6 Eylül 2010 Pazartesi

Küresel Tekelci Efendi'lerine yalvarıyor Cüneyt Zapsu:"Foseptiğe süpürmeyin kullanın onu"

Feridun Abi  bak şu dünyada neler oluyor: AKP kurucularından Cüneyt Zapsu, 12 nisan 2006 yılında, Washington'da American Enterprise İnstitute adlı arştırma kuruluşu (think thank)'nun  düzenlediği bir toplantıda  yaptığı konuşmada, Amerikalıların, Erdoğan'ı "kullanmaları" anlamına gelen sözler sarf ederken, önce İngilizce "kullanma" fiiline kıyasla daha ağır bir anlam içeren "exploit" sözcüğünü kullanıyor, ancak bunun yanlış olacağını hemen fark ederek düzeltiyor.

Redhouse Sözlüğü, exploit sözcüğüne Türkçe şu karşılıkları veriyor: "Sömürmek, istismar etmek, kendi çıkarına kullanmak, istifade etmek."

İNGİLİZCE TEYP KAYDI:

This man is an honest man. And he has his own beliefs and he is true to his beliefs. Please try to... I'd say "exploit" is a bad word, but kullanmak or use... (Zapsu burada Türkçe kullanmak sözcüğünü telaffuz ediyor ve İngilizce nasıl denir anlamında dinleyicilere bakıyor ve bir Türk dinleyicinin hatırlatması üzerine sözlerine devam ediyor) take advantage of this man. Because this person has so much credibility, because of his own beliefs in the Muslim world and he believes in the Western style democracy. I think instead of pushing him down, putting him to the drain, use... Here and in Europe you should take advantage of that. This is my offer...

TÜRKÇE ÇEVİRİSİ

Bu adam dürüst bir adam. Kendi inançlarına sahip ve bu inançlarında samimi. Lütfen şunu yapmaya çalışın... "Sömürmek" kötü bir kelime, ama kullanmak... Bu adamdan yararlanın. Çünkü bu kişinin çok itibarı var, hem kendi inançları nedeniyle Müslüman dünyasında, hem de Batı tipi demokrasiye inanıyor. Bence onu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine onu kullanın... Burada ve Avrupa'da bundan yararlanmalısınız. Teklifim budur.

Feridun abi, bu kez de,  Amerikaperverliğe teşne RTE, milletin başbakanı yani, 31 mart 2003 tarihli Wall Street Journal'de : "We further hope and pray that the brave young men and women return home with lowest possible casualties; and the suffering in Irak ends as soon as possible" (ABD'nin Irak'ta savaşan kahraman bay ve bayan askerlerinin en az zayiatla ülkelerine mümkün olan en kısa zamanda dönmeleri temennisiyle duacıyız) diye yazmış. Oysa; o Amerikan askerleri Irak'ta 1,5 milyon müslümanı katletmişti..Bu nasıl müslümanlık.!?

Yine, ayni RTE, İsrail cumhurbaşkanı Şimon Perez'e, tv'de; her kesin gözü önünde,"one minute...one minute ..!" şovuyla "siz adam öldürmesini iyi bilirsiniz" dedi mi dedi. Eğer RTE sözlerinde samimiyse, dünyayı kan ve gözyaşına bulayan Amerikan emperyalizm vahşetinin ve felaketinin temsilcisi Bush efendiye, beyaz saray oval ofiste 28 ocak 2004 deki görüşmesinde : "Siz insan kanıyla beslenmesini iyi bilirsiniz" demesi gerekirdi. Maalesef  böyle bir cümle duyamadık ağızından; çünkü o sıralar 24 müslüman ülkenin sınırlarını değiştirme projesi olan BOP eşbaşkanlığı görev talimatını Bush'tan almakla meşguldu.

Feridun abi bunları niye yazıyorum biliyor musun; RTE' yi dürüst ve güvenilir bulmadığım için; ulusal güvenliğimizi ve savunmamızı tehlikeye atttığı için... Abarttığımı düşünüyorsan RTE'nin muhtelif zaman ve yerlerde söylediklerine kulak ver:

1-"Elhamdülillah şeriatcıyız."
2-"Türkiye'nin yarınında artık Kemalizme ve Kemalizm benzeri rejimlere, sistemlere yer yok"
3-"Demokrasi bizim için bir amaç değil araçtır amacımıza ulaşıncaya kadar demokrasiye bağlıyız"
4-"Demokrasi bizim için bir tranvaydır istediğimiz durağa gelince ineriz"
5-"Referansımız islamdır tek hedefimiz islam devletidir"
6-"Biz hazmettire hazmettire geliyoruuz allahın izniyle. Bu çalışmalar senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. biz onun için geliyoruz. biz Kemalist düzeni koruyucusu olamayız, bu mümkün değil."
7-"Türkiye'yi pazarlıyorum. Bizim için verilecek para önemlidir. Her şeyi pazarlar satarız. Parayı veren düdüğü çalar."
8-"PKK'nın cenaze töreninde bayrağını açması da F-16 ların uçuş yapması da yanlış. İki tarafın da yaptığı yanlış."
9-"Sana mı kaldı turban konusunda karar vermek. Bu ulemanın işidir; ulema ne diyorsa o olur."
10-"ABD'de özgürlük anlayışı var; ama benim ülkemde yok"

Feridun abi, ne diyorsun şimdi ? Bana hak verdin mi ? Refarandumda hala "evet" mi diyeceksin.? Adam, bütün 'iktidar' Tayyip'e, AKP kadrolarına  diyor..Tek eksiği kendisi için ve kendine göre bir hukuk ! Onu da elde etti mi yandı gülüm keten helva! Türkiye'yi koydunsa bul gayri !

RTE'nin baş işbirlikçisi Cemaatın başı Fettullah dünden hazırlığını yapmış:   

"Adliyede, mülkiyede mevcud olanlar mevcudiyetlerini koruyamazlarsa arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız.  Bir taraftan kanun ve kuralları; bir taraftan da kanun ve kural adamı olmak imajını kullanmalıyız. Yani sizi gören, bunlar kurallara harfiyen riayet ediyor demeli. Ta ilerilere gitmeli; can damarları içinde dolaşmalıyız. Cepheleri öğrenmeleri lazım. Arkadaşlarımız, hukuk sistemini, didik didik etmeliler. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım.. Biz de, çalışıp; onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz. Dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek tepemize binerler. Durmadan hazırlanmalıyız. Zamanı gelince, uygun boşluk bulunca, maratona geçeriz. Devlet memuru arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar. Erken vuruş yaparlarsa dünya başlarını ezer.  Bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephenize çekeceğimiz ana kadar her adım erken sayılır."

Ne diyorsun Feridun abi; büyük tehlikenin farkında mısın?   Bunlar tam teşkilat, şebeke olmuşlar, Atatürk cumhuriyetini yıkmak istiyorlar... Emperyalist düşmanın yapmak istediğini zaten bunlar yapmıyor mu.? Nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğumuzu anla artık Feridun abi; anla ki; referandumda "hayır" oyu kullan; düşman kendine göre ve  kendisi için bir yargı ve hukuk sistemi kurmasın;  ve  bu ülkede artık, Ali Kemal'ler değil; Mustafa Kemal'ler kazansın!!

6 Nisan 2010 Salı

hukuk kimin malı ?

*ubi civitas ibi ius

Güya; özgürlükçü  kapitalizm ve demokratik-emperyalizm çağında yaşıyorduk. Ortalık mal kaynıyordu; ve her yeri malların çılgınca değiş-tokuş sesleri sarmıştı. Herkes genelleştirilmiş mal üretimi  sayesinde eşyaya çılgınca kişilik kazandırma ve insanlığı kokuşturma yarışı içindeydi. Eşdeğerini veren, sınırsızca, istediği malı ve kimliği değiş-tokuş edebiliyordu. Sanki; dünya ve toplum insanlar yaşasın diye yoktular; insanlar doğayı mülk edinsin ve birbirlerini sömürsün, birbirlerine yabancılaşsın diye vardılar. Herkes, önüne gelen her insan ilişkisini bir mal gibi değiş-tokuş ede ede, adeta, kendi üretmiş olduğu malın yüklemi olmuştu. Mal, "efendi"; onu üreten insan da köleydi artık.  İnsan emeğinin ürünü olan şeyler  eşyaların gücüne dönüşmüştü çünkü.  Dahası; Eşyalar insanlardan yapılır olmuştu. 

İnsanlık tarihinde şimdiye kadar böylesine bir özgürlükçü sömürü ortamı görülmemişti. Bu muazzam sömürü sistemi ise, her seferinde, ücretli canlı emek gücü ile  sermayenin birbirlerini karşılıklı olarak yaşatmaları sayesinde sürüyordu. İnsan üretim için vardı; üretim insan için değil. Üretimin amacı, sermayeyi sürekli olarak yeniden üretmek olmuştu. Ücretli emek, ancak sermayeyi ürettiği sürece ve ürettiği için üretkendi. Zira canlı emek, kendi emek-gücü dışında üretimin maddi koşullarına sahip olmadığı için  kendi başına zaten bir hiçti. Ücretli işçinin geçinebilmesi ve yaşayabilmesi, ancak, kapitalistler ( sermaye sahipleri) için  belli bir süre (artı değer üretecek kadar yani)  bedava çalışmasına bağlıydı. Velhasıl, İnsanlık sermayenin önünde diz çöktürülmüş; boynu bükük haldeydi. 

Her çeşit toplumsal kötülüklerin (çelişkiler, sorunlar) kaynağı olan ücretli emeğin  sermayeyle olan ilişkisini yeniden üretmek  yeni bir estetik ve  toplumsal  yaşam biçimi olmuştu. Sınıf mücadelesini hatırlatan ne varsa egemen ideoloji tarafından kamufle edilmişti.  Sömürü düzeninin istikrarına hizmet eden ve karşı-devrim odakları olan, mezhepçi, tarikatçı, dinci, etnikçi.. gerici hareketlere, kimlik siyasetlerine  işbaşı yaptırılmış; ve bütün sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması için toplumun devrim yoluyla dönüştürülmesi hareketi adamakıllı rotasından saptırılmıştı. 

Devlet ise, her zamanki "hukuki" şiddeti ve   sınıflar-üstü haliyle "demokratik baba" ve yatıştırıcı rolündeydi. Somut kanunları ile   sınıfsal egemenlik ilişkilerini ve toplumsal sömürü ortamını  düzenlemeye devam ediyordu.. Devletin sönümlenmesine ve her bir insanın özgürce gelişmesi, bütün insanların özgürce gelişmesinin şartı olmasına daha çok zaman vardı. Çünkü; egemen üretim tarzı henüz tüm potansiyelini tüketmemişti. Devletin kutsal hukuku ve ideolojik aygıtları, her türlü eleştirel uyanışı baskı ve denetim altında tutuyordu. Ayrıca; yeni bir hayata duyulan özlemin örgütlü gücü geniş halk kesimlerinde yeşermemişti henüz. 

Öte yandan; görünüşe bakılırsa İnsanlar toplum halinde yaşıyordu ama herkes kendi adına sanki bir Robinson Crusoe hayatı yaşıyordu yalnızlığıyla.. Oysa; hiç kimse başka bir insana ihtiyaç duymadan çeşitli ihtiyaçlarını tek başına karşılayamıyordu. Ve kimse kimseye belirli bir miktar hava vererek karşılığında herhangi bir mal elde edemiyordu. Çocuklar bile biliyordu ki, insanlar, çok değil; bir hafta çalışamayacak olsa, toplumsal hayat felç olurdu. Ve toplumların tarihsel gelişimi tanıktı ki, insanlar, bir gecede, kendiliğinden ücretli köle-insan; ekmekler de, kendiliğinden ekmek-fiyatı olmuş değillerdi. Bütün bunlar fazla üretimin ve değiş-tokuş dünyasının ürünleriydi. Velhasıl, özel mülkiyet hukuku ve ücrete kölelik  sancağı milli gönderde dalgalanıyordu.

Bu piyasa olmuş toplumda, insanlar, önüne gelen her şeyi ve her ilişkiyi, eşdeğerini vermek suretiyle özgürce değiş-tokuş ede ede; ve her gün kendi elleriyle bu kölelik sistemini ( ücretli-emek sistemini yani) yeniden ürete ürete, her şeye aldatıcı bir görünüş kazandırmış; ve dünya  baş aşağı duran yalan dünya olmuştu. 

Devlet Baba, malların özgürce ve demokratik olarak değiş tokuşunu sağlayabilmek için, yasalar yoluyla  yurttaşlarına sürekli "hak" ve "özgürlük" dağıtmakla meşguldü. Bu "hak ve özgürlük" olmadı yenisini verelim diyordu. Her nasılsa, gerçekte "yurttaş hakkı", yurttaşına hak veren "devlet hakkı" olmuştu.  Hasılı,   Hukukun üstün olduğu ve  Heredot Baba'nın "bizim yasadan başka efendimiz yoktur" dediği zamanlardı. Dedim ya; "her bir insanın özgürce gelişmesi, bütün insanların özgürce gelişmesinin şartı olmasına" daha epey bir  zaman vardı.

Nasıl olmuşsa, bütün bu toplumsal gerçeklikler ve üretim ilişkileri, hokus pokus,  bir gece ansızın başka bir gezegene taşınmıştı. Bu dünya insanları, sanki, hukuk ve yasalar sayesinde bir arada yaşıyor; karınlarını doyuruyorlar ve  üretim faaliyetinde bulunuyorlardı. Eskiden, köle sahibi efendinin, toprak sahibi zorbanın dediği olurken; şimdi, hukukun tılsımlı soyut gücü yasalar ne derse o oluyordu. Hukuk, tıpkı bir afyon gibi, hepimizi demokratik olarak kendine bağlı ve bağımlı kılmış; ve egemen gücün hizmetindeki kutsal bir güç gibi sınıflara bölünmüş toplumu muhafaza ediyor ve ona çekidüzen veriyordu.

Erdem dedikleri artık; hukuka bağımlılık ve hukukun üstünlüğüydü. Bu yüzden, hukuka bağımlı olmadan, yani erdemli olunmadan, kimse kimseyi sömüremiyor ve ezemiyordu. Her şey, hukuka bağlı ve bağımlı olarak son derece çok demokratik ve gizemli bir şekilde cereyan ediyordu. Ve hukuk, ister uluslar arası olsun ister ulusal,  artık; egemenlik ilişkilerini gizleyen bu değiş-tokuş toplumunun istikrarını sağlayan yeni kutsal kitabı olmuştu.

Anlaşılan, kıyamet çoktan kopmuştu; ve bizim başka bir cehennem aramamıza da gerek yoktu artık.

(Buraya kadar insanların yaşam ortamını betimledik ; hadi bakalım kahramanımız gelsin artık.)

Canikokik, işte böylesi bir zamanda, yani, hukukun üstün ve yasaların ise efendimiz olduğu bir çağda dünyaya doğmuştu. Çok hızlı bir büyüme ve ergenlik evresinden sonra, Canikokik, toplumdaki egemenlik ilişkileriyle tanışmış; toplumdaki egemenlik ilişkilerinin hukuken ve hukukla kamufle edilmiş olduğunu da fark edince bu durum ziyadesiyle tuhafına gitmişti. Oysa; Canikokik'e göre,  kamuflaj dediğin askerlikte olurdu  ve düşmana karşı yapılırdı. Peki ya  toplumdaki kamuflaj kime ve  neye karşıydı; neyi kamufle ediyordu ve düşman kimdi? İşte bu sorularına cevap bulabilmek; ve  "hukuki" kamuflajı ortadan kaldırabilmek; asıl gerçeği aydınlatabilmek  için Canikokik ne yapabilirim diye düşünmeye başlamıştı. Bu konuda günlerce, aylarca, yıllarca düşündü. Hatta; düşüne düşüne, adeta, bir düşünce küpü olmuştu. Tarihte ne kadar düşünen adam varsa onlarla tanışmaya çalıştı. Hatta 5000 yıl öncesinin Hamangia kültürüne  kadar giderek cernavoda düşünen-adamıyla bile tanıştı; ve o düşünen adam heykelciğinden bir tane edindi ve onu  göz önünden hiç eksik etmedi: 



Aslına bakarsanız Canikokik'in düşünmeyi seven bir adam olarak çevresindeki insanlara tuhaf gelebilecek bazı düşünceleri de olurdu kimi zaman: Örneğin; bir sütçü, insanlar süt içsin diye süt üreteceğine, ne diye kilosu 2 lira olan süt üretiyordu? Bu 2 lira nereden geliyordu ? Hem sonra, doğada sütü olan, süt veren inek vardı ama; dağlar, denizler, ormanlar.. gibi doğada niye 2 lira yoktu?! Bu 2 liralık süt, insan doğasının mı bir ürünüydü, yoksa; tarihi şartların bir sonucu olarak ekonomik hayatın mümkün olabilen biçimlerinden sadece birisi miydi? Ekonomik hayatın yegane, evrensel ve kaçınılmaz bir ve tek şekli, mal üretmek olabilir miydi.? Her canlı insanın kendi bedeninde mevcut olan  emek-gücünü (çalışma kapasitesini)  ücret karşılığında niçin sermayeye satmak zorunda  kalıyordu? Güneşin ışığı, dünyanın havası nasıl alım-satım konusu değilse insanın iş yapabilme yeteneği de öyle olmalıydı Canikokik'e göre. Çünkü;  insanın kendi kas ve akıl emeğini satarak yaşamak zorunda kalması; ve insanlardan eşya yapılması kabul edilemez ahlaksızca bir şeydi.  

Canikokik'in bir de rüyası vardı.  Bu rüya, ilerde, epey bir uzak gelecekte yani, sınıfsal farklılıkların olmadığı bir toplum biçimi kurulduğunda, işte o zaman, vaktiyle belli bir işi görmek ve  kullanım değeri yaratmak için   emek-gücünü patronlara satarak artı-değer sömürüsü  yaratan emekçilerin  çalışma hayatını düzenleyen   kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin, yönetmeliklerin, genelgelerin, yargıtay içtihatlarının, yani bu konudaki tüm hukuki mevzuatın sergilendiği bir "Hukuk Müzesi" kurmaktı.

Canikokik'in, bazı kutsal kişiler gibi  "yok Canikokik'ten önceymiş; yok Canikokik'ten sonraymış" diye kendisini tarihin başlangıcı olarak görmeyen mütevazi bir kişiliği vardı. Hayatı daha ziyade, üretimde bulunmak yerine üretilmiş değerleri tüketmekle ve ürünlere son cilalarını çekmekle  -unutmayın; ürünleri tüketmekle onlara son cilayı çekmiş olursunuz- rahat bir şekilde geçmişti. Ve 'emredersiniz komutanım' ilişkisinde, emreden tarafı temsil etmişti. Hayatı boyunca,  "kullanım değerlerinin illa bir mal biçimini mi alması gerekir; ürün, ürün olarak kalamaz mı ?" diye sorup duran tuhaf bir ısrarı vardı . (Bu arada; Canikokik nasıl birisi diye yazımız boyunca hüküm verirken, katiyen, Canikokik'in kendi dünya anlayışına uygun olarak kendisi hakkında edinmiş olduğu fikirlerine itibar etmedik; edemezdik zaten! Canikokik'in de tarihi bir sonuç olduğu;  tarih içinde geliştiğini unutamazdık elbette.)

