıkamaz! Anlayacağınız,  tüm Roma denetimim altında ve kudretli iktidarıma rıza göstermekte. Roma, benim!! Sıkıysa biri kalksın aksini söylesin! Yüce Jüpiter’e şükürler olsun; bu günleri de gördüm; daha ne olsun!. Kahinim hep söyler zaten, bahtım pek açık ve parlakmış zaten!. Ama bu günlerin yarınları da var. Yeterince uyanık olamazsam ve seçim sonuçları henüz açıklanmadan atı alan Po ovasını geçemezse sıkıntılı günler beni bekliyor olabilir. Onun için şu sıralar sık sık atları ve Po ovasını inceliyorum ve saraydaki kahinlerime danışıyorum. Takdir edersiniz ki Roma’yı beceriksiz yöneticilere bırakamam! Er ya da geç Po ovasını geçmeye elverişli atlar ve yetenekli at binicileri muhakkak bulunmalı.  Bu görev için Roma eyaletleri seferber olmalı. Eyalet valilerine şimdiden gerekli talimatları verdim ( emri desek daha uygun olurdu zira  imparator dediğin talimat değil ancak emir verir.).

Asil Romalılar, erdemli ve şerefli dostlarım,

Bildiğiniz gibi soyu ta Troyalı prens Aeneas’a dayanan ve sezaryan ile doğmuş olan Roma cumhuriyetin son diktatörü Jül Sezar’ın katlinden sonra yapılan konuşmalardan biri de hatip Çiçero’ya aitti. Çiçero (-zinhar ‘son eşkıya’ Koçero ile karıştırılmasın! Bir de ’ilk eşkıya’ var: hani şu yüce Roma’ya kafa tutan, zincirlerinden başka kaybedecekleri olmayan baldırı çıplakları ayaklandıran Spartakus denilen özgür ruhlu asi var ya iste o!) yaptığı bir konuşmasında: “sakın ola talihin sana verdiği bu dünyevi şeylerin gerçekte kendine ait olduğunu düşünme!” demiş. Çiçero ne kadar haklı; bir imparator için 'düşünmek' zaman kaybıdır. Ben zaten oldu olası öyle uzun boylu düşünmem, oldubitti yaparım. dünyevi şeyler ve meseleler karşısında esas itibariyle sadece şuna bakarım: 1-Bu benim için yani Roma için (ben demek Roma demekti ya, hatırlayın!)  gerekli mi yoksa gereksiz mi? 2- Bu benim için tehlikeli mi yoksa tehlikesiz mi? 3- Bu benim için yararlı mı yoksa yararsız mı? Yani bu, sonuç itibariyle benim çıkarlarıma uyar mı? Ne kadar basit ve kolay değil mi yönetmek.

Romalılar, cengaverlerim..

Benim gerçek servetim sizlersiniz; neyim varsa sizler sayesinde. Sizlerin kıymetini en iyi ben bilirim, ben!! Bizden önce sizlerin kıymetini bilen mi vardı sanki!? Beş iyi padişah yani imparator dışında kim sizin kıymetinizi bildi? Atını bile senatör ve konsül seçtiren zevk ve safahat düşkünü  zalim Caligula mı, annesini bile öldürten çılgın Nero mu? Yoksa kendisini Herkül sanıp ve aslan başı post giyip elinde sopasıyla ortalıkta dolaşan; arenada vahşi hayvanlarla  bir gladyatör gibi savaşan; senatörlere korku salan Commodus mu?  Ben bildim; ben!! Sadece ben!!

Bildiğiniz gibi İktidara  gelmemizle bütün bu baskı ve zalimlikler son buldu. Para bollaştı, hayatınız güzelleşti ve  Ordularımız Roma topraklarının dışına fetihler yaptı; imparatorluk sınırlarını genişletti.  Peki Nasıl yaptık bütün bunları? Asilerin dediği gibi bir takım ‘yetmez ama evetçi’ filozofun ve Galyalı dış güçlerin desteğiyle mi? hayır dostlarım,    tüm iktidarı tek elde toplayarak başardık bütün  bunları biz.  Tek elden ve tek adam yönetimi kötüymüş, ucubeymiş diyorlardı , hadi oradan pis mikroplar!! her şeyi bildiğim ve başarılı olduğum için düşmanlarım beni kıskanıyor ve  hazmedemiyor. Tabi bütün bunlar kolay olmadı ve iktidarım bir gecede kurulmadı. ekonomiden askeriyeye, sanattan ahlaka, hukuktan siyasete, yaşam tarzlarına kadar sosyal ve göksel hayatta ne varsa her şeyi kontrol altına almam gerekiyordu hamdolsun bunu yaptım. . Böylece zaman kaybı olmadan çok rahat ve kolay karar verip yönetebiliyorum. Önemli olan bu sistemi kurmaktı tabi. O yüzden Roma’yı kimselere vermem, veremem! Kurduğum düzeni kimselere yar etmem!! Saltanat tacını başkasının kafasında görmeye katiyen dayanamam!

Romalılar, canım dostlarım.

Jüpiter’in izniyle seçimleri kazanmamıza, şey yani seçimlerin huzuruna demek istemiştim, hizmet edecek olan bu sansür (cencura) yasasını zorlanmadan geçireceğiz Senatodan, zira oylamalar çok kolay oluyor, eskisi gibi değil artık. Kabul edenler, kabul etmeyenler diye Senato’da soruluyor ve her şey, yani geleceğiniz, sadece bu iki çift söze bakıyor, derken hoooop ‘kabul edilmiştir’ kararı çıkıyor ve oldu da bitti maşallah sansür yasası yasallaşıyor,

Romalılar, canlarım, cengaverlerim, masal da burada bitmiş diyecektim ama vaz geçtim; daha anlatacaklarım var:

Roma imparatorluğu içinde karşınıza oylama sürecinde aklınızı çelmek isteyen dahili ve harici düşmanlarınız çıkacaktır: yok İmparator çok uzun yıllar iktidardaymış da, artık çok yorgunmuş da.. artık kendini tüketmiş de.. Geçiniz bunları, bilakis bakın turp gibiyim; turp! Turp demişken, sahi bizden önce turp yoktu, turpu biz getirdik Yüce Roma topraklarına, biz! Anlıyor musunuz? bizden önce turp yoktu tarlalarda, Flaviapolis (şimdiki Kadirli) tarlalarına turpu biz ektik biz!! . Tahinli turp salatasını bilen mi vardı bizden önce, biz yaptık önce hatta üstüne biraz maydanoz bile doğradık; ve sumak serptik!! Sevgili Romalılar lütfen gerçekleri kimse canının istediği gibi çarpıtmasın! Buna izin vermeyin!

