25 Şubat 2010 Perşembe

Hitit Tavanannası Puduhepa'ya Yazılan Bir Tablet Bulundu.

"sözlerime başlamasaydım hiç bir şey başlamıyacaktı;ama başladı(m) işte !"
Taklid-i Ebla Tableti*




Başlangıçta "başlangıçsızlık" vardı ya da Tanrı, maddeyi (nesnel-gerçeği) yarattı hadi bana eyvallah dedi. Ne yani; gündelik hayatınızda her şeyin bir başlangıcı ve sonu var diye başlangıçsızlığı yok mu sanıyordun? İyi; öyle sanmaya devam edin bakalım; yanıldığınızı bir gün anlayacaksınız elbette, ama bu metafizik ve mitolojik kafayla değil! Bakın anlatayım size niye?

Bu dünyayı hiç yok sayabilir misiniz ? Sayamazsınız değil mi !?  Çünkü var; ve biz onsuz yaşayamayız ve o olmadan ona dair her hangi bir soru cümlesi dahi kuramayız. Bu dünyayı yok sayarsak kendimizi de insanlık geçmişimizi de yok saymamız gerekecek.  Ama unutmayın ki; dünyayı, güneşi, yıldızları, galaksileri, şu sınırsız evreni istediğin kadar yok farz edin  siz onları yok farz ediyorsunuz diye gerçekte yok olmayacaklardır. Denemesi bedava!

Peki "Başlangıçta ne vardı?"  diye sormakla,  a priori olarak, yani; sadece aklın ilkelerine dayanarak ve sınamadan,  kafanda, henüz hiç bir şeyin olmadığı  bir "başlangıç" hali ve zamanı kabul etmiş olmuyor musun? Bu önvarsaydığın "başlangıç" haline ve zamanına ulaşabilmek için de, öncelikle bu dünyayı, evreni ve kendin dahil  her şeyi,  soyutlama yoluyla düşüncende bir bir yok sayman gerekmiyor mu? Gerekiyor değil mi, ama  nedense yok farz ettiğin  bu dünyada  düşünmeye, soyutlama yapmaya ve soru sormaya  devam ediyorsun.  

Bir düşünsene: Bu dünya var olmasaydı, sen var olabilir miydin ? Senin hayat kaynağın olan şu dünyayı, diğer gezegenleri, güneşleri, galaksileri, hasılı nesnel gerçekliği hiç bir şeysizliğe(!) ulaşıncaya kadar düşüncende, düşüne düşüne, yola yola, tek tek yok ediyorsun; ama sen, hala yaşamaya devam ediyorsun. Bu nasıl iş!? Her şey bir bir ve bütün olarak yok edilirken sen nasıl var olmaya ve hala düşünmeye ve soru sormaya devam edebilirsin!? Bencillik olmuyor mu bu biraz?

Peki; bu dünyayı düşüncende yok farz edince ve yok farz ediyorsun diye  bu dünya 'gerçekten' yok oluyor mu ? olmuyor değil mi? Nasıl ki, kendini yok farz edince yok olmuyorsan  öyle.. Ama sen, sırf hiç bir şeyin olmadığı bir zamana ulaşabilmek için düşüncenin bir sonucu ve ürünü olarak yok ettiğin bir şeyi   gerçekte de yok olmuş gibi kabul ediyorsun; yani; hiç bir şeyin olmadığı bir zamanın olabileceğini düşüncende önceden varsayıyorsun zaten. Dahası; soyutlama yoluyla hiçliğe(!) ulaşmış olmana rağmen, nedense, kendi kendini de artık var olmayan bir şey olarak düşünmüyorsun. Yani; önce, hiçliği, düşüncende soyutlama yoluyla var ediyorsun, sonra da, hiçlik varken, sen hala var olmaya devam edip "başlangıçta ne vardı?" diye bana soru sorabiliyorsun.

Her şeyi düşüncende yok ede ede, soyutlama ürünü olarak hiçliğe, hiç bir şeyin olmadığı bir zamana ulaşırsan, elbette böyle her şeyin "doğuş belgesi" olan bir "başlangıca(!)" ulaşırsın. Oysa; tutarlı olman gerekirdi. Her şeyi yok farz ettiğin ve hiçliğe ulaştığın anda,  artık senin de yok olman; ve bana "başlangıçta ne vardı?" diye sor(a)maman gerekirdi. Bu soruyu sormakta hala ısrarcı olursan, "başlangıca", yani, her şeyin "doğum belgesi"ne  ulaşmak için yapmış olduğun soyutlamanın da hiç bir değeri kalmaz. Çünkü; kendi mantığını, kurgunu kendin inkar etmiş olursun.

Sonuç olarak,  nesnel gerçeği, kendi ön kabulüne  uydurma gayretine giriyorsun. Yanılgın burada işte! Düşüncenin sonucu ve ürünü olan bir şeyi, "gerçek" sanıyorsun. Düşünce somutu/düşünülmüş somut ile "somut" arasındaki nesnel "farkı" fark edemiyorsun. Dedim ya; metafizik ve mitolojik kafayla olmaz diye...

Oysa; basit olarak şöyle düşünebilirdin: Bu dünyadaki mevcudiyetini kime borçlusun, anne ve babana değil mi?  Eğer onların  cinsel üreme eylemi olmasaydı sen bu dünyada  olmayacaktın. Seni doğuran kim ? Annen; peki; anneni doğuran ? Anneannen.  Anneanneni doğuran ? Onun annesi...Demek ki, ortada, somut olarak, gözle görülebilir, insanın insanı doğurduğu; insanın, insandan doğduğu, kendiliğinden bir  üretme eylemi, hareketi  var. İşte; bu somut gerçek, yani; kendi kendini oluşturma süreci, kendi başına meseleyi açıklayıcı olmasına rağmen  nedense, seni tatmin etmiyor ve ta "ilk insanı ve kainatı kim yarattı'ya varan bir "başlangıç"  hali arıyorsun. Her şeyi tek tek ve bir bütün olarak zihninde yok saya saya hiç bir şeyin olmadığı bir zamana ve yere ulaşıyorsun.-neresiyse o  'yer' ve 'zaman' ?- Zamanın yani maddenin ve hareketin olmadığı bir andaki zaman(!) mı yoksa !? Sonra da, soyutlama yoluyla elde etmiş olduğun o 'hiç bir şeysizliği', 'hiçlik'i'   "başlangıç" olarak kabul edip; evreni ve evrendeki her şey için gerekli olan enerjiyi o varsaymış olduğun hiçlikten üretmiş oluyorsun. Pes doğrusu!!