Gerçi; Canikokik, kendini, sosyal doğanın bir verisi olduğu kadar tarihin  bir sonucu olarak görürdü.   Ama, insanla birlikte tarihe de girilmiş olduğundan, Canikokik'in kendini daha ziyade  tarihsel hareketin  bir sonucu olarak görürdü. Canikokik tarihsel olarak düşünmekten yorgun düştüğü zamanların akşamlarında, evinin küçük mahzeninde bulunan şarapların tadına bakmaktan küçük mutluluklar duyardı. En büyük zevki, şarabı kadehine koyduktan sonra, kokusuna, rengine ve tadına bakarak, şarabın,  Fransız toprak kölesinin mi, Anadolu'nun gündelikçi köylüsünün mü ; yoksa Amerikan sermayedarının mı ürettiğini anlamaya çalışmasıydı. Ayrıca; şarabın hangi fıçıda ne kadar süreliğine dinlendirilmiş olduğunu keşfetmeye de bayılırdı. En gözde şarabı nedense cabernet sauvignon üzümünden yapılanıydı. Salamura keçi peyniri ve  ekmek ile onu içmeye bayılırdı. 

Canikokik'in, böylesi gamsız ve eğlenceli bir hayatı vardı işte! Ama unutulmasın; katiyen sorumsuz biri değildi. Hatta; öylesini sorumluluk sahibi birisiydi ki, anayasada tarifi yapılmış olan egemenlik denilen " şey " in kimin çıkarına (cui bono) kullanıldığının sıkı bir takipçisiydi.

Canikokik, insanlar arasındaki sosyal ilişkilerin nesneler arasındaki sosyal ilişki biçimine bürünmesini fena halde kafasına takardı. "Ne yani merhaba, nasılsın iyi misin demek içinde mi piyasaya ihtiyaç duyacaktık ? Niçin bir insanın başka bir insanla ilişkisi, piyasa aracılığıyla kurulsun ki !?" diye feveran edip dururdu. Ve bunu,  insanlığa karşı yapılmış en büyük alçaklık olarak görürdü. Canikokik, karın doyuran ekmeğin herhangi bir ihtiyaç nesnesiyle değiş-tokuş bakımından göz önüne alınmış olmasını; ve nesneler arasındaki bir ilişkiymiş gibi görünmüş olmasını; yani, ekmeğin sırf, genel ve soyut bir emek şekliyle görülmüş olmasını ahlaksızca bulurdu. Bir ekmeğin kaç adedinin hangi ve kimin kullanım değeriyle değiştirilebiliyor olmasından hepimizin utanması gerektiğini; ve asıl yasaların bunu yasaklaması gerektiğini savunurdu. 

Keza; Canikokik, patronun, ücret karşılığında isçinin iş-gücünü satın alma hakkının olmasını; ve işçinin de, iş-gücünü ücret karşılığında özgürce patrona satma hakkının olmasını, hukukun alçaklığı olarak görürdü. İs-gücünü sınırsız bir süre için satarsan köle; sınırlı bir süre için satarsan da işçi oluyordun. Bunun neresi ne bakımdan hukuka(?) uygundu ? Hukukun kendisi bizatihi   hukuksuzluk değil miydi ? Bir insanın iş-gücünü, ücret karşılığında, azami olarak günde kaç saat satma hakkı olduğunun kanunla düzenlenmiş olması bir hak ve hukuk konusu olabilir miydi ? İster köleci hukuk olsun, ister feodal hukuk; ve isterse patronun kapitalist hukuku olsun, hepsi de, başka bir kılıkta güçlünün hukuku değil miydi ?

Sonuç itibariyle; Canikokik için hukuk, ücretli işçinin ücretli işçi; sermayedarın da sermayedar olarak kalabilmesi için mevcut sınıfsal sömürü ve baskı düzeninin, yasalar ve yasaklar aracılığıyla sürdürülmesi ve gizlenmesiydi. Ve hukuk, hangi biçimiyle olursa olsun, sınıfsal ve ideolojik bir kurum olduğundan, daima, ait olmuş olduğu üretim tarzının ve sosyal düzenin sınıfsal bir güvencesiydi. Bunu Anayasa ve  ceza yasaları uygulamasında  görmek mümkündü.  Alengirli biçimde düzenlenmiş olan Anayasalarda genel ve soyut esaslar ile bu soyut esaslara göre belirlenen hak ve ödevler, yetkiler bulunurdu.  Ama  bu soyut esaslar aslında egemen gücün çıkarlarına göre hazırlanmıştı. Tıpkı ceza yasaların uygulanmasında olduğu gibi. Eğer   yurttaşlar  veya  ücretli emekçiler  anayasadan doğan sosyal ve sınıfsal haklarını kullanacak olurlarsa hemen onlara ceza yasasının somut hükümleri hatırlatılır ve bu Anayasal hakların aslında somut kanun hükümleriyle sınırlandırılmış olduğu belirtilirdi. Kimi zaman bu hatırlatmaya bile   hiç gerek kalmadan mülki amirlerce yasaklamalar getirilirdi. Hala haklarını kullanmakta  ısrar edenler olursa da  başlarına her türlü kanun, içtihat.. ve "hukukun üstünlüğü" yağdırılarak  mahkemeler yoluyla ceza evinde ıslah edilmeye ve 6 metre karelik hücrelerde tövbe getirmeye mahkum edilirlerdi.  

Nihayetinde; Canikokik, evinde böylesi düşüncelere dalıp spekülatif bir şekilde hareketsiz durmaktan yeterince yorulmuştu. Fikirlerini artık; sadece bir ideal olarak değil; bir hareket olarak da ifade etmek istiyordu. Hani Nazım "seni düşünmek" şiirinde  "ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum" diyordu ya, işte öyle bir şey Canikokik'inki de.. Yağmurlu bir günde radyoda işittiği bir marş, düşüncelerini eyleme geçirmeye yetmişti. Ve tasavvur ettiği insanın imajını, gerçek insan; ve tasavvur edilen dünyayı da, gerçek dünya yerine koymadan; zaman zaman, Sokrates gibi sokağa çıkarak, anayasal hakkı olan düşünce ve kanaatlerini her hangi bir yolla tek başına açıklamaya ve yaymağa koyuldu.  Düşüncesini ve aklını pratiğe sokmuştu artık..

Radyoda, Tuna nehri akmam diyordu. Yüklemin öznesiyle böylesine inatlaşması ve çelişmesi  Canikokik'in tuhafına gitmişti.  (çelişen şeyler ve çelişki  genellikle Canikokik'in tuhafına giderdi zeten) Bir nehir nasıl olurdu da akmazdı !? Artık; ölü bir su olmayı nasıl kabul edebilirdi !? Bugüne kadar doğa ve kamu yararını gözeterek akmış olan Tuna nehrini böyle bir keskin karar almaya ne yol açmış olabilirdi? Bu contradictio in subjecto duruma yani yüklemin özneyi inkar ettiği çelişkili duruma daha fazla tahammül edemeyeceğini anlayan Canikokik, bu sorunu çözmek için  duvarda asıllı duran bahriye kılıcını kınından çekmek istedi ( duvarda asılı bir kılıç varsa, nasıl olsa eninde sonunda kınından çekilecekti) fakat şimdi zamanı değil diyerek savcılığa suç duyurusunda bulunmaya karar verdi. Nehir dediğin akmalıydı!  Belki; suç duyurusu işi yarar; yeni efendimiz, yargı ve yasalar bu sorunu çözebilirdi.

Ama bu özne ve yüklem meselesini yüce  yargı' ya gerek kalmadan çoktan çözenler olmuştu tarihte. Öznede veya yüklemde birbirlerini tam olarak karşılamayan bir şeylerin bulunması   aslında  kötü bir şey değildi. Bilakis, hayatın otodinamizmini oluşturuyordu bu. Tuna nehri varsın akmam desin, Tuna nehrinin başka yüklemleri(nitelikleri) yok mu onlar ne güne duruyor?  Her yüklem (öz nitelik) özneyi belli bakımdan belirliyor ve sınırlandırıyor ama ayni zamanda olumsuzluyor. Tuna nehri akmam diyorsa akmasın tamam saygı duyarım  ama bu kararıyla akan Tuna nehrine nazaran kendini olumsuzlamış oluyor, ben akan Tuna nehri değilim diyor. kendini 'akmamakla' sınırlamakla akan Tuna nehri olmadığını beyan etmiş, tasdiklemiş; olumlamış oluyor. Ne güzel işte; bu da hareket halindeki akan Tuna nehrine nazaran  akmayan Tuna Nehri, yani karşıtların birliği demektir ve  Tıpkı Spinoza'nın "Omnis determinatio est negatio" yani her belirleme (sınırlama), olumsuzlamadır ilkesinde olduğu gibi zıtların çelişkili birliği ile ayni kapıya çıkar. Nasıl yani? diyorsanız bunu bir örnekle açalım: 

Zakkum pembedir ama sırf ve sadece pembe değildir, ayni zamanda daha neler nelerdir, bir takım özelliklere sahiptir ve bu özellikler de hareket ve değişim halindedir. Dolayısıyla zakkumu pembelik niteliği ile  sınırlamak ayni zamanda onun 'ne değil' ve 'ne olmadığını' da söylemiş olmaktır. ( yani olumsuzlamaktır ).  Çünkü; zakkum pembeyse, kırmızı, beyaz, yeşil, vb. değildir.. yuvarlak, üçgen değildir.. ekşi, tuzlu, hayvan, insan.. vb. değildir.  Zakkumun pembeliği diğer renklere nazaran bir pembeliktir. Diğer renkler olmasaydı, kendi başına, ayrı bir pembelik de olmazdı. onun pembeliği diğer renklerin olumsuzlamasından elde edilmiştir. eğer pembe yerine diğer renklerden biri olsaydı zaten pembe olamazdı. öyleyse pembeliğini diğer renklerin varlığına ve onları olumsuzlamasına borçludur.  Yani evrende bir tek renk olsaydı o rengi belirlemek imkansız olurdu.   

Zakkum pembedir belirlenimi ile  bir bütün olarak zakkumu 'pembedir' ve 'pembe değildir' diye birbirine karşıt iki eksene bölmüş oluyorum.(çünkü pembeyse diğer renkler ve özellikler değildir). Eğer zakkum sırf ve sadece pembe olsaydı, yani pembeliğine  indirgenebilmiş olsaydı zakkum, zakkum olamazdı zaten. Gerçekte, doğada, kimse zakkumu sırf ve sadece pembeliğiyle sınırlandıramaz, sırf ve sadece pembe olan zakkum da doğada yoktur zaten. Kaldı ki  her pembe bir diğer pembeden şu ya da bu kerte farklıdır da. Çünkü somut özdeşlik yani nesnel gerçeklik kendi içinde farkı içerir. Farkın nesnelliği de karşıtların çelişkili birliğini doğurur. 

Hem sonra,  Tuna nehrinin mütemadiyen akacak diye bir mecburiyeti yok ki!  Nehir bu, bazan donabilir de değil mi? Maazallah; ya yüklemle özne  tamamen çakışmış olsaydı, farkı yok etseydi, özne, sırf ve sadece yükleminden yüklem de öznesinden ibaret olsaydı halimiz nice olurdu?.  Ömür boyu donmuş bir Tuna nehri tasavvur edebiliyor musunuz?.. Gemilerin işlemediği, balıkların kımıldamadığı, bir Tuna nehri..  Allahtan her nesnenin özünde olumlayıcı ve olumsuzlayıcı, madde vergisi (Allah vergisi der gibi yani), içkin iki zıt güç ve etkileşim  var da Tuna nehri devamlı donuk kal(a)mıyor. Aslında, bu farklı ve birbiriyle çelişen zıt güçler, eğilimler, her türlü gelişmenin kaynağıdır biliyor musunuz?  

Bana peki niye bu böyle diye sormayın; çünkü madde var. O da ne der gibisiniz..  Hani nasıl şu erik, elma, portakal, vb. halinde meyve var ya; somut tekil meyvelerin dışında kendi başına  meyve  yok ya, işte onun gibi bir şey şu  madde..  hasılı maddeden bir alemde yaşıyoruz; her şey madde ve maddeden..  Kalıcı yaratıcı bir ve tek güç olan maddeden başka hiç bir şey yok şu alemde, yani kendinden hareketli, kendi kendine hareket yeteneğine sahip; kendi kendini temellendiren bir ve tek güç olan maddeden.. Kendi kendinden hareketle sürekli olarak kendini yeniden üreten bir otodinamik süreçtir madde. Niçin madde var da onun yerine hiç bir şey yok diye bir soru aklınıza gelebilir, ama böylesi soruların cevabı olmaz, çünkü mantıken (kalıcı) madde varken keşke şu madde olmasaydı veya madde yerine keşke hiç bir şey (hiçlik)  olsaydı denemez; denirse saçma olur. Malum; Lucretius'un dediği gibi hiçlikten hiç çıkar; madde bir kez varsa, o özü itibariyle yok edilemez ve  kalcı olduğundan, hiçlik olamaz, yoktur zaten. Aksi takdir biz ve evren olmazdık ve bütün bunları düşünemezdik. ( Burada da bir tuhaflık var)

Deniz tuzludur diye ne tuz, denizi tamamen ifade eder ne de deniz,  tuzu, değil mi? Devingen-değişken içeriğiyle deniz ayni zamanda koskoca bir bütün olarak kim bilir daha neler nelerdir?  Ama ben bir bütün olarak denizi bir çırpıda bilemem ki, eğer bütünü bilmek istersem, iç bağıntılarını anlamak istersem  önce onun belirli bir yönünü belirli bakımdan zihnimde sınırlandırmam parçalara ayırmam gerekir. Öyleyse; bütünün olumluluğunu bozmadan ve onu sınırlandırmadan belirleyemem, yani olumsuzlayamam. Dediğim gibi iyi ki bu böyle! Gerçi Hegel, öznenin yerine yüklemi koymakla gerçek dünyayı ve ilişkileri yalanlaştırmıştı ama, Feuerbach adlı koca sakallı bir düşünür, "varlık, özne;  düşünce de yüklemdir" diyerek tahrifatı kısmen düzeltmişti. Kant'tan Hegel'e kadar, Fichte olsun Schelling olsun,  klasik Alman felsefecileri, şu mahut  özne-nesne; varlık-düşünce; özne-yüklem meselesini Allahtan çok kafa patlatmışlardı ve Canikokik'in  işini kolaylaştırmışlardı.

Tuna nehri "akmam" diyebilir, ama mesele Tuna nehrinin  akmamasıyla sınırla kalsa neyse, ya emsal gösterip  Kızıl ırmak, Aras, Volga, Nil, Amazon, Mississippi ( çocuklar gibi  'misis pipi' diye okumayın  sakın!) nehri.. gibi dünyanın bütün nehirleri de Tuna nehrine uyarak, biz de akmıyoruz derlerse, müesses nizamın (kurulu düzen) ve egemen su rejimlerinin hali nice olurdu?!  Bu,  su rejimi yasalarına göre  suların toplu başkaldırmasına ve suların isyanına girer; ve  tecilsiz müebbet hapisten yargılanırlar. Tarihteki büyük halk isyanları tecrübesiyle de sabittir, Suların isyan dalgası bir başladı mı çok kolay ve çabuk yayılır;  ne tarla dinler ne ova bütün yurdu ve dünyayı su basar maazallah! (bu kaçıncı maazallah, sen de şu 'maazallah' larınla tarihe geçeceksin herhalde ) 

O yüzden; Tuna Nehrinin "akmam" demesi, toplu başkaldırıya örnek olmadan,  bu başkaldırının ve asiliğin önü derhal alınmalıydı. Artık; set mi çekilir   baraj mı yapılır orasını bilemem. Henüz,  "bana dayatılan rejime uymayacağım; yatağımı değiştirip ters yöne akacağım" diye sularını taşkınlaştırarak isyan eden Antakya'daki  kadim Asi nehri örneği henüz hafızalardan silinmemişken, Tuna nehrinin bu tutumu, dünyanın bütün nehirlerinin rejimlerine kötü örnek olması bakımından kamu güvenliğini tehlikeye sokacağı ve hukuka uygun olmayan bir tuhaflık yaratacağı besbelliydi.( al sana bir tuhaflık daha!). O yüzden, özellikle böylesi  günler için hazırlanan özel görevli mahkemelerin devreye girmesi gerekirdi. Akmam diyen Tuna Nehri,  makul şüpheli olarak gözaltına alınmalıydı; ve yabancı ülkelere akış yasağı getirilmeliydi.  Akmayan nehirlerle ilgili ceza hukukunun ilgili maddelerine uygun olması için hukukun üstünlüğü marifetiyle Tuna nehrinin isyankar eylemi  delillendirilmeli; ve eğer delil bulunmuyorsa delil icat ve imal edilmeliydi. Ve hatta gerekirse, hakim ve savcı kiralayarak   Tuna nehrinin  behemehal akması sağlanmalıydı !

Makul şüpheli olan Tuna Nehri Rejimi' nin göz altına alınması için Canikokik, kamu yararı adına, savcılığa bulunacağı suç duyurusu için kanıt ve gizli tanık aramak üzere nehrin denize döküldüğü deltaya gitmeye karar verdi.  Sevgili okur, egemen ideoloji ve yalan üretme merkezleri olan kitle iletişim araçlarından ayrı olarak, bu bağlamda dikkatinizi bir noktaya çekmek isterim :  Deltalar da, şimşekler ve ağaçlar gibi çatal(lar) yapar. Çatallaşmalar ise her türlü gelişimin formudur. siz hiç dümdüz giden bir gelişme gördünüz mü; muhakkak çatallaşma olur, gelişme dediğin çatallaşır.

Çatallaşma ve dallanma, aslında, özgücün taşması, tezahür etmesidir. Birin, kendinden kendini doğurarak, bir'ken, iki ,üç..çok olma halidir. Eğer; bir kez bir olmuşsan, artık, 2, 3, 4.. ve sonsuz olmak kaçınılmazdır. Ama tek olmak öyle değildir. Teksen, sırf ve sadece, tek olarak, sen varsın; başkası yok demektir! Yapayalnızsın yani..! (Ama  Madde de tek diyebilirsiniz bana, fakat onun tekliği sonsuz çoğulluğun ve çeşitliliğin birliğidir, o bakımdan madde yalnızlık çekmez, her dem taze mekan ve zamanıyla sonsuzca avunur.)   O yüzden; her hangi bir şeyi anlamak isteyen, anlayacağı şeyde bir çatallaşma; ve birken çok olma süreci ve dinamiği bulsun ki, gerçeğe temas edebilsin. ( İlginç şeyler söylüyorum değil mi?)