Sevgili Romalılar, geçim sıkıntısı nedir bilmeyenlerim!

Biliyorsunuz az önce ‘oylama’ çok kolay oluyor artık demiştim. Ama seçimlerin huzur içinde geçmesini istemeyen dış güçler ve onların içerdeki uzantıları daha şimdiden seçimleri karıştırmak için her çeşit yalan habere başvuracaktır. Hamdolsun biz patricilerin çıkarlarına bu güne kadar hiçbir halel getirmeden savunduk ve savunmaya devam edeceğiz. Bunu hiçbir zaman saklamadık, biz bunun için varız ve iktidarız zaten!! Bir büyüme modeli olarak bir avuç patriciyi yani zengin ve soylu egemen üst sınıf mensuplarını pleblere  yani alt sınıfa, yoksul halk çoğunluğuna ezdirmeyeceğiz! Kanun kaçağı ve müesses nizam düşmanı asi Robin Hood gibi Patrici'den alıp Pleb'e vermeyeceğiz; bilakis Anti-Robin Hood olup; Pleb'den alıp Patrici'ye vereceğiz. Bu güne bu gün benim için boşuna ‘gelmiş geçmiş en büyük Patrici dostu’ denmiyor!

Ama bu, her ne kadar Gracchus kardeşler kadar olmasa da, pleblerden yana da kalbim çarpmıyor anlamına gelmez, yeniden seçildiğim takdirde pleblerin de  köle sahibi olmalarının önündeki tüm engelleri kaldıracağım. Patriçi-Pleb sınıf çelişkilerini uzlaştıran 12 Levha Kanunlarını tekrar yürürlüğe sokacağım. Borcunu 30 gün içinde ödeyemeyeni alacaklısının kölesi yapacağım. Sonra da onlara özgür yurttaş olma hakkı, seçme seçilme hakkı tanıyacağım. Daha ne yapayım?

Pleblerin, ücret almadan çalışan köleler gibi öylece kölelik sınırında çalışmalarına gönlümüz razı olmuyor elbette, yeniden seçildiğim takdirde hiç olmazsa kölelik sınırında ücret alanları vergiden kısmen muaf tutacağım. Köle sahibi patricilerden kölelerine karşı biraz daha hoş görülü olmalarını isteyeceğim. Ve onlara düşüncelerini ve taleplerini  ifade edebilmeleri için özgürce suya yazı yazma hakkı tanıyacağım. Aşırı olmamak kaydıyla  gökteki yıldızlara bakmalarına, hayal kurmalarına da izin vereceğim. Ayrıca; Rüşveti tek haneye düşüreceğim. Vergilere imparatorluk "insaf haddi" getireceğim. Faizi de sıfırlayacağım. Hatta ‘eksi faiz’ dönemini başlatacağım ve böylece yaşamı ucuzlatacağım. Roma halkının toplu halde olmamak kaydıyla ve suya sabuna dokunmadan sessiz yürümelerine bile bir şey demeyeceğim.  Çünkü bu toplu hareketler bir başladı mı bunlar çok ses getirir ve orman yangınları gibi önünü alamazsınız, yüce Jüpiter korusun, ya İmparatorluk sarayına kadar uzanırsa o yangınlar ben ne yaparım sonra.  O yüzden bu tür toplumsal yangınlar büyümeden hemen söndürülmelidir. Bu iş için henüz  gazlı söndürücüler ve  tazyikli sulu söndürücüler icat edilmemiş olduğundan Roma hamamlarındaki kova kova sular ve  isli kandiller ve tüm Roma lejyonları 7/24 alesta olmalıdır. 

Romalılar, dostlarım,

Patricilerle papaz olamam, nihayetinde ben de bir imparatorum ve imparatorluğumu düşünmek zorundayım. Gerçi ben bir cumhuriyetçi falan değilim ama ya beni de Cumhuriyetçi Sezar’a yaptıkları bir komplo ile alaşağı ederlerse?  Ya ben de Canımdan olursam..? Zira, hakkımda mütemadiyen iftira atıp söylenti çıkarıp duruyorlar... Yok neymiş efendim  Roma'yı sıcak para cenneti yapmışım, Roma'yı Neron değil; sıcak para yakmışmış.  az kazanandan çok çok kazanandan az vergi almak suretiyle kayıt dışı ekonomiyi azdırmışmışım... Barbar kavimlerin akınlarını teşvik etmişmişim... elimle çeşitli işaretler yaparak Paganlar karşında Hristiyan hizipleri kayırıyormuşum...   bu söylentileri çıkaranların   hepsi sahtekar, nankör ve  yalancı!! hatta vatan haini!!  Romayı elbette lir çalarak Neron yakmadı, bilakis Neron Romayı söndürmeye çalıştı ve benim bu Cumhuriyet  için neler yaptığım ortada işte. Roma Cumhuriyetinin  küçük gümüş sikkesi olan sestertius’u  kurucu imparatorumuz  yüce Augustus gibi nasıl büyütüp koca bronz sikke haline getirdiğime hepiniz tanıksınız. Gerçi büyük para kayıt dışılığı azdırır vergide kaçak yaratır derler ama olsun büyük büyüktür. ne de olsa ihtişamlıdır, etkileyicidir ve büyüklük Roma'ya yakışır.  