Oysa; her  başlangıç daima başka  şeyleri bir ön varsaymaktır. Nerede ne zaman ne ile başlarsanız başlayın bu böyledir. Sıfırdan başlarsanız (-) sonsuza ve (+)  sonsuza kadar olan bütün sayıları önvarsaymış olursunuz. İnsandan başlarsanız, bu evreni ve dünyayı; canlıları, toplumu, tarihi, ekonomiyi, siyaseti, kültürü, sanatı, ideolojiyi; dini, felsefeyi, ahlakı, eğitimi, estetiği, bilimi, tekniği, savaşları... önvarsaymış oluruz; onlar olmadan ve onlardan ayrı kendi başına yalıtık bir insan yoktur.  Yani;  Büyük Patlama denilen Big Bang dahil nerede, ne zaman, ne ile başlarsanız başlayın mutlaka başladığınız zamanı ve mekanı ve onun öncesinde olan bitenleri muhakkak önvarsaymış olursunuz. Nesnesiz, olaysız, hareketsiz, değişimsiz bir zaman olmaz/olamaz/olmamıştır çünkü.  

Zeytinyağlı fasulyeden başlıyorsanız olsanız bile belli bir mekan ve zamandaki fasulyeyi, zeytinyağını, soğanı, tuzu, domatesi, tencereyi ve ateşi, yemeği pişireni; ve yemeği pişirene dair muhtemel her şeyi ve onun öncesini ön varsaymışsınız demektir. Hangi başlangıcı kabul ederseniz edin; ve gidebileceğiniz en uzak geçmişe gidip bir başlangıç kabul edin  onun öncesini önvarsaymak zorundasınız. Çünkü nesnel gerçeklik öncesiz ve sonrasız bir gerçekliktir. Her olgu süreç bir önceki koşul-ortam-ilişki ve etkileşimin sonucudur. Nereye ve hangi zaman giderseniz gidin daima nesnel olgu-olay-süreç ve ilişkiler-etkileşimler ile yani madde ile karşılarsınız; hiçlikle değil!!

Einstein'e göre enerji maddenin tezahürüydü; ve madde olmadan enerji olamazdı.  Latin şair ve filozof Lucretius'un altın sözleri nasıldı: nil posse creare de nihilo, yani, "hiçlikten hiç çıkar."

Evet; sözlerime başlarken ne diyordum: Başlangıçta "başlangıçsızlık" vardı.. Peki ama öte yandan  gündelik ve ömürlük hayatımızda  her olayın da bir başlangıcı var. Çevrenize şöyle bir bakın, eş zamanlı sayısız çoklukta ve çeşitlilikte olaylar başlayıp olmakta; ve son bulmakta.. -sayın okur, bu kadar da sayısız çoklukta ve çeşitlilikte olay olur mu demeyin; oluyor işte, ben ne yapayım !? Olayların çoğulluğu ve çeşitliliğinden daha büyük gerçek olabilir mi diyecektim ama gerçeğin büyüğü küçüğü olmaz diye vazgeçtim.

Alın size bir "gerçek" daha: Bundan 15 milyar yıl önce, güya, evrende büyük bir patlama(Big Bang) olmuş(muş); öyle diyorlar. Bu muhteremlerin çoğunluğuna  göre, büyük patlamadan önce, ne madde varmış, ne kainat; ne de zaman. Ama; gel zaman git zaman, her nasılsa, zamansız bir  patlama olmuş işte. Peki; bu gerçekten gerçekse; kainatın neresinde olmuş bu büyük patlama (Big Bang) ? Aha, evrenin şurasında olmuş diyebilecek; kerteriz alıp mevki koyabilecek bir babayiğit bilim(!) insanı var mı? Eğer, evrenin şurası'nda olmuşsa, peki o zaman evrenin orasında, burasında; ötesinde, berisinde hiç bir şey olmamış mı; yok muymuş evrenin gerisi!? Yoksa; evren, sadece 'şurası' denen şeyden mi ibaretmiş ? Evrenin 'şurası' varsa, orası, burası; ötesi, berisi yok muymuş  peki ? Yani Evrensiz (mekansız) bir patlamaymış mı bu Bing Bang? 

Hadi; bir an için, şu sözü edilen büyük bir patlama olmuş diyelim; bunun bir patlatanı yok muydu peki? Patlatan da kim demeyin ? Sana şimdi bir tane şaplak patlatırsam o zaman patlatanı da, patlayanı da, patlamayı da anlarsın. Daha da ileri giderseniz, sizi, teorime uydurmak için, kendisini, kendi kendisinden, kendi kendine, kendiliğinden üreten 'ne değilse o olan' ve 'ne olacaksa o olan' ak-karanlık madde'ye veririm ha..! Böylece; ne "başlangıç" kalır ne   "büyük patlama!" ne de bu konuda en ufak bir patırtı!

Azizim, (gerçi, bazı büyük adamlar, mektuplarında muhataplarına böyle seslenirler, "Azizim Kugelman.. Aziz Peder Don Para...gibi" ama, burada, öylesine  havaya söylenmiş bir sesleniş işte), bence,  başlangıçta(!), birbirleriyle bağlantılı olayların çoğulluğu ve çeşitliliği vardı.  Ve bu olaylar sürekli doğan ve ölen mini minnacık kuantum deryasında yüzen zerrecik adacıklardı sadece. Aksi halde; tek bir şeyden evren, ne kadar sıkıcı olurdu. Bir an için, evrenin, sırf ve sadece, "armut"tan olduğunu; armuttan başladığını  bir hayal etsenize.. Her bir şey "armut" ve onun türevleri.. ve bizlerde olsaydık eğer  "armut kafalı" olurduk herhalde. Ne kadar bayağı ve çekilmez bir evren değil mi şu "armut(tan)-evren"? Gerçi armuttan başka bir şeyin olmadığı bir yerde ve zamanda 'armut' belirlenimini, tanımını neye göre yapacaktık, o da ayrı mesele tabi. 'Armut-değil' olsun ki armut da onlara göre tanımlansın değil mi? Karşıtların birliğidir hayat. Spinoza o meşhur tezinde  bu gerçeği dile getirmiştir: "determinatio est negatio",  yani her belirleme, sınır koyma, olumsuzlamadır. Bir çeşit "ben, sen (ben değil)  değilim" hali. Dünya armutsa ya da armuttansa mesela, artık kavun, karpuz, incir, üzüm vb. değildir. Somut olarak  'armut-olmayan'  diğer tekil meyveler olmasaydı armut da olmazdı. Bu gerçeği akılda tutmak lazım..

Evet; dediğim gibi, her şey, aslında, her zaman çeşitlilik ve çoğulluk varken hayat buldu.  Axiomatik (kendiliğinden apaçık ilke, önerme);  olarak bu hep böyle idi. Öyle olmamış olsa idi, ben şimdiye kadar çoktan size anlatacağım konuma  başlamış olurdum zaten. Baksanıza; nasıl tereddütteyim;  neye ve hangisine  nasıl başlayacağıma dair bir türlü karar veremiyorum, ortada bunca çeşit ve çoğulluk varken hem de! Bir karar vermiş olsam, başlamış olacaktım. Aklım mı tutuldu yoksa?!