Canikokik nehirler birbirlerine benzer diyerek  önce Casius (Cebel Akra) dağı yakınlarındaki Asi nehrinin deltasına gitti. Tarihte daha önce olmuş olaylar geleceğe ışık tutabilirdi. Asi  nehri hakkında tarihi kadim kişilerden bilgi toplamak için St.Symeon Stylit'e gitti. -kuş gibi ağaçlara tüneyen dendrytos keşişlerine ya da mağaralara kapanan çilekeş hermit sofularına gidecek hali yoktu ya !- Uzun yıllar yüksek bir sütunda sabırla tek başına yaşamış olan bu bilge ve aziz kişiye, Asi nehrinin vaktiyle neden asilik yaptığını sordu. "evladım" dedi boğuk bir sesle (bunların sesi tek başına oturmaktan ve tarihin derinliklerinden geldiğinden  boğuk olur genellikle)  Saint Simon Stilit,  "Hristiyanlığı, iktidarın ideolojik temeline ve paganizme karşı düşman gören Roma imparatoru Diocletianus, 303 yılında Hristiyan avı başlatmıştı. Yakalanan Hristiyanlar ya Antakya arenasında aslanlara yem oluyorlardı ya da ayaklarına taş bağlanarak Asi nehrine atılıyorlardı. İşte, bu ilk Hristiyan katliamlarına daha fazla seyirci kalamayan Asi nehri, rivayet bu ya, bir gece ansızın ters yöne doğru akmaya başlamış. İmparator Constantinos, Milano Fermanı'yla tüm dinlere özgürlük tanımasına ve İznik Konsilinde Hristiyan rahipler temsil edilmesine rağmen Asi nehri bu durumunu o gündür bu gündür  değiştirmemiş".  Vaaz ile gerçeğe ulaşılamayacağını anlayan Canikokik, St Simon Stilit'i sütunuyla baş başa bırakarak kendi başına deltanın bulunduğu kumsala gitti.

Dünyada eş zamanlı olarak o kadar çok olay olmaktaydı ki ; ve uğruna mücadele edilecek o kadar çok şey vardı ki, hepsine yetişebilmek Canikokik için elbette çok zordu. Asi kıyısında otururken, “keşke birkaç tane daha kafam olsaydı" diye geçirdi içinden. Zira; insanlar kafa kafaya vererek elbirliği ve iş bölümü sayesinde toplumsal hayatlarını çeşitlendirmiş; dünya zenginleşmişti. Ama; insanlar birey olarak tek ve sınırlı bir faaliyetin içine sıkıştırılmış; hapsedilmiş bir durumda kalmışlardı. Ve kendi ürünlerinin öznesi olacağına oyuncağı olmuşlardı. Bu ters ve tuhaf (italikler tuhaf için!!) duruma artık bir son verilmeliydi. Şimdi, sıra, kendi sınırlı ve dar faaliyetlerine esir edilmiş olan bireylerin, özgürleştirilmesindeydi. Buysa, ancak; her bir insana üretken ve yaratıcı faaliyetlerini gerçekleştirebileceği elverişli toplumsal şartların düzenlenmesiyle mümkündü. İşte, o zaman her bir birey yarat yarata bildiğin kadar düzeyine yükseltilebilmiş olacaktı.

İnsanlar, Leonardo da vinci gibi , ayni zamanda, bir yandan anatomi ve mimari çizimi yaparken; bir yandan da, şiir dinleyip mühendislik hesapları ve resim yapabilmeliydiler. İşte; Canikokik de, çok kafalı halinin birinci kafasıyla, Asi deltasından üremek için macera dolu yollara düşen; binlerce mil kat edip denizleri aşarak Kuzey Atlantikte kahverengi Sargas su yosunlarının bulunduğu ve içinde muhtelif deniz canlılarının bir arada yaşadığı ( deniz canlısı ve su yosunu dersin değil mi; ama gel de şu modus vivendi'ye imrenme sen ) kıyısız Sargossa denizine ulaşan muhteşem yılan balıklarının hayranlık uyandıran serüvenlerini izleyecek; 2.kafasıyla, bugünkü insan hayatını değişmesi lazım geldiğini söyleyen şiirler okuyacak; 3.kafasıyla, toplumsal olarak sınıflara bölünmeseydik acaba uygarlık olur muydu diye düşünecek; 4.kafasıyla da, acaba Robinson Cruzo gibi uzayda  topluma ihtiyaç duymadan tek başına yaşayabilen insan olabilir mi diye yapay zekasına  fikrini soracak, 5.kafasıyla, bu benim yarattığım yapay zeka ilerde ya kendi kendine soyutlama yeteneği kazanıp da beni egemenliği altına alırsa; ya beni ücretli kölesi yaparsa  ben ne yaparım o zaman, herhalde kahrımdan ölürüm diyerek kara kara düşünecek; 6. kafasıyla, bu muazzam sonsuz alemde gelecekte evrenin efendisi olacak olan yapay zeka kendini yaratan insanı başka bir kosmozal mekanda  yeniden yaratacaktır  diye hayal kuracak;  geri kalan kafalarıyla da hayatın sonsuz zenginliği karşısında canı ne isterse onu yapacak; ve eskiden olduğu gibi ihtiyaç ve amaçlarının peşi sıra giderek kendi tarihini yapmaya devam edecekti.. (geleceğin insanı her halde böyle bi şey işte)

Ama şimdilik bir kafası vardı ve onunla da Tuna nehrinin akmaması halinde nelerin bizi beklediğini; ve hangi hukuksuzlukların olacağını öğrenmek istiyordu. İçini bir karamsarlık kapladı ve gamlı gamlı kumsalda yürümeye başladı. Daha önce Antonin Dvorak’ın 'yeni dünya' senfonisini mi minör tonda işitmemiş olduğundan, "denizin dibinde Hatçem" türküsünü söylüyordu. Gerçi, bir ara "kundurama kum doldu" türküsünü söyleyecekti ama, türkünün devamı olan sözlerinin, ‘atmaya kürek mi yoksa yürek mi gerek’ olduğu hususunda tereddütte düştüğü için vazgeçti. Dikkatli okurun gözünden kaçmayacağı gibi, çıplak ayak, kundurasız kumda yürüyen bir gamlı insanın, kundurasına kum dol(dur)muş olması da haliyle abesle iştigal olacaktı. Ayrıca; yaşadığı çağda niye peygamber olamamış diye şaştığım yüce Aristotales’e göre, kundura kum doldurulsun diye imal edilmez; ayağa giyilsin diye imal edilirdi. Gerçi,  kundura satıcıları kunduralarını satarlarken, ayakkabıların hangi maksatla kullanılacağına dair bir şerh koymazlar ama,- zira; satılan malın tasarrufu, hangi amaçla kullanılacağı tamamen alıcısına aittir: benim sana satmış olduğum bir kilo sütten ister sütlaç yap, ister yoğurt; istersen birazını sokak kedilerine içir, bu tamamen senin bileceğin iştir. Satın almış olduğun sütü istediğin gibi kullandığın için kimse savcılığa suç duyurusunda bulunmayacaktır. Çünkü bu hukuka uygun olmaz.-kunduranın kullanım değerine biz yine de saygı göstermiş olalım; ona kum doldurmayalım. Kum torbaları ne güne duruyor ?

Canikokik, epey bir süre yürümüş olmalı ki güneşin sia vakti gelmiş olduğunu anlayamadı. Hani deniz insanın gamını alır derler ya işte Canikokik büsbütün gamını ve karamsarlığını denizde bırakmıştı. 

Fakat Tuna nehri hala akmam diyordu.( vay namussuz!! hatta anarşist!!)

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Canikokik, ne isterse onu düşünebilecek olan; ve henüz; hukuk ile aldatılamamış bir yurttaştı. Ceza yasası ve ayarlanmış mahkemeler, henüz düşüncesini yasaklamamıştı. ve 'hiç bir şey düşünmeyeceksin; tamam mı?' cezası kesmemişti; ve en üstün otorite, beyninin yaşama sürecini ona çok görmemişti.  Canikokik, hukuktaki hukuksuzluklardan bunalmış bir halde, ve henüz kendi hukukunu kuracak kudreti de olmadığından, deniz üzerinde bir hukuk olusturmak üzere her zaman yaptığı gibi, güneşin sia vaktinde ( bu sia vakti de ne demeyin hemen açıp okuyun biraz)  kendini Akdeniz'in tuzlu ılık sularına bırakıverdi.

Canikokik, suyun kaldırma kuvvetinden yararlanarak, denizde sırt üstü bağdaş kurmuş vaziyette (bacak nahiyesi uzun olduğu için bunu çok rahat yapabiliyordu Canikokik), Sicilyalı Arşimet’i şükranla andı -Canikokik'in bir huyu vardı : Doğa üzerinde egemenlik kurmaya hizmet etmiş buluş sahiplerini, yeri geldikçe saygıyla anmadan yapamazdı. Bu konuda tek istisna, icadıyla geceyi gündüz yapmış Edison’du.. Zira; Edison paraya tapıyordu; buluşlarını sermaye için yapıyordu, ve patent hırsızlığında bulunuyordu.. Dahası; elektrik-elektronik alanında kadri bilinmemiş bir mucit ve dahi olan Nicola Tesla'ya kazık atmıştı Edison.. Bütün bunlar Canikokik'in gözünde Edison'un değerini düşürmeye yetiyordu.- sırt üstü yatmış olduğu denizde, düşünen ve düşleyen bir adam olarak Canikokik, daha neleri düşünebilirim derin derin diye sınır tanımadan düşünce denizine daldı. Zira; düşünce de, hareket gibi, tümel karakterliydi; her şeyi konu edinebilir ve her çeşit yükleme sahip olabilirdi. Zira, usturasıyla meşhur Ockham'a göre daima yüklem olarak hareket söz konusu olduğundan her şey daima 'hareket etmiştir' ( verili özellik ve belirlenimlere sahiptir) halindeydi. Bu gerçeği önvarsaymadan derin denizlere  dalamazdı tabi. Başlamak önvarsaymaktır zaten. nerden ve ne ile başlarsanız başlayın daima mevcut verili  bir şeyleri önceden önvarsaymak zorundasınızdır. 

Bu arada, Canikokik'in beyninin verili yaşama süreci, farkında olmadan, bazı derin fikirler üretmiş olmalı ki, Canikokik, fikri ağırlığının etkisiyle, imdat bile diyemeden, düşünce denizinin dibine doğru yol almaya başladı. Tam dibi boylamak üzereyken, ne olduysa, birden kendini, Dante'nin cehennem kapısında buldu. (Hoppala!!.)

Ne var bunda şaşacak; ne yani kendisini anayasanın temel haklar ve hürriyetler kapısında mı bulsaydı ?! Gerçi bu kapıda, cehennem kapısında olduğu gibi,  "buraya kim girerse umudu geride bıraksın"  diye bir şey yazmıyordu ama, orada da, çalışan insanların, ücret karşılığında, iş güçlerini belirli süreliğine belli bir fiyatla satmalarına özgürlük diyorlardı ( ahlaksızlar!!). Ayrıca, bu anayasal aldatmaca, tuhaftır, kimseye ayıp ve acayip gelmiyordu. Çünkü; anayasanın temel hak ve hürriyetleri, presence in abstracto (soyut olarak mevcudiyet) haliyle ve the right of the abstract person (soyut insan hakkı) olarak kulağa hoş geliyordu. Bu hak ve hürriyetlerin, siyasal iktidar sahiplerinin çıkar ve ihtiyaçlarına göre, özel ve somut kanunlarla sınırlandırılmış olması ise kimselerin umurunda değildi. Oysa; ceza yasaları, ideal ve ebedi adalet adına ve cui bono bir egemenlik anlayışıyla, bir sınıfın diğer bir toplumsal sınıf üzerindeki egemenliğini muhafaza ve müdafaa biçimi olarak ilahi adaletini dağıtmaya devam ediyordu. Devlet ise, hala, genişletilmiş mal üretimi ekonomisinin 'de jure ve de facto' işgali altında, ilahi adaletin kılıcını temsil ediyordu.

Canikokik, milletin kafasını dumanlandıran anayasal hak ve özgürlükler mistifikasyonundan sıyrılarak cehennem kapısı eşiğine geldiğinde Rodin'in ücretli  "düşünen adamı"na rastladı (düşünme bu ya, ücretli olur mu hiç; oluyor ama, ondan sonra hakmış, hukukmuş, özgürlükmüş diye konuşup duruyorlar işte!) 



  
Ücretli düşünen adam, gene her zamanki haliyle oldukça  düşünceliydi. Ve bir papağan gibi,  mütemadiyen, Descartes'in "sum quia cogito" (Varım, çünkü düşünüyorum) sözünü  tekrarlayıp duruyordu. Fakat kim için ne düşündüğü belli olmuyordu. Canikokik, cehennemi düşünce yasaklarına ve sansüre rağmen ücretli düşünen adamın ne düşündüğünü öğrenebilmek için, kredi kartıyla cehennem şifresini girdikten sonra,10 papel bastırdı. Düşünen adamın o anki ücretli düşünceleri sıralı halde ekranda görüldü. Ekranda, ilk sırada: (cennetten çok çekmiş olmalı ki) "Cennete giden dünyayı ararmış" yazıyordu. İkinci sırada ise," kırk yıl düşünsem bir gün şu cehennem kapısında ücretli düşünen adam olacağım aklıma gelmezdi" (istersen ücretli olma cehennem zebanileri ne güne duruyor) yazıyordu. Son olarak da: “ben bu cehennemdeki işten bir şey anladıysam Arap olayım; o yüzden inanıyorum ( ve cayır cayır yanıyorum)”    manasına gelen "credo quia absurdum" yazıyordu. Ama, bu cehennemi dünyada da, iş dediğin, insanlı dünyada olduğu gibi, ücret ile yapılırdı. Düşünmenin de  elbette  bir fiyatı olacaktı. Ücretli ve ücretle düşünme,  sanki ücretsiz düşünülemezmiş gibi,  adil ve makul bir şeydi. Hatta cehennemde, sanki çalışanların ihtiyaçları ve emek güçleri eşitmişçesine, şu mahut "eşit düşünmeye (işe) eşit ücret" aldatmacası bile vardı. Cehennemde de emek gücü harcanarak iş yapılırdı. Ama ücret, emek-gücünün fiyatı olduğu halde, nedense; emek gücüne değil de yapılan işe ödenirdi.   İlahi cehennemi iş yasaları ve Anayasa bile  bu gerçeği gizliyor ve gizemli bir hale sokuyordu. 

İnsanların ücret karşılığında bedensel ve zihinsel güçlerini, çalışma kapasitelerini  gündelik, haftalık, aylık, yıllık ve ömürlük olarak satmaları, cehennem eşiğindeki düşünen adamı hiç ilgilendirmiyordu anlaşılan. Bir ara, Canikokik, ücretli düşünen adamdan, "bu dünyadaki cehennemi ceza yasaları, kim tarafından, kim için (cui bono) ve kime göre yapılıyor?” diye düşünmesini istedi. Zira, kanunlar önünde herkes eşitti eşit olmasına da, ama, ceza yasası, hırsızlık yaptıklarında, bir dolar milyarderini de bir işsizi de ayni(!) cezayı mı veriyordu bakalım?  Fakat, ücretli düşünen adamın mesaisi bittiğinden; ve cehennemde, cehennemi iş kanunu geçerli olduğundan; ve  fazla mesai yasak olduğundan, Canikokik'in sorusu cehenneminsi  havada kalmıştı tabi. 

Şayet; ücretli düşünen adam dünyada olduğu gibi  fazla mesaiye kalmış olsa idi, Canikokik ona, kendi dünyasına ait  daha pek çok soru soracaktı. Mesela: köle sahipleri efendiler ile köleler arasındaki egemenlik ilişkilerini düzenleyerek kamufle eden Perikles Atinas'ının demokrasisinde, her türlü haktan yoksun 100 bin  köleye karşı 20 bin özgür yurttaşın hangi hukuk sistemiyle yönetildiğini soracaktı.  Bu tamamen efendilerin çıkarına göre olan bir hukuk muydu; yoksa kölelerin çıkarına göre mi ? Perikles'in kölelik hukuku ne kadar ilahi adalete uygundu? Veya; köy sahibi olan ağanın yanında köylülerin anayasaya göre seçme ve seçilme hakkının olması ne anlama geliyordu ? Tabi,  bütün bu soruları soramamıştı Canikokik.

Ücretle düşünen adam da, nihayetinde bir adamdı; ve  düşünebilme kapasitesinin ve düşünme gücünün sınırlarına gelmişti.   Gün boyu ücretli düşüne düşüne ve düşüncesinin nesnesi olan dünyayı özler bir halde, düşünmekten yorgun düşmüştü. Bir sonraki cehennem günü için düşünebilmesi için düşüncelerini dinlendirmesi gerekiyordu artık. Cehennemin düşünce-kapısı eşiğindeki ilahi-düşünce'sinde uyku daldı. Tabi yatmadan önce o günkü hasılatını saymadan edemedi.

Bu arada, sevgilisi Camille Claudel tarafından terk edilmiş olan Rodin, Othello  Kıskanclığı'na tutulmuştu. Cehennemde, düşünen adamın bu kadar el üstünde tutulmasını ve kendisinden daha ünlü olmasını bir türlü hazmedemiyordu ve kendi ürününü feci şekilde kıskanıyordu. Asistanı ve sevgilisi olan Camille Claudel'in bedduasını almış olmalı ki kendisini şu koca cehennemde, yapayalnız hissediyordu. Oh olsun !..Kadıncağızı sen, sanatsal kıskançlığınla, deli hastanesine düşür; ondan sonra da insanlardan anlayış bekle; öyle mi?!. Hem sonra, nedir bu despotluğun; düşünen adamın bazı düşüncelerini sakıncalı bulup niçin yasaklıyorsun? Cehennemde olmasa bile, düşünce özgürlüğü denen bir şey var değil mi şu dünyada?  Düşünen adamın, niçin, her şeyi düşünme özgürlüğü yok!?  Düşünmenin ücreti mi olurmuş; bırak da adam ücret-siz düşünsün artık !.. Ücret de neymiş !? Ücrete olan kölelikten düşünceyi kurtarmak gerek artık! Ücreti de düşünen, düşünen adam değil mi zaten !?

O sırada Cehennem coğrafyasından geçmekte olan ve baldıran zehrini henüz içmiş olan Sokrates, Canikokik'in sorularını duymuş olmalı ki, hemen keyifle söze girdi. Ve Canikokik’e, bizi, ideallere ve formlara alıştırmış olan Plato’nun Devlet adlı yapıtından ezbere bir pasaj okudu. Thrasymakhos’un ağzından şöyle diyordu o pasajda :  "Her yerde zorbalık, demokratlık, aristokratlık gibi değişik yönetim düzenleri olduğunu bilmez değilsiniz herhalde.  Her yönetim kanunları işine geldiği gibi koyar. Demokratlık demokratlığa uygun kanunlar; zorbalık zorbalığa uygun kanunlar; ötekiler de öyle…bu kanunları koyarken kendi işlerine gelen şeylerin, yönetilenler için de doğru olduğunu söylerler; kendi işlerine gelenlerden ayrılanları da ,kanuna, doğruluğa aykırı diye cezalandırırlar. İşte, dostum benim dediğim bu. Dogruluk, her yerde birdir: Yönetenin işine gelendir. Güç de yönetenin olduğuna göre, düşünmesini bilen bir adam bundan şu sonuca varır.: Doğruluk, güçlünün işine gelendir.