Sevgili Romalılar

Evet doğru Roma sıcak para cenneti oldu sayemde. Ne var bunda?!  Yok neymiş efendim hayat pahalıymış, işsizlik varmış , faiz sebep hayat pahalılığı sonuç değilmiş, 128 milyar sestertius'a ne olmuş; neredeymiş?.. ben ne bileyim, neredeyse oradadır! Bana öyle cevaplayamayacağım sorular sormayın. Önceden hazırlanmış sorularınıza ne oldu sizin; niye onları sormuyorsunuz? ne işsizliği kardeşim, ne yoksulluğu..?  bizden önce iş mi vardı; biz geldik iş ve istihdam yarattık.. Ya büyüdük diyorum büyüdük anlamıyor musun; ne yoksulluğu!? Şu Romanın eyalet sınırlarına bakmanız yeter, bir ucu Atlantik sahillerinde diğer ucu ta Asya içlerinde Akdeniz'i bir Roma gölü yaptık ve bolluk içindeyiz, ne ararsanız var şu Roma agoralarında,  daha ne istiyorsunuz nankörler!? Tüm özgürlükler sizleri bekliyor; koşun alın onları! Roma’da yasakçı ve baskıcı yönetimler artık gerilerde kaldı. Roma halkı özgür yaşamaya layık; ve yaşıyor zaten!

Romalılar, yurttaşlar, dostlarım.. dırdırıma katlananlarım..

Pleblere nazaran Patriciler daha çok büyümüş diyorsunuz elbette öyle olacak ey Romalılar, beş parmağın beşi bir mi? patricilerle plepleri bir tutamazsınız onlar patriçi yani varlıklı zengin sınıf, siz plebler ise halktan insanlarsınız, sınıfınızı bilin biraz.  Doğanın, şey yani tarihin kanunu bu! Bazıları karanlığa, yoksulluğa doğar, bazıları da, yani küçük bir azınlık, mutluluğa..  Plebler  hala neremiz büyüdü diye  soruyor? Ey vefasızlar, insafınız kurusun! Rakamlara bakın önce rakamlara.. isterseniz hazineden sorumlu Quaestor’luk makamına sorun, hazinenin bronz sikke dolu olduğunu söyleyecektir size. Keltlerin bize borç bronz sikke verdiği yalanına kanmayın. Keltin merhemi olsa önce kendi hazinelerine sürerdi. Ayrıca; Roma halkı halinden memnun olmasa hiç  Circus Maximus ve agora lebalep dolar mı? Gladyatör oyunlarında kendinden geçercesine çığlıklar atar mı?

Romalılar, cengaverlerim, dostlarım,

Biz hiç bir Roma yurttaşını faize ezdirmedik, hayat pahalıymış diyorlar olsun nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok mu bu gün pahalı olan hayat yarın ucuzlar hep böyle mi kalacak sanıyorsunuz? .Hem sonra Akademiyada ekonomi eğitimi almış olmama rağmen şu hayat pahalılığını bir türlü anlamış değilim doğrusu. Yahu nasıl oluyor da şu koskoca  hayat pahalı ya da ucuz olabiliyormuş, size de tuhaf gelmiyor mu? hem sonra pahalı ve ucuz ne demek? bir şey niye pahalı ve ucuz olabiliyor? Şu koskoca hayat kime yetmiyor da pahalı ve ucuz olabiliyor? Sonra bir de tutturmuşlar Roma işsizlik var diye. Ya sevgili Romalı kardeşlerim siz hiç Roma sokaklarında iş arayan bir Romalı gördünüz mü? Köleler ve proletariileri  diyorsanız  onların işi zaten belli: kölelik ve proletariilik... Peki  ama işsiz ne demek? iş arayanmış... iş arayan.. size de komik gelmiyor mu bu,  ya iş aranır mı hiç, çalışmak isteyene her yer de iş var; tembellik bunlarınkisi.. 

Romalı kardeşlerim, bu can sıkıcı konuları bir yana bırakalım sizlere hayırlı işlerden bahsedeyim biraz.  Bildiğiniz gibi yakın zamanda senato ve konsül seçimleri var. Bu seçimleri muhakkak kazanmam lazım anlıyor musunuz, muhakkak !! İnşallah Roma'yı İmparator Augustus döneminde olduğu  gibi  şaha kaldıracağım, şaha!! yeni koloniler yaratacağım; hatta bir gece ansızın Galya’ya girip şu asteriks bozuntularının güzelce ağzının payını vereceğim ve kiliselerinde boy göstereceğim. 

Romalılar, dostlarım..

Biliyorsunuz bizden önce beton yoktu, bizim iktidarımız döneminde beton icat oldu; betonu biz bulduk biz!! Ama beton icat olduğu için mertlik bozulmadı! Mertlik bizden önceki iktidarlar zamanda çoktan bozulmuştu zaten. Biz de iyi imparatorların üçüncüsü Hadrianus ve Titus Vespasianus gibi İmparatorluğumuzu bayındır yapıyoruz, yaptık zaten! Ama; Roma’yı kim ‘Güzel Roma’ yaptı sanıyorsunuz, tabi ki biz; biz yaptık! Bizden önce Roma güzel değildi. İmparatorluğumu hanlara, hamamlara, viyadüklere, köprülere, su kemerlerine, altı şeritli yollara boğdum. Gerçi üzerinden şimdilik atlı arabalarımız geçmese de bu ilerde geçmeyecek anlamına gelmez. Ama yurttaşlarım arasında bu köprüleri, yolları yapan kimi seçilmiş tüccarlara ayrıcalıklı davrandığıma dair halk arasında ileri geri konuşmalar oluyormuş, bunlara inanmayın, bunlar birliğimizi bozmak isteyen dış güç Galyalıların uydurmaları, fitneleridir. İşte biz bu yalan haberler için çıkarıyoruz şu sansür yasasını.