Rüzgar esiyor, güneş doğuyor, kumrular gugu guk, gugu guk, serçeler cik cik; köpek havhav diyor; seyyar satıcı İbrahim Abi: "hala mı 100 bin ? tereyağlı kurabiyelerim" var diye bağırıyor; Aysel saçlarını tarıyor; ücretli emek ile sermayenin tarihi ilişkisi hala devam ediyor; gemi gidiyor; bilim ve sanat harikalar yaratıyor; esnaf iş başı yapıyor; bebek ağlayarak mutsuz olma hakkını kullanıyor; kediler çiftleşerek  kediliklerini sürdürüyor;  denizler köpürüyor, nehirler taşıyor, yağmur yağıyor; emperyalizm camdan bakıp korkudan hıçkıra hıçkıra ağlıyor; Nato haydutluğa devam ediyor; milli bağımsızlık ve devrimci Atatürkçülük düşman ilan ediliyor. Ağaçlar yapraklarını döküyor, tavşan kaçıyor tazı tutuyor; gece gündüz, gündüz gece oluyor; galaksiler doğuyor galaksiler ölüyor..  Biz göremezsek de kuarklar ortalıkta cirit atıyor... anlayacağınız olayların çeşidi ve çoğulluğu saymakla bitmez. Ama; ben hala başlayamıyordum. Birinden başlamış olsam, diğerlerini, yani, geriye kalan sayısız çokluğun hatırı kalacaktı sanki. Ama; öte yandan; hepsiyle de ayni anda başlamak; hiç birini de küstürmek ve  gavurun simultaneously dediği "olayların eş-zamanlılığını"  ıskalamak istemiyordum. Zaten sırf bu yüzden sinema ya da tiyatro yönetmeni olamadım. çünkü; bir ve tek sahnede çok çeşitli olayları ve ilişkileri ayni anda vermek istiyordum, tabi bu fikrimi kimseye kabul ettiremedim. ( İsabet olmuş! Seyircinin onlarca gözü yok ki; ayni anda hangi birine yetişsin. Belki geleceğin insanı yapay zeka becerebilir bunu.)

Bu kadar "ben-değil" arasında hala kendi kendimi bir türlü sınırlayamamamın yaratmış olduğu  gerilim ve çelişki, beni eylemsiz ve işsiz bırakıyordu. Oysa; 2,5 milyon yıl önce yaşamış ve ilk taş aletleri yapmış homo habilis denilen becerikli insanımsı atalarımızın yaptığı gibi, iki ayağımın üstünde dimdik durabilir; elimi dünyaya, gözümü belirli olaylara değdirerek kendimi sınırlayabilirdim. Öyle yaptım; gittim en yakınımdaki dünyayı elledim ve bir olayı gözüme kestirdim. Artık; benim tarafından ellenmiş bir dünya; gözüme kestirilmiş bir olay; ve anlatılacak bir öyküm  vardı. Çok şükür; kendi kendimi sınırın ötesindekiler ve berisindekiler diye sınırlandırabilmiştim. Ve ne mutlu bana Ben-değillere nazaran bir 'Ben' olmuştum. İşte sana bir "determinatio est negatio" hali daha!

Başlamam için hiç bir engel kalmadı. Ne güzel; artık "ben"  olarak başlayabiliyorum : 

Yuh bana, bir kölem bile yoktu! Oysa; uygarlığın kaynağı kölelik icat edileli binlerce yıl olmuştu. Gerçi, bir köle sahibi olmak öyle herkesin harcı değildi ama, en azından benim de Robinson'un Cuma'sı gibi bir kölem niye olmasındı. Zira, bende de beş on köleye yetecek kadar iş aleti ve onları karın tokluğuna besleyecek kadar birikmiş besin ve para vardı. Ama, bense, ne iştir, hala bir köle sahibi olamamıştım; uygar insana yakışıyor muydu bu hiç? Bu devirde hiç kölesi olmamak ne ayıp şey değil mi!? Doğrusu, kendimi, kölesiz  ziyadesiyle eksik-insan  hissediyordum. Kendimi tamamlamak için bir an önce  köle sahibi statüsüne terfi etmek istiyordum.

Neyse; bulutsuz düz bir ovada oturmuş, doğuştan köle olanları düşünüyordum. Özellikle hani şu  anasının karnında ayakları prangalı alnına köle yazılmış kara derili olanları.. Gerçi Jan Jak Rousso ( şu jan jak'taki  janjanlı ses güzelliğine bakın hele!) "insanlar hür doğar hür yaşar" demiş ama bence insanlar ancak masallarda hür yaşar. Bir köle çocuğu köleliğin istikrarı ve teminatı için vardır. Peki ama bir zenciyi köle yapan neydi? Zenci, zenci olarak doğduğu için mi  köle oluyordu  yoksa köle olduktan sonra mı zenci oluyordu? Ya da önce zenci doğup sonra, yaşam-ortasında mı  köle oluyordu. Orasını çözememiştim bir türlü. Eğer üçüncüsü doğruysa, yani önce zenci doğup sonradan yaşam-ortasında köle oluyorsa, zenci ne zaman ve nasıl gönüllü olarak köle oluyordu? Yoksa anasının sütüne kölelik ilacı mı katıyordu köle sahibi dış güçler? Uffff.. bütün bunları düşünerek ne diye ağrımaz başımı ağrıtıyordum ki sanki!? Önemli olan, bir köleye ihtiyacım olduğunda, ben onu köle pazarından özgürce satın alabiliyorum ya, hukuken buna hakkım var ya, daha ne olsun!  Param var -senin de olsun- (ben senin de olmasın demiyorum ki!) harcıyorum ne var bunda? Ha pazardan balık almışım ha köle.. Kimse bunu vicdansızlık olarak görmesin lütfen. Toplum piyasa olmuşsa ben ne yapayım?

Biliyor musunuz şu köle milletinin çok acayip huyları var:  Duyuyordum, bazı köleler, gözleri doymak bilmez bir halde, o kadar çok değişik işlerde kölelik yapabiliyorlarmış ki, hem de çalışmaktan geberinceye kadar.. Bu kadar da 'kölelik aç gözlülüğü' fazla ama! Ne gerek var buna canım; kölelik kaçmıyor ki; herkese yetecek kadar var! Tuhaftır; "ne köleliği olursa yaparım abi" hali öylesine yaygın ki toplumda ; adeta köleliğin altın çağında yaşıyoruz insanlık olarak. 

Bir yandan da, çok farklı işlerde kölesi olan köle sahiplerine imreniyordum; ve ne yalan söyleyeyim, bazen, onlara 'insafın kurusun' diyordum. Zira; bazılarının bir köy, bazılarının küçük bir belde, hatta kasaba ve kent nüfusu kadar kölesi olabiliyordu. Adeta köle tekeli oluşturmuşlardı o iş alanında. Kısmet işte!