Sokrates hızını alamamış olmalı ki, bu arada,  para üzerine de bir nutuk çekti :  "Para, herkesin arzuladığı tek şeydir. çünkü soyut bir servettir. Ve insanlar ona sahip olmakla her türlü arzu ve ihtiyaçlarını tatmin ederler. Tüm zenginlikleri temsil ettiğinden insanlar durmadan para biriktirmelidir gerekirse aç ve susuz kalıp para biriktirmelidir.  Çünkü;  gerçek gücün kaynağı paradır. Ne demişler para her şeye kadirdir. Adaleti sağlayan. Kanunları yapan düzen kuran düzen yıkan gerçek güç."

Sokratesin konuşmalarından rahatsız olan asayiş Zebanileri, Sokrates'i cehennem çukuruna gönderince Sokrates'in sesi kesiliverdi.  Canikokik, cehennem eşiğinden ayrılmak üzereydi ki birden Galileo'yu gördü. Elinde ölçü aletleri Dante'nin Cehenneminin çapını hesaplıyordu.  Galileo, Dante'nin Cehennemi üzerine iki sömestre doktora öğrencisi olan zebanilere, dolgun ücret karşılığında, ders veriyordu. Tabi saf Toskana diliyle. Gerçi zebaniler bu dili bilmiyordu ama, aralarında matematik diliyle  anlaşıyorlardı işte. Zebanilerin en korktuğu bölüm lücifer ile ilgi olan bölümdü. Zira, luciferden çakarlarsa zebanilerin de cehennem kantoları eşliğinde cehennem çukuruna gitme ihtimalleri vardı. Dante'nin Cehennemi, aslında, koni adı verilen içbukey bir yüzeye benzemekteydi. Tepe noktası, tam da,  dünyanın   iş merkezi (Newyork Borsası)'nde, taban ise ücretli çalışanların bulunduğu güney yüzeyindeydi. Galileo, kendini cehennemin kesitini çıkarmaya adamıştı. Ve cehennem konisinin gerçek iş-ücret katlarını ve sınıf katmanlarını hesaplayabilmişti. Ama ne yalan söyleyelim engizisyonun cehennem ateşinde yanan Bruno'nun gözü pekliği ve medeni cesareti onda yoktu.

Canikokik, ücretli düşünen adamı, Sokrates'i, Galileo'yu ve diğerlerini Dante'nin Cehennem eşiğinde bırakarak düşünce denizi'nin cehenneminde  boğulmaktan  son anda kurtulmuştu. Zira,  her zaman yanında taşıdığı can yeleği basınç etkisiyle aniden şişince, imdadına yetişmiş; onu düşünce denizinin cehennemi derinliklerinde boğulmaktan kurtarmıştı. Su yüzeyine çıkarken, Anayasanın denetimli özgürlükler derinliğinde, aniden yediği vurgunla, her şey birden bire soyutlaşmıştı. Gerçi; Canikokik, düşüncede ve düşünerek her şeye erişebiliyordu ama; gerçekte; imkanı olmadığı için, eline, soyut düşünceden başka hiç bir şey geçmiyordu. 

Yarı baygın bir halde, ne olup bittiğini anlamak için, tekrar düşünmeye başladı; etraftan duyuyordu; yok orman kanunuydu; yok medeni kanundu; yok ticaret ve deniz iş kanunuydu...gibi şeyler. Kanunları duydukça üstündeki basınç artıyordu. Devlete doğru yaklaştığını hissetti ve su yüzeyine çıkmasıyla birlikte kafasını güm diye Devlet'e çarptı. Canikokik'e ilk yardım yapılırken Canikokik hala,  "acaba baskı ve sömürü dedikleri şeyler bu kanunlar aracılığıyla mı sağlanıyordu ? Mesela Hammurabi kanunları, Napolyon kanunları, Pinochet kanunları neye yarıyordu? Anayasal özgürlüklerimizi(!) bu özel kanunlar mı sınırlandırıyordu ? Hem sonra devlet, ne diye vatandaşlarına anayasa ile vermiş olduğu soyut özgürlükleri, özel somut yasalarla elinden alıyordu ?" diye sayıklıyordu..

Canikokik  iyileştikten sonra,  cehennem anılarını yazmaya koyuldu. İnsanın iş-gücü'nün insanların kendi gözünde, bir mal şeklini almış olmasını, herkesin  gözüne sokmak istiyordu. İnsanların mal üretimi yüzünden kör olmuş olmalarını ve canlarının çıkmış olmalarını bir türlü kabullenemiyordu.  Nasıl olur da, insan çalışmasının, domates ve patlıcan gibi, ücret adı altında bir fiyatı olurdu ? Bu ucube tuhaflık "des ut facia"(veriyorum ki yapasın ) hali, yani; 'ben ücret vereyim sen de benim için çalış hali' Canikokik'in gücüne gidiyordu.  Bu yüzden ne zaman her hangi bir mal  ile karşılaşsa, maldaki fiyata tekme atası geliyordu. Güya; fiyatı giderse maldaki ürün açığa çıkarmış ! (Sen kendini İngiliz papaz Berkeley mi sandın, düşüncenden kovduğun fiyat gerçekte maldan da kovulsun, solipsizmciliğin alemi yok!? ) Canikokik, sokaklarda tekmelediği bir çok mal hatırlıyor, fiyatın gittiği mittiği yok tabi; avuntu işte !

İnsanların, üretimde bulunmak suretiyle toplum aracılığıyla doğamülk edinmelerinin; ve çeşitli toplumsal bağların kişisel çıkar ve amaçlar uğruna kullanılmasının adı medeniyet olamazdı. Canikokik, son kez, cumhuriyet savcılığına büyük insanlık adına suç duyurusunda bulunmaya karar verdi. Yattığı yerden cumhuriyet savcılığına bir dilekçe yazdı. Fakat birden anladı ki, Cumhuriyet Savcılığına verilen dilekçe ve suç duyurularıyla büyük insanlığın sorunları çözümlenmiyor; kalıcı istenilen bir sonuç elde edilemiyordu. Başka bir yol bulmalıydı. Habire bir gerçeği işaret etmenin bir anlamı kalmamıştı. Hem sonra bütün ülkelerin işçileri ve ezilen ulusları birleşin diye düşünmekle işçiler ve ezilen uluslar birleşmiyorlardı ki. Çünkü; kafamızın dışındaki gerçek değişmiyordu. Aslolan, dünyayı değiştirmek için düşünmekti. O zaman kafaların içindeki gerçek de değişmiş olacaktı.

Bu gerçekten hareketle, Canikokik tarihsel bir karar verdi: Değiştirmek istediği gerçek, örgütlü bir güçtü, o halde kendisinin de örgütlü bir gücün bir parçası olması gerekiyordu. Ve örgütlü mücadeleye katılmak üzere güven duymuş olduğu bir siyasi partiye gidip üye olmaya karar verdi. Canikokik, ancak bu sayede, genelleştirilmiş mal üretimi düzenini ve onun özel mülkiyete dayalı hukuk sistemini emekçi insanların somut ihtiyaçlarına göre değiştirebilecek; baskı ve sömürü düzeninin bir parçası olmayacaktı.. Aksi takdirde, ne acı ki, insanlar,  piyasa olmuş toplumda  bir "şey", bir eşya gibi yaşamaya devam edecekti.

Canikokik'in ataları ne demişti: "müşterisiz mal zayidir."  Zayi olan maldır; insan değil. Yani denklem ve düzen "mala nazaran insan" biçiminde kurulmuştu. Mal mutlak olanı, insan ise mala nazaran göreli olanı temsil etmekteydi.  Bu hesapta Mal efendi, insan da onun kölesi olmaktaydı. İnsanın yaratıcı ve üretken gücü nesnelerin yaratıcı ve üretken gücü olmuştu yani. Bu pespaye duruma daha ne kadar seyirci kalabilirsiniz ki?

Canikokik, ürünü mal; insanı müşteri; toplumu da piyasa olmaktan kurtarmak için ve yeni bir egemen hukuk yapmak üzere, bu kez, yıllardır duvarda asıllı olan bahriye kılıcını kuşanarak sokağa çıktı ve partinin örgütlü gücüne katıldı.  Bir bütün olarak üretimin sermayeye olan köleliğine son verecek olan uzun soluklu mücadelenin bir parçası oldu.

Canikokik, artık, piyasa olmuş toplumun dar ve bencil hukukunu aşacak olan; ve sancaklarında herkesin yeteneğinden ihtiyacına göre yazan ufukta görünen gemilere kendini daha  yakın hissediyordu  ve mutluydu..  

Canikokik, bu mutluluğunu, tarihte, bu uğurda ta başından beri fedakarca mücadele eden ve "kükremiş sel gibi  bendini çiğneyip aşan" ve ab-ı hayat akıtan  şelale-işçileri ile  onlar için teori üreten  kozmik bakışlı düşünen adam(lar) ile paylaşmadan  edemedi: 

Düşünen Adam

ab-ı hayat akıtan Şelale İşçileri



*nerede bir devlet varsa orada hukuk vardır

25 Şubat 2010 Perşembe

topuk selamı

Arkadaşlar bu gün pazar ya beni yine güneşe çıkardılar. Malum; burada haftanın bir günü güneş veriyorlar bize  ona da yok sizin olsun diyecek halimiz yok tabi. Güneş bu can kaynağımız! Tuhaf ve komik olan  neden böylesi bir güneş kısıtlamasına gidiyor olmaları ve insanları güneşten koparmaları... Allahtan yanımda bizim mahalle bakkalı meraklı ve neşeli  Ömür var. Ben ve Ömür güneşe her çıktığımızda müthiş seviniriz; birbirimize sorular sorar gökyüzünün ne kadar geniş ve mavi olduğuna şaşar; ve güneşin dünyayı ısıtan fokurdayışına hep hayran kalırız. Biliyor musunuz bizim kuvvetimiz aslında bu dünyada yalnız olmamaklığımızdan gelir. Çok şükür dünya ve insanları bilim sayesinde bir sır ve bir esrar değildir bize.

Pazar günleri sınıf mücadelesinin tatil günü olduğundan, ben de sizlere bu güneşli pazar günü yakında yayınlanacak olan 'Müstafi Bir Yüzbaşının Tuhaf Hatıraları' adlı kitabın "Müruru Zamana Uğrayanlar" bölümündeki, 'Topuk Selamı' ndan söz edeyim dedim. Bilmem iyi etmiş miyim; anlarız şimdi. 

Baş-aşağı toplum düzenlerinde  şu topuk selamının da  ücretli kölelik sistemi gibi artık müruru zamana uğraması gerekir. Vakti geçmiş bazı şeylerin bu dünyada işi yok artık! Tıpkı 21 gün boyunca yumurtanın içindeki civcivin gelişimine hizmet eden 'yumurtanın  kabuğu'nun 22.günden itibaren artık gerici olması gibi.. Bilirsiniz, yumurtanın kabuğu, 21 gün boyunca civciv açısından ilerici ve geliştirici bir işlev görürken, 22.gün yumurtanın kabuğu gerici olur. o yüzden 22. günün erken saatlerinde şiddetli ve çatırtılı bir kalkışma olur yumurtada ve 21 günlük civciv, artık gerici olmuş kabuğunu, şiddetle kırarak özgürleşir; ve bu dünyadaki piliçlik ve tavukluk hayatına merhaba der.

Sırtına semer vurulan sıpa da öyle.. Sıpa büyüdükçe semer artık küçük gelmeye başlar. Sıpa, kocaman bir anıran eşek olduğunda ise o sıpalık çağının semeri eşekte komik durmaya başlar ve eşeğin eşekliğiyle bağdaşmaz olur artık. O yüzden; kavga çıkmasını istemiyorsanız, - fark ve çelişki varsa kavgasız hayat olmuyor ki ama!- her çağın yakışanını, bağdaşanını bulmak ve yapmak gerek; yoksa, sırtınıza semer vuran çok olur ve daralır durursunuz, bizden söylemesi.

Demek ki, nerede insan hayatının gelişmişlik düzeyine ve kapasitesine uygun olmayan bir ilişki biçimi (kabuk) ve ortam varsa, orada devrimci eğilimler ve dinamikler hazırlık yapar ve ortaya çıkar. Kategorik anlatımıyla buna "içerik-biçim" meselesi derler; içerikle biçimin 'çelişkili birliği' yani.. Bu birlik'te, içerik belirleyici olandır. İçerik ile biçim arasında uzlaşmaz zıtlaşmalar olduğunda hayat, özgürlük için, tarihsel gelişimin ebesi olan 'devrimci kalkışmayı' göreve çağırır. Gerekli hazırlığı yapıp bu çağrıya kulak verip devrimi gerçekleştirenler hayatın ve tarihin tıkanıklıklarını açmış olurlar. Bu süreç, gündelik ve ömürlük yaşantımızın muhtelif ilişkilerinde ve boyutlarında hep karşımıza çıkar; mesele, böyle anlarda ve durumlarda, devrimci bir tutum takınıp takınamamaktadır; zorunluğun bilincine varıp özgürleşip özgürleşememektir. O yüzden tarihte ilerici-gerici  olma meselesi,  esas itibariyle, "müruru zamana uğramış" ilişkilerden ve kurumlardan kurtulma meselesidir. 
  
Bu vesileyle; varlığı, yaratıcı ve özgür eylem olarak koyan, büyük burjuva hümanizminin temsilcisi olan klasik Alman felsefesinden idealist filozof Fichte'yi anmadan edemeyeceğim: Fichte, bugünkü durumu, gelişme halindeki geleceğine bağlı olarak koyar: ne idim ve bu gün neyim; bunların anlamı ancak ne olacağım ile ilgili olarak vardır. Sanki bizim "ne oldum demeyeceksin; ne olacağım diyeceksin" atasözünün açıklaması  gibi değil mi? Demek ki varlık hiç bir zaman bir veri değil; bir fiil'dir; bir yaratmadır; sürekli olarak 'kendi kendini' yapmaktır. Onun için varolmak demek bir şeyler yapmak; yaratmak demektir. Bu eylem, bu yaratma, daha önce yaratılmış olanı sürekli olarak aşar; ve daha eski olan eseri, birden bire ortadan kaldırmaz; iptal etmez. Onu, yeninin içinde, yeniyle birlikte bir süre daha yaşatır. Ta ki; eskiyi bünyesinde muhafaza eden yeni, yeni bir senteze ulaşsın. Onun için asıl gerçek, varlıkta değil; eylemdedir. Bunun içindir ki, Fichte, tarihi, 'tamamlanmış bir gerçek' olarak kabul etmemektedir. Kendini 'tarihin terminus'u (başlangıcı ve son durağı) yapmaya Fichte' nin ihtiyacı yoktur. O, konmuş olan sınırları, sonu olmayan biçimde, sanki; sonsuz(luk) kendini çağırıyormuş gibi, sürekli olarak yadsır ve aşar. Bu arada, yaşasın 21.gün sonunda yumurtasının kabuğunu zorunlu olarak kıran özgür civcivin eylemi ..!

Bu zorunlu açıklamadan sonra hepinizi, fiyakalı topuk selamımla selamlarım.. ufff!! çok sert vurmuşum galiba;  ökçeli topuk sesinden koridor inledi de, gardiyanlar duymamıştır inşallah, sessizliği bozmak suçundan  o soğuk karanlık dar hücreye tekrar girmek istemiyorum.

Arkadaşlar, malumlarınız olduğu üzre, karıncalar gibi insanlar da birbirlerini selamlarlar. Hatta karıncalar her karşılaşmalarında selamlamadan birbirlerini geçemezler. vaktiniz olursa onların bu halini bir seyredin derim. Bizim burada bayağı vaktimiz oluyor onları incelemeye. Hatta bazı ziyaretçilerden yanlarında karınca getirmelerini istiyoruz. Doğayla bağ kurmak huzur vericidir.   

Selamlama, insanlık tarihimiz kadar eski bir toplumsal adetimiz ve alışkanlığımızdır. Dikkatinizi çekerim, bakın  şu an, tarih'e giriyorum ve 'tarih' ile açıklıyorum. Bu devirde "tarih" ile açıklayan adam bulmak öyle kolay bir şey değil, varsa da yoksa da "gerçeği" ideoloji ve mitoloji  ile açıklama! o yüzden Tarihin kıymetini bilelim biraz. Çünkü; tanrılar tanrısı Zeus yaratması Pandora Hanım'ın kutusundaki melanetler gibi, tarihin dışında, kendi başına (per se), yalıtılmış, saf, tam ve mutlak olarak; tümel bir selam yoktur. Selam tarihsel ve kültüreldir. Aksini söyleyenin başına Sisyphus kayası yuvarlansın. 

Selam, daima, toplumsal gelişimin belli bir aşamasındaki selamdır; ya da tarihi gelişim süreci boyunca verilen çeşitli selamlardır:  Başta Allah'ın selamı olmak üzere  pre-historik mağara adamı selamı, neolitik adam selamı; büyük İskender selamı, Romalı Sezar selamı, Bizans İmparatoru selamı.. köylü selamı, asilzade selamı; padişah selamı,  baş selamı, el selamı, topuk selamı; gemi düdüğü selamı, silistre selamı; gemi sancağı selamı,  kabadayı selamı, Sadri Alışık selamı; Bektaşi selamı, Yunus Emre selamı, Mevlana selamı;  muhtelif ideolojik selamlar, İslami selam, komünist selamı, Hitler ve Musolini'nin faşist selamı, mason selamı, milli güvenlik konseyince bir türlü yasaklanamayan tarikat-cemaat selamı;  ağa selamı, işçi selamı, patron selamı... gibi daha çok çeşitli selamlar vardır. Zaten; 'gerçek' dediğin, hem tarihsel olacak; hem de çeşit çeşit, katman katman çok olacak! Ama bütün bu selamlar içinde ben nedense en çok Halikarnas Balıkçısı'nın o "hurra..!!" der gibi  "merhaba" selamı ile Nazım Hikmet'in Türkiye işçi sınıfına selam' ını severim. Hatırlayalım mı o selamı biraz:

"Türkiye işçi sınıfına selam /selam yaratana! / Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selam! / Bütün yemişler dallarınızdadır./ Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir / haklı günler, büyük günler / gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan/ ekmek, gül ve hürriyet günleri./ (..) /  Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selam / paranın padişahlığını / karanlığını yobazın / ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selam./ Türkiye işçi sınıfına selam/ selam yaratana!"

Bu arada kurucu-devrimci halkçı selamları da unutmamak lazım: Garibaldi selamı, Bismark selamı,  Bolivar selamı; Bolşevik Devrimi önderi Lenin'in selamı; saltanatı yıkan anti-emperyalist Mustafa Kemal'in cumhuriyetçi-devrimci selamı, Çin Devrimi önderi Mao'nun  selamı, Amerikancı diktatör Batista'ya karşı Castro'cu  "ya vatan ya ölüm" selamı gibi.. 