Romalılar, can dostlarım,

Ya bunlar da  nihayetinde sadece para-sever değil  Roma-sever  inşaatçılar, mühendis tüccarlar. İnşaatçı, elbette yollar, köprüler, toplu-evler, hanlar, hamamlar, su kanalları, vb. yapacak, ne var yani bunda?  Hem sonra adamın parası var mahiyetinde çalıştırdığı yüzlerce kölesi var, şusu var busu var, hatta bu konuda ticari codex'lerde nas var nas!! sana bana ne oluyor, elbette yapacak, köle emeğinden yararlanmasın da ne yapsın? Köle emeği harcanmadan öylece boşu boşuna beklesin daha mı iyi? İnsaf! ve insafınız kurusun!! Sizde hiç mi köleseverlik yok biraz? Köleyi çalıştırıyoruz daha ne istiyorsunuz yoksa adam sıkıntıdan patlasın; köleliğinden mi bezsin? Yok efendim neymiş, bu inşaatçı köle tüccarları benim yakınlarımmış, kayırılıyormuş.. falan filan.. .Ya kardeşim olur mu öyle şey hiç!? bütün bir Roma benim yakınım değil mi zaten? ey Romalılar, siz, parşömenlere yazılanlara ve söylenenlere kanmayın, çok şükür Roma Cumhuriyetinde senatoda bir çift sözüme bakan anlayışlı Cumhuriyetin yüce yargıçları ve savcıları var.  

Romanın asil evlatları! Romalılar!! Cengaverlerim!!

Biz ki vaktiyle Batı Akdeniz deniz ticaretini kendi denetiminde tutan egemen güc Kartaca’ya boyun eğmemiş Pön Savaşları sonucunda Akdenize hakim olmuş bir krallığın torunlarıyız. Ayrıca Actium deniz savası sırasında Mısır’a kaçan Kleopatra ve Antonianus gibi bozguncuları içimizden temizlemiş soylu bir Roma imparatorluğunun evlatlarıyız. 

Aziz Romalılar, yurttaşlarım, şerefli ve soylu patriciler.. Benim ağzı var dili yok; ayağı var sokak sokak yürümez  pleblerim,

Seslenişime son verirken, (köle ve proletariileri Roma’da adam yerine koymadığımızdan tabi ki  onlara seslenmiyoruz) hepinizin huzurunda belirtmek isterim ki sizleri kesinlikle kölesiz bırakmayacağım; ve dün olduğu gibi bu gün de imparatorluğun sınırlarını genişleterek serveti olanların servetine servet katacağım. Serveti olmayanları da servet sahibi yapacağım. Bu güne kadar sizler için yaptıklarıma bakarak bundan emin olabilirsiniz. Tanrılar tanrısı Jupiter ‘e emanet olun; tabi, söylemeye gerek yok; servet tanrıçası Fortuna ile kehanet tanrıçası Fauna da sizinle olsun!

*henüz şu sansür yasası çıkmamışken tarihteki Roma halkına sesleneyim dedim bilmem iyi yapmış mıyım?

**Romada iki tip yurttaş vardı: tüm haklardan yararlanan yönetici ve egemen sınıf olan patriciler ile bazı kısmi hakları olan plebler. Bunların dışında yurttaştan sayılmayan ve toplumun en dibinde bulunan köleler ile topluma tek katkısı çocuk doğurup nüfusu arttırmaktan ibaret olan proletarii denilen mülksüzler sınıfı vardı.

 

 

 

 

 

 


26 Eylül 2022 Pazartesi

 

KENDİME A PRİORİ BİR YAŞ GÜNÜ MEKTUBU

Sevgili Can Kaptan!

Takvim yaprakları 14 Eylül’ü gösteriyor yine,  yaşama sırası sizdeymiş bu gün!  Ne güzel;  “kim var imiş biz burada yoğ iken”  dediklerinde artık sizi de hesaba katacaklar; tabi bu dünyaya şöyle bi bakmaya gelmediyseniz.  

Sevgili Can Kaptan, öncelikle şu 66. yaş gününüzü canıgönülden kutlarım.  İlerde iki haneli çift rakamlı sayıların sonuncusunu görene kadar mutlu mutlu, doya doya yaşayın bu dünyada. . para putuna tapmadan tabi, eşyaya bağlanmadan tabi..  

Sizi kendimden biri gibi ve kendim kadar yakın görmeme rağmen nedense bu güne kadar yaş günlerinizi kutlamayı bir türlü akıl edememişim, yapıyoruz böyle nezaketsizlikler işte.  Oysa;  ne var yani şunun şurasında, ‘dünyaya hoş gelmişsiniz sefalar getirmişsiniz..’  filan diyebilir, iyi dileklerde bulunabilirdim,  çok mu zor yani  bu!?   

‘velhasıl  tuhaf insanlarız..’  deyip işin içinden sıyrılmayacağım tabi, bu marazi ruh durumunu anlamaya çalışacağız elbet.

Öncelikle,  nesnelerin insanları kullanarak üretim yaptığı ‘meta fetişizmi  ve şeyleşme’ çağında yaşadığımız unutulmasın. Çiftçi pancar üreteceğine pancar kendini çiftçiye ürettiriyor, tabi ucuz mazot ve gübre bulursa.  Yani; İnsanın üretici gücü – utanın!- nesnelerin gücü olmuş ve  -yazıklar olsun bize!-  çağdaş ücretli kölelik(düzeni)  hala her yerde hüküm sürüyor ve ben seyrediyorum!  Ne yapabilirim ki başka tek başıma?  Belki de bir çeşit insanın insana yabancılaşma hali bu bendeki, yoksa ne diye doğum gününüzü kutlamayayım ki !?

Gerçi siz de yıllarca şu liman senin bu liman benim kargo gemilerinin zaferi için ve deniz kızlarının peşi sıra seyir halindeydiniz ve kim bilir kaç gurbet akşamlarında sabahlamışsınızdır. Dolayısıyla yazacağım kutlama mektuplarımın size ulaşmama riski vardı. Neyse ve çok şükür sıkıyönetim günleri gibi  o günler de  geride kaldı, Palamut Büküne demir attınız  ve ben sizin 66. yaş gününüzü kutlayabiliyorum: Tekrar mutlu mutlu yıllar ama dediğim gibi eşyanın yüklemi olmadan; ve 99’u görün!!