Derken; ovada, çoook uzak bir geçmişten haber vermeye hazır  şişkin bir toprak parçası gözüme değdi. ona  "şişkin toprak " adını verdim. Fakat; o şişkin toprak diye sakın her toprağı şişirilmiş sanmayın, bu sıfat tamlamasını onu size anlatabilmek, sizin daha iyi algılayabilmeniz için yapmıştım. Yoksa doğada 'şişkin' diye bir şey yok, bana 'şişkini' göster desem gösteremezsiniz.  Ama şimdi şu toprak sayesinde  kolayca gözünüzde canlandırabilirsiniz şişkin toprağı artık. Fakat ben nedense şu sömürülen 'ücretli köleler' diyorlar ya bir türlü gözümde canlandıramıyorum  bu çeşit sıfat tamlamalarını.  Şimdi sömürü ne, ücretli kölelik ne ? bunlar şişkin toprağa benzemiyorlar ki?.  Aslında; doğadaki toprak, şişkin ve toprak diye iki ayrı parçaya bölünmemiştir tabi. O bölme, ayırma işlemini biz zihnimizde, soyutlama yoluyla yapıyoruz. Neyse biz konumuza dönelim. Bu kadar şişkin olduğuna göre kim bilir tarihte nice pırlanta kentler, nice ücretsiz-köle-hayatlar, yüce ve soylu mal-uygarlıkları, bu şişkin toprağa kadavra olmuştur diye hüzünlendim ( buna da hüzünlenilir mi demeyin; hüzünlenilir elbet; herkesin hüznü kendine!) . Artık; mazi olmuş çocukluğumuz ile kayıp tarihsel belleğimiz, bu şişkin toprağın altında daha fazla kalsın istemiyordum. "Sınırlanmış"   belamı arayacaktım ya, şişkin toprak höyük- insanı'nın  macerasını gün ışığına çıkarmaya karar verdim. Ve böylece 'zaman-laboratuvarı' na daldım. (Ha bir de 'zamanın aynası' vardır, kendini tanımak isteyen insan arada bir ona baksa iyi olur. Bu arada duyuruyum, sanayide oto tamircisi şair arkadaşımın ilerde çıkacak olan kitabının adı da "Aynası Zaman",  nasıl imge ama!?)

Böylece; o toprağı kimler  şişirmiş, nasıl ve neden şişirmiş anlayabilecektim. Eğer; şu  höyük insanı'nın isteyerek veya istemeden, bu şişkin toprakta, yer altında bıraktıkları bir şeyler varsa bunları keşfedebilecektim. Ve artık gerçeğin aydınlanması için relatio refero; yani; var olana (söylenene) referansta bulunabilecektim. Ve Ben bu denli medeni olmama rağmen kendimce bir kent yaşamı kuramamıştım henüz (hadi, sıkıysa, bir kent yaşamı kur da göreyim seni.); ama, hiç olmazsa tarihte, şu şişkin tepede kurulmuş kenti bulup; olup bitenlere bir anlam verebilecek; insan-çocukluğuma ve belleğime kavuşabilecektim.

Tabi bu kazı sayesinde  tarihe gömülmüş olanlar ışığa kavuşacak; ve çocukluk geçmişimiz yorumlanacaktı. Ama; minimum yaşama ücretli  'çocuk işçiler' de sanayide çalışmaya devam edecekti. Sizler de çocukları hala çok sevmeye devam edin bakıyım!. Şimdi bu bağlamda "çocuk işçi"lere ne gerek var; hem sen köle düşkünü değil miydin  diyebilirsiniz. Ama birader insanın vicdanı sızlıyor; o kadar anlatıyorum şu çocuk işçiler meselesini kimse dinlemiyor ki madem öyle   ben de bağlam dışı konularda zınk  diye araya sokayım bari; belki biraz ilgi duyan birileri çıkar dedim.  Ayrıca; "çocuk işçi" diyorum daha ne diyeyim, bunun bağlamı-mağlamı mı olurmuş; adı üstünde işte, ücretli çocuk işçi.. sizin çocuğunuzun, çocukluğunuz ücretli olsun da göreyim bakıyım sizi. 19.yy'da Vahşi kapitalizm yatağı İngilterede bir kaç peniye çalışan suratlı isli çocuk baca işçilerini görseniz yüreğiniz kalkar. 

Rahmetli 3.Tutmosis gibi, obelisk(dikili taş) ve  heykel başını Nil nehrine taşıyan bir köle ordusuna sahip olamadığımdan; ve tabi, ücretli mevsimlik işçim de de bulunmadığından, kızgın güneş altında kavrulan ovadaki şişkin toprak höyüğünün katmanlarını gezemiyordum. Üzücü tabi.. Baktım; karşıdan, genellikle adları Ökkeş olan ve kayıt dışı çalışan Darendeli Pamuk Attırancılar geliyor. "Yok mu pamuk attıran; pamuk attırancı geldi.. pamuk attıran .." diye diye yanımıza kadar geldiler; selam verdiler, aldım. İçlerinden ikisini, özellikle kaytan bıyıklısını gözüm tutmamıştı. Mahiyetimde çalışmış olsalardı iş akitlerini derhal, ihbar ve kıdem tazminatsız, çoktan fesih etmiştim.. Nasıl olsa iş yasaları ve mevzuat benim lehimeydi; ondan sonra uğraşsın dursunlar mahkemelerde.. Yok işe iadeymiş; yok haksız fesihmiş; ya da fesih yetkisini kötüye kullanmakmış.. bir yığın hukukun üstünlüğü meseleleri işte! Zaten bir iş davası en az beş yıl sürüyor, hangi hukukun üstünlüğü, düpedüz patronların üstünlüğü bu!    Neyse.. konuya dönecek olursak,  diğerleri ise köle yapılmaya elverişli kimselerdi. Var mısınız 'belirli süreli iş sözleşmesi' yapmaya dedim; "ama senin attırılacak pamuklun yok ki" dediler. "Olsun" dedim, "bana sizin köleliğiniz, pardon, pamuk attırma yeteneğiniz ve iş yapma kapasiteniz, yani pamuk attırma olasılığınız lazım."  ve "benim için çalışın!!" diye bağırdım; (rahmetli babam da bana bağırırdı çocukken; alışkanlık işte; babamdan tevarüs etmiş...Oğlan babadan kız anadan görmeyince kulağa küpe olmuyor..). "Ne bağırıyorsun lan" diyemediler tabi ve pamuk attırma olasılığına da bir anlam veremediler.

"Kardeşlerim (bakmayın 'kardeşlerim' dediğime;  ne kardeşiymiş!? Köleden hiç kardeş-mardeş olur mu!?)  karnım doysun para kazanayım demiyor musunuz; işte size iş; karşımızda gördüğünüz şu şişkin toprakta koca bir tarih yatıyor; işte onu katman katman hallaç pamuğu gibi atacaksınız; sizleri 'açmacı' yaptım; kazmacılık kürekçilik  yapacaksınız; 10x10m'lik kare çukurlar açacaksınız" dedim. "De git işine bizimle eyleşme, biz sadece, topaklanmış pamuğu açarız; topaklanmış tarihi değil! " dediler. İçlerinden Ökkeş'e benzeyeni:  "Biz anamızdan yolcu doğmuşuz; omzumuzda hallacımız elimizde tokmağımız yol ve nehir boyları seyyar gezer şehirlere kavuşur rızkımızı çıkarırız. Buraya doğru gelirken aha şu şişkinliğin oralarda ayağımıza bir taş takıldı, üstünde çiviye benzer işaretler vardı ayağımızı kanattı.. Tarih diyon madem, al şu çivili taşı biraz da  sen oyalan  onunla.. bizim yolumuz daha uzun" deyip yola koyuldular. Yanımızdan uzaklaştıkça "pamuk attırancı geldi; yok mu pamuk attıran" sesleri  ovadaki serseri rüzgara binmiş yankılanıyordu.