Bir de, meğer ölmemiş; hala  içimizde  yaşayan şu Natocu Kenan Evren'den sonra türetilen  'tak-şak' paşaların devrine ( İktidar sahibi  tak diye emreder ben de şak diye yaparım devri  ) kadar sürmüş daha sonra  sivillere tevarüs ederek iyice yozlaştırılmış; ve dalkavukluk ve maskaralık  selamı olmuş olan adına "tak-şak" emredersiniz! denilen bir topuk selamı vardır.  

Aslında, toplum yoksa 'topuk selamı' da yoktur. Robinson Crusoe ıssız adasında Cuma'sına topuk selamı veremezdi mesela; doğa insanı ormanlar kralı Tarzan da öyle.. çünkü; her ikisin de ayağına giyebileceği doğru dürüst bir topuklu kösele ayakkabıları bile yoktu. Hem sonra hangi hayvan topuk selamından anlar ki!? Her şeyden önce topuk selamı tesisi için ortalıkta ona uygun toplum ilişkiler  olmalıydı, değil mi,  filler, aslanlar, zürafalar değil.!  Birlikte yaşanan bir toplum olmayınca selamlama ihtiyacı da hasıl olmuyordu tabi.. Oysa; topluluk halinde yaşayan cilalı taş devri insanı olan Cilalıibo, selamsız yapamazdı. Muhakkak; her sabah herkesi, o güzelim ilkel ünlemli sesiyle selamlardı. Anlayacağınız, Paleolitik zamanlardan modern zamanlara insanlar birbirlerinden selam almış, birbirlerine selam vermişlerdir..

Rüşvet değildir diye selamların alınmaması çok sonraki devirlere uzanır. Divan şairimiz fukara Fuzuli'nin  "selam verdim rüşvet değildir diye almadılar" demesi  boşuna değildir. Fuzulinin yaşadığı zamanlar toplumsal ortam ve ilişkiler bozulmuş; bu günkü gibi rüşvet muteber olmuş. Oysa şu iki günlük dünya pazarında  insanlar birbirlerine sadece metalarını değil; hünerlerini, olgunluklarını, erdemlerini de sunabilirdi diye buyurmuş Fuzuli:

"Dehr bir pazardır her kim metaını arz eder/ Ehl-i dünya sim ü zer ehl-i hüner fazl u kemal. 

Günümüz siyasileri yeni-ortaçağı kendilerine örnek alacağını fukara Fuzuli'yi örnek alsalarmış ya.

Bu arada rüşvet demişken tarih nam yapmış en büyük  rüşvet alıcısı, adalet bakanlığı da yapmış olan  Francis Bacon'ı anmadan olmaz. Bacon, rüşvete tutulmuş ve rüşvet bağımlısı birisiymiş. Nedense, devletin en üst makamlarında bulunduğu halde hediye ve rüşvet almadan memurluk yapamazmış, zafiyet işte! (-Demek ki bu rüşvete bulaşma sadece bizdeki siyasilere ve memurlara özgü değilmiş, emeğin metalaştığı sömürü ve yozlaşma düzeninde rüşvet  oluyor işte.    Dünyada kapitalist sömürü düzeni topyekun kaldırılsın bakalım rüşvet kalıyor mu ortalıkta? ) Uzun yıllar tam bir rüşvet-sever  olarak yaşamış; ve sonunda rüşvet almaktan ömür boyu hapse mahkum olmuş; ancak, kralın insafı ve inayetiyle hapse girmekten kurtulmuştur. Bacon, yazmış olduğu Yeni Atlantis adlı ütopik romanında  insanlığın nasıl olması gerektiği hakkında ideallerini anlatmıştır. Yeni Atlantis'te hayali bir ülkede yaşayan  Ben Selam halkının adet ve ahlakını anlatırken de "rüşvet alan memurlar için iki defa ücret alıyor derlermiş" diye rüşvete vurgu yapmış gene. Demek ki rüşvet o kadar kanına işlemiş adamın! 

Neyse biz şu topuk selamımıza dönelim, topuk selamından bahsederken, bireysel gelişimimin belli bir aşamasındaki topuk selamından da bahsetmek gerekir. Geçen gün hesapladım, 16 yıllık üniformalı hayatımızda, tatilleri saymazsak, günde ortalama 5 topuk selamından, toplam 7920 topuk selamı vermişim; dile kolay! Ne topuk selamları vermişim zaten yoktular!

Sevgili okur, neler nelere değmiyor ki, mesela zıt uçlar bir birine değer. Evet hayır'a; olumlu olumsuza; esaret özgürlüğe; kimya biyolojiye, fizik kimyaya; devrim karşı devrime; sevgi nefrete;  iyi kötüye; güzel çirkine; doğru eğriye; dişi erkeğe.. hatta kendinden hareketli miniminnacık kuarklar bile  habire birbirlerine değip duruyor. Elbette topuklar da birbirine değecektir.. Hatırlayacak olursak, topuk selamı, teknik olarak geniş açıyla işleri olmayan askeri zevatın ayakkabı ökçelerinin V olmuş, dar açılı, saat 10'u 10 geçiyor selamıdır. Ve baş, selamlanacak kişinin önünde, ani olarak aşağı iner ve kalkar. Maazallah eğilen baş ya bir daha kalkmazsa.. Başın öne eğik; yeri öper yaşar durursun, ve iyileşmez beden eğilmesi ve yamulması sendromuna tutulursun. Tabi; başı mütemadiyen öne indirip kaldırmak da iyi bir şey değil; o zaman da salla baş olursun ve önüne konanları imzalar durursun.

O yüzden; nizami ve ideal bir topuk selamında dikkat edilecek hususlar şöyledir :

1- Öncelikle, topuklar birbirine değdirilirken, 'topuk selam açısı' dediğimiz ökçeler
arası açı, ne çok dar, ne de çok geniş olmalıdır. Bir 'siyasi iktidar mesafesi' açıklığında olmalıdır. Bu tabi ki, terfi meselenizle ilgili olamaz. 

2- 'Topuk selam desibeli' dediğimiz ökçelerin şraaak-taaak diye çarpma şiddeti, selamlanacak sahsın amaç ve beklentilerine; hatta mizacına uygun olmalıdır. Bazıları çok şiddetli topuk selamından hoşlanabilir; topuklarıyla ezmekten haz duyabilir.. Tuhaftır; örneğin askeri darbeler döneminde, asker olmadıkları halde bir çok bürokrat, nedense, koridorları inletecek kadar şiddetli topuk selamı verirler generallerine. Hatta bazı parlamentolarda, toplu halde verilen topuk selamları, askeri topuk selamlarından çok daha şiddetli olduğundan yurdun bir çok köşesinden duyulur; yoksulun, işsizin korkulu rüyası olur. Günümüzdeyse nedense tersi oluyor.  (Yüksek Askeri Şuraya olan nezaketlerinden  olsa gerek !) Askerler sivillere topuk selamı veriyor. Askere verilen  bir çeşit ince ayar diyorlar buna.. 

3-Topuk selamında kösele ayakkabının önemi çok büyüktür. İyi bir topuk selamı demek, Beykoz işi iyi bir kösele ayakkabı ökçesi demektir.. Ama nerde şimdi o canım Beykoz kundura fabrikası ? Babalar gibi sattılar; ne Sümerbank kaldı; ne Tekel..! Cumhuriyetin nesi varsa sattılar; sattılar derken belirsiz özne kullanmam doğru olmaz. Kim sattı ise açıkça söylemem gerekir; satanın yanına kar kalıyor sonra. Gerçi adı Hasan olmuş, Recep olmuş; Emin olmuş fark etmez; hepsi de emek-can sömürüsüne istikrar sağlıyor sonuçta. Evet, ne diyorduk, kösele ayakkabı ökçesi çok önemlidir; çünkü; topuk selam desibeli, kösele ayakkabı ökçesiyle doğru orantılıdır.

4- Malumunuz; topuklar olmazsa topuk selamı da olmaz. Topuklar, toplumun en alttakileri gibi insan bedeninin en alt,  en ezilen, en kahırlı, çilekeş bölümü olduğundan topuklarımızın, daha fazla nasırlaşmasına, topuk dikeni çıkarmasına, yıpranmasına izin vermemeliyiz. Bu yüzden, hafif koşar adım, komutanlara birerli kol mesafede, sağ ayak sabit; sol ayak darbesiyle halkın en alt ve en yoksul kesimlerinde  çok şiddetli ses getiren  topuk selamlarından kaçınmak gerek. Zira; mevcut Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga suçundan  ve sıkıyönetimlerden bu halk çok çekti. Anayasal bir hak olan özgürce düşünmek ve fikrini ifade etmek iktidara zarar derecesine göre bir suç sayılmış ve Ceza Kanununun konusu olmuş. Anayasa Gerçi  bazı 'sol' ayak darbelerinin  tarihte demokratik devrimlere şifa verdiği söylenir ama gene de ister sol ister sağ olsun ayaklı darbelerden uzak durun derim. Halka gitmek varken ne diye darbelerden medet umarız,  Burkina Faso ya da Uganda mıyız biz?

5- Topuk selamı daha ziyade şapkasız verilen selamdır. Kafada şapka varken elle selamlama esnasında ökçelerini birbirine taaaak ve şırraaaak diye vurarak şiddetli ses getirmek isteyenler, genellikle, komutana yaranan her devrin adamıdır.  Bu gibi kimseler, 'geriye dön' komutuyla çok rahat bir şekilde geriye U dönüşü yapabilirler. Tabi kimse tanzimatın Efruz Efendisi ile Fransız Devrimi'nin ve Napolyon'un gözdesi muhteşem kusursuz dönek Joseph Fouche kadar bu U dönüşünü iyi yapamaz! Fakat;  'darbe Anayasası çöpe!!' diyen bizim mahut  "yetmez ama evetçi" liberallerimizin  o muhteşem U dönüşlerini de unutmamak gerek.

6- Son dönemlerde askeriyeye alınan kadınlarımızın giymiş olduğu yüksek topuklu ayakkabılar hakkında nas bulunmadığından ve Diyanet'in bu konuda fetvası olmadığından kadın subaylar topuk selamı vermekten muaf tutulmuştur. Malum orduda hiyerarşik düzen esastır. Hiç bir kadın subay yüksek ökçe topuklu ayakkabılarıyla   komutanlarına tepeden bakamaz!!  Yüksek topuk-alçak ökçe ikiliğine ve bozgunculuğuna hiç bir orduda yer yoktur! Ordu milletin ordusudur. Aslolan emir komuta zincirindeki hiyerarşik erkek-topuk selamıdır! Anlaşıldı mı!!?? (anlaşıldı komutanım!!!) Gördüğünüz gibi, her ne kadar müstafi yüzbaşı olsak da  askeri jargonu unutmamışız. İliklerine kadar işlememişse askerlik olmaz. Nihayetinde düşman geldiğinde vatanı savunacak olan da ordudur. 

Peki bu topuk selamı tarihte ilk kez ne zaman görülmüş dersiniz ?

Topukla selamlama, tarihte ilk kez, Hatay amik ovası höyüklerinden, toppukana höyüğünde bulunan çok sayıdaki V şeklindeki demir topukluklardan anlaşıldığı kadarıyla erken demir çağ yerleşimi olan Toppukana'da görülmüş ve uygulanmıştır. Asur Tabletlerine göre de, bu V şeklindeki demir topukluklar, kutsal ayinlerde ayaklara giyilerek ve çaaat çaaat diye sesler çıkartılarak hem topluluk selamlanırmış hem de kötü ruhların kovulurmuş. ( ruhun kötüsü iyisi mi olurmuş demeyin; tarihte oluyor işte )

Geç Hitit kralı Şapşalşapşulişişi zamanında, kralın huzuruna çıkan elçiler de topuk selamı verirmiş. Şapşalşapşulişişi bunun selam olduğunu bir türlü anlayamazmış. Çünkü; Hitit'te selam topukla  değil el veya kafa ile verilirmiş. Yunan site devletleri de, topuk selamını bilmezmiş; zira, topuk selamı, zafiyet göstergesi ve uğursuzluk getirir mülahazasıyla site devletlerinde yasaklanmış. Kahramanlar kahramanı; cengaverler cengaveri, Akkalı yenilmez ve efsane Achilles'in vucudunun en zayıf halkası olan topuğundan okla vurularak yere serilmesi henüz bu toplumlarda unutulamamış. Demek ki mesele, en zayıf halkayı bulmakmış! Yenilmez sanılan her güç en zayıf halkasından yere serilebiliyormuş! Bu arada size bir soru: Bilin bakalım kapitalist emperyalizmin Aşil Topuğu neresidir? Ve bunun sınıf mücadelesi açısından ne önemi var? Hemen cevap vermek zorunda değilsiniz. 

Roma döneminde ise, Roma imparator Marcus Antonyanus Toppukianus, senato konuşmalarına topuk selamıyla başlarmış. Fakat ayağında sandalet olduğundan hiç ses getirmezmiş (Gel de Beykoz işi altı kösele kundurayı arama! Alçak özelleştirmeciler!!). Senatoya ses getirsin diye yanında kurulu düzen asisi Koçero'yu değil; hatip Çiçero'yu getirirmiş. Baksanıza; şu tarihte neler oluyor !? Ama, şu tarihte neler oluyorsa, hiç biri de kendi kendine olmuyor doğrusu, insanların ve sosyal sınıfların , ihtiyaç-amaç ve çıkarlarına göre oluyor. ve belli bir tasarım ve plan sonucu oluyor. Ama Tarihi kim seyre dalarsa tarih olur. Çünkü; Tarih, 'bu gün hava yağışlı ya da parçalı bulutlu' gibi seyirlik meteorolojik bir hadise değildir. Hava durumunda bile ısı, basınç, su buharı, nem, rüzgar .. gibi belirli meteorolojik unsurların bir birbirlerine nazaran  üstünlük mücadelesi ve geçici hakimiyetleri vardır.  Tarih, kendi kendine olan bir şey değil; bilakis belirli koşullarda amaçları peşi sıra koşan insanların eseridir.  İnsanların yaptığı tarihten başka kendi başına bir tarih(leri) yoktur, olamaz zaten.  

Bizans'ta imparator Kuntakuzanas dönemini saymazsak Bizans'ta entrikalardan topuklanacak kimse kalmadığından topuk selamı kullanılmazmış.

Anadolu Selçukluda ve Osmanlı'da selam Allah'ın ve peygamberin selamı olduğundan, padişaha saygısızlık olur mülahazasıyla topuk selamı katiyen yasaklanmış; bu konuda, meşhur Ebusuud Efendinin fetvaları hala arşivlerde durur. Kim arşivlere gidip araştıracak ki şimdi;  işin yoksa Osmanlıca öğren gidip Ebusuud Efendiyi  araştır. Yok ya..! Hayatta daha eğlenceli ve zevkli şeyler var kardeşim.  Hem sonra araştırıyorsun da ne oluyor; kıymetini bilen mi var; "bizden " değilsen hak ettiğin yere gelemiyorsun; doçent, prof olamıyorsun  zaten. 

Ortaçağ Avrupa'sında ise kilise babaları ( "kadınlar uyanın artık; Kilise'nin şu erkek egemen, babacı tutumuna bir son verin artık!! nerede kilise anaları!?" demeyeceğim; böyle bir tuzağa, yapay didişmeye düşmeyeceğim! İster kilise babası ister kilise anası olsun kilise gerici bir kurum olarak yaşayacak ya ve yeniden üretilecek ya ben ona bakarım. )  topuk selamı gerçek mi gerçek değil mi diye yıllarca süren  skolastik tartışma yapıp durmuşlar. Ve sonuçta kimi kilise babası  topuk selamını bir addan ibaret saymış ve onun gerçek olmadığını söyleyerek  aforoz edilmesini istemiştir. Oysa topuk mu gerçek yoksa topuk selamı mı diye tartışmış olsalardı meseleyi rahatlıkla çözebilirlerdi, çünkü topuksuz insan yoktur, kendi topuklarına baksınlar yeter. Kilisenin yüksek çıkarları nedeniyle her halde böyle bir tartışma işlerine gelmemiş olsa gerek.  Zaten; orta çağda aforoz çağı olarak bilinir. Nerdeyse; insan hayatı bile aforoz edilmiş. Neymiş efendim bütün kötülüklerin kaynağı cadılarmış. Binlerce kadın, içine cadı kaçmıştır diye diri diri işkencelerde ve ateşte can vermiştir.  Bir de utanmadan  hala 'yeni-ortaçağı' getirmeye çalışıyorlar. Belirsiz özneyi anladınız umarım.(kim/kimler getiriyor, niçin getiriyor? bu soruları cevaplayın siz) 

Fransız ihtilali ile birlikte, burjuvazi yükselen sınıf olarak ayaklanmalara önderlik ettiğinden topuk selamı, krallara ve kilise doğmalarına karşı atını mahmuzlayarak sürüp gidenlerin deeeh demesi gibi, hayatı ileriye doğru 'topuklama'yı temsilen, yeniden, toplumsal bir selamlama adeti olmuştur. Özellikle,  ihtilalin önderlerinden Robespier ile Danton arasında sonu giyotine varan, devrimi 'topuklama' yarışmaları olmuştur.  Tabi; tüm bu olup bitenler  baldırı çıplak "yurttaş" yerine Napolyon'a yaramıştır. Peki ama; baldırı çıplaklar (sans-culottes) bu  devrimi Napolyon iktidar olsun diye mi yapmışlardı? Devrimciler, hiç olmazsa bundan sonraki devrimlerden biraz ders alsalar bari.. Baldırı çıplaklar bundan böyle ses getirmek istiyorlarsa  öncelikle topuklarında bir çift sağlam kunduraları olmalı ve yere sağlam basmalı. 

Topuk Selamı,  Fransız ihtilali geleneğiyle, Anadolu'da emperyalist işgale karşı direnen uzun konçlu bazı kuvva-yı milliye çetelerinde de "kuvvacı topuklama" adıyla yaygın bir uygulama alanı bulmuştur.  Makedonya'da kolağası ve geyik sever Resneli Niyazi ve kıdemli binbaşı Enver ve Eyüp Sabri  beyler, Harekat Ordusu cengaverleriyle birlikte Abdulhamit'in sarayını sert devrimci  topuklarıyla çınlatmış saltanatı sarsmıştır.  ve  bu gelenek  ittihatçılarla, müdafaa-yı hukuk cemiyetleriyle ve Mustafa Kemal Atatürk ile Anadolu'ya geçmiş; bir devrimle saltanatı yıkmış Cumhuriyeti kurmuştur.