99’u görün diyorum ama soyutlama yeteneğinizi kaybetmeden ve soyut düşüncenin büyüsüne kapılmadan tabi. Yoksa; ha 99’u görmüşsünüz ha el bebek gül bebek günlerinizi.   

Sevgili Can Kaptan, malumunuz olduğu üzere, insan bilincinin ve düşüncesinin nesnel gerçeklikle olan bağı ve bağdaşmazlığı bakımından şu ‘soyut düşüncenin büyüsü’  kavramı çok önemlidir.  Çünkü; somut dediğimiz şey, çok sayıda belirlenimin ve çoğulluğun birliğidir; çok cepheli ve çok katmanlıdır; hareket halindedir ve dinamiktir. Tam yakaladığım dediğiniz anda elinizden kayıverir.  Soyut ise bütünden soyulmuş, ayrılmış bir katman, bir tabaka demektir ve tek cephelidir, yalınkattır; statiktir, donuktur ve sınırlandırılmıştır.  Soyutun mekanı zihindir, doğada soyut yoktur. Doğa,  hareket ve değişim halinde olduğundan, sınırı da yoktur. Kimya nerede biter biyoloji nerede başlar;  denizler kumsala nerede kavuşur; nefret sevgiye ne zaman nerde dönüşür, açlık ne zaman tokluk olur, vb..   tam olarak gösteremezsiniz ;  çünkü; özünde her şey göreli olduğundan nesnel gerçekliğin doğası sınır tanımaz. Biz onu ancak kavramlarımız ve soyutlama yoluyla düşüncede sınırlandırabiliriz.  Soyutlama, zihinde yapılmış düşünsel bir işlemdir, kavramsal gerçekliktir. İşte bu muazzam somut gerçeklik karşısında insanın soyutlama yeteneği yetersiz kalırsa, yani somutun ( bütün ) özgün doğasına ve dinamizmine uygun olarak soyutlama yapıl(a)mazsa, maazallah, soyut düşüncenin büyüsüne kapılmak işten bile değildir.  Soyut düşüncenin büyüsüne kapılmış olan insan ister istemez soyut bilgiyi (biçimi), kendi öznelliğini, mutlaklaştırır ve somut gerçekliğin (bütünün) yerine koyar. Çoğulluğu ve çeşitliliği bire, bir kaça indirger. Sabahı da göreceğine sadece geceyi görür; hasılı öznelciliğe ve a priorizm bataklığına  düşer; orada bocalar durur.

Oysa somut  gerçekliğin bizatihi  kendince bir yaşam süreci, kendi oluşumu, işleyişi vardır. Bu oluşum, işleyiş  ile söz konusu somutun zihinde yeniden üretilmesi, düşünceye mal edilmesi  yani  düşünce somutu (soyut belirlenim) elde edilmesi bir ve ayni şey değildir.  O yüzden  somut gerçekliğin  düşüncede yeniden üretimi sürecinde soyut düşünce (düşünce biçimindeki somut) pratikte sınanmaz, pratikle bağdaşıp bağdaşmadığı denetlenmezse   gerçeklikle olan bağımız her an kopabilir, sapabilir ve sapıtabilir. Yani sapanlar ve sapıtanlar durduk yere sapmıyor ve sapıtmıyor, soyutlama yeteneği yetersiz kaldığı için ve yetersiz kaldığı kadar sapıyor, sapıtıyor.  Tabi bu durumda sizin ne rejim aleyhtarlığınız kalır ne de halk iktidarı kuruculuğunuz. Ve kendi tarih(selliğin)ize gömülürsünüz.

Toplumsal gerçeklikte sosyal olaylar, sınıfsal  ilişkiler, çelişkiler, süreçler..  birbirlerinden yalıtılmış halde ayrılmış değillerdir. Onlar bir bütün halindedir ve bütünün ayrılmaz öğeleridir. Nasıl ki Dünyamız güneş sisteminin dışında kendi başına, ayrı olarak, yalıtık halde var değilse, doğadaki, toplumdaki her olgu, olay süreç, ilişki-çelişki için de bu böyledir. Soyutlama yeteneğimiz sayesinde, yani duyumdan, canlı algıdan kendiliğinden fiili düşünceye geçebilme yetimiz sayesinde, bilginin duyumsal biçiminden soyut biçimine geçeriz. İşte; bu soyut biçimin(bilginin) nesne, olgu, olay, süreçten ayrı olarak kendi başına bir gerçekliği olduğu sanısına kapıldığımız an soyut düşüncenin büyüsüne ve esaretine  kapılmış oluruz.  Çünkü;  hiçbir kavram ve fikir maddi olgudan ayrı olarak kendi başına var olamaz. Nesnesiz tümel olmaz yani. Yeşil erik, yeşil ot, yeşil yaprak, yeşil elma, yeşil göz, vb.  dışında kendi başına yeşil(lik) yoktur. Gerçekte hiçbir yeşil varlık ‘genel anlamda yeşil’ değildir, her tekil ve özel yeşil bir birinden farklıdır ve kendine hastır. Tıpkı  kedi veya insan  kavramlarının bize her hangi bir kedinin veya insanın özelliklerini vermemesi gibi, ancak her kedide ve insanda  bulunan  kısmi  ve  ortak özellikleri vermesi gibi.  