Hemen; bir uzman  ücretli-köleye ihtiyaç bile duymadan, bu işler için hazırlanmış olan tarihi gözlüğümü taktım; heyecan ve merakla, dudaklarımda paleopsikolojik bir ıslık (ateşi üflerken tesadüfen bulunmuş bir şey; prehistorik dönemden kalma bir alışkanlık işte), çivi yazılı belgeyi okumaya başladım : Yazı hakikaten çivi yazısıyla yazılmış bir Asur tabletiydi ve sıkıştırılmış bir yazı tekniğiyle yazılmış 2gb (ciga bayt) kapasiteli bir tabletdi, 8 sıfır veya 8 bir'in bir araya gelmesiyle 1 baytlık veri elde edinile biliniyorsa,  siz artık tasavvur edin, kim bilir ne kadar veri depolanmıştır 2gb'lık asur tabletinde-. Heyecandan, sırtım kaşınmaya başlamıştı. Genellikle ellerim terlerdi ama bu sefer sırtım kaşındı. Gittim; şişkin toprak höyüğündeki ağaca (sizi ayrıntıya boğmamak için ağacın ne ağacı olduğunu söylemedim) sürttüm. Bu arada, eşzamanlı olarak, Attila İlhan'ın "şahane serseri"'sindeki rüzgar gibi, tarihin rüzgarları da, kendini höyükten höyüğe vuruyordu ovada. Rüzgarın özgürlüğü de bu işte; ne diyebilirsin ki?

Tabletteki yazı, günümüzden yaklaşık 3300 yıl önce,  korsanlık yaparak geçimini sağlayan Fenike'li bir kaptan tarafından Hitit Tavananna (kraliçe)'sı  Puduhepa hatuna yazılmış bir mektuptu. Tarihe ışık tutan bu mektubu, köle emeğine ihtiyaç duymadan, olduğu gibi, ilk kez sizlerle burada paylaşıyorum (bana referans vermeden bu mektubu sanki sizinmiş gibi başka bir yerde kullanmayın aksi takdirde yaptığınız plagiarism'e girer ve  Doçentliğinizden olursunuz maazallah. ) :

" Hatti Ülkesinin Elbistan güzeli  ve Atta a-na kentinin tavananna'sı 3.Hattuşili'nin biricik karısı Hurri-Kizzuwatna kökenli Puduhepa hatuna

Sözlerime başlamadan önce, dirayetli ve ferasetli imparatoriçeliğinizin devamı için, sedir ağaçları ülkesinin tanrıçası yüce "Hepat" adına, sizi ve halkınızı,  tanrıça  İştar'ın tılsımlı sözleriyle üç kez, "sausga, sausga, sausga" diyerek selamlarım.  Ayrıca; Size, 100 kez yedi Hitit aslanı gücü ve basiretinizin bağlanmaması için de 3 Mukish (amik ovası) tilkisi kurnazlığı dilerim.  Ünü, Mezepotamya'da ve Unki diyarında dillere destan topuklarınıza kadar uzanan siyah saçlarınız; içine çift badem sığmayan dar ağzınız; güz elması yanakta siyah üzüm gözleriniz, ak gerdanda tombul memeleriniz, ve ana tanrıça yüce 'Hepat'ınız, her daim  var olsun; ve sizinle yaşasın !

Bu vesileyle; Kraliçemiz olarak, 8 mart dünya kadınlar gününüzü de kutlarım. Gerçi; "kendinde, kendi başına (per se), mutlak, izole, saf ve tam bir kadın var mı ki  'kadınlar günümü' kutluyorsunuz, ben her şeyden önce bir kraliçeyim; gidin siz emekçi kadınların gününü kutlayın diyebilirsiniz, ama olsun, siz de erkek-Fatma bir imparatoriçe olarak,  erkek imparatorlar gibi, kraliyet mührü taşımanız hasebiyle kadınlar dünyasının  medarı iftiharı sayılırsınız. 

Atta a-na'da  ikilik yaratmak isteyen bazı cingöz  kadınlar, 'kadın kadındır; hangi kesimden sınıftan olursanız olun, sadece kadın olduğunuz için ezilebilir ve sömürülebilir; hatta şiddete bile maruz kalabilirsiniz' demek suretiyle, sizi, tebaanız köle kadınlarla bir ve ayni tutuyor olabilirler. Aman; siz siz olun, köle sahibesi bir Tavananna olduğunuzu sakın unutmayın. Biricik kocanız 3.Hattuşili (M.Ö.1267-1237), size el kaldırıyor; şiddet uyguluyor olabilir.. Gerçi kocanız 3.Hattuşili'ye gerçek bir sevgi ve empatiyle bağlı olduğunuz ve çok iyi geçindiğiniz malumumuzdur. Ancak; siz yine de, dikkatli olun; bedeniniz üzerinde, imparator eşinizin keyfine göre bir hakimiyet kurulmasın. Sulu tarıma elverişli bölgenize öyle  olur olmaz zamanda girilmesin. Geniş ovalarınız üzerindeki engebeleriniz hoyratça aşındırılmasın. Ben imparatoriçeyim, bana bir şey olmaz demeyin. Sayın İmparatoriçem, bunlar erkek milleti değil mi; imparator da olsalar ayni.. Canları bir kez istemeye görsün, hiç bir mümbit arazinizi bırakmazlar alimallah!

Bildiğiniz gibi, Hatti ülkesinde, Hatti ülkesinin birliğini sağlamış olarak yerli halk ve kültürüyle kaynaşıp gül gibi yaşayıp giderken; ve siz bir tavananna olarak Atta a-na'da  hüküm sürerken, Atlantikten gelen o pis deniz kavimleri, gerçi deniz pislik tutmaz derler ama demek ki bunların pisliğini 7 deniz bile temizleyememiş, krallıkları bir aslan gibi yere vuran ve yok eden büyük kral  Labarna  gibi, Alahtum kentinize saldırmış; birliğinizi sarsmış; sizi ve kentinizi tarihten silmek istemiştir. Ayrıca; Frigler'in meşhur frig pilavını saymazsak, Mısır, Akkad, Asur ve Mittani diyarına kadar ünü ulaşmış geç-Hitit mutfağınızı pisleterek; bütün yemek tariflerinizi yakmış; ve bu akınlar sırasında bir tat cambazı olan aşçıbaşınız Mutluşililin'in ölmesiyle de sarayınız o nefis narlı kuzu kızartmasından mahrum kalmıştır.  vah vah vah...vah ki vah.. narlı kuzu  ağıtları yakılmıştır.