Günümüzde, Nato hesabına gizli hükümetler kurmak ve  devlet içinde devlet olmakla görevli  bir cemaatin ( ne cemaati kardeşim; anlamadınız mı hala   tarikat bunlar, tarikat.!! Hani Atatürk'ün o meşhur sözü var ya "Türkiye şeyhler, müritler, tarikatlar, mensuplar ülkesi olamaz " diye, işte o ünlü sözde geçen tarikat! bunlar;  onlara cemaat demeyi bırakın artık!) devletin kurumlarına sızmak için  pek itibar ettikleri ve özendikleri topuk selamı, topuk düşmanı mafyanın da dikkatini çekmiş; ve mafya-sözü dinlemeyenlere karşı  'topuğuna sıkma' cezası yeniden uygulamaya sokulmuş.    İktidarın  bu mafyatik ortama sessiz kalması yüzünden insanlar iflah olmaz kırık-topuk kemiği (kalkaneus) sendromuna yakalanmış; ve bu mafya -tarikat toplumda yaygın yürüyüş bozuklukları, eğrilikler  ve amansız topuk ağrıları baş göstermeye başlamış; ve burada da masal bitmiş.

Daha evvel katil Nato tarafından Muavenet zırhlısına  yapıldığı gibi bir güdümlü mermiyle topuğuma sıkılmadan ve topuk-taklat (tepe taklat gibi bir şey işte..) gitmeden, burada keseyim bari; gerçi daha yazacak çok şey vardı ya.. hepinize, afili bir topuk selamı çakıyor ve soldan dönüyorum. Unutmayın; bir asker olarak iktidar sahibi sivil otoriteye topuk selamı veriyorsanız geri dönerken sağdan  döneceksiniz. Maazallah soldan dönerseniz solcu diye adınız çıkar askeri şuraya sokmazlar; terfiden olursunuz, terfi düşkünlüğünüz varsa tabi.

Başka bir güneş zamanında görüşmek üzere..  bir kez daha gökyüzünün ne kadar geniş ve mavi olduğuna  şaşmak ve hayran kalmak üzere.. 

Hitit Tavanannası Puduhepa'ya Yazılan Bir Tablet Bulundu.

"sözlerime başlamasaydım hiç bir şey başlamıyacaktı;ama başladı(m) işte !"
Taklid-i Ebla Tableti*




Başlangıçta "başlangıçsızlık" vardı ya da Tanrı, maddeyi (nesnel-gerçeği) yarattı hadi bana eyvallah dedi. Ne yani; gündelik hayatınızda her şeyin bir başlangıcı ve sonu var diye başlangıçsızlığı yok mu sanıyordun? İyi; öyle sanmaya devam edin bakalım; yanıldığınızı bir gün anlayacaksınız elbette, ama bu metafizik ve mitolojik kafayla değil! Bakın anlatayım size niye?

Bu dünyayı hiç yok sayabilir misiniz ? Sayamazsınız değil mi !?  Çünkü var; ve biz onsuz yaşayamayız ve o olmadan ona dair her hangi bir soru cümlesi dahi kuramayız. Bu dünyayı yok sayarsak kendimizi de insanlık geçmişimizi de yok saymamız gerekecek.  Ama unutmayın ki; dünyayı, güneşi, yıldızları, galaksileri, şu sınırsız evreni istediğin kadar yok farz edin  siz onları yok farz ediyorsunuz diye gerçekte yok olmayacaklardır. Denemesi bedava!

Peki "Başlangıçta ne vardı?"  diye sormakla,  a priori olarak, yani; sadece aklın ilkelerine dayanarak ve sınamadan,  kafanda, henüz hiç bir şeyin olmadığı  bir "başlangıç" hali ve zamanı kabul etmiş olmuyor musun? Bu önvarsaydığın "başlangıç" haline ve zamanına ulaşabilmek için de, öncelikle bu dünyayı, evreni ve kendin dahil  her şeyi,  soyutlama yoluyla düşüncende bir bir yok sayman gerekmiyor mu? Gerekiyor değil mi, ama  nedense yok farz ettiğin  bu dünyada  düşünmeye, soyutlama yapmaya ve soru sormaya  devam ediyorsun.  

Bir düşünsene: Bu dünya var olmasaydı, sen var olabilir miydin ? Senin hayat kaynağın olan şu dünyayı, diğer gezegenleri, güneşleri, galaksileri, hasılı nesnel gerçekliği hiç bir şeysizliğe(!) ulaşıncaya kadar düşüncende, düşüne düşüne, yola yola, tek tek yok ediyorsun; ama sen, hala yaşamaya devam ediyorsun. Bu nasıl iş!? Her şey bir bir ve bütün olarak yok edilirken sen nasıl var olmaya ve hala düşünmeye ve soru sormaya devam edebilirsin!? Bencillik olmuyor mu bu biraz?

Peki; bu dünyayı düşüncende yok farz edince ve yok farz ediyorsun diye  bu dünya 'gerçekten' yok oluyor mu ? olmuyor değil mi? Nasıl ki, kendini yok farz edince yok olmuyorsan  öyle.. Ama sen, sırf hiç bir şeyin olmadığı bir zamana ulaşabilmek için düşüncenin bir sonucu ve ürünü olarak yok ettiğin bir şeyi   gerçekte de yok olmuş gibi kabul ediyorsun; yani; hiç bir şeyin olmadığı bir zamanın olabileceğini düşüncende önceden varsayıyorsun zaten. Dahası; soyutlama yoluyla hiçliğe(!) ulaşmış olmana rağmen, nedense, kendi kendini de artık var olmayan bir şey olarak düşünmüyorsun. Yani; önce, hiçliği, düşüncende soyutlama yoluyla var ediyorsun, sonra da, hiçlik varken, sen hala var olmaya devam edip "başlangıçta ne vardı?" diye bana soru sorabiliyorsun.

Her şeyi düşüncende yok ede ede, soyutlama ürünü olarak hiçliğe, hiç bir şeyin olmadığı bir zamana ulaşırsan, elbette böyle her şeyin "doğuş belgesi" olan bir "başlangıca(!)" ulaşırsın. Oysa; tutarlı olman gerekirdi. Her şeyi yok farz ettiğin ve hiçliğe ulaştığın anda,  artık senin de yok olman; ve bana "başlangıçta ne vardı?" diye sor(a)maman gerekirdi. Bu soruyu sormakta hala ısrarcı olursan, "başlangıca", yani, her şeyin "doğum belgesi"ne  ulaşmak için yapmış olduğun soyutlamanın da hiç bir değeri kalmaz. Çünkü; kendi mantığını, kurgunu kendin inkar etmiş olursun.

Sonuç olarak,  nesnel gerçeği, kendi ön kabulüne  uydurma gayretine giriyorsun. Yanılgın burada işte! Düşüncenin sonucu ve ürünü olan bir şeyi, "gerçek" sanıyorsun. Düşünce somutu/düşünülmüş somut ile "somut" arasındaki nesnel "farkı" fark edemiyorsun. Dedim ya; metafizik ve mitolojik kafayla olmaz diye...

Oysa; basit olarak şöyle düşünebilirdin: Bu dünyadaki mevcudiyetini kime borçlusun, anne ve babana değil mi?  Eğer onların  cinsel üreme eylemi olmasaydı sen bu dünyada  olmayacaktın. Seni doğuran kim ? Annen; peki; anneni doğuran ? Anneannen.  Anneanneni doğuran ? Onun annesi...Demek ki, ortada, somut olarak, gözle görülebilir, insanın insanı doğurduğu; insanın, insandan doğduğu, kendiliğinden bir  üretme eylemi, hareketi  var. İşte; bu somut gerçek, yani; kendi kendini oluşturma süreci, kendi başına meseleyi açıklayıcı olmasına rağmen  nedense, seni tatmin etmiyor ve ta "ilk insanı ve kainatı kim yarattı'ya varan bir "başlangıç"  hali arıyorsun. Her şeyi tek tek ve bir bütün olarak zihninde yok saya saya hiç bir şeyin olmadığı bir zamana ve yere ulaşıyorsun.-neresiyse o  'yer' ve 'zaman' ?- Zamanın yani maddenin ve hareketin olmadığı bir andaki zaman(!) mı yoksa !? Sonra da, soyutlama yoluyla elde etmiş olduğun o 'hiç bir şeysizliği', 'hiçlik'i'   "başlangıç" olarak kabul edip; evreni ve evrendeki her şey için gerekli olan enerjiyi o varsaymış olduğun hiçlikten üretmiş oluyorsun. Pes doğrusu!!

Oysa; her  başlangıç daima başka  şeyleri bir ön varsaymaktır. Nerede ne zaman ne ile başlarsanız başlayın bu böyledir. Sıfırdan başlarsanız (-) sonsuza ve (+)  sonsuza kadar olan bütün sayıları önvarsaymış olursunuz. İnsandan başlarsanız, bu evreni ve dünyayı; canlıları, toplumu, tarihi, ekonomiyi, siyaseti, kültürü, sanatı, ideolojiyi; dini, felsefeyi, ahlakı, eğitimi, estetiği, bilimi, tekniği, savaşları... önvarsaymış oluruz; onlar olmadan ve onlardan ayrı kendi başına yalıtık bir insan yoktur.  Yani;  Büyük Patlama denilen Big Bang dahil nerede, ne zaman, ne ile başlarsanız başlayın mutlaka başladığınız zamanı ve mekanı ve onun öncesinde olan bitenleri muhakkak önvarsaymış olursunuz. Nesnesiz, olaysız, hareketsiz, değişimsiz bir zaman olmaz/olamaz/olmamıştır çünkü.  

Zeytinyağlı fasulyeden başlıyorsanız olsanız bile belli bir mekan ve zamandaki fasulyeyi, zeytinyağını, soğanı, tuzu, domatesi, tencereyi ve ateşi, yemeği pişireni; ve yemeği pişirene dair muhtemel her şeyi ve onun öncesini ön varsaymışsınız demektir. Hangi başlangıcı kabul ederseniz edin; ve gidebileceğiniz en uzak geçmişe gidip bir başlangıç kabul edin  onun öncesini önvarsaymak zorundasınız. Çünkü nesnel gerçeklik öncesiz ve sonrasız bir gerçekliktir. Her olgu süreç bir önceki koşul-ortam-ilişki ve etkileşimin sonucudur. Nereye ve hangi zaman giderseniz gidin daima nesnel olgu-olay-süreç ve ilişkiler-etkileşimler ile yani madde ile karşılarsınız; hiçlikle değil!!

Einstein'e göre enerji maddenin tezahürüydü; ve madde olmadan enerji olamazdı.  Latin şair ve filozof Lucretius'un altın sözleri nasıldı: nil posse creare de nihilo, yani, "hiçlikten hiç çıkar."

Evet; sözlerime başlarken ne diyordum: Başlangıçta "başlangıçsızlık" vardı.. Peki ama öte yandan  gündelik ve ömürlük hayatımızda  her olayın da bir başlangıcı var. Çevrenize şöyle bir bakın, eş zamanlı sayısız çoklukta ve çeşitlilikte olaylar başlayıp olmakta; ve son bulmakta.. -sayın okur, bu kadar da sayısız çoklukta ve çeşitlilikte olay olur mu demeyin; oluyor işte, ben ne yapayım !? Olayların çoğulluğu ve çeşitliliğinden daha büyük gerçek olabilir mi diyecektim ama gerçeğin büyüğü küçüğü olmaz diye vazgeçtim.

Alın size bir "gerçek" daha: Bundan 15 milyar yıl önce, güya, evrende büyük bir patlama(Big Bang) olmuş(muş); öyle diyorlar. Bu muhteremlerin çoğunluğuna  göre, büyük patlamadan önce, ne madde varmış, ne kainat; ne de zaman. Ama; gel zaman git zaman, her nasılsa, zamansız bir  patlama olmuş işte. Peki; bu gerçekten gerçekse; kainatın neresinde olmuş bu büyük patlama (Big Bang) ? Aha, evrenin şurasında olmuş diyebilecek; kerteriz alıp mevki koyabilecek bir babayiğit bilim(!) insanı var mı? Eğer, evrenin şurası'nda olmuşsa, peki o zaman evrenin orasında, burasında; ötesinde, berisinde hiç bir şey olmamış mı; yok muymuş evrenin gerisi!? Yoksa; evren, sadece 'şurası' denen şeyden mi ibaretmiş ? Evrenin 'şurası' varsa, orası, burası; ötesi, berisi yok muymuş  peki ? Yani Evrensiz (mekansız) bir patlamaymış mı bu Bing Bang? 

Hadi; bir an için, şu sözü edilen büyük bir patlama olmuş diyelim; bunun bir patlatanı yok muydu peki? Patlatan da kim demeyin ? Sana şimdi bir tane şaplak patlatırsam o zaman patlatanı da, patlayanı da, patlamayı da anlarsın. Daha da ileri giderseniz, sizi, teorime uydurmak için, kendisini, kendi kendisinden, kendi kendine, kendiliğinden üreten 'ne değilse o olan' ve 'ne olacaksa o olan' ak-karanlık madde'ye veririm ha..! Böylece; ne "başlangıç" kalır ne   "büyük patlama!" ne de bu konuda en ufak bir patırtı!

Azizim, (gerçi, bazı büyük adamlar, mektuplarında muhataplarına böyle seslenirler, "Azizim Kugelman.. Aziz Peder Don Para...gibi" ama, burada, öylesine  havaya söylenmiş bir sesleniş işte), bence,  başlangıçta(!), birbirleriyle bağlantılı olayların çoğulluğu ve çeşitliliği vardı.  Ve bu olaylar sürekli doğan ve ölen mini minnacık kuantum deryasında yüzen zerrecik adacıklardı sadece. Aksi halde; tek bir şeyden evren, ne kadar sıkıcı olurdu. Bir an için, evrenin, sırf ve sadece, "armut"tan olduğunu; armuttan başladığını  bir hayal etsenize.. Her bir şey "armut" ve onun türevleri.. ve bizlerde olsaydık eğer  "armut kafalı" olurduk herhalde. Ne kadar bayağı ve çekilmez bir evren değil mi şu "armut(tan)-evren"? Gerçi armuttan başka bir şeyin olmadığı bir yerde ve zamanda 'armut' belirlenimini, tanımını neye göre yapacaktık, o da ayrı mesele tabi. 'Armut-değil' olsun ki armut da onlara göre tanımlansın değil mi? Karşıtların birliğidir hayat. Spinoza o meşhur tezinde  bu gerçeği dile getirmiştir: "determinatio est negatio",  yani her belirleme, sınır koyma, olumsuzlamadır. Bir çeşit "ben, sen (ben değil)  değilim" hali. Dünya armutsa ya da armuttansa mesela, artık kavun, karpuz, incir, üzüm vb. değildir. Somut olarak  'armut-olmayan'  diğer tekil meyveler olmasaydı armut da olmazdı. Bu gerçeği akılda tutmak lazım..

Evet; dediğim gibi, her şey, aslında, her zaman çeşitlilik ve çoğulluk varken hayat buldu.  Axiomatik (kendiliğinden apaçık ilke, önerme);  olarak bu hep böyle idi. Öyle olmamış olsa idi, ben şimdiye kadar çoktan size anlatacağım konuma  başlamış olurdum zaten. Baksanıza; nasıl tereddütteyim;  neye ve hangisine  nasıl başlayacağıma dair bir türlü karar veremiyorum, ortada bunca çeşit ve çoğulluk varken hem de! Bir karar vermiş olsam, başlamış olacaktım. Aklım mı tutuldu yoksa?!

Rüzgar esiyor, güneş doğuyor, kumrular gugu guk, gugu guk, serçeler cik cik; köpek havhav diyor; seyyar satıcı İbrahim Abi: "hala mı 100 bin ? tereyağlı kurabiyelerim" var diye bağırıyor; Aysel saçlarını tarıyor; ücretli emek ile sermayenin tarihi ilişkisi hala devam ediyor; gemi gidiyor; bilim ve sanat harikalar yaratıyor; esnaf iş başı yapıyor; bebek ağlayarak mutsuz olma hakkını kullanıyor; kediler çiftleşerek  kediliklerini sürdürüyor;  denizler köpürüyor, nehirler taşıyor, yağmur yağıyor; emperyalizm camdan bakıp korkudan hıçkıra hıçkıra ağlıyor; Nato haydutluğa devam ediyor; milli bağımsızlık ve devrimci Atatürkçülük düşman ilan ediliyor. Ağaçlar yapraklarını döküyor, tavşan kaçıyor tazı tutuyor; gece gündüz, gündüz gece oluyor; galaksiler doğuyor galaksiler ölüyor..  Biz göremezsek de kuarklar ortalıkta cirit atıyor... anlayacağınız olayların çeşidi ve çoğulluğu saymakla bitmez. Ama; ben hala başlayamıyordum. Birinden başlamış olsam, diğerlerini, yani, geriye kalan sayısız çokluğun hatırı kalacaktı sanki. Ama; öte yandan; hepsiyle de ayni anda başlamak; hiç birini de küstürmek ve  gavurun simultaneously dediği "olayların eş-zamanlılığını"  ıskalamak istemiyordum. Zaten sırf bu yüzden sinema ya da tiyatro yönetmeni olamadım. çünkü; bir ve tek sahnede çok çeşitli olayları ve ilişkileri ayni anda vermek istiyordum, tabi bu fikrimi kimseye kabul ettiremedim. ( İsabet olmuş! Seyircinin onlarca gözü yok ki; ayni anda hangi birine yetişsin. Belki geleceğin insanı yapay zeka becerebilir bunu.)

Bu kadar "ben-değil" arasında hala kendi kendimi bir türlü sınırlayamamamın yaratmış olduğu  gerilim ve çelişki, beni eylemsiz ve işsiz bırakıyordu. Oysa; 2,5 milyon yıl önce yaşamış ve ilk taş aletleri yapmış homo habilis denilen becerikli insanımsı atalarımızın yaptığı gibi, iki ayağımın üstünde dimdik durabilir; elimi dünyaya, gözümü belirli olaylara değdirerek kendimi sınırlayabilirdim. Öyle yaptım; gittim en yakınımdaki dünyayı elledim ve bir olayı gözüme kestirdim. Artık; benim tarafından ellenmiş bir dünya; gözüme kestirilmiş bir olay; ve anlatılacak bir öyküm  vardı. Çok şükür; kendi kendimi sınırın ötesindekiler ve berisindekiler diye sınırlandırabilmiştim. Ve ne mutlu bana Ben-değillere nazaran bir 'Ben' olmuştum. İşte sana bir "determinatio est negatio" hali daha!

Başlamam için hiç bir engel kalmadı. Ne güzel; artık "ben"  olarak başlayabiliyorum : 

Yuh bana, bir kölem bile yoktu! Oysa; uygarlığın kaynağı kölelik icat edileli binlerce yıl olmuştu. Gerçi, bir köle sahibi olmak öyle herkesin harcı değildi ama, en azından benim de Robinson'un Cuma'sı gibi bir kölem niye olmasındı. Zira, bende de beş on köleye yetecek kadar iş aleti ve onları karın tokluğuna besleyecek kadar birikmiş besin ve para vardı. Ama, bense, ne iştir, hala bir köle sahibi olamamıştım; uygar insana yakışıyor muydu bu hiç? Bu devirde hiç kölesi olmamak ne ayıp şey değil mi!? Doğrusu, kendimi, kölesiz  ziyadesiyle eksik-insan  hissediyordum. Kendimi tamamlamak için bir an önce  köle sahibi statüsüne terfi etmek istiyordum.