Ama biz belirli maddi olgu ve olayların,  nesnelerin, süreçlerin, özünü  bilmek, tanımak için sırf ve sadece duyum bilgisiyle ve genel anlamda bilgiyle yetinemeyeceğimize göre  nesnel gerçeklikten hareketle soyutlama yapmak zorundayız.  Ama  o zaman da, gerçekte birbirinden ayrılamaz olanı, hareket halindeki dinamik nesnel gerçeği,  ögeleri bakımından birbirinden  ayırmış sınırlamış oluruz. Ve sonuçta  soyut belirlemeleri olan bir ‘düşünce somutu’ elde ederiz. Ama onun bir düşünce somutu olduğunu ve gerçek somuttan farklı olduğunu unutmadan! Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi bilmek ve tanımak amacıyla zihin için ve zihinsel işlem ile üretilen somut ile söz konusu maddi gerçek somutun oluştuğu süreç  birbirinden  farklıdır.

İşte bu sayede biz,  nesnel gerçeğin, somut bütünün özüne  nüfuz ederiz. Yani bilgi sürecinde soyutlama bir araçtır; amaç değil. Her kim soyutlamayı amaçlaştırırsa  bir kez daha soyut düşüncenin büyüsüne kapılmış olur işte!.  Soyut şeyler, kavramlar doğası gereği  algılanamaz, Spinoza’nın dediği gibi ”köpek kavramı havlamaz” . O yüzden; kendi öznel kavramlarımızı ve fikirlerimizi somut gerçeklerin yerine koyamayız,  hele son derece çok katmanlı ve değişken sosyal ve siyasal-ideolojik olaylar ve süreçler söz konusuyken.  Aksi takdirde sosyal gerçeği tahrif etmiş oluruz ve tarihin ileri hareketi karşısında gerici sayılırız.

Mesela yukarda anılan şu deniz kızı kavramına  bir bakalım.  Kimse denizde böyle bir deniz kızı görmemiştir.  Dans etmeye ve şarkı söylemeye düşkün,  denizcileri baştan çıkarıp perişan eden yarı kadın yarı balık mitolojik kızlardır onlar. Gerçekte, balık vardır ve kız vardır ama deniz kızı yoktur. Balığın kuyruğunu zihninizde soyutlama yoluyla bacaksız kız bedeniyle birleştirirsen deniz kızını elde edersin. Hepsi bu!  O yüzden deniz kızı kavramı  insan zihnimde yapılmış bir soyutlama ve her soyutlama gibi gerçekte bütün olanı parçalarına ayırmaya dayanır. Gerçekte ne bacaksız kız ne de kuyruksuz balık vardır hayatta; eğer deniz kızının gerçek olduğuna inanırsak soyut düşüncenin büyüsüne tutulmuş oluruz.  Ve gerçekle bağımızı koparmış oluruz.

Sevgili Can Kaptan, şu doğum gününüzde yazdığım  şeylere bakar mısınız?  sırası mı şimdi bunların diyebilirsiniz haklı olarak ama büyülü bir dünyada yaşadığımızdan aldatmacaların en korkuncu olan  soyut düşüncenin büyüsüne yem olmamak için  bu konuya dikkat çekmek istedim. Neyse; eğer o yalpalı  deniz günlerinin  gümüşünü  parlatmak isterseniz bu özel gününüzde Kaptanzade Ali Rıza Bey’in hicaz bestesi size eşlik etsin isterim:  “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına/ ey ufuklar diyorum yolculuk var yarına/ ayrılık görülmüşken yar tutmuyor elimden/ misafirim bugün ben gurbet akşamlarına.” https://www.youtube.com/watch?v=kfkvfa9lrdw

İnsanız;  elbette  hepimizin kendimizce  türlü rüzgarlara kapılıp gitmeleri  olmuştur; ama  şu hayatta masumiyetimizi bozan deneyim denen o müthiş  pratik var ya işte onun  sayesinde  tıfıllıklarımızı aşar kusurlarımızı kapatırız ayni zamanda.  Aksi takdirde  Paracelsus’un  dediği gibi  “kendine  malik olamayan başkasına ait olur”. ve kendi pişmanlıklarıyla avunmak zorunda kalır.  

Sevgili Can Kaptan daldan dala geçiyorum sanılmasın, nihayetinde bir doğum günü muhasebesi bu, hayatın anlamı ve sırrına dair söyleşiyoruz işte:  Kur’an-ı Kerim Necm süresi 39.ayette: “İnsan ancak çalıştığına erişir” buyurulmuştur. Dolayısıyla çalışmadan, çalarak, talan ederek, sömürerek, her hangi bir ürüne erişmek dinimizce de yasaklanmıştır. O yüzden  anafordan kimse öyle  zengin  olamaz; insan kardeşlerini ezerek, sömürerek  büyük servetler biriktiremez; tekelci sermaye sahibi olamaz. İslam’da  Kenz yasaktır. Mal,  para biriktirmek haramdır;  ihtiyaç fazlası ihtiyacı olana dağıtılmalı. Son tahlilde inananlar Allah indinde takva ve zühd’den yargılanacaktır.    İstisnasız herkesin çalıştığı ve çalışarak herkesin insan kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşıladığı bir toplumda,  çalışma, artık;  ücret esaretinden kurtulma anlamına geleceğinden, bir angarya, zorsunarak yapılan bir iş olmaktan çıkacak yaşamın ana ihtiyacı ve temel gayesi olacaktır.  Ve insanlar nihayetinde  gitmek istedikleri yöne doğru gidecektir, Orhan Veli’nin “hürriyetine doğru” şiirinde  olduğu gibi:  

“(..)

Heeey

Ne duruyorsun be, at kendini denize;

Geride bekleyenin varmış, aldırma;

Görmüyor musun,  her yanda hürriyet;

Yelken ol, kürek ol, dümen ol balık, su ol;

Git gidebildiğin yere.”


Sevgili Can Kaptan, bu doğum gününüzde, filmlerini defalarca izlediğiniz sizin gözde yönetmeniniz Akira Kurosawa ‘nın İşveçli meslektaşı İngmar Bergman’a  doğum günü vesilesiyle yazmış olduğu mektubu sizinle paylaşmasam olmaz:

“Saygıdeğer Bergman Bey,

İzninizle yetmişinci yaş gününüzü kutlayayım. Eserlerinizi her izlememde derinden etkileniyorum. Şimdiye değin onlardan çok şey öğrendim ve cesaret buldum. Bizlere daha fazla harika film üretmeniz  için sağlığınızın yerinde olmasını diliyorum

Japonya’da, Meiji Dönemi’nde (19.asrın sonu), Tessai Tomioka adında bir sanatçı yaşamış. Bu sanatçı, daha genç yaşında, pek çok harika tablo çizmiş ve seksen yaşına bastığında, ansızın öncekilere kıyasla çok daha üstün tablolar çizmeye başlamış; adeta olağan üstü bir patlama yaşıyormuş. Onun tablolarını ne zaman görsem, bir insanın ancak sekseninden sonra esaslı eserler ortaya koyabileceğine kesinkes emin olurum.

İnsan, bir bebek olarak doğar, bir çocuk olur, hayatının baharını yaşar ve nihayet hayatın kapanışını yapmadan evvel bebekliğe geri döner. Bu, bence, mükemmel yaşam biçimidir.

Sizin de katılacağınızı sanırım: Bir adem, her hangi bir kısıtlama olmadan, arı eserler üretmeye ikinci çocukluk günlerinde vakıf olur.

Şimdi yetmiş yedi (77) yaşındayım ve asıl işimin henüz başladığına ikna olmuş haldeyim.

Filmlerin hatırına, yaşama birlikte tutunalım.

En kalbi hürmetlerimle,  Akira Kurosawa”

 

Sevgili Can Kaptan siz daha 66’sındasız, kim bilir ileriki yaşlarınızda ne eserler üreteceksiniz.

Keza hayranı olduğun ve odanızda resmi asılı olan (Kanagawa Açıklarında Büyük Dalga) Japon ressam Hokusai de bakın neler yazmış:

“Altı yaşımdan beri nesnelerin biçimini kopyalama tutkum vardı ve elli yaşımdan beri pek çok çizim yayınladım, ancak yetmişinci yılımda çizdiğim tüm çizimlerin arasında dikkate almaya değer hiçbir şey yok. Yetmiş üç yılda hayvanların, kuşların, böceklerin ve balıkların yapısını ve otların ve bitkilerin yaşamını kısmen anladım. Ve böylece seksen altıda daha da ilerleyeceğim; doksan yaşımda onların gizli anlamlarına daha fazla gireceğim ve belki yüze gelindiğinde belki de gerçekten harikulade ve ilahi seviyeye ulaşmış olacağım. Yüz on yaşında olduğumda her nokta her satırın kendine ait bir ömrü olacak”

Sürekli daha iyi şeyler üretmek ve kendini aşmak isteyen Hokusai, 89 yaşında ölüm döşeğinde “keşke gökyüzü bana bir beş, on yıl daha hayat verseydi  o zaman gerçek ressam olabilirim..” dediği söylenir.

Bana ‘niye beni böyle  büyük sanatçılarla kıyaslıyorsun ben birin dördünden yoksulluk sınırı altında sabit  gelirli emekli bir memurum artık’ diyebilirsiniz, fakat kim olursanız olun, her insanın içinde üretken ve yaratıcı bir cevher vardır, önemli olan onun açığa çıkarılmasıdır. Douglas Malloch’un şiirini bilirsiniz ne diyordu orada:

“Dağ tepesinde bir çam olamazsan/ Vadide bir çalı ol./ Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın./ Çalı olamazsan bir ot parçası ol bir yola neşe ver./  Bir misk çiçeği olmazsan bir saz ol./ Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın./ Hepimiz kaptan olamayız tayfa olmaya mecburuz. / Dünyada hepimiz için bir şey var./ Yapılacak büyük işler küçük işler var./ Yapacağınız iş size en yakın olan iştir./ Cadde olamazsan patika ol./ Güneş olamazsan yıldız ol./ Kazanmak yahut kaybetmek  ölçü değildir. Sen her neysen onun en iyisini olmalısın.”

Evet sevgili  Can Kaptanım, bu dünyaya yaşama geldik elbette hepimiz; ama insan kendince, kendinden bir iz, bir eser , “hoş bir seda” bırakıp gitmeli bu dünyadan insan kardeşleri için. Ne dersiniz? Yoksa sizden geçti mi ? Bana sorarsanız bunun yaşı olmaz. Yani; insan kendi mutluluğu ve sevinci için  hangi yaşta olursa olsun bunları  yapmak için henüz çok erken ya da çok geç dememeli yapacağı işe koyulmalı. Unutmayınız,  Cervantes Don Kişot’u altmışına merdiven dayadığında yazmaya başlamıştı.

Yılların saçı sakalı ağardığında  kimi  pişmanlıklar kalmasın  diyorsanız hatıralara biraz vakitlice çaba göstermeniz gerekir.  Cahit Sıtkı Tarancı bakın bu duyarlığı nasıl yakalamış:

İçimi titreten bir sestir her gün./ Saat her çalışında tekrar eder:/  “Ne yaptın tarlanı, nerede hasadın/ Elin boş mu gireceksin geceye?/  Bir düşünsen: yarıyı buldu ömrün./  Gençlik böyledir işte, gelir gider;/  Ve kırılır sonra kolun kanadın;/  Koşarsın pencereden pencereye”/  Ah o kadrini bilmediğim günler,/  Koklamadan attığım gül demeti/   Suyunu sebil ettiğim o çeşme/  Eserken yelken açmadığım rüzgar!/ Gel gör ki, sular batıya meyleder,/ Ağaçta bülbülün sesi değişti,/ Gölgeler yerleşiyor pencereme ;/  Çağınız başlıyor ey hatıralar.

Sevgili Can Kaptan lütfen kederlenmeyin  öyle, hepimizin şöyle ya da böyle eserken yelken açmadığı rüzgarları, koklamadan attığı gül demetleri, suyunu sebil ettiği çeşmeleri ve kadrini bilmediği günleri olmuştur, önemli olan Nazım’ın dediği gibi “yeter ki kararmasın sol memenizin altındaki cevahir” 

Ömür dediğiniz şey geçip gidiyor işte, önemli olan onu anlamlı kılmak, hadi şimdi Bilge Özgen’in o hicaz şarkısını Zeki Müren’den dinleyelim:

“dediler zamanla azalırmış sevgiler olsun bana seninle geçen günlerim yeter. Nasıl  olsa  her  şeyin zamanla sonu yok mu ömür dediğimiz şey küsecek kadar çok mu?"https://www.youtube.com/watch?v=W8zrn8yYPHA

Can'a can katan nice yıllara Can Kaptan'ım..


 

30 Ağustos 2022 Salı

 



MİLLİ GURUR

Kapitalist-Emperyalizm ile mücadele çağında milli bağımsızlık ve milli egemenlik uğruna  İstiklal Savaşı  destanı  yazmış olan halklar bununla ne kadar gurur duysa azdır. Zira her türlü fenalıkların başı,  düşmanların düşmanı, baş düşman, kapitalist üretim biçimi ve onun dölü olan emperyalizmdir.  İşte ; eğer halklara ve bireylere bir mutluluk , iyileşme, refah ve özgürlük..  gelecekse  bu tamamen kapitalist üretim biçiminin devrimci  aşılmasına (aufheben) ve emperyalizmin her alanda damarlarının kurutulmasına  bağlıdır.  

Ne mutlu ki bizim de mazimizde o şanlı destanı yazan bir halkımız var: Türkiye Halkı!! Mazlum milletlere örnek olan İstiklal Savaşımız ve genç Türkiye Cumhuriyeti,  bundan  yüzyıl önce bu gün Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan muharebesinden  gelen top sesleri ve fedakar ve kahraman Mehmetçiğin  düşman mevziilerine saldırısı ile  dosta düşmana  şanlı zaferini duyuruyordu.  

İşte;  o büyük zaferden iki yıl sonra o zaferin ve cumhuriyetimizin önderi devrimci Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün  Afyonkarahisar-Dumlupınar ‘da “Şehit Asker Abidesi” nin temelini atma töreninde yaptığı tarihi konuşmadan günümüz Türkiye’si  ve İktidarı için ders niteliğinde bazı ifadeler:

“(…)  Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan  Muharebesi  ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Muharebesi, Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Milli tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kati neticeli  ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, cihan tarihine yeni cereyan vermekte kati tesirli bir meydan muharebesi  hatırlamıyorum.

Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyet’inin temeli burada sağlamlaştırıldı. Ebedi hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada uçan şehit ruhları devlet ve Cumhuriyet’imizin ebedi muhafızlarıdır. Burada temelini attığımız “Şehit Asker” abidesi, işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakar  ve kahraman Türk milletini temsil edecektir.  Bu abide, Türk vatanına göz dikeceklere,  Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, hücumunu, kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.

Efendiler, bu muazzam zaferin muhtelif etkenleri üzerinde en mühimi ve en yükseği, Türk milletinin kayıtsız şartsız hakimiyetini eline almış olmasıdır. Bu hadisenin tarihimizde ve bütün cihanda ne büyük ve ne feyizli  bir inkılap olduğunu izaha lüzum görmem.

(..) Efendiler, milletimizin hedefi, milletimizin mefkuresi, bütün cihanda tam manasıyla medeni bir toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıymeti, hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medeni eserle orantılıdır. Medeni eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve bağımsızlıklarından tecrit olunmaya  mahkumdurlar.  İnsanlık tarihi baştanbaşa bu dediğimi teyit etmektedir.  Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak, hayat şartıdır. Bu yol üzerinde duraksayanlar veyahut bu yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak cehalet ve gafletinde bulunanlar, medeniyetin coşkun seli altında boğulmaya  mahkumdurlar.

Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet yeniliğe bağlıdır. Toplumsal hayatta, iktisadi hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegane gelişme ve ilerleme yolu budur. Hayat ve günlük işlere hakim olan hükümlerin zamanla değişmesi, gelişmesi ve yenilenmesi zaruridir. Medeniyetin  yenilikleri, fennin harikaları, cihanı değişimden değişeme uğrattığı bir devirde, asırlık köhne zihniyetle, maziperestlikle  mevcudiyeti muhafaza mümkün değildir. (…)

Efendiler, milletimiz burada kutladığımız büyük zaferden daha mühim bir zafer peşindedir. O zaferin idraki,  milletimizin iktisat sahasındaki muvaffakiyetleriyle mümkün olacaktır.  Bilirsiniz ki, iktisaden zayıf bir millet fakirlik ve sefaletten kurtulamaz; kuvvetli bir medeniyete, refaha ve saadete kavuşamaz; toplumsal ve siyasal felaketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin idaresindeki muvaffakiyeti de iktisadiyatındaki  kazanımlar derecesiyle orantılı olur.  Hiçbir medeni devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından evvel iktisadını düşünmüş olmasın. Memleket ve bağımsızlık müdafaası için vücudu lazım olan bütün kuvvetler  ve vasıtalar, iktisadiyatın genişlemesi ve gelişmesiyle mükemmel olabilir. (…)

Efendiler, artık bu gün hayat ve insaniyet icapları bütün hakikatiyle tecelli etmiştir. Bunlara aykırı olan rivayetler , ahlak ve imana esas olamaz. Hakikat tecelli edince yalan ortadan kalkar. Safsatalar, hurafeler  kafalardan çıkmalıdır. Her türlü yükselmeye ve gelişmeye kabiliyetli olan milletimizin toplumsal ve fikri inkılap adımlarını kısaltmak isteyen maniler mutlaka bertaraf edilmelidir.

 (…) Ey yükselen yeni nesil , istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz tesis ettik; onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.

Arkadaşlar, bu gaza ve şahadet diyarını terk ederken “Şehit Asker” i  hep beraber hürmet ve tazimle selamlayalım.”       (Atatürk’ün Bütün Eserleri Cilt 16, s.288-289, Kaynak Yayınları)