Yetkilerinizi kısmen sınırlayan ve sizi denetleyen  Pankuş'unuzda, Atlantikten gelen istilacı pis deniz kavimleriyle  iş birliği yapan ve onlara yaranmışlık satan  Da-m-At F-er- İt Paş-Şa-la-rr ve Va-h-de-Tin-le-rr ve Ne-m-rut M-us-Ta- P-aŞ-şa-larr... gibi  bazı hainlerin olduklarını tespit ettik.   Ülkenizin birliği ve geleceği için, derhal, bu hainleri geçenlerde açılışını yapmış olduğunuz Hayınlar Müzesine konması sizin bir tek emrinize bakar. İç düşmanlara karşı Fenikeli  Devrimci Amazon Kadınlar(FDAK)'ın da her zaman yanınızda olduğunu belirtmek isterim.

Bir ara, memleket meseleleriyle uğraşmaktan ve  yorgunluktan beş on kilo vererek fıstık gibi olmuş; Asurlu ve Mısırlı tüccarların yazılı tabletlerinde aşk şiirlerine bile konu olmuştunuz. Bu şiirlerin Palaca, Luvice ve Akkadca'ya da çevrilmiş olduğunu bilmem duymuş muydunuz ? Gerçi; imgeyi esas alarak çeviri yapan sarhoş tebanız C-an-ımli Yüjjjj-el'i saymaysak, şiir çeviriye gelmez derler ya.. Ama, nedense  C-an -ımli Yüjjjjj-el'de, çeviri-şiiri sevdiren, insanı şiirle kaynaştıran  bir tılsım var sanki. Çeviriyi, "ha sen söylemişsin ha ben" diliyle ya da Al-i-celi-Vel-i-celi  sokak ve meyhane diliyle yapıyor. Belki de, bu yüzden belli bir  "şiir-lezzeti" yaratıyor Can-ımli Yüjjjj-el.

Ey  esmer  tenli, kekik kokulu Puduhepamız, yüce Hazzi dağı çakşır otunun cinsel kudreti ile uğur böceği kolonilerinin uğuru daima sizinle olsun. Dizlerinizin  bağı, yönünü hiç şaşırmayan kutsal Skarabe (Bok Böceği)lerin   bokunu yuvarlarken kullanmış olduğu arka ayaklarının itici kuvvetiyle sağlamlaşsın ve düşman karşısında hiç çözülmesin. Bu vesileyle bir endişemi izninizle sizle paylaşmak isteriz. Bir gün,  Silyupus dağı ötücü kuşlarının henüz uyanmadığı bir vakitte, güneş tanrıçası "Arinna", "kaynak bitti; artık; ısıt(a)mıyorum lan; ne haliniz varsa görün!"  diyebilir. Böyle bir durumda  bu tanrılar kızdırılmaya gelmez; onların gönlünü hoş tutmak lazım . Lütfen, her yılki haracınızı şey yani adağımızı  ve şükranlarınızı sunmayı sakın ihmal etmeyin. Yoksa; biricik kocanız 3.Hattusili'nin kral 3.Mursili'ye yaptıkları başınıza gelebilir. (sahi ne yapmıştı ki!? ben bile hatırlayamadım şimdi; üzerinden o kadar çok zaman geçti ki..)

Bu sene, Mukish'te hasat iyi olacağa benziyor. Hadi gene küpünüzü doldurursunuz artık. Ama Unutmayin ki, Ege-Mezopotamya ve Anadolu ticaret yollarının kavşağında olan Atta a-na toprakları her daim çok bereketli idi. (Mukish  diyarı tarım işlerinde çalışmak için Atta a-na'ya  giden anneler, çocukları "nereye gidiyorsun ana?" diye sorduklarında kısaca Atta'ya derlermiş.. İşte o gündür bu gündür "Atta"ya gitmek, evden uzağa gitmek manasında çocuk dilinde kullanılır olmuş. Aslında, Akadca'da Atta: "tarım diyarı" demekmiş. "a-na" da bildiğimiz anne imiş. Atta a-na, anaların gittiği tarım ülkesi demekmiş.).Ve bu bereketli topraklara, her zaman, göz koyanlar olmuştur.  Amorit, Mısır, Hurri-Mitanni.. gibi  bölgesel güçlerin tehdidi hiç eksilmemiştir. Ama biz  şimdi sizin canınızı karamsarlık tellallığı yaparak sıkmak istemiyoruz. Size,  gelecekten güzel bir şiir okumak istiyoruz : 

Fahriye Abla

Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı , boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye abla

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya
Bilmem şimdi hala bu ilk kocanda mısın
Hala dağları karlı Erzincan'da mısın
Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hatırada kalan şeyler değişmez zamanda
Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye abla

Aman; bu şiirden genç kocanız 3.Hattuşili'ye haber vermeyin. Mazallah, ülkenizde, kıskançlıktan  karışıklık çıkabilir. Vaktiyle, Halep kralı   İlim-İllima'nın oğlu İdrimi(M.Ö.1460-1400)'nin, genç yaşlarda  başına gelenler sizin de başınıza gelebilir, ülkenizi ailenizle birlikte terk etmek zorunda kalabilirsiniz. Malumunuz, İdrimi, baba evi Halep'te çıkan karışıklıklar nedeniyle anne tarafından yakınlarının bulunduğu Emar Kentine sığınmak  zorunda kalmıştı. Bu sığıntı yaşamına tahammül edemeyince, atı ve seyisiyle çölleri aşarak  7 sene kalacağı Kuzey Kenan'daki Ammiya'ya gitmiş; orada,  mülteci  olarak yaşamaktansa ata  yadigarı milli değerlere sahip çıkarak yaşamak yeğdir diyerek kendine bağlılık duyan ve Mittani hükümdarı Barratarna'ın gazabından  kaçan mültecileri  örgütleyerek   Mukişh'e gitmek üzere gemiler yapmıştı. Ve yapmış olduğu gemilerle Casius dağının yakınlarındaki  Orontes nehrinin deltasında karaya ayak basmıştı. Ancak; İdrimi, Alalakh'a kral olmak istediğinden, önce, hükümdar Barratarna'ya bağlılık yemini etmesi gerekiyordu.. Bağlılık yeminini ettikten sonra, İdrimi,  düşmanının üzerine yürüyerek    Mukish diyarının başkenti Alalakh'a kral olmuştu.. Alalakh'a saldıran düşmanların cesetlerini üst üste koyarak atalarının öcünü aldı. Hatti diyarına saldırarak bir çok kenti haraca bağladı;  ganimet ve esirlerle Alalakh'a döndü. Sonra muhteşem bir saray yaptırarak ailesi, kardeşleri ve  yakınlarıyla  sefa sürdü. İdrimi, Mittani krallığının vasalıydı ama asla; kukla bir kral olmayı kabul etmedi. Ve 30 yıl boyunca istediği gibi Alalakh'ı yönetti.

Zaten, Millet ne çekiyorsa  şu  kukla krallardan çekiyordu. Hayat pahalılığı da, işsizlik de kukla gibi oynatılan  krallar yüzündendi.. Kukla krallar tam bağımsız olamadıkları için,  ülke kaynakları ve değerleri düşmanın eline geçiyordu. Sadık tebaanız olarak  biz burada belirtmek isteriz ki, sömürgeci düşmanlarınızın, anayasa değişikliği dahil, her türlü alicengiz oyunlarına karşı,  Attaana Pankuş'unda kamufle olmuş ikinci kuvva-yı milliye savaşçılar olarak, sizlere olan sadakatimizi göstermeye her zaman hazırız.