Neyse; bulutsuz düz bir ovada oturmuş, doğuştan köle olanları düşünüyordum. Özellikle hani şu  anasının karnında ayakları prangalı alnına köle yazılmış kara derili olanları.. Gerçi Jan Jak Rousso ( şu jan jak'taki  janjanlı ses güzelliğine bakın hele!) "insanlar hür doğar hür yaşar" demiş ama bence insanlar ancak masallarda hür yaşar. Bir köle çocuğu köleliğin istikrarı ve teminatı için vardır. Peki ama bir zenciyi köle yapan neydi? Zenci, zenci olarak doğduğu için mi  köle oluyordu  yoksa köle olduktan sonra mı zenci oluyordu? Ya da önce zenci doğup sonra, yaşam-ortasında mı  köle oluyordu. Orasını çözememiştim bir türlü. Eğer üçüncüsü doğruysa, yani önce zenci doğup sonradan yaşam-ortasında köle oluyorsa, zenci ne zaman ve nasıl gönüllü olarak köle oluyordu? Yoksa anasının sütüne kölelik ilacı mı katıyordu köle sahibi dış güçler? Uffff.. bütün bunları düşünerek ne diye ağrımaz başımı ağrıtıyordum ki sanki!? Önemli olan, bir köleye ihtiyacım olduğunda, ben onu köle pazarından özgürce satın alabiliyorum ya, hukuken buna hakkım var ya, daha ne olsun!  Param var -senin de olsun- (ben senin de olmasın demiyorum ki!) harcıyorum ne var bunda? Ha pazardan balık almışım ha köle.. Kimse bunu vicdansızlık olarak görmesin lütfen. Toplum piyasa olmuşsa ben ne yapayım?

Biliyor musunuz şu köle milletinin çok acayip huyları var:  Duyuyordum, bazı köleler, gözleri doymak bilmez bir halde, o kadar çok değişik işlerde kölelik yapabiliyorlarmış ki, hem de çalışmaktan geberinceye kadar.. Bu kadar da 'kölelik aç gözlülüğü' fazla ama! Ne gerek var buna canım; kölelik kaçmıyor ki; herkese yetecek kadar var! Tuhaftır; "ne köleliği olursa yaparım abi" hali öylesine yaygın ki toplumda ; adeta köleliğin altın çağında yaşıyoruz insanlık olarak. 

Bir yandan da, çok farklı işlerde kölesi olan köle sahiplerine imreniyordum; ve ne yalan söyleyeyim, bazen, onlara 'insafın kurusun' diyordum. Zira; bazılarının bir köy, bazılarının küçük bir belde, hatta kasaba ve kent nüfusu kadar kölesi olabiliyordu. Adeta köle tekeli oluşturmuşlardı o iş alanında. Kısmet işte!

Derken; ovada, çoook uzak bir geçmişten haber vermeye hazır  şişkin bir toprak parçası gözüme değdi. ona  "şişkin toprak " adını verdim. Fakat; o şişkin toprak diye sakın her toprağı şişirilmiş sanmayın, bu sıfat tamlamasını onu size anlatabilmek, sizin daha iyi algılayabilmeniz için yapmıştım. Yoksa doğada 'şişkin' diye bir şey yok, bana 'şişkini' göster desem gösteremezsiniz.  Ama şimdi şu toprak sayesinde  kolayca gözünüzde canlandırabilirsiniz şişkin toprağı artık. Fakat ben nedense şu sömürülen 'ücretli köleler' diyorlar ya bir türlü gözümde canlandıramıyorum  bu çeşit sıfat tamlamalarını.  Şimdi sömürü ne, ücretli kölelik ne ? bunlar şişkin toprağa benzemiyorlar ki?.  Aslında; doğadaki toprak, şişkin ve toprak diye iki ayrı parçaya bölünmemiştir tabi. O bölme, ayırma işlemini biz zihnimizde, soyutlama yoluyla yapıyoruz. Neyse biz konumuza dönelim. Bu kadar şişkin olduğuna göre kim bilir tarihte nice pırlanta kentler, nice ücretsiz-köle-hayatlar, yüce ve soylu mal-uygarlıkları, bu şişkin toprağa kadavra olmuştur diye hüzünlendim ( buna da hüzünlenilir mi demeyin; hüzünlenilir elbet; herkesin hüznü kendine!) . Artık; mazi olmuş çocukluğumuz ile kayıp tarihsel belleğimiz, bu şişkin toprağın altında daha fazla kalsın istemiyordum. "Sınırlanmış"   belamı arayacaktım ya, şişkin toprak höyük- insanı'nın  macerasını gün ışığına çıkarmaya karar verdim. Ve böylece 'zaman-laboratuvarı' na daldım. (Ha bir de 'zamanın aynası' vardır, kendini tanımak isteyen insan arada bir ona baksa iyi olur. Bu arada duyuruyum, sanayide oto tamircisi şair arkadaşımın ilerde çıkacak olan kitabının adı da "Aynası Zaman",  nasıl imge ama!?)

Böylece; o toprağı kimler  şişirmiş, nasıl ve neden şişirmiş anlayabilecektim. Eğer; şu  höyük insanı'nın isteyerek veya istemeden, bu şişkin toprakta, yer altında bıraktıkları bir şeyler varsa bunları keşfedebilecektim. Ve artık gerçeğin aydınlanması için relatio refero; yani; var olana (söylenene) referansta bulunabilecektim. Ve Ben bu denli medeni olmama rağmen kendimce bir kent yaşamı kuramamıştım henüz (hadi, sıkıysa, bir kent yaşamı kur da göreyim seni.); ama, hiç olmazsa tarihte, şu şişkin tepede kurulmuş kenti bulup; olup bitenlere bir anlam verebilecek; insan-çocukluğuma ve belleğime kavuşabilecektim.

Tabi bu kazı sayesinde  tarihe gömülmüş olanlar ışığa kavuşacak; ve çocukluk geçmişimiz yorumlanacaktı. Ama; minimum yaşama ücretli  'çocuk işçiler' de sanayide çalışmaya devam edecekti. Sizler de çocukları hala çok sevmeye devam edin bakıyım!. Şimdi bu bağlamda "çocuk işçi"lere ne gerek var; hem sen köle düşkünü değil miydin  diyebilirsiniz. Ama birader insanın vicdanı sızlıyor; o kadar anlatıyorum şu çocuk işçiler meselesini kimse dinlemiyor ki madem öyle   ben de bağlam dışı konularda zınk  diye araya sokayım bari; belki biraz ilgi duyan birileri çıkar dedim.  Ayrıca; "çocuk işçi" diyorum daha ne diyeyim, bunun bağlamı-mağlamı mı olurmuş; adı üstünde işte, ücretli çocuk işçi.. sizin çocuğunuzun, çocukluğunuz ücretli olsun da göreyim bakıyım sizi. 19.yy'da Vahşi kapitalizm yatağı İngilterede bir kaç peniye çalışan suratlı isli çocuk baca işçilerini görseniz yüreğiniz kalkar. 

Rahmetli 3.Tutmosis gibi, obelisk(dikili taş) ve  heykel başını Nil nehrine taşıyan bir köle ordusuna sahip olamadığımdan; ve tabi, ücretli mevsimlik işçim de de bulunmadığından, kızgın güneş altında kavrulan ovadaki şişkin toprak höyüğünün katmanlarını gezemiyordum. Üzücü tabi.. Baktım; karşıdan, genellikle adları Ökkeş olan ve kayıt dışı çalışan Darendeli Pamuk Attırancılar geliyor. "Yok mu pamuk attıran; pamuk attırancı geldi.. pamuk attıran .." diye diye yanımıza kadar geldiler; selam verdiler, aldım. İçlerinden ikisini, özellikle kaytan bıyıklısını gözüm tutmamıştı. Mahiyetimde çalışmış olsalardı iş akitlerini derhal, ihbar ve kıdem tazminatsız, çoktan fesih etmiştim.. Nasıl olsa iş yasaları ve mevzuat benim lehimeydi; ondan sonra uğraşsın dursunlar mahkemelerde.. Yok işe iadeymiş; yok haksız fesihmiş; ya da fesih yetkisini kötüye kullanmakmış.. bir yığın hukukun üstünlüğü meseleleri işte! Zaten bir iş davası en az beş yıl sürüyor, hangi hukukun üstünlüğü, düpedüz patronların üstünlüğü bu!    Neyse.. konuya dönecek olursak,  diğerleri ise köle yapılmaya elverişli kimselerdi. Var mısınız 'belirli süreli iş sözleşmesi' yapmaya dedim; "ama senin attırılacak pamuklun yok ki" dediler. "Olsun" dedim, "bana sizin köleliğiniz, pardon, pamuk attırma yeteneğiniz ve iş yapma kapasiteniz, yani pamuk attırma olasılığınız lazım."  ve "benim için çalışın!!" diye bağırdım; (rahmetli babam da bana bağırırdı çocukken; alışkanlık işte; babamdan tevarüs etmiş...Oğlan babadan kız anadan görmeyince kulağa küpe olmuyor..). "Ne bağırıyorsun lan" diyemediler tabi ve pamuk attırma olasılığına da bir anlam veremediler.

"Kardeşlerim (bakmayın 'kardeşlerim' dediğime;  ne kardeşiymiş!? Köleden hiç kardeş-mardeş olur mu!?)  karnım doysun para kazanayım demiyor musunuz; işte size iş; karşımızda gördüğünüz şu şişkin toprakta koca bir tarih yatıyor; işte onu katman katman hallaç pamuğu gibi atacaksınız; sizleri 'açmacı' yaptım; kazmacılık kürekçilik  yapacaksınız; 10x10m'lik kare çukurlar açacaksınız" dedim. "De git işine bizimle eyleşme, biz sadece, topaklanmış pamuğu açarız; topaklanmış tarihi değil! " dediler. İçlerinden Ökkeş'e benzeyeni:  "Biz anamızdan yolcu doğmuşuz; omzumuzda hallacımız elimizde tokmağımız yol ve nehir boyları seyyar gezer şehirlere kavuşur rızkımızı çıkarırız. Buraya doğru gelirken aha şu şişkinliğin oralarda ayağımıza bir taş takıldı, üstünde çiviye benzer işaretler vardı ayağımızı kanattı.. Tarih diyon madem, al şu çivili taşı biraz da  sen oyalan  onunla.. bizim yolumuz daha uzun" deyip yola koyuldular. Yanımızdan uzaklaştıkça "pamuk attırancı geldi; yok mu pamuk attıran" sesleri  ovadaki serseri rüzgara binmiş yankılanıyordu.

Hemen; bir uzman  ücretli-köleye ihtiyaç bile duymadan, bu işler için hazırlanmış olan tarihi gözlüğümü taktım; heyecan ve merakla, dudaklarımda paleopsikolojik bir ıslık (ateşi üflerken tesadüfen bulunmuş bir şey; prehistorik dönemden kalma bir alışkanlık işte), çivi yazılı belgeyi okumaya başladım : Yazı hakikaten çivi yazısıyla yazılmış bir Asur tabletiydi ve sıkıştırılmış bir yazı tekniğiyle yazılmış 2gb (ciga bayt) kapasiteli bir tabletdi, 8 sıfır veya 8 bir'in bir araya gelmesiyle 1 baytlık veri elde edinile biliniyorsa,  siz artık tasavvur edin, kim bilir ne kadar veri depolanmıştır 2gb'lık asur tabletinde-. Heyecandan, sırtım kaşınmaya başlamıştı. Genellikle ellerim terlerdi ama bu sefer sırtım kaşındı. Gittim; şişkin toprak höyüğündeki ağaca (sizi ayrıntıya boğmamak için ağacın ne ağacı olduğunu söylemedim) sürttüm. Bu arada, eşzamanlı olarak, Attila İlhan'ın "şahane serseri"'sindeki rüzgar gibi, tarihin rüzgarları da, kendini höyükten höyüğe vuruyordu ovada. Rüzgarın özgürlüğü de bu işte; ne diyebilirsin ki?

Tabletteki yazı, günümüzden yaklaşık 3300 yıl önce,  korsanlık yaparak geçimini sağlayan Fenike'li bir kaptan tarafından Hitit Tavananna (kraliçe)'sı  Puduhepa hatuna yazılmış bir mektuptu. Tarihe ışık tutan bu mektubu, köle emeğine ihtiyaç duymadan, olduğu gibi, ilk kez sizlerle burada paylaşıyorum (bana referans vermeden bu mektubu sanki sizinmiş gibi başka bir yerde kullanmayın aksi takdirde yaptığınız plagiarism'e girer ve  Doçentliğinizden olursunuz maazallah. ) :

" Hatti Ülkesinin Elbistan güzeli  ve Atta a-na kentinin tavananna'sı 3.Hattuşili'nin biricik karısı Hurri-Kizzuwatna kökenli Puduhepa hatuna

Sözlerime başlamadan önce, dirayetli ve ferasetli imparatoriçeliğinizin devamı için, sedir ağaçları ülkesinin tanrıçası yüce "Hepat" adına, sizi ve halkınızı,  tanrıça  İştar'ın tılsımlı sözleriyle üç kez, "sausga, sausga, sausga" diyerek selamlarım.  Ayrıca; Size, 100 kez yedi Hitit aslanı gücü ve basiretinizin bağlanmaması için de 3 Mukish (amik ovası) tilkisi kurnazlığı dilerim.  Ünü, Mezepotamya'da ve Unki diyarında dillere destan topuklarınıza kadar uzanan siyah saçlarınız; içine çift badem sığmayan dar ağzınız; güz elması yanakta siyah üzüm gözleriniz, ak gerdanda tombul memeleriniz, ve ana tanrıça yüce 'Hepat'ınız, her daim  var olsun; ve sizinle yaşasın !

Bu vesileyle; Kraliçemiz olarak, 8 mart dünya kadınlar gününüzü de kutlarım. Gerçi; "kendinde, kendi başına (per se), mutlak, izole, saf ve tam bir kadın var mı ki  'kadınlar günümü' kutluyorsunuz, ben her şeyden önce bir kraliçeyim; gidin siz emekçi kadınların gününü kutlayın diyebilirsiniz, ama olsun, siz de erkek-Fatma bir imparatoriçe olarak,  erkek imparatorlar gibi, kraliyet mührü taşımanız hasebiyle kadınlar dünyasının  medarı iftiharı sayılırsınız. 

Atta a-na'da  ikilik yaratmak isteyen bazı cingöz  kadınlar, 'kadın kadındır; hangi kesimden sınıftan olursanız olun, sadece kadın olduğunuz için ezilebilir ve sömürülebilir; hatta şiddete bile maruz kalabilirsiniz' demek suretiyle, sizi, tebaanız köle kadınlarla bir ve ayni tutuyor olabilirler. Aman; siz siz olun, köle sahibesi bir Tavananna olduğunuzu sakın unutmayın. Biricik kocanız 3.Hattuşili (M.Ö.1267-1237), size el kaldırıyor; şiddet uyguluyor olabilir.. Gerçi kocanız 3.Hattuşili'ye gerçek bir sevgi ve empatiyle bağlı olduğunuz ve çok iyi geçindiğiniz malumumuzdur. Ancak; siz yine de, dikkatli olun; bedeniniz üzerinde, imparator eşinizin keyfine göre bir hakimiyet kurulmasın. Sulu tarıma elverişli bölgenize öyle  olur olmaz zamanda girilmesin. Geniş ovalarınız üzerindeki engebeleriniz hoyratça aşındırılmasın. Ben imparatoriçeyim, bana bir şey olmaz demeyin. Sayın İmparatoriçem, bunlar erkek milleti değil mi; imparator da olsalar ayni.. Canları bir kez istemeye görsün, hiç bir mümbit arazinizi bırakmazlar alimallah!

Bildiğiniz gibi, Hatti ülkesinde, Hatti ülkesinin birliğini sağlamış olarak yerli halk ve kültürüyle kaynaşıp gül gibi yaşayıp giderken; ve siz bir tavananna olarak Atta a-na'da  hüküm sürerken, Atlantikten gelen o pis deniz kavimleri, gerçi deniz pislik tutmaz derler ama demek ki bunların pisliğini 7 deniz bile temizleyememiş, krallıkları bir aslan gibi yere vuran ve yok eden büyük kral  Labarna  gibi, Alahtum kentinize saldırmış; birliğinizi sarsmış; sizi ve kentinizi tarihten silmek istemiştir. Ayrıca; Frigler'in meşhur frig pilavını saymazsak, Mısır, Akkad, Asur ve Mittani diyarına kadar ünü ulaşmış geç-Hitit mutfağınızı pisleterek; bütün yemek tariflerinizi yakmış; ve bu akınlar sırasında bir tat cambazı olan aşçıbaşınız Mutluşililin'in ölmesiyle de sarayınız o nefis narlı kuzu kızartmasından mahrum kalmıştır.  vah vah vah...vah ki vah.. narlı kuzu  ağıtları yakılmıştır.

Yetkilerinizi kısmen sınırlayan ve sizi denetleyen  Pankuş'unuzda, Atlantikten gelen istilacı pis deniz kavimleriyle  iş birliği yapan ve onlara yaranmışlık satan  Da-m-At F-er- İt Paş-Şa-la-rr ve Va-h-de-Tin-le-rr ve Ne-m-rut M-us-Ta- P-aŞ-şa-larr... gibi  bazı hainlerin olduklarını tespit ettik.   Ülkenizin birliği ve geleceği için, derhal, bu hainleri geçenlerde açılışını yapmış olduğunuz Hayınlar Müzesine konması sizin bir tek emrinize bakar. İç düşmanlara karşı Fenikeli  Devrimci Amazon Kadınlar(FDAK)'ın da her zaman yanınızda olduğunu belirtmek isterim.

Bir ara, memleket meseleleriyle uğraşmaktan ve  yorgunluktan beş on kilo vererek fıstık gibi olmuş; Asurlu ve Mısırlı tüccarların yazılı tabletlerinde aşk şiirlerine bile konu olmuştunuz. Bu şiirlerin Palaca, Luvice ve Akkadca'ya da çevrilmiş olduğunu bilmem duymuş muydunuz ? Gerçi; imgeyi esas alarak çeviri yapan sarhoş tebanız C-an-ımli Yüjjjj-el'i saymaysak, şiir çeviriye gelmez derler ya.. Ama, nedense  C-an -ımli Yüjjjjj-el'de, çeviri-şiiri sevdiren, insanı şiirle kaynaştıran  bir tılsım var sanki. Çeviriyi, "ha sen söylemişsin ha ben" diliyle ya da Al-i-celi-Vel-i-celi  sokak ve meyhane diliyle yapıyor. Belki de, bu yüzden belli bir  "şiir-lezzeti" yaratıyor Can-ımli Yüjjjj-el.

Ey  esmer  tenli, kekik kokulu Puduhepamız, yüce Hazzi dağı çakşır otunun cinsel kudreti ile uğur böceği kolonilerinin uğuru daima sizinle olsun. Dizlerinizin  bağı, yönünü hiç şaşırmayan kutsal Skarabe (Bok Böceği)lerin   bokunu yuvarlarken kullanmış olduğu arka ayaklarının itici kuvvetiyle sağlamlaşsın ve düşman karşısında hiç çözülmesin. Bu vesileyle bir endişemi izninizle sizle paylaşmak isteriz. Bir gün,  Silyupus dağı ötücü kuşlarının henüz uyanmadığı bir vakitte, güneş tanrıçası "Arinna", "kaynak bitti; artık; ısıt(a)mıyorum lan; ne haliniz varsa görün!"  diyebilir. Böyle bir durumda  bu tanrılar kızdırılmaya gelmez; onların gönlünü hoş tutmak lazım . Lütfen, her yılki haracınızı şey yani adağımızı  ve şükranlarınızı sunmayı sakın ihmal etmeyin. Yoksa; biricik kocanız 3.Hattusili'nin kral 3.Mursili'ye yaptıkları başınıza gelebilir. (sahi ne yapmıştı ki!? ben bile hatırlayamadım şimdi; üzerinden o kadar çok zaman geçti ki..)

Bu sene, Mukish'te hasat iyi olacağa benziyor. Hadi gene küpünüzü doldurursunuz artık. Ama Unutmayin ki, Ege-Mezopotamya ve Anadolu ticaret yollarının kavşağında olan Atta a-na toprakları her daim çok bereketli idi. (Mukish  diyarı tarım işlerinde çalışmak için Atta a-na'ya  giden anneler, çocukları "nereye gidiyorsun ana?" diye sorduklarında kısaca Atta'ya derlermiş.. İşte o gündür bu gündür "Atta"ya gitmek, evden uzağa gitmek manasında çocuk dilinde kullanılır olmuş. Aslında, Akadca'da Atta: "tarım diyarı" demekmiş. "a-na" da bildiğimiz anne imiş. Atta a-na, anaların gittiği tarım ülkesi demekmiş.).Ve bu bereketli topraklara, her zaman, göz koyanlar olmuştur.  Amorit, Mısır, Hurri-Mitanni.. gibi  bölgesel güçlerin tehdidi hiç eksilmemiştir. Ama biz  şimdi sizin canınızı karamsarlık tellallığı yaparak sıkmak istemiyoruz. Size,  gelecekten güzel bir şiir okumak istiyoruz : 

Fahriye Abla

Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı , boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye abla

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya
Bilmem şimdi hala bu ilk kocanda mısın
Hala dağları karlı Erzincan'da mısın
Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hatırada kalan şeyler değişmez zamanda
Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye abla

Aman; bu şiirden genç kocanız 3.Hattuşili'ye haber vermeyin. Mazallah, ülkenizde, kıskançlıktan  karışıklık çıkabilir. Vaktiyle, Halep kralı   İlim-İllima'nın oğlu İdrimi(M.Ö.1460-1400)'nin, genç yaşlarda  başına gelenler sizin de başınıza gelebilir, ülkenizi ailenizle birlikte terk etmek zorunda kalabilirsiniz. Malumunuz, İdrimi, baba evi Halep'te çıkan karışıklıklar nedeniyle anne tarafından yakınlarının bulunduğu Emar Kentine sığınmak  zorunda kalmıştı. Bu sığıntı yaşamına tahammül edemeyince, atı ve seyisiyle çölleri aşarak  7 sene kalacağı Kuzey Kenan'daki Ammiya'ya gitmiş; orada,  mülteci  olarak yaşamaktansa ata  yadigarı milli değerlere sahip çıkarak yaşamak yeğdir diyerek kendine bağlılık duyan ve Mittani hükümdarı Barratarna'ın gazabından  kaçan mültecileri  örgütleyerek   Mukişh'e gitmek üzere gemiler yapmıştı. Ve yapmış olduğu gemilerle Casius dağının yakınlarındaki  Orontes nehrinin deltasında karaya ayak basmıştı. Ancak; İdrimi, Alalakh'a kral olmak istediğinden, önce, hükümdar Barratarna'ya bağlılık yemini etmesi gerekiyordu.. Bağlılık yeminini ettikten sonra, İdrimi,  düşmanının üzerine yürüyerek    Mukish diyarının başkenti Alalakh'a kral olmuştu.. Alalakh'a saldıran düşmanların cesetlerini üst üste koyarak atalarının öcünü aldı. Hatti diyarına saldırarak bir çok kenti haraca bağladı;  ganimet ve esirlerle Alalakh'a döndü. Sonra muhteşem bir saray yaptırarak ailesi, kardeşleri ve  yakınlarıyla  sefa sürdü. İdrimi, Mittani krallığının vasalıydı ama asla; kukla bir kral olmayı kabul etmedi. Ve 30 yıl boyunca istediği gibi Alalakh'ı yönetti.

Zaten, Millet ne çekiyorsa  şu  kukla krallardan çekiyordu. Hayat pahalılığı da, işsizlik de kukla gibi oynatılan  krallar yüzündendi.. Kukla krallar tam bağımsız olamadıkları için,  ülke kaynakları ve değerleri düşmanın eline geçiyordu. Sadık tebaanız olarak  biz burada belirtmek isteriz ki, sömürgeci düşmanlarınızın, anayasa değişikliği dahil, her türlü alicengiz oyunlarına karşı,  Attaana Pankuş'unda kamufle olmuş ikinci kuvva-yı milliye savaşçılar olarak, sizlere olan sadakatimizi göstermeye her zaman hazırız.

Ayrıca; Mukish bölgesindeki arsenopiritlerinizi özelleştirme marifetiyle sömürmek isteyen ve milli bağımsızlığınızı yok etmek isteyen dahili ve harici düşmanlarınıza boyun eğmeyeceğinizden ; gerekirse, Mukish diyarınn bağımsızlığı için, Re-s-n-el-i N-iy-a-zi'ler gibi,  Hazzi dağına çıkıp Atlantikten gelecek olan o pis deniz kavimlerine ve Hurri-Mittani kralliklarina karşı, kahramanca ve fedakarca mücadele edeceğinizden; ve vakti geldiğinde 2.Meşrutiyeti de, (yani 2.Pankuş'u da ) ilan edeceğinizden tanrıça Hepat ve Atta a-na'nın  sahibesi tanrıça  İştar kadar kuşkumuz yoktur.

Ey uyduruk Uruk kralı Lugal Zaggesi'in beşik kertmesi, Akad kralı Sargon'un platonik aşkı; ve gümüş dağlarımızın ince bilekli zarif ceylanı olan asil Puduhepa'mız! Ceylanların tedirgin su içtiği Mukish diyarı gümüş derelerin mücevheri!

Bildiginiz gibi, Asur'lu tüccarlar, sizin yerinize bir kukla kraliçeyi iktidara getirmek için ülkenizde bazı "pis mikrop" toplum kuruluşlarını devreye sokmuş bulunmaktadırlar. Kaniş harabelerinin altın ve gümüşleriyle beslenen bu PMTK'lar, güya insan hakları ve demokrasi mücadelesi veriyoruz diyerek aslında sizin altınızı oyacaklar. Bu yüzden, Asur'lu tüccarlara çok dikkat etmelisiniz; ve onlara güvenmeyin. Çünkü onlar, Hatti ülkesindeki Karum denilen Asur koloni kentleri sayesinde, her zaman Atta a-na kentinin egemenliğini ele geçirmek ve bağımsızlığınızı kontrol etmek; ve sizi taşaron kuvvet olarak kullanmak isteyeceklerdir. Bu konuda, feraset sahibi bir tavananna olarak, 1.Şuppiluliuma gibi akıllıca ve açıkgöz davranacağınızı bekleriz.

Epey bir zamandır, malumunuz, Asur'lu tüccarlar, mallarını eşek kervanlarıyla taşıyorlar. Kervanların Asur'dan yola çıkıp Hatti ülkesine varıncaya kadar yaklaşık 1000 km yol alması gerekiyor. Eşeklerden oluşan bu kervanın bu yolu gidip gelmesi 3 ay alıyor. Buna malların satılması ve yeni mal alınması da eklenince bu süre 5 ayı buluyor. Tefeci bezirgan Asur ticaret sömürüsü altında ezilen Hatti halkı, artık bu boyunduruktan kurtulmak; Asur eşek kervanlarının anırmalarını işitmek istememektedir.  Özellikle, yontulmamış kütük kervanlarının Hatti ülkesine girmesine izin verilmemesini; ve Karum'ların derhal devletleştirilmesini istemektedirler.

Puduhepamız, çatal karam nar tanemiz, bu yaz sarayınızda çok fazla oturmasanız iyi olur diyoruz; zira halkınızdan zaman zaman yakınmalar almaktayız. Tahtınıza düşkün olduğunuzu söyleyenler, hakkınızda dedikodular üreterek ve sarayınızda dinlemeler yaparak, tahtınızı zayıflatmak istiyorlar. Güya; sarayınızda dinlenmeyen yokmuş; ve  "ne var yani bunda, ben bile dinleniyorum" diyen yılışık edalılar çoğalmaya başlamış.  O yüzden her sene yapılan, ay ve yıl bayramına; sonbahar ve ilk bahar bayramına; geyik bayramına, gök gürültüsü bayramına; yaşlı adamlar ve kutsal adamlar bayramlarına.. bu kez muhakkak halkın katılımını sağlayın. Ayrıca; bu yaz, güneş tanrıçası adına şölenler düzenleyin; halkın arasında görünün; güneşin dik geldiği saatlerde sokağa çıkın biraz siz de canım, sokağa.. Hem de ince bileklerinizden  D vitamini almış olursunuz. Hem sonra bir çingene atasözü, "hep sarayda oturanlar erken ölür " der. Sarayda oturarak politika yapılmaz ki! Salıdan salıya halka seslenmekle de iktidar olunmaz ki! Mitingler düzenleyin biraz da.. Yabancı ve yerli taş-tabletler'e demeçler verin. Güzelliğinizi ve zekanızı da biraz  halkınıza verin.  Göreceksiniz, bu halk, varlığınızı ve hatıranızı uzun yıllara taşıyacak ve yaşatacaktır; hatta efsane bir tavananna olarak halkın bağrında yaşayacaksınız. Bu sıralar, Hurri- Mittani dolaylarından  'bir insan ömrünü neye vermeli' türküsünü ne kadar dinleseniz azdır.

Hatırlayacak olursanız siz tahta çıktığınız vakit, kral Telipinu (bu kaçıncı Telipinu'ydu acaba? bilen varsa bana whats app'tan yazsın) zamanındaki gibi ordunuzla aranız açık, işler karışık değildi. Baş kaldırma ve iç isyanlar patlak vermemişti henüz. ama; tahtınıza ve geleceğinize göz koyan hainler yüzünden, ne olduysa oldu işte, Atta a-na kentindeki birliğiniz kısa bir sure sonra zayıflamaya ve dağılmaya başladı. Çünkü; ordunuzu, f harfi tipi hançerleriyle arkadan hançerleyen f- kavminin, balyozlu  saldırılarına maruz kaldınız. Bu yüzünden orduyla aranız açılmıştı. Unutmayın ki ordusuz,  iktidar ve devlet olmaz. Ordunuz olmadan   birliğinizi ve egemenliğinizi  koruyamazsınız. Hatta; ülkeleri istila edip sömüremezsiniz. Ama siz de, büyük ve başarılı kral Mutavalli gibi meydan muharebelerine girmekten sakınmadınız; düşmanı çatlatarak dostu sevindirerek başınızın  üstünde taşıdığınız tuçenizle zafer kazandığınızı meclis koridorlarında fiyakalı yürüyüşleriniz  ve nergis  kokulu parfümünüzle ilan ettiniz.. Tabi bu zaferde, tanrı kadın İştar'in da büyük yardımlarını görmüştünüz. orası ayrı tabi. Malum; tanrısız zafer kazanılmıyor; o yüzden tanrı kadın İştar'ı kızdırmaya gelmez.

Ey güzel ve akıllı muhteşem tavananna Puduhepa, arsenopiritlerimizin sahibesi, sedir ormanlarımızın altın değeri; dağ yollarının ceylanı, tuzlu yoğurtlarımızın ekmek üstü lezzeti! ayni zamanda vefalı komşu Fahriye ablamız ! Mukish bölgesinin ve Unki ülkesinin dillere destan Elbistan güzeli biricik Tavanannamız!

Bu yaz,  yüzey araştırması görevlilerinden İndiana Jones Kamil Amca ve Agamemnon suratlı Mittanili Kimyasalalili yolunuzu dört gözle bekliyor olabilirler. Aman siz siz olun ; kalkolitik çağ zenginliklerinizi el aleme kaptırmayın; ağaçlardaki ballı incirleri ve yağlı zeytinleri halkınızla paylaşın. Biliyorsunuz, bu günlere hiç de öyle kolay gelmediniz. Atalarınızın "hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır o satıh bütün vatandır" günlerinden geliyorsunuz. " ya istiklal ya ölüm" diyerek bağımsızlığınızı kazandığınız günleri sakın ve asla unutmayın. Hatti ülkesinin birliği ve bütünlüğü, her şeyin üstündedir.

Ey Hatti ülkesinin Elbistanlı tavanannası Puduhepa hatun, 600 milyon yıl önce karaları istila eden sürüngenleri ve onların bir kolu olan memelilerin evrimini saymazsak, Hatti Ülkesinde  en erken insan hayatı bir milyon  yıl öncesine dayanıyor. Bu topraklarda yaşayan uzak atalarınız, 500 bin yıl hiç üretime geçmeden, bitki ve böğürtlen ne varsa yiyerek yaşamış; fakat; ateşi ve insanlığın geleceğini aydınlatmayı bir kez keşfedince, artık arkası gelmiş. 5 milyar yaşındaki dünyamız insan eli ve gözü ile ışımaya başlamış. İşte siz böylesi kadim bir kentin tavananna'sısınız.

Hazzi dağı kadar yüksek ve Orontes nehri kadar bereketli ve kumsallarınızın denize koşan caretta'ları kadar yaşam dolu  kupaba'miz, tavananna Puduhepa hatun,

Hatırlarsanız; o pis deniz kavimleriyle savaş sırasında Attaana kentine yardımcı olan büyük Hurri tüccarlarından ve dünürünüz Arslan Yürekli Tonyiupuli ve sevimli eşleri Lerriupama, bana, lüks bir yelkenliyle Ugarit ve Mısır'a, dostunuz 2.Ramses'e, mavi bir gezi yapmak istediklerini; benden de şöyle denizci ve konforlu bir yelkenli ayarlamamı rica etmişlerdi. Bunun üzerine Hatti Ülkesine döndükten sonra Karia bölgesine ve Milletli, Klazomenia'lı dostlara, tanıdıklara haber saldık.

Sonuç : 1- Liman batı rüzgarlarına açık olduğundan, Ugarit'ten yolcuları almak mümkün değil. 2- yolcuların ancak Al mina veya Sabuniye'deki   iskelelerden  alınabileceği. 3- Kunulua'ya ve Rhosus'a yarım günlük kısa bir turistik gezi düzenlenebileceği; 4-Bildiğiniz gibi, vaktiyle, Alalakh Kralı Yari-Lim'in Gritteki Knossos sarayına benzer bir saray yaptırması ve  bu sarayın uçuşan otları ve boğa başı freskleriyle dillere destan olması  Ugarit kralının dikkatini çekmiş  o da bu saraydan bir tane yaptırmıştı. İşte; Ugarite gidildiğinde mutlaka bu sarayın da ziyaret edilmesini;  5-Mısır'a yolculuk için kumanya ve şarap testisi alabilmek için yeterli şekelin obsediyen kredi kartıyla ödenmesini,   6-Herkesin kendi bitter çikolatısını yanında getirmesini.. dostunuz ve dünürünüz Hurrili Tonyiupuli' ye bildirirseniz; ve sonuçtan beni, 3'lü uçurulan şarabi maverdi, 2'li uçurulan aynalı şami postacı güvercinleriniz ile haberdar ederseniz, siz muhteşem tavanannaya  zahmet vermiş olmayız inşallah.

Sizleri Atta a-na'daki işlerinizden daha fazla alıkoymamak için daha 2kb (kilo bayt) olmayan sözlerime şimdilik son veriyorum : Hitit aslanlarının kudreti, 7 ırmağın kokusunu fark eden Unki tilkilerinin zekâsı ve Hatti ülkesinin bin tanrısı  hep sizinle olsun; bahtınız açık; yolunuz kutlu; işleriniz kutsal Hazzı dağı uğur böceği kolonileri kadar halkınıza uğurlu olsun.

Suda balık gibi yüzen, dalgalarda kuş gibi uçan, balık kuyruklu ve kuş burunlu ahşap gemilerinizin korsan kaptanlarından sadık tebaanız ve Hattilima'nın biricik eşi Fenikeli Kadmos Cannikokili.

*Taklid-i Ebla Tabletleri : İsa peygamberin değil Tekel işçilerinin direnişinden 4 bin 500  yıl önceden kalma Ebla Tabletleri, dinler tarihi açısından çok önemlidir. Yaklaşık 20 bin adet olan ve çivi yazısıyla yazılan bu tabletlerde ilk defa ilahi kitaplarda bahsedilen 3 peygamberin de adlarının geçmesidir. Bu isimler : ab-ra-mu, iş-ma-il,da-u-dum dur. Bu günkü Halep'in 55 km güney batısında bulunan Ebla kentinde yaşıyan Eblalılar, devlet arşivi oluşturan, kütüphane kuran; ve yazılı ticari sözleşmeler yapan bir medeniyetin sahibiydiler. İşte; Anadolu'da milli bağımsız cumhuriyetin kurulmasından 3000 yıl önce Kenan diyarında yaşayan Taklidiler de, meşhur Ebla Tabletlerinin 5 bin  adet taklidini çıkararak Hatti ve Mezopotamya diyarında, tarihi tahrif edecek olan, "Taklidiler" dönemini başlatmışlardır. Taklidilerin bir kolu daha sonraları Anadolu'da Osmanlı'ya kadar ulaşarak Tanzimatileri oluştururlar. Tanzimatiler Avrupa'dan çok sayıda taklitlikler aktararak Osmanlıya mal etmişlerdir. Tanzimatiler daha sonraları, Çanakkale savaşları ve Anadolu'da bağımsızlık savaşları sırasında, İstanbul'da Mandaperveriler olarak varlıklarını bir süre daha sürdürmüşlerdir. Tanzimatilerin en büyük temsilcileri Efruziler Tarikatı'nın kurucusu Efruz Bey ile Ahrariler  Fıkrasının kurucusu Prens Sabahattin dır. Efruz bey, taklidicilikte, Türklerin, Amerika'dan Anadoluya gelmiş olduklarını ileri sürecek kadar ifrata varmış olması itibariyle tanzimatilerin en liyakatlisidir. Dahası, Efruz Bey, Napolyon'un gözdesi, kusursuz dönekliğin ve ikiyüzlülüğün timsali olan Joseph Fouche kadar etkili olmasa da, 'her devrin adamı' olması bakımından türünün emsalsiz gerçek temsilcisidir.