Ayrıca; Mukish bölgesindeki arsenopiritlerinizi özelleştirme marifetiyle sömürmek isteyen ve milli bağımsızlığınızı yok etmek isteyen dahili ve harici düşmanlarınıza boyun eğmeyeceğinizden ; gerekirse, Mukish diyarınn bağımsızlığı için, Re-s-n-el-i N-iy-a-zi'ler gibi,  Hazzi dağına çıkıp Atlantikten gelecek olan o pis deniz kavimlerine ve Hurri-Mittani kralliklarina karşı, kahramanca ve fedakarca mücadele edeceğinizden; ve vakti geldiğinde 2.Meşrutiyeti de, (yani 2.Pankuş'u da ) ilan edeceğinizden tanrıça Hepat ve Atta a-na'nın  sahibesi tanrıça  İştar kadar kuşkumuz yoktur.

Ey uyduruk Uruk kralı Lugal Zaggesi'in beşik kertmesi, Akad kralı Sargon'un platonik aşkı; ve gümüş dağlarımızın ince bilekli zarif ceylanı olan asil Puduhepa'mız! Ceylanların tedirgin su içtiği Mukish diyarı gümüş derelerin mücevheri!

Bildiginiz gibi, Asur'lu tüccarlar, sizin yerinize bir kukla kraliçeyi iktidara getirmek için ülkenizde bazı "pis mikrop" toplum kuruluşlarını devreye sokmuş bulunmaktadırlar. Kaniş harabelerinin altın ve gümüşleriyle beslenen bu PMTK'lar, güya insan hakları ve demokrasi mücadelesi veriyoruz diyerek aslında sizin altınızı oyacaklar. Bu yüzden, Asur'lu tüccarlara çok dikkat etmelisiniz; ve onlara güvenmeyin. Çünkü onlar, Hatti ülkesindeki Karum denilen Asur koloni kentleri sayesinde, her zaman Atta a-na kentinin egemenliğini ele geçirmek ve bağımsızlığınızı kontrol etmek; ve sizi taşaron kuvvet olarak kullanmak isteyeceklerdir. Bu konuda, feraset sahibi bir tavananna olarak, 1.Şuppiluliuma gibi akıllıca ve açıkgöz davranacağınızı bekleriz.

Epey bir zamandır, malumunuz, Asur'lu tüccarlar, mallarını eşek kervanlarıyla taşıyorlar. Kervanların Asur'dan yola çıkıp Hatti ülkesine varıncaya kadar yaklaşık 1000 km yol alması gerekiyor. Eşeklerden oluşan bu kervanın bu yolu gidip gelmesi 3 ay alıyor. Buna malların satılması ve yeni mal alınması da eklenince bu süre 5 ayı buluyor. Tefeci bezirgan Asur ticaret sömürüsü altında ezilen Hatti halkı, artık bu boyunduruktan kurtulmak; Asur eşek kervanlarının anırmalarını işitmek istememektedir.  Özellikle, yontulmamış kütük kervanlarının Hatti ülkesine girmesine izin verilmemesini; ve Karum'ların derhal devletleştirilmesini istemektedirler.

Puduhepamız, çatal karam nar tanemiz, bu yaz sarayınızda çok fazla oturmasanız iyi olur diyoruz; zira halkınızdan zaman zaman yakınmalar almaktayız. Tahtınıza düşkün olduğunuzu söyleyenler, hakkınızda dedikodular üreterek ve sarayınızda dinlemeler yaparak, tahtınızı zayıflatmak istiyorlar. Güya; sarayınızda dinlenmeyen yokmuş; ve  "ne var yani bunda, ben bile dinleniyorum" diyen yılışık edalılar çoğalmaya başlamış.  O yüzden her sene yapılan, ay ve yıl bayramına; sonbahar ve ilk bahar bayramına; geyik bayramına, gök gürültüsü bayramına; yaşlı adamlar ve kutsal adamlar bayramlarına.. bu kez muhakkak halkın katılımını sağlayın. Ayrıca; bu yaz, güneş tanrıçası adına şölenler düzenleyin; halkın arasında görünün; güneşin dik geldiği saatlerde sokağa çıkın biraz siz de canım, sokağa.. Hem de ince bileklerinizden  D vitamini almış olursunuz. Hem sonra bir çingene atasözü, "hep sarayda oturanlar erken ölür " der. Sarayda oturarak politika yapılmaz ki! Salıdan salıya halka seslenmekle de iktidar olunmaz ki! Mitingler düzenleyin biraz da.. Yabancı ve yerli taş-tabletler'e demeçler verin. Güzelliğinizi ve zekanızı da biraz  halkınıza verin.  Göreceksiniz, bu halk, varlığınızı ve hatıranızı uzun yıllara taşıyacak ve yaşatacaktır; hatta efsane bir tavananna olarak halkın bağrında yaşayacaksınız. Bu sıralar, Hurri- Mittani dolaylarından  'bir insan ömrünü neye vermeli' türküsünü ne kadar dinleseniz azdır.

Hatırlayacak olursanız siz tahta çıktığınız vakit, kral Telipinu (bu kaçıncı Telipinu'ydu acaba? bilen varsa bana whats app'tan yazsın) zamanındaki gibi ordunuzla aranız açık, işler karışık değildi. Baş kaldırma ve iç isyanlar patlak vermemişti henüz. ama; tahtınıza ve geleceğinize göz koyan hainler yüzünden, ne olduysa oldu işte, Atta a-na kentindeki birliğiniz kısa bir sure sonra zayıflamaya ve dağılmaya başladı. Çünkü; ordunuzu, f harfi tipi hançerleriyle arkadan hançerleyen f- kavminin, balyozlu  saldırılarına maruz kaldınız. Bu yüzünden orduyla aranız açılmıştı. Unutmayın ki ordusuz,  iktidar ve devlet olmaz. Ordunuz olmadan   birliğinizi ve egemenliğinizi  koruyamazsınız. Hatta; ülkeleri istila edip sömüremezsiniz. Ama siz de, büyük ve başarılı kral Mutavalli gibi meydan muharebelerine girmekten sakınmadınız; düşmanı çatlatarak dostu sevindirerek başınızın  üstünde taşıdığınız tuçenizle zafer kazandığınızı meclis koridorlarında fiyakalı yürüyüşleriniz  ve nergis  kokulu parfümünüzle ilan ettiniz.. Tabi bu zaferde, tanrı kadın İştar'in da büyük yardımlarını görmüştünüz. orası ayrı tabi. Malum; tanrısız zafer kazanılmıyor; o yüzden tanrı kadın İştar'ı kızdırmaya gelmez.

Ey güzel ve akıllı muhteşem tavananna Puduhepa, arsenopiritlerimizin sahibesi, sedir ormanlarımızın altın değeri; dağ yollarının ceylanı, tuzlu yoğurtlarımızın ekmek üstü lezzeti! ayni zamanda vefalı komşu Fahriye ablamız ! Mukish bölgesinin ve Unki ülkesinin dillere destan Elbistan güzeli biricik Tavanannamız!

Bu yaz,  yüzey araştırması görevlilerinden İndiana Jones Kamil Amca ve Agamemnon suratlı Mittanili Kimyasalalili yolunuzu dört gözle bekliyor olabilirler. Aman siz siz olun ; kalkolitik çağ zenginliklerinizi el aleme kaptırmayın; ağaçlardaki ballı incirleri ve yağlı zeytinleri halkınızla paylaşın. Biliyorsunuz, bu günlere hiç de öyle kolay gelmediniz. Atalarınızın "hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır o satıh bütün vatandır" günlerinden geliyorsunuz. " ya istiklal ya ölüm" diyerek bağımsızlığınızı kazandığınız günleri sakın ve asla unutmayın. Hatti ülkesinin birliği ve bütünlüğü, her şeyin üstündedir.

Ey Hatti ülkesinin Elbistanlı tavanannası Puduhepa hatun, 600 milyon yıl önce karaları istila eden sürüngenleri ve onların bir kolu olan memelilerin evrimini saymazsak, Hatti Ülkesinde  en erken insan hayatı bir milyon  yıl öncesine dayanıyor. Bu topraklarda yaşayan uzak atalarınız, 500 bin yıl hiç üretime geçmeden, bitki ve böğürtlen ne varsa yiyerek yaşamış; fakat; ateşi ve insanlığın geleceğini aydınlatmayı bir kez keşfedince, artık arkası gelmiş. 5 milyar yaşındaki dünyamız insan eli ve gözü ile ışımaya başlamış. İşte siz böylesi kadim bir kentin tavananna'sısınız.

Hazzi dağı kadar yüksek ve Orontes nehri kadar bereketli ve kumsallarınızın denize koşan caretta'ları kadar yaşam dolu  kupaba'miz, tavananna Puduhepa hatun,

Hatırlarsanız; o pis deniz kavimleriyle savaş sırasında Attaana kentine yardımcı olan büyük Hurri tüccarlarından ve dünürünüz Arslan Yürekli Tonyiupuli ve sevimli eşleri Lerriupama, bana, lüks bir yelkenliyle Ugarit ve Mısır'a, dostunuz 2.Ramses'e, mavi bir gezi yapmak istediklerini; benden de şöyle denizci ve konforlu bir yelkenli ayarlamamı rica etmişlerdi. Bunun üzerine Hatti Ülkesine döndükten sonra Karia bölgesine ve Milletli, Klazomenia'lı dostlara, tanıdıklara haber saldık.

Sonuç : 1- Liman batı rüzgarlarına açık olduğundan, Ugarit'ten yolcuları almak mümkün değil. 2- yolcuların ancak Al mina veya Sabuniye'deki   iskelelerden  alınabileceği. 3- Kunulua'ya ve Rhosus'a yarım günlük kısa bir turistik gezi düzenlenebileceği; 4-Bildiğiniz gibi, vaktiyle, Alalakh Kralı Yari-Lim'in Gritteki Knossos sarayına benzer bir saray yaptırması ve  bu sarayın uçuşan otları ve boğa başı freskleriyle dillere destan olması  Ugarit kralının dikkatini çekmiş  o da bu saraydan bir tane yaptırmıştı. İşte; Ugarite gidildiğinde mutlaka bu sarayın da ziyaret edilmesini;  5-Mısır'a yolculuk için kumanya ve şarap testisi alabilmek için yeterli şekelin obsediyen kredi kartıyla ödenmesini,   6-Herkesin kendi bitter çikolatısını yanında getirmesini.. dostunuz ve dünürünüz Hurrili Tonyiupuli' ye bildirirseniz; ve sonuçtan beni, 3'lü uçurulan şarabi maverdi, 2'li uçurulan aynalı şami postacı güvercinleriniz ile haberdar ederseniz, siz muhteşem tavanannaya  zahmet vermiş olmayız inşallah.

Sizleri Atta a-na'daki işlerinizden daha fazla alıkoymamak için daha 2kb (kilo bayt) olmayan sözlerime şimdilik son veriyorum : Hitit aslanlarının kudreti, 7 ırmağın kokusunu fark eden Unki tilkilerinin zekâsı ve Hatti ülkesinin bin tanrısı  hep sizinle olsun; bahtınız açık; yolunuz kutlu; işleriniz kutsal Hazzı dağı uğur böceği kolonileri kadar halkınıza uğurlu olsun.

Suda balık gibi yüzen, dalgalarda kuş gibi uçan, balık kuyruklu ve kuş burunlu ahşap gemilerinizin korsan kaptanlarından sadık tebaanız ve Hattilima'nın biricik eşi Fenikeli Kadmos Cannikokili.

*Taklid-i Ebla Tabletleri : İsa peygamberin değil Tekel işçilerinin direnişinden 4 bin 500  yıl önceden kalma Ebla Tabletleri, dinler tarihi açısından çok önemlidir. Yaklaşık 20 bin adet olan ve çivi yazısıyla yazılan bu tabletlerde ilk defa ilahi kitaplarda bahsedilen 3 peygamberin de adlarının geçmesidir. Bu isimler : ab-ra-mu, iş-ma-il,da-u-dum dur. Bu günkü Halep'in 55 km güney batısında bulunan Ebla kentinde yaşıyan Eblalılar, devlet arşivi oluşturan, kütüphane kuran; ve yazılı ticari sözleşmeler yapan bir medeniyetin sahibiydiler. İşte; Anadolu'da milli bağımsız cumhuriyetin kurulmasından 3000 yıl önce Kenan diyarında yaşayan Taklidiler de, meşhur Ebla Tabletlerinin 5 bin  adet taklidini çıkararak Hatti ve Mezopotamya diyarında, tarihi tahrif edecek olan, "Taklidiler" dönemini başlatmışlardır. Taklidilerin bir kolu daha sonraları Anadolu'da Osmanlı'ya kadar ulaşarak Tanzimatileri oluştururlar. Tanzimatiler Avrupa'dan çok sayıda taklitlikler aktararak Osmanlıya mal etmişlerdir. Tanzimatiler daha sonraları, Çanakkale savaşları ve Anadolu'da bağımsızlık savaşları sırasında, İstanbul'da Mandaperveriler olarak varlıklarını bir süre daha sürdürmüşlerdir. Tanzimatilerin en büyük temsilcileri Efruziler Tarikatı'nın kurucusu Efruz Bey ile Ahrariler  Fıkrasının kurucusu Prens Sabahattin dır. Efruz bey, taklidicilikte, Türklerin, Amerika'dan Anadoluya gelmiş olduklarını ileri sürecek kadar ifrata varmış olması itibariyle tanzimatilerin en liyakatlisidir. Dahası, Efruz Bey, Napolyon'un gözdesi, kusursuz dönekliğin ve ikiyüzlülüğün timsali olan Joseph Fouche kadar etkili olmasa da, 'her devrin adamı' olması bakımından türünün emsalsiz gerçek temsilcisidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder