22 Şubat 2010 Pazartesi

Benim "*Dead Man" im: II.Nebukadnezar'dan William Blake'e

Tekel İşçisi Direniş Çadırları
Tekel işçilerinin direnişinden 2620 yıl önce idi.. Fırat ile Dicle bereket ve uygarlık nehri olmuş akmakta iken, II.Nebukadnezar, Aşağı Mezopotamya'da Babil (Babylon) derler bir şehir devletinde tanrı kayırmasıyla tahta çıkmış; ve 43 yıl hüküm sürmüş  bir hünkar idi. Öteki dünyayı bilmem; bu dünyada tanrısız yaşanmıyor ya, Marduk ve İştar isimli iki kutsal güç, Babil ile hünkar II.Nebukadnezar'ın   tanrıları idi. Marduk  bir tanrı idi amma, ne de olsa adam-akıllı bir erkek-baş tanrı idi; ve   tanrılık hukuku gereği ne yapsa, ona, sınırsız hak ve özgürlük  idi.
,
II.Nebukadnezar(İ.Ö. 634-562) 

Marduk, patron tanrı olarak II.Nebukadnezar'a ait yedi katlı ziggurat'ın göğe bakan en üst katında kira vermeden oturur; ve tanrılık soyunu sürdürmek için aşk ve seks tanrıçası İştar ile  çift eşeyli özgür üreme yoluyla  döllenmiş yumurta hücresi(zigot) yapardı. Doğacak çocuklarının kendisine benzemesi için de, tanrıça İştar’dan habersiz, olasılıkçı ilahi determinizm[1] hesaplarıyla eğlenceli gen kombinasyonu denemelerinde bulunmaya bayılırdı. İştar ise, bir tanrıça duyarlığıyla sezdiği Marduk’un bu alengirli bencil hesaplarına  bir türlü akıl sır erdiremez; ve olup bitene, çaresiz, katlanmak zorunda kalırdı. Tanrıça Kaderi işte!


Tanrı Marduk
Aslında tanrıça-kaderi, ağlarını, daha İştar doğmadan önce örmeğe başlamıştı. Doğacak çocuğun cinsiyeti belli olur olmaz, Marduk’un tanrı-babaları, İştar’ın ailesine bir beşik gönderip söz kesmişlerdi. İştar, işte bu beşik kertmesi  olan tanrı Marduk’a, daha Diş Hediği Töreni'nden beri bir türlü ısınamamış; onu sevimsiz ve çirkin bulmuştu. Ama; Tanrıça İştar'ın bir erkekte asıl aradığı, güzellik çirkinlik değil; güç ve şairane bir ruhtu. Tabi; burnu büyüklüğü değil ama, haşmetli ve heybetli  bir burunu da bunlara dahil etmek gerekir.Zira; İştar’a göre burun, bir erkeği ele veren en önemli erkeksi kişilik-çıkıntısıydı. Ama; Burun kılları dışarı taşmış bir erkek, ölümlüler aleminin  en yakışıklısı Adonis bile olsa, İştar’a, itici ve tahammül edilemez gelirdi.   

Tanrıça İştar'ın ataları boşuna, "atta karın yiğitte burun" dememişlerdi. Eh o da bizim Tanrı Marduk'ta ziyadesiyle vardı. Öyle ki; Marduk ile birlikte Marduk-burunlu tanrılar dönemi başlamıştı Babil’de. O yüzden; Tanrı Marduk’un, zamanla, İştar’ın gönlüne burnunu sokması,yani onun gönlünü çelmesi hiç de zor olmadı. Ve  egemen-baba tanrılık baskısına gerek kalmadan  İştar ile  Marduk  evlendi..Ve ne mutlu onlara ki, nihayetinde, burunları birbirine değdi. Darısı bütün tanrı çiftlerin başına! 

Malumunuzdur herhalde, değilse de, malumunuz olsun artık: Babil Yaratılış Destanı'na göre ta paleolitik(eski taş devri)'den beri kadın, Sümer hanedanlığının biricik tanrıça kraliçesi Kubaba gibi, bereket, doğurganlık ve güzelliğin timsaliydi; erkek ise gücün kuvvetin. Bu doğal-ilahi iş bölümünde, Tanrı Marduk ile Tanrıça İştar cehennemin dibine gidecek değillerdi ya, kutsal hayatlarının idamesi için,  Tanrı Marduk, atalarından kalma özel mülkiyet ve miras hukukunun yüzü suyu hürmetine, egemen kutsal gücüyle, kah geyik avlayacak; kah kullarından haraç, pardon,   besin  toplayacaktı; Tanrıça İştar ise, emzirtmek için yaratılmış o bereketli ve çoğul memeleriyle erkek-soylu kutsal tanrılık soyunun sürmesine, çoğu zaman istemese de, hizmet edecekti.

Tanrıça İştar'a göre, Tanrı dediğin, ayni zamanda sakallı da  olmalıydı. Hem de; Marduk'unki gibi şöyle harbiden sakallı.Tanrıça İştar'ın, öyle takma sakallı, tanrı taklidi yapan erkeklerle hiç bir işi olamazdı. Tanrı Marduk'un, onu sakallı tanrılar panteonunda öne çıkaran; ve  gerçekten insanda onu elleme arzusu uyandıran bayağı uzun abanoz sakalları vardı. O yüzden; Tanrı Marduk, günlük tanrılık işlerini yaparken eli devamlı sakalına gider; ve  uzun sakallarını sanki bir tanrı-tiki varmış gibi habire ellemeden duramazdı. Ama Tanrıça İştar, tanrısal yaşam  ve yorucu boş zaman şartlarının  bir sonucu olarak gördüğü bu sakal elleme tikinden fena halde rahatsız olurdu. Hatta, ilerde, bu tikler Tanrı Marduk'ta herhangi bir nörolojik bozukluğa yol açmasın diye, tanrılar katında,  nöro-psikiyatrı sağlam ve tanrılık-psikolojisi’nden anlayan psikolojik savaş uzmanı bir tanrıya   gidip danışmayı bile düşünür olmuştu. 

Müsaadenizle sevgili dikkatli okur, güvenilmez bir anlatıcı  olarak şu sakal konusuna burada dahil olmak isterim: Öncelikle belirtmek isterim ki, yukarıda "sakallı tanrılar" derken gerçekte bir totoloji[2] yaptığımızın farkındaydık. Peki öyleyse bu tanrı-tamlaması’nı niye yaptık. Anlatalım: Malumunuz; ölümlü-insanlığın erken erkek dönemlerinde mitolojik ve antropomorfik kafalılar sınıfı mensubu bazı egemen  sakallı filozoflar, sözleri geçmediğinden olsa gerek, “sakalsız-tanrıları  tanrıdan saymayız” deyince, tanrılar arasında haliyle bir sakal bırakma telaşı ve modası başladı. Zira; "sakalım yok ki sözüm dinlensin" çağında takdir edersiniz ki bir tanrı, sakalsız tasavvur edilemezdi. Her gördüğü sakallıyı dedesi sanan kul bakışına göre sakalda keramet vardı. Rüyalarımızı süsleyen keramet sahibi dedelerimize bir bakın; hep o ak-sakallılar değil miydi? Öte yandan; Tanrı-Sakalı da olsa, nihayetinde, sakal sakaldı. Gerçi; doğada kendi başına, "kendi halinde"; sırf ve sadece, "sakal olarak sakal" yoktur derler; ama biz, bir an için var olduğunu farz edelim, işte; o "sakal olarak sakal"a nazaran, tanrı sakalının kul sakalına hiç bir üstünlüğü yoktur; zira her ikisi de sakalına göre tarak ister; ve her ikisinin de eninde sonunda sakalına kar yağacaktır. 

Tanrı Marduk'un, bazen, sonsuz çeşitlilikteki usandırıcı tanrı-işleri'ne dalarak   sakal bakımını yaptırtmayı ihmal ettiği olurdu. Bilirsiniz (nereden bileceksiniz ki!?); bakımsız sakallar bir tanrıçanın hemen dikkatini çeker. İşte; böyle zamanlarda, Tanrıça İştar'ın, Marduk'a, dudaklarıyla uzaktan bir  öpücük işareti yapması yeterdi. "Bana yanağında bir İştar’lık-öpücüklük- yer aç" manasına gelen bu zarif işareti alan Tanrı Marduk, kullarına daha güzel ve inandırıcı görünmek için  Fırat'ın sularına sakalını foşş diye daldırarak güzelce bir yıkar; ve muhteşem abanoz sakallarını patlıcan kurusu gibi  güneşte kuruttuktan sonra şimşir taraklarla hizmetçilerine taratırdı. Ne demişler: her başarılı Tanrının arkasında bir Tanrıça vardır. Ama; bunun tersi doğru mu; ondan emin değilim işte.

Tanrıça İştar, Tanrı Marduk ile Fırat nehri boyunca  kol kola yürüyüşlerinde birbirlerini ne kadar sevdiklerini kullarına göstermek istercesine, Asur-Babil ve Hitit şiir antolojisinden seçmiş oldukları aşk şiirlerini, birbirlerine yüksek sesle ezbere okurlar; ve şiir matinesinin kapanışını da, muhakkak, iki taşımlık (tarihin sabrı, olayların birikme derecesine ve yoğunluğuna bağlı olarak hep taştığı için tarihi-sabrın ölçü birimi "Taşım"dır.) tarih-ötesi lirik şairlerden Şirazlı  Hafız 'ın Divan'ından okudukları  bir gazel ile yaparlardı. Tanrı Marduk için "söz", şiir demekti zaten. Kim demiş başlangıçta, sırf ve sadece, ‘söz’ vardı diye!? Marduk teolojisine göre, başlangıçta, birbirine aşık iki kozmik zıt varlığın, tatlı ve acı suyun, çelişkili birliği ve  mücadelesi vardı, yani,  “her şey” vardı.. Ateş ve su; hava ve toprak.. gibi elbette şiir de vardı.  O yüzden Tanrı Marduk'da "söz",  aşka gelir şiir olur; hatta bir şiir ırmağı gibi akar, akar, tarihin duygulu imgesel dipsizliğine dökülürdü. İşte, Tanrıça İştar'ı ona hayran bırakan da Tanrı Marduk'un   bu şairane ırmak ruhuydu aslında.  

Tanrı Marduk, Evreni yaratma  işi bitti diye eleğini duvara asmamıştı. Ama, bulaşıcı bir tanrılık hastalığı olan ve kutsal inanç yoluyla insanlara da geçen "kronik boş zaman sendromu"na yakalanmış olduğundan gündelik tanrısal işlerine geçici olarak ara vermek zorunda kalmıştı. Marduk, hastalığı sırasında, tanrı olmanın  ve sanki cennetteymişçesine hiç mücadele etmeksizin her şeyi elde etmenin; aslında ne kadar can  sıkıcı ve çekilmez olduğunu anlamıştı.  O yüzden; insanların duymayacağı bir şekilde kendi kendine "şu insanlar da cennete gitmekten ne anlıyor sanki; cennete giden dünyayı arar!" diyordu.  Tanrı Marduk, işte böylesi  boş zamanlarında,  Babil'li yoksulların dertlerini ve  iş taleplerini dinler;   onlara öteki dünya için  umut dolu iş ve aş  vaatlerinde bulunurdu. Ama; doğduğunda ağlamasını bile bilmeyen Marduk'un ağlayanın halinden nasıl  ve ne kadar anlayacağını varın artık bir de siz düşünün.. Marduk, yoksullarla olan mecburi tanrılık mesaisi bitince de, yine sıkıntıdan, boş zaman tespihini kozmik bir sabırla çekmeye devam eder; ve "artık şu tanrılığı bıraksam mı, doğa ve kültür güzeli Datça (Knidos)'ya yerleşsem mi acaba?" diye içinden geçirir; tanrılık sonrası için güzel güzel emeklilik hayalleri kurardı. Hayallerden ve tembellikten iyice yorgun düştüğünde ise zigguratının kutup yıldızına bakan balkonuna geçerek ve kendi yaratması olmasına rağmen ayın havada öylece asılı kalışına her seferinde şaşarak,  karısı Tanrıça İştar ile şöyle baş başa güzel   bir tembellik kahvesi  içerdi. Gerçi, tembellik aşkı bozar derler ama, takdir edersiniz ki; bunlarınki tanrısal aşk!

Ziggurat'ının hemen bir alt katında oturan  tanrı naibi   II.Nebukadnezar, Fırat nehri yakınlarında henüz imar izni  olmayan tanrısal-hazine arazisine, biricik karısı Amytis için, yap-işlet-devret modeliyle, dillere destan, kaçak  Asma Bahçeleri yaptırtmıştı.(tanrı-kondu yaptıracak hali yoktu her halde!). Fakat, Tanrıça İştar, Amytis'i kıskandığından olsa gerek, göz koyduğu ve  ilerde içinde fink atacağı ilahların aşkına layık bu kaçak bahçelere tanrı-alım yoluyla bilabedel el koymuştu. Tembellik kahvesi sonrasında, Tanrı Marduk, sevgili karısı tanrıça İştar 'ı mutlu etmek için işte bu Asma Bahçelerinde yürüyüşe çıkarırdı. Bunlar da amma yürüyüşe çıkıyorlar demeyin hemen; bütün gün boyunca miskinlik ve tembellikten canınız cıksın da ben sizi o zaman göreyim. Biliyor musunuz "tanrısal yalnızlık"dan daha fena bir illet yoktur. Yarattığınız evren bile size dar gelir ve ona mütemadiyen  yabancılaşırsınız. Sizi anlayabilecek bir tek arkadaşınız bile yoktur! Hiç bir şeyinizi paylaşamaz; sonunda kozmik ıssızlıkta  mutsuzluktan cinnet geçirirsiniz. (Bir de erken emekli olmak istiyorsunuz;  sakın ha!)

Tanrı Marduk, kalbinin kadını Tanrıça İştar  ile Asma Bahçelerde tanrı-tanrıçaya yaptığı yürüyüşler öncesinde, "yar gelende toz olmasın" diye, bedava köle emeğiyle Fırat nehrinden kovalarla taşıttığı suları, yollara serptirmeyi de unutmazdı. Ne de olsa şair ruhlu bir tanrı idi Marduk!  Tanrı Marduk, kullarının gözlerinden  uzak, gül ve akasya ağaçları altındaki  zulasında, Tanrıça İştar’ın başka tanrılarda gözü olmasın diye, ona, öte-zamandan, Zeki Müren’in “Gözlerinin içine başka hayal girmesin bana ait çizgiler dikkat et silinmesin” şarkısını okur; ve şarkının sonundaki  “benden evvel başkası/sakın seni görmesin/benden evvel başkası/seni görüp sevmesin” kısmını da karşılıklı olarak birbirlerine okurlardı.  Şarkı bitiminde, Tanrı Marduk, Tanrıça İştar'ın adem elmasına iç gıcıklatıcı küçük ısırıkçıklar atar; ve o çok hoşlandığı köprücük kemiğinden başlayarak taa  leğen kemiğine kadar uzanan  o engebeli bölgede ellerini hoş bir naziklikle gezdirerek titreşen arzu sağanakları uyandırır; ve ‘anan aşşaa-baban yukarı[3]’ erken erkek egemenliğini ilan ederdi.

Şu ana kadar Tanrı Marduk ile karısı Tanrıça İştar'dan bu kadar bahsetmiş olmama bakmayın siz. Onlar, bu anlatının esas kahramanları değil aslında; şimdilik öylesine onları anlatıyorum işte.. Zeki Müren’in o unutulmaz hicaz şarkısındaki gibi, nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok muydu, ömür dediğin küsecek kadar çok muydu, o halde; göreceksiniz; onlar da, tanrısal ömürlerini tamamlamış olarak birazdan bu anlatıdan kaybolacaklar.. Zira; kafanın ürünü olarak doğanlar yine kafanın ürünü olarak son bulurlar. 04 00-08 00 vardiyasının güvenilmez bir anlatıcı'sı olarak, zaman zaman siz sayın ve sevgili okurlara, böyle, bazı uykulu açıklamalarda bulunacağım; bilesiniz! Kimi zaman, ideolojik ve felsefi obsesif-kompulsif[4]'liğe kadar varan bu uçuk açıklamalarımı umarım hoş görürsünüz.

Tanrıça İştar
Aslında; gücü bilgeliğinde saklı olan Tanrı Marduk,  'yoksul sever ve kötüyü cezalandırır'  bir tanrı olmasına rağmen, nedense, Asma Bahçelerini inşa eden kölelerin emeğini hiç ağzına almamış; ve Asma Bahçeleri için Fırat nehrinden kovalarla bedava su taşıtılmasına da hiç ses çıkarmamıştı. Keza; II.Nebukadnezar'ın inşa ettirdiği  dünyanın yedi harikasından biri olan İştar Kapısı’nın inşası sırasında da ayni tutumunu sürdürmüş; eşdeğeri verilmeden çalıştırılan kölelerin emeğinin çalınmasına da  göz yummuş idi. Oysa; Babil'de, Hammurabi'den kalma yazılı kanunlar uyarınca, tanrı Marduk’un ve hükümdarın  fikri’ni çalmaya yeltenmek dahil, her türlü teolojik intihaller[5] ve hırsızlık yapmak suçtu. Özellikle, Tapınak'taki hükümdara ait hazineden hırsızlık yapanlar ölümle cezalandırılırdı. Gerçi, bu Hükümdar(ın) Hukukuna göre böyleydi. Ama; ayni hukuk, tarım işçilerini sömüren ve toprağın bereketini çalan hırsız hükümdarların ve avanesinin cezalandırılması söz konusu olduğunda   geçersiz olurdu.   Babil Panteonu'nun en baba(can) sakallı tanrısı unvanına sahip olan Marduk'un, hırsızlık yapan hükümdarları kollaması  ve kayırması gerçekten  şaşırtıcıydı. Babil'de  İlahi Adalet dedikleri bu muydu yoksa!?


Hammurabi ve Kanunları
Tanrı Marduk'un hükümdarları kayıran bu tutumunun altında, yıllar önce, Babil İmparatoru Hammurabi'nin, sakallı-tanrılar katında bir   katakulli ile "darbe" yaparak Tanrı Marduk'u tanrılar hiyerarşisinde "en yüce sakallı-tanrı" mevkine getirmiş olması yatıyordu. Böyledir bu işler; eğer, Tanrılar tanrılıklarını ta başından beri hükümdar-insanlara borçlu olurlarsa, tanrıların dediği değil; hükümdarların dediği olur elbette! Bir darbe sonucu hükümdarlar tarafından  iş başına getirilmiş bir tanrı bile olsan,  hükümdarlara katiyen eyvallah etmeyeceksin! O yüzden, Tanrı Marduk, sonsuz güç ve isteğiyle, yoksulların yanında yer almak istedikçe, uygarlıklar diyarı Babil ve Mezopotamya'da açlık, sefalet, kan, göz yaşı ve savaşlar hiç bitmiyor idi. Ve halk, çaresiz, yoksuların ve kimsesizlerin tarafında olan  gerçek bir tanrı arıyordu kendine.

Babil'de insanlar ve ihtiyaçlar  çeşit çeşit ve sınıf sınıf idi. Hükümdar II.Nebukadnezar da kısmen insan olduğundan, bir takım  ihtiyaç  ve arzuları vardı. Kelile ve Dimne ile Şehname destanları henüz yazılmamış olduğundan, Hükümdar II.Nebukadnezar, çocukluğunda annesinden dinlediği Sümerlerin Gılgamış Destanıyla büyümüştü. Onun en büyük arzusu, efsanevi Uruk hükümdarı Gılgamış gibi yarı-tanrı ölümlü bir hükümdar olarak ölümsüzlüğü aramak  idi. Ama; bakalım Tanrıları Marduk ile İştar, hemen yanı başlarında, insanlar aleminden gelen ölümsüz bir kimsenin bulunmasına  izin vermek isteyecekler miydi? Bilirsiniz; Tanrılar, ölümsüzlükleri itibariyle daima "bir ve tek" olmak isterler (Pagan dünyasının bazı iyi niyetli tanrılarını tenzih ederim tabi). 
Gılgamış

Ayrıca; Gılgamış, anne tarafından 2/3 tanrı idi. Gılgamış'ın teyze ve dayı çocukları ise hep "kesirli" topal-tanrılardı. II.Nebukadnezar'ın ise, ne anne  ne de baba tarafından hiç bir tanrı yakını yoktu. Bu da onu ölümsüzlük arayışında ve kayınvaldesinin dırdırları  karşısında  oldukça zayıf düşürüyordu. II.Nebukadnezar, bu kimsesiz haliyle, bir iş kapısına gittiğinde, "Seni hangi tanrı gönderdi" ya da "hangi tanrının kulusun(adamısın)" diye bir soruya muhatap olduğunda vereceği bir cevabı yoktu. Devir, "bana tanrını söyle sana ona göre yardımcı olayım" devriydi. Altta kalanın canının çıktığı böyle bir devirde, ne kötü şeydi şu tanrısızlık!

Gerçi II.Nebukadnezar'ın bir hükümdar olarak  tanrıları dahil her şeyi vardı. Çevresinde kendisine pervane olmuş dönen o kadar çok insandan-kölesi olmasına rağmen, askerleriyle, rahipleriyle ve tapınağında tüm Mezopotamya’yı doyuracak erzak ve hazinesiyle  gene de yalnızlık çekiyor; ve efsanevi  Uruk Hükümdarı Gılgamış'ın arkadaşı Enkidu gibi  bir can-dostu olsun istiyordu. Ve Ölümsüzlüğü arayan efsanevi  hükümdar Gılgamış'a olan hayranlığı, onu, her geçen gün biraz daha kendine yabancılaştırarak 1/3'lük kesirli bir insan olmaya zorluyordu. Çünkü, Gılgamış’ın 2/3'ü tanrı;1/3'ü insandı ve o henüz tam-tanrı sayılmıyordu. Matematiksel olarak, Gılgamış'a benzemek için, insanlığından 2/3'lük bir yabancılaşma ve bölünme, kendine yetiyordu.

II.Nebukadnezar, bir gün, Şurippak hükümdarı Utnapiştim'in ölümsüzlük otu'nu aramak üzere çivi yazılı tabletleriyle ünlü Ugarit'i geçerek  Samandağ(Seleukeia Pieria) yakınlarındaki kudretli otlarıyla meşhur kutsal Hazzi(Kel Dağı) dağına gitmişti. Fakat kutsal dağın doruklarının   scarebe (bok böceği) kolonileriyle kaplı olduğunu görünce ölümsüzlük otunu bulamayacağını anlamış; ve çok fena morali bozulmuştu. Teselli niyetine dağ yamaçlarında yetişen ve cinsel kudret veren çakşır otundan bir kaç kök alarak dönüşe geçmişti. Bu arada, hazır buralara kadar gelmişken, kutsal Hazzi dağının kuzey-doğu yamaçlarında bulunan paleolitikten kalma Üçağızlı Mağarası'na da uğramıştı. Mağara duvarında  görmüş olduğu av sahnesi ve hayvan resimlerinden çok etkilenmiş; ölümsüzlüğü arayan bir hükümdar olarak kendi resimlerinin de ziggurat duvarlarını süslemesini istemişti. Ancak; Demir Çağında, Aşağı Mezepotamya diyarında, henüz; tarih-ötesi'ndeki Diego Rivera gibi usta duvar ressamları olmadığından; II.Nabukadnezar, ta uzak diyarlardan ve Tarihin Ötesi'nden usta bir ressamı ülkesine davet etmek zorunda kalmıştı. .

II.Nebukadnezar, mutsuzluğu sonsuza kadar süren  bahtsız ressam Vincent van Gogh'un ismini öte-tarihte bir yerlerde duymuştu; acaba onu ülkesine çağırsa nasıl olurdu? Ancak; II.Nebukadnezar "mutsuzluğu" değil;"ölümsüzlüğü" arıyordu. Ayrıca; Van Gogh çok sarımtrak bir ressamdı. Sarı ve turuncu renk yoksa mavi de yoktur diye tutturmuştu. Bir de, Van Gogh, dini ibadete ihtiyaç duyduğunda gidip yıldızları ve   hayallerini boyuyordu. II.Nebukadnezar'ın dünyasında, açık-kaçık renklerle hayallerini boyayan ve ruhları sarartan, sarımtrak, 'rengi-sabit' bir ressama yer yoktu. O yüzden; Vincent van Gogh'u Babil'e çağıramazdı; ve  hem sonra, onu, bu haliyle  Tanrı Marduk'a da kabul ettiremezdi. 

Bir ara,  Paris’te duvar süslemeleri de yapmış ünlü  romantik ressam  Eugene Delacroix, II.Nebukadnezar’ın kulağına çalınmıştı; ancak, onun da baba tarafından gayri-meşru olduğunu; ve  “halka yol gösteren özgürlük” resimleri yaptığını  öğrenince ondan da hemen vaz geçmiş; ve öte-tarihteki usta ressam arayışlarına bir süre ara vermişti.
                       
Mutluluğun ressamı Abidin ise henüz anasının karnından doğmamıştı. Hoş; doğmuş olsa bile, II.Nebukadnezar’ın, onu Babil'e  çağırması zaten söz konusu olamazdı. Çünkü; bi vakitler üzerinde orak çekiç işareti olduğu iddia edilen seramikleri sakıncalı bulunup tutuklanmıştı. Dahası, Abidin,  beş parasız bir halde, hükümdarları gerçeğe boyayan  Picasso ve Chagall ile birlikte çamur yoğurmuş; çift "s" li seslere hayran Picasso'nun "topallaması[6]"nı görmüştü. (Sevgili okur hazır yeri gelmişken size bir tüyo vereyim: Picasso'nun uzak ataları Anadolulu olmalı. Çünkü; çift "s"li seslerin kökeni  Anadolu'nun en eski yerli halklarından Luvilere (M.Ö.2300) kadar uzanır. Bir küçük çocuğa gezmeğe gidelim, dışarı çıkalım anlamında  "hadi attaya gidelim" dediğimizde,  "atta", Luvice'de "dışarı" demek olan "atti" den gelmeymiş. Anne de Luvice anni'den gelme.. Bir harf aşınmış haliyle Luviceyi günümüzde bile kullandığımıza göre,  kadim Anadolu'da Tarih, bir zamanlar Luvice konuşmuş olmalı).Ve ondan kendi topallamasını öğrendikten sonra, herkesin "topallaması" kendine deyip; hakiki-insan’ın peşine düşmüştü. Ayrıca; "ölüm mü; ama ne muhteşem icat!" gibisinden bir şeyler  diyerek ölümle eğlenmiş; ve gerçek'i alnından öperek sadece "mutluluğun" resmini yapar olmuştu. O yüzden; bin kez yarı tanrı hükümdar olarak dünya gelmiş olsa bile, II.Nebukadnezar'ın, Abidin ile hiç bir  işi olamazdı.

Bütün bu arayışlardan sonra, ‘hünkar-tasarrufu’ statüsündeki baş  kahininin tavsiyesi ve zigguratındaki kadrolu duacılarının ısrarı ve ayni zamanda iyi bir rüya tabircisi olan baş mabeyincisi aziz Daniel'in telkinleriyle, II.Nebukadnezar,  gelecekte ölümsüz ünlü bir   şair-ressam olacak olan William Blake'i, hiç tereddüt  etmeden, ta İngiltere'den ülkesine davet etmeye karar verdi. Ona kim ne diyebilirdi ki! Her şeyden önce, O, Tanrı Marduk'un hünkarıydı; ve her ne kadar iltimasla kesirli-tanrı(eksik-tanrı) olmuşsa da nihayetinde efsanevi hükümdar Gılgamış gibi yarı tanrı bir hükümdar olmuştu. Ve Tanrı Marduk'un oğlu sayıldığından tanrılık mirasının  bir ve tek varisi ve temsilcisiydi. İşte bu özel mülkiyet kuvvetiyle II.Nebukadnezar, Tanrı Marduk gibi, her an ve canı istediğinde Tarih'in derinliklerine inip çıkabiliyor; ve Tarih'in ötesine-berisine geçip ideolojik öteberi alabiliyordu. Gerektiğinde, “tanrı kuvvetinde ferman(lar)[7]” çıkartarak, Aşağı Mezepotamya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Kararı  olmadan, şu meşhur Solomon Tapınağının içine bile tükürebiliyordu. Boru değil; Tanrı naibi  bu yahu ; daha ne olsun!

Ancak; II.Nebukadnezar yarı tanrısal hükümdar  olmasına rağmen bir küçük kusuru ve eksikliği vardı. Gerçi tanrılar kusursuz  ve eksiksiz olur ama; II.Nebukadnezar, malumunuz, insandan-tanrı olduğundan, öyle tam ve kusursuz  bir tanrı değil; yarım ve eksik bir tanrıydı. Ondaki bu yarım yamalak tanrılık hali "tanrılık kompleksi"ne yol açmıştı. Halbuki;  şu iki günlük dünyada "eksik" olmayan ne vardı ki..? Her şey ve herkes, sanki sonsuzluk ve tamlık kendini çağrıyormuşcasına  eksikliğini telafi etmeye ve bütün olmaya doğru koşmuyor muydu zaten? Allah aşkına; komplekse girecek ne vardı yani bunda!? Varlığın doğal durumu yani nesnel gerçeklik kendiliğinden böyle eksik karakterliyse, "telafi duygumuz"la, onu tamamlamaya çalışmaktan başka   ne gelebilirdi ki elimizden!?

İşte bu  ‘topal-tanrılık’ komplesi yüzünden, II.Nebukadnezar, hükümdarlık tahsili sırasında, sanatın bütünleştirici ve eksiklik giderici etkisinden olsa gerek, akademik resim derslerine hiç ilgi duymamıştı.. Hatta, bir seferinde, "gelecek-resim" dersinde J.M.William Turner'in Kole Gemisi adlı tablosundaki denize atılan isyankar kölelerin suda yüzen kesik uzuvlarını, prangalı kol ve bacaklarını görünce dersi terk etmek zorunda kalmıştı. Hükümdarlığı sırasında, kendisinin eksikliğini gösteren her türlü resim ve sanat eserlerini bir bir yasaklamış; ve bu konuda Akadca yazılmış her türlü eleştirel taş tabletleri toplatmıştı. Zigguratında, sadece, inşa ettirdiği o görkemli İştar Kapısı gibi, kendi ihtişamını ve yüceliğini sergileyen eserlere  yer vermişti. Onun için, sırf ve sadece, kendi ölümsüzlüğü ve baş kahininin tılsımlı öngörüleri vardı. Anlaşılan; II.Nebukadnezar'ın, kendi halkının gerçek mutluluğu ve ülkesinin ölümsüzlüğü için  ayıracak hiç vakti yoktu.Taş tablet düşmanı bir hünkardan başka ne beklenirdi ki zaten!

Bir akşam, ziggurat'ın en üst katında bulunan  yıldız gözlem evinde, acaba yasa dışı bir faaliyet var mı diye yıldızların ışıltı ve hareketlerini seyrederlerken II.Nabukadnezar, tanrı naibi olarak, ziggurat duvarlarına resim yaptırtma niyetini Tanrı Marduk'a açtı. Ölümsüzlüğün abidesi olarak, ziggurat duvarlarını süslemek üzere, Tanrı Marduk'un  ve kendisinin   resimlerinin yapılmasının iyi olacağını söyledi. Ama Tanrı Marduk, "ben zaten ölümsüzüm; böyle şeylere ihtiyacım yok" diyerek II.Nabukadnezar'ın önerisini reddetti. Ayrıca; zigguratı süsleyecek o resimler sayesinde Tanrı Marduk'un gerçek amorf yüzü ortaya çıkabilirdi. Oysa;Tanrı dediğin buzlu-cam arkası gibi biraz flu ve gizemli olmalıydı. Ve belli belirsiz haliyle resimlere konu olup belirlenmek ve somut olmak Tanrılara yakışmazdı.

Dosya:Abydos Tempelrelief Sethos I. 15.JPG
ana tanrıça İsis'in dizindeki firavun 
Gerçi ; II.Nebukadnezar,  bu niyetiyle Tanrısı Marduk'u bir müstehlik malzeme gibi kendi emellerine alet etmiş olacaktı. Ama, olsun o kadarı da artık! İnsanlı dünyada ve toplumsal hayatta  zaten adet böyle değil miydi? İnsanlar, sırf kişisel çıkar ve amaçları için, birbirlerini ve çeşitli toplumsal bağları ta kalu bela'dan beri bir eşya ya da  bir alet gibi kullanmıyorlar mıydı? Öyleyse, pek ala tanrılarını da kullanabilirlerdi. Şu sağdaki resimde Tanrıça İsis'in dizine oturan firavunun edepsizliğine bir baksanıza! Halkına yaptığı onca baskılar yetmiyormuş gibi Tanrıça İsis'in diz eklem kıkırdağına nasıl da firavunca baskı yapmış! Koca Antik Mısır tanrısı Osiris'in hem kız kardeşi hem de karısı olan  tanrıça İsis bu hallere mi düşecekti?.. Ey firavun hazretleri, insan hiç kendi tanrısına böyle kötü davranır mı; acı çektirir mi? Acaba sen hiç tarihte diz eklem ağrısı  çektin mi? Sarayında ortopedi uzmanı olan bir hekime iltihaplı eklem sıvısı aldırdın mı dizinden? Ne bileceksin tabi!? Şöyle seni koltuk değnekleri ile yürümeye  muhtaç eden amansız diz ağrıların olsun da göreyim bakıyım. Eminim, Firavuni acıya ve  diz ağrısına dayanamayıp bir an önce mumyalığındaki salamura firavun bedenine kavuşmak isteyeceksindir. 


Tekel İşçisine Destek Mitingi
II.Nebukadnezar da, her ne kadar yarı-tanrı olsa da, ölümlü her imparator ve firavun gibi gibi  o da tarihe kazık çakmak ve Gılgamış gibi ‘ölümsüzlük otu’nu bulmak istiyordu.  Ama; Tekel İşçilerine (Emek ve vatan mücadelesini birleştiren vatan bekçisi Tekel İşçilerini unutmuştunuz di mi, demek ki arada bir hatırlatmak gerekiyor sizlere) destek mitinglerinden  1710 yıl önce Antakya'da da bir kaç yıl hüküm sürmüş olan reformcu Roma İmparotoru Diocletian(MS 244-313)’i tenzih ederim. Adam,  “bütün İktidar, ömür boyu, Diocletien’e!” dememiş; Koca Roma İmparatorluğunu lahana gibi ortadan ikiye bölmüş; İktidarını paylaşarak dörtlü yönetim(tetrarşi) sistemini kurmuş; ve vakti gelince de Roma İmparatorluğundan kendi rızasıyla emekli olmayı bilmiş(en üst imparatorluk derecesinden emekli olduğuna göre kim bilir  ne kadar emekli-imparator ikramiyesi geçmiştir eline siz tahmin edin artık!?); Dalmaçya sahilindeki sarayının bahçesinde,gün akşamlı ya, hayatının akşamını geçirmek üzere bahçıvanlık ve çiftçilik yapmış; sebze, meyve yetiştirmiştir.Ve bir kez olsun saksıda-bahçecilik yapmamış;hep toprağa bağlı kalmıştır.Kendisine yapılan imparatorluğa geri dön çağrılarına da, elleriyle yetiştirmiş olduğu lahanalarına bağlılığı yüzünden ret cevabı vermiştir. Kendini imparator sanıp iktidar koltuğuna yapışanlar, heeey sizlere sesleniyorum, bir nebze olsun, şu kendi rızasıyla emekli olan İmparator Diocletian'dan ders alsanız  ya!

Neyse; uzattık galiba.. Anlaşılamamış bir sanatçı olmakla ünlenmiş olan esas oğlan  William Blake'in yüz yılların ötesinden Babil'e, II.Nebukadnezar'ın huzuruna  davet edilmesi  konusuna dönelim biz (ha şunu bileydun güvenilmez anlatıcı kardeşim, "sadede gelmek" diye bir şey var değil mi şu dünyada, ne diye konuyu habire sündürüp duruyorsun ki sanki? Ne anlatıyordun nerelere geldik! Daha konunun başında sayılırız; anlaşılan, işimiz var seninle. Ayrıca bu arada William Blake'i de esas oğlan yaptın ya!)

Tekel İşçisi Direniş Çadırları
İsa'dan Sonra değil, Ankara'nın yağmurlu soğuğunda teneke kutularda ateş  yakıp direniş çadırlarında Aşık Mahzuni Şerif'in "mevlam gül diyerek iki göz vermiş bilmem ağlasam mı ağlamasam mı" türküsünü söyleyen  Tekel İşçileri'nin 78 günlük şanlı direniş ve mücadelesinden 255 yıl önce idi.. Her yer ücretli kölelik düzeninin sefaletiyle inim inim inlerken, henüz ortalıkta, ne "dünyanın bütün işçileri birleşin" diyen kimseler vardı ne de Avrupa'da dolaşmaya çıkmış bir "Komünizm Heyulası”. Hoş; "Dünyanın bütün işçileri birleşin" demekle, işçiler öyle hemen ve kolayca birleşecek de değillerdi ya. Hele şu eli armut toplamayan “mabut-emperyalizm" varken dünyanın bütün işçileri nasıl ve nerede  birleşecek; varın artık siz bir düşünün.                                                       

İşte; Allahın “Zaman”ının ücrete tabi olduğu böyle bir zamanda, anlaşılamamış bir şair ve ressam olan; ve dikkatli bir okur'un "hani nerede kaldı şu William Blake; gelecekse gelsin artık" dediği William Blake, henüz daha ortalıklarda yoktur. Onu, en erken, 8 yaşlarında, Londra'nın sisli ve hülyalı sokaklarında melekleri ve tanrıları kovalarken görürüz. Çocuk ya; güçlü hayal dünyası ona, meleklerle dolu bir ağaç gördürür. Sırf bu yüzden,"ben sana artık  melek görme demedim mi hınzır oğlu hınzır" diyen babasından iyi bir dayak yer. Ve bu dayak ona iyi bir ders olur; okumaya merak salar. Annesinin  antik kitapları arasında büyürken,birgün, II.Nebukadnezar'ın sürgündeki resmini  görür (II.Nebukadnezar, peşpeşe kazanmış olduğu zaferlerin sarhoşluğuna kapılarak bir ara, kendini Tanrı Marduk sanmaya başlayınca,  Tanrılar Kurulunun  kararı ile  "aklını başından alma" çezasına çarptırılmış; ve yedi yıllığına, vahşi bir hayvan hayatı yaşamak üzere bir mağara kovuğunda sürgününe görderilmişti).  William Blake, işte II.Nebukadnezar'ın o  vahşi bir hayvana benzeyen resmine bakarken kendiliğinden ağzından "yüzü ışıldamayan hiç bir zaman yıldız olamaz" diye bir laf çıkar. Ve nasıl olursa, II.Nebukadnezar'ın yüzünden aniden saçılan yıldız-ışıltısına çarpılır. Birden bire,  yaratıcı ve hayal kurucu dünyası kamaşır. Ve insiyaki olarak, kendini, bir ressam-gravürcü olarak bulur. Ve hemen II.Nebukadnezar'ın  bir mağara kovuğunda Gılgamışvari 1/3'lük "kesirli-insan" resmini  gravür tekniğiyle yapmaya koyulur.
                       
Sevgili okur, "amma da yaptın sen de!!" deme hemen; zira; Tarih'te, bazen, bazı şeyler William Blake hızıyla büyüyüp erken gelişebilir. Tarihin Otodinamizmi denen bir şey var di mi şu dünyada; ona da çelme takacak halimiz yok her halde! Hem sonra, Tarih ile inatlaşmanın, onunla boy ölçüşmenin   bir alemi de  yok! Ne o öyle; boyuna; Tarihi, ideallerimize uydurmaya çalışıyoruz.  Yahu; ideallerin anti-tezi yok ki Tarih, ideallerine uysun! Bu yöntemi terk etmemiz gerek artık. Unutma; eğer sen yaparsan Tarih olur; yapmazsan, Sen tarih olursun. Hani; "bakarsan bağ bakmazsan dağ  olur" derler ya, işte öyle bir şey Tarih biraz.

Böylece William Blake, yarı tanrı hükümdar II.Nebukadnezar'ın tarihin iki taşım(Tarih'in hepten sabrı taştı mı devrim oldu demektir; ona göre!) berisinden   gelen iş teklifine de icabet etmiş olur. Şu iki günlük ücretli-köle dünyada kıyamet kadar işsiz varken böyle tarihi bir iş teklifini geri çevirmek olmaz tabi!  O zamanlar henüz  bir "iş kanunu" olmadığından, aralarında yazılı bir iş sözleşmesi yapılmaz. Gerçi II.Nebukadnezar'ın atası olan Hammurabi(adamın ne hoş bir ismi var değil mi; Hammurabla desen olmuyor işte.) Babil ülkesini aslında  tanrı sözü olan yazılı kanunlarla yönetmiş; "göze göz dişe diş" nispeten adil bir hükümdar idi.Yani göz çıkaranın gözü çıkarılır; ve birinin özgürlüğünü kısıtlayanın özgürlüğü kısıtlanırdı(nerde o günler..?).  Ama, nedense, o da, tarih ötesi zamanlarda olduğu gibi, kölelerin haklarını ve menfaatlerini gözetecek bir iş kanunu  bile çıkarmamıştı. Kölelerin fazla çalışma ve ücretli yıllık izin; efendi ve tanrı değiştirme hakkı, kölelik iş akdi feshi ve işe iade; hükümdar sandığı primleri; ikinci el köle-emeği; kölelerin birliği... gibi efendi-köle ilişkilerini düzenleyen hususlara, bir hükümdar fermanıyla olsun,  değinmemişti. Dahası; Hammurabi, ceplerine para ve akademik unvan dolduran "cin-bilim(demonoloji)" alanındaki o intihalci filozof ve teologları da görmezden gelmişti. Ayrıca; köle hakları ve köle-iş mevzuatı konularında ‘hakemli-ilahi-hükümdar-tabletleri’ne eleştirel  bir  görüş   yazmak isteyenleri ise gazabıyla engellemişti. Hammurabi bu, ülbesi tülbesi belli olmaz hükümdar!
William Blake'in  II.Nabukadnezar Resmi

Willim Blak hava-civa grevleri nedeniyle gecikmeli de olsa ta Tarih Ötesi'nden Babil'e avdet edip maceralı yolculuk    yorgunluğunu üzerinden attıktan sonra, II.Nebukadnezar'ın huzuruna çıkarak Nebuko (göbek adı Nebu'ya izafeten) ismini vermiş olduğu II.Nabukadnezar'ın1/3'lük kesirli-insan resmini  takdim eder.  II.Nebukadnezar, William Blake'in yapmış olduğu dört ayaklı 1/3'lük kesirli-insan Nebuko'yu  gördüğünde, sanki öte-tarihten Gabriel Marquez'in "büyülü gerçeklik"iyle ile karşılaşmışcasına  uzunca bir süre gözlerini gravür baskıdaki  kendi büyülü vahşi gözlerinden alamaz; ve "Nebu ya!" diyerek kendi-kendiyle konuşmaya başlar.

II.Nebukadnezar, tarihin göbek çukuruna uzanan yarı-tanrısal sakalı ve ellerin ön-ayaklaştığı  tersine-evrim-aletsiz-beden-emeklemesi’yle, kendi vücut geometrisini "golden ratio[8]" ilkesine göre  parçalı beden kaslarıyla böylesine  uzun-tırnaklı-vahşi-mağara canavarı-sürüngen- doğalorganizma biçiminde  estetize eden sınırsız düş gücü sahibi ve imgelem ustası William Blake'e acayip bir  hayranlık duyar; ve adeta ona bir resimde aşık olur. (II.Nebukadnezar'ın bu masum-somurtkan ruh hali, ilerde,Bir Resimde Yaktın Beni operetine bile konu olacaktır). William Blake’in mistik diyalektik anlatımı ve  gizemli sanatsal yaratıcılığı ve insan ruhunda naif diyalektik titreşimler yaratan romantik kişiliği karşısında, II.Nebukadnezar, "ben artık Enkidu'mu buldum" diyerek, krallığından ve yarı-tanrılığından  vaz geçmeye karar verir.  Sevgili okur, bunu sakın hafife almayın ha! Bir hükümdar için, gücünün zirvesindeyken öyle kolay bir iş değildir iktidardan vaz geçmek. Nice hükümdarlar,imparatorlar gördük iktidar koltuğuna yapışık. Hadi sen, tahtını ve yarı  tanrılığını, hazinelerini, bir şaire ve ressama olan aşkın uğruna terk et de görelim bakalım. Acaba hanginiz, aşkınız ve özgürlüğünüz uğruna, "özel mülkiyet bana ağırlık yapıyor", artık;  şu "tarihi safra"dan gerçekten kurtulmalıyım der?
            
II.Nebukadnezar, "ben de artık kendimce William Blake' im” diyerek, (ya  ben de kendimce Bedreddin'im deseydi Tarih'in hali ve seyri nice olurdu sonra? Herhalde, ortalık, ilk islam komüncüleri Karmatiler gibi,  malda, mülkte "ortaklaşmacı" olan Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa'lardan geçilmez idi, fesupanallah; ne günlere kalacaktık desenize!!), "bir kum taneciğinde dünyayı görebilen" William Blake'e katılır. Ve William Blake'li II.Nebukadnezar olur artık. Bu ne demek? Çifte kavrulmuş lokumlu bisküvi  demek. Şaka,şaka.. William Blake neredeyse; artık, II.Nebukadnezar de orada demek. Hani; gel zaman git zamanda bazı işçi sendikaları vardır ya, "başkan nerede biz orada" (ne demekse o!?)  diye slogan atarlar ya, işte onun gibi bir şey..

Ama; önce yapması gereken bazı işleri vardır II.Nebukadnezar'ın : Özel mülkiyet rejimi kapsamındaki koca tahtını, tapınaktaki erzak deposunu ve hazinesini; yıllarca sıla  ve sevgili  hasreti çeken karısı Amytis'i, Amytis için yapılmış olan Asma Bahçelerini;(sahi bunların hiç çocukları yok mu yahu? hayır yani; çocukları varsa onları da terk etmesi lazım da...Yoksa; onların özel hayatları bize ne ilgilendirir.) ve dahası; tanrıları Marduk ile İştar'ı arkasına bakmadan terk eder. Hani ozanın dediği gibi : "yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir"  William Blake'in peşinden... Sahi nasıldı  öte-tarihten  Atilla İlhan’ın  o "şahane serseri" şiiri :

"yolumdan çekil yavrum
bağlasalar duramam
demir asa demir çarık dedim
neyleyim!
yolculuk dedim
ağaçlara tünedi yine akşam  kargalarla bir
rüzgar kendini yerden yere vuruyor
kırık dökük yıldızlar belirli uzaktan
telsiz mevceleri ardım sıra koşturuyor
anamdan yolcu doğmuşum
yedi dağın yolları kalbimden geçer
salkım salkım mısralar gelir içimden
dudaklarımda yağmur damlaları
alır beni yollar beni alır gider

anamdan yolcu doğmuşum
nehirlerle birlikte denizlere kavuştum
akşam dedim
şu koca dünya dedim
ağlasam dedim
yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir
ekmeğin ve şarabın peşinden
turnaların peşinden
büyük şehirler büyük aşklar
çığlık çığlığa terk edilir
ben
çocuklar gibi sevdim devler gibi ıstırab çektim
damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları
harblere açlıklara yalnızlığıma rağmen
anamdan yolcu doğmuşum
neyleyim
gurbet dedim
vatan dedim

hürriyet dedim."

Sevgili okur, biraz sabır lütfen; anlatımıza ve II.Nabukadnezar'a, bırakmış olduğum yerden devam edeceğim; bundan emin olabilirsiniz.Yalnız; hazır yeri gelmişken, şu şiirin bir dizesi hakkındaki samimi duygularımı sizlerle paylaşmak isterim :

Şu "rüzgar kendini yerden yere vuruyor" dizesi var ya, ne müthiş bir dizedir o öyle..Hem zevk algınızda hem de zihin gözünüzde bir canlandırın bakalım o hali.Bizim deli oğlanın da  kafası  böyle  eser bazen demeyin sakın. Başlı başına şiir var o imgede.  Rüzgarın o her şeyi allak bullak eden  muazzam kalkışması katiyen bir "cinnet" hali değildir. Kendi dalgalarında ve dalgalarıyla boğulan hırçın ve azgın bir denize de benzemez onun eylemi. Kendini yerden yere vuran eylem biçimiyle rüzgar, bizlere, "neyleyim; öyle kasırgalar gibi esmesem delirecektim" der adeta.Hani "yazmasam delirecektim" diyen Sait Faik gibi..İnsan yüreğinin derinlerinden volkan gibi  fışkırıp gelen o ateşli kalkışmalara, gayeli adanmışlıklara,  bir imreniş,bir özeniş saklıdır rüzgarın o kuvvetinde.  Bir ömür boyunca aşkın ve özgürlüğün peşinden gidenlere karşı öyle meltem gibi mülayim esemezsin artık. Madem ; büyük aşklar ve  tutkular adına,  "bu yaylaları yaylamak" ve "bu rüzgarları toplamak" istiyorsun  öyleyse es esebildiğin kadar benden izin sana!! der gibidir.(yoksa bütün bunlar bana mı öyle geliyor? iyi ya; işte gerçek şiirin gücü ve zenginliği de tam da bu noktada, yani; herkeste ve her bir kimsede kendine özgü ve farklı bir şiir zevki ve algısı yaratmasında değil mi zaten? Tıpkı, tek ve ayni ışık kaynağı olan güneş karşısındaki her bir farklı  nesnenin, o ışık kaynağının ışığından kendine göre  pay alıp renklenmesi, gölgelenmesi  gibi..)

İşte döndüm o rüzgarlı tepelerden sayın okurlar; umarım sizleri çok bekletmemişimdir. Aslında; kendi şahsi görüşlerimi bu anlatıda ifade etmem ne kadar doğru bilemiyorum ama, ne yapıyım oluyor işte bazen böyle şeyler. Anlayışınız için gerçekten sağ olun. Sözümde durmuş olmamın huzuruyla devam edebilirim şimdi. Nerde kalmıştık; ha evet, tamam;  yola bir düştü mü ömrü boyunca giden II.Nebukadnezar'ı anlatıyordum sizlere. Devam edelim kaldığımız yerden: II.Nebukadnezar, 1/3'lük kesirli insan hayatını, artık,   William Blake ile yaşamaya başlar. Efsanevi hükümdar Gılgamış ile Enkidu'nun birlikte yapmış oldukları yolculuklar gibi, II.Nebukadnezar'ın da yolculuğu kendi Enkidu'su olan William Blake ile böylece başlamış olur.  Ve dilinden hiç düşmeyecek olan o William Blake şiirini, Masumiyet Kehanetleri’ni (Auguries Of Innocence), okumaya başlamıştır bile: 

"Görebilmek bir kum taneciğinde  dünyayı ( To see a world in a grain of sand )
Yabani bir çiçekte ise cenneti, ( And a heaven in wild flower )
Sığdırabilmek avucuna sınırsızlığı, ( Hold infinity in the palm of your hand )
Ve tek bir anımızın içine sonsuzluğu ( And eternity in an hour )”

Aslında, II.Nebukadnezar'a göre, William Blake, ideolojlik ve siyasi bakımdan  öyle pek muteber biri sayılmazdı. Niye derseniz, William Blake,  Amerikan Bağımsızlık Savaşına ve Bağımsızlık Bildirgesine karşı hayranlık duyan radikal bir asiydi. Çoşku ile desteklediği Fransız  Devrimi'nin meleği yakışıklı Saint Juste'e, eski bir melek sever olarak özel yakınlık duymuş; ve onun “özgürlüğün istibdatını istiyoruz” fikrini benimseyerek kendisi de azılı bir "taht" düşmanı olmuştu. Ayrıca; o, yoksulluğu ve sefaleti kaldıracak olan Fransız Devrimi hakkında  sansürlenecek uzun bir şiir bile yazmıştı. William Blake, Robespier'in (o Robespier ki, ondan hatıra olarak sadece kırık bir traş kabı kalmıştır koca Paris'e ve bir de gölgede kalmış bir metro  istasyonuna verilen ismi; ama Danton’un heykelini Paris’te Odeon’a dikmişler!) giyotin sepetine giden başıyla sahipsiz kalan pantolonsuzlar(sans-culottes) hareketinin Napolyon Diktatörlüğüne dönüştürüldüğünü görünce hayal kırıklığına uğramış; ama yine de, özgürlüklerin ışkınlıyacağı geleceğin yeni toplumundan umudunu kesmemişti.  

William Blake, daha sonra, üretim ve insan ilişkilerinde, manevi bir arınma ve aydınlanma  ile doğal yaşam biçimine geri dönüşü,  serbest aşkı(free love) ve masumiyetin diyalektiğini savunmaya başlamış; ve Klise tarafından Londra'da, Tanrının yaratıcı kudretinden ve yeterliliğinden  kuşku duyuyor diye,  aforoz edilmişti.(sıkıysa İngiltere kralı VIII. Henry'i  aforoz et de görelim bakalım!). İşsizlik ve boğazına kadar beş parasızlık artık canına tak ettiğinden;ve bi hayli öte-tarihten Fikret Mualla gibi Paris'te bohem hayatı sürdürmeyi de kabullenemediğinden  gazetede gördüğü bir ilan üzerine muhasebeci olmaya karar vermiş; ve modern-çıkın olan bavulunu hazırlayarak, henüz medeni[9] bir batı olmadığından, "tek dişi kalmış" vahşi batıya gitmek üzere yollara düşmüştü. Tabi; yanına aldığı  o  meşhur Nebuko renki-baskı-resmi  ile..

Sevgili okur, tabi ki dikkatli okuru kastediyorum, şimdi diyeceksiniz ki bu  Nebuko resmi de nereden çıktı? Hani, konuları gereksiz yere çoğullaştırdığım; bir türlü sadede gelmediğim için  haklı olarak beni yukarıda eleştirmiş; Ockham’ın Usturası'nı kullanmıştınız ya, sadede gelmesine geleceğim de; ama şu Nebuko konusuna   bir açıklık getirmezsem olmaz. Takdir edersiniz ki, cilalı taş devrinden kalma alışkanlıkları olan yarı-tanrı bir hükümdarı, pratik sıkıntıları olacağından,öyle ulu-orta çocuk gibi yanınızda taşıyamazsınız değil mi? William Blake de, hayatının bir parçası yapacağı  ve serüvenine dahil edeceği tarihi bir kişiyi vakti geldiğinde serbest bırakmak üzere, işte o Nebuko isimli gravür resmin içine koyar.

"Hadi canım sen de!!" desenize, anlattığımız serüvene okur olarak sizler de en azından ünleminizle katılmış olursunuz. Çünkü; bizim anlatı türümüzün adı Katılımcı Demokrasi değil;"Katılımcı Deneme"dir. Katılımcı Demokrasi'lerde Egemen Gücün İktidarına  ve uzun ömürlü Piyasa Sisteminin istikrarına halel gelmediği sürece, benden izin sana, neye katılmak istiyorsan ona katılmakta serbest ve özgürsün. İstersen, Bastille ve Taksim meydanlarında 1 Mayıs'lara ve grevlere katıl fark etmez; yeter ki iş-gücü'nün, bir mal gibi özgürce alınıp-satıldığı serbest piyasa düzen(leniş)i ölmesin. Ama bizim "Katılımcı Deneme"de, bir piyasa mekanizması ve İktidar ilişkisi  olmadığı için,  Okur gerekli gördüğü zaman ve yerde, elindeki bilgi ve belgelerle; referans vererek ve gerekçesini   göstererek, yaratıcılığı ve üretkenliğiyle, Anlatı'nın gidişatına müdahalede bulunabilir Yani; Anlatı'ya katılma ve Anlatı'yı "değiştirme  hakkı"na sahiptir. Bu anlatı sadece benim değil ayni zaman da sizin de anlatınız olduğundan, Güvenilmez Anlatıcı olarak belirtmek isterim ki, bu çeşit okur katkılarına Anlatı'da yer verileceğinden emin olabilirsiniz. Zira bu sizin "özgür-birey" olma hakkınız. Tabi, "özgürlük" derken bizim burada kastettiğimiz "soyut özgürlük", yani bir kişinin başka bir kişi karşısındaki özgürlüğü; yoksa, sermayenin işçiyi ezme özgürlüğü olan "somut özgürlük" değil.

İşte bu  Nebuko Resmi sayesinde William Blake, hem II.Nebukadnezar'dan ayrılmamış olur; hem de William Blake, yapacağı o uzun yolculukta, şaş-zaman (anakronik) hükümdar arkadaşı yüzünden  insanların ilgi odağı olmaktan kurtulmuştur. Tabi; gönüllü bir birliktelik bu, kimse, bu ilişkiyi, öyle  kölelik  hapis ilişkisi  gibi bir şey sanmasın. 


William Blake'in bir  resmi(canlı canlı
 kaburgalarından dar ağacına asılmış zenci köle)
Zaten; William Blake, oldum bittim, her renkten insanın, bir "mal ilişkisi"ne  hapis edilmesine ve köle ticaretine kapatılmasına karşıdır. O, on binlerce siyah derili insanı kaburgalarından canlı canlı dar ağaçlarına asan; ve Tumberio denilen ölü taşıyıcı gemileriyle köle ticareti yapan sömürgecilere karşı,   hep, özgürlük mücadelesi verenlerin safında yer almıştı. Peki; ya siz olsaydınız William Blake'in yerinde ne yapardınız?  Allahın zencisini, köle-zenci, mal-zenci yapan şu  toplumsal-tarihsel şartlara seyirci mi kalırdınız? Bu dünyaya köleliği ve "para"yı sevmeye gelmediysek eğer,  bir şeyler yapmalıyız değil mi? Köle sahibi efendiler tarafından dünyaya bakmak işinize geliyorsa, kölelik ilişkileri hep sürüp gitsin istersiniz. Ama; insan ilişkilerindeki köleliği hayatın her alanında sıfırlamak ve  insanı "özgür" kılmak isterseniz, bu sefer de, köle sahiplerinin olmadığı bir dünya yaratmanız gerekir. William Blake gibi, siz de seçin safınızı öyleyse!

William Blake’in maceralarla dolu Vahşi Batı yolculuğu çok uzun bir tren yolculuğu ile başlayacaktı.. Çünkü; muhasebeci arayan Dickinson maden-metal işletmesi, Amerika'nın en batısındaki Machine kasabasındasydı.William Blake, tek serveti olan şiirlerini ve Nabuko'da gizlenmiş olan şaşzaman yol arkadaşı II.Nabukadnezar'ı, yolculuk boyunca çok sıkı olarak kucağında taşıdığı bavuluna koymuştu.. Ve trendeki eli silahlı  haydut kılıklı sakallı adamların varlığı onu huzursuz ve tedirgin  ediyordu. Gerçi; şu an size her hangi bir akademik referans veremeyeceğim ama, aslında, her sakallı adamı da haydut sanmamak lazım. Zira sakalsız azılı haydutlar da var. Mesela, öte-tarihte, emperyalizmin demokrasisi ve özgürlüğü  adına dünyayı haraca bağlayıp soyan; ve savaşlarla cehenneme çeviren şu bir avuç  ahtapot Dev Şirketlerin Azılı Haydut Devletlerinin Azılı Haydut Yöneticilerine bir bakın bakalım; acaba kaçı sakallı? Onların kaçında sakal vardı acaba işçilerin ve ezilen milletlerin sülük gibi kanını-canını emerken. O yüzden, özellikle, modern haydutlukta Görünüş'e aldanmamak ve muhtevadaki Öz'ü göstermeyen görünüşlerden sakınmak gerek! 



Medeni Batının Büyük Keşifler Çağı
Ama sömürgeci keşifler çağının ve papalık müessesesinin haydutları nispeten sakallı haydutlardı. Şu kadarını söyleyebiliriz belki :  Büyük Keşiflerin, yani  "sömürgecilik" çağının hristiyan-medeni(!) Batı’sını yaratan haydutları, katilleri, aylarca süren zorlu deniz seferleri yorgunluğundan ve kana susamış korsanlıklarından olsa gerek, genellikle, buruşuk suratlı, kirli sakallı,  paslı dişli, ekşi gülüşlü ve kanca kollu olurlardı. (Kolayını bulmuşsun  gene, "genelleme" yap yap dur. Sıkıysa, özel bir konuda, öte-tarihten devrimci Hikmet Kıvılcımlı, Niyazi Berkes ve Doğan Avcıoğlu gibi orijinal bir tez yaz da görelim bakalım. Dikkatli Okur Sataşması var gene konuya dönme vaktim geldi galiba).

William Blake, hayatında, ne tek bir bufalo avlamış; ne de kan görmüştü. Bu onun hassas romantik masum  ruhuna aykırı bir durumdu zaten. Trendeki eli silahlı haydut kılıklı adamlar yol boyunca ova Kızılderililerinin ana besin kaynağı olan  bufalolara zevk için ateş ettikçe William Blake'in yufka yüreğinde korku, endişe ve  vahşet duygularıyla karışık anaforlar oluşuyor; ne kadar vahşi bir Batı’ya geldiğini yeni yeni anlıyordu. William Blake’in o tedirgin bakışlarını  ve adeta masumiyet karinesi  haleli yüzünü  gören tren makinisti, onu, Machine kasabasına gitmemesi konusunda; ve kötü şöhretli Dickinson'ların yanında çalışmaması hususunda dostça uyarma ihtiyacı duymuştu.

Tren Machine kasabasına geldiğinde, William Blake, elinde bavulu Dickinson Metal-Maden  Company'e giderek 'işte ben geldim' der. Ama; maalesef artık çok geçtir. Çünkü; bu pozisyon için bir muhasebeci işe alınmıştır. William Blake hayal kırıklığı içinde "ama  nasıl olur; bu iş için en çetrefilli ve en  alengirli muhasebe hesaplarını bile öğrenmiştim " der. (gerçi öğrendi mi öğrenmedi mi bilemeyiz. kendisinin açık beyanı böyle, kabul etmek durumundayız. Vahşi Batı kayıt dışı ekonomilerinde adet böyle ya!) ve şirket sahibi, yani patron olan Bay Dickinson ile görüşmek ister.

Bu arada belirtmeden geçmeyelim, Gerçek’e düşkün Güvenilmez bir Anlatıcı olarak, biz,  ‘patron’a ‘işveren’ diyenlerden değiliz. Bize yıllardır Angelina Jolie gibi ("angel of goodness") “iyilik meleği” diye yutturulan “işveren”in, aslında, özbeöz, kamufle edilmiş emek-gücü sömürgeni-patron olduğunu açıklamak zorundayım: Ne o öyle; sanki adamın pileli pantolonunun para-cebinde ‘işler’ varmış da; sıraya geçmiş duruyor da; adam da o leri,  cebinden çıkarıp çıkarıp iş bekleyen  işsizlere veriyormuş(!). Sen onu benim külahıma anlat. Friedrich Engels(1820-1895)'in dediğine göre, böylelerine, yani Alman iktisat jargonuna göre, para karşılığı başkasını çalıştırana "işveren", ücret karşılığında işgücü satın alınanlara da  "işalan" diyen birine Fransa'da deli muamelesi yaparlarmış. Çünkü iş(travail) kelimesi günlük hayatta çalışma(occupation) anlamında kullanılırmış Fransa'da. Kapitaliste (Patron'a), "çalışma-veren";  işçiye de "çalışma-alan" demek, ancak aklından zoru olanların işi olabilir. "İşveren" gibi sahte ve yalan söyleyen uyduruk kavramlarla işimiz olamaz bizim! İşveren de neymiş; halkın gözündeki ve dilindeki yılların patron'u  ne zaman işveren oldu!? Şimdi; ben, yılların artı-emek emicisine, artı-değer sömürücüsüne "işveren" diyerek  milleti mi kandırayım!?  Biz ısrarla, bu büyük insanlık davası var olduğu sürece, onları,  "Patron" diye halka mal olmuş adıyla çağıracağız. Bunu yazın bir tarafa!  

"Her labirentin bir ejderhası vardır" derler. ( gerçi bu güne kadar ben kimsenin ağzından böyle bir söz duymadım ama,  demek ki varmış! Acaba; farkında olmadan, yazarken, bunu ben uydurmuş olamam mı? Çünkü; oluyor böyle şeyler bazen.. olmuşsa lütfen mazur görün artık. Gerçi adımız gerçeği çarpıtan sözüne güvenilmez anlatıcıya çıkmış ama..). Neyse.. herkesin labirenti ve ejderhası kendine.. Kim bilir cinsel, dinsel, ahlaksal, psikolojik, sosyolojik ve ideolojik.. ne labirentlerimiz olmuştur şu fani hayatta..  Ama; eğer sizi  labirentinizden  çıkaracak  bir Ariadne İpi[10]' niz yoksa, labirentin dolambaçlı  çıkmazlarında sizi bekleyen ejderhalara  yem olmanız kaçınılmaz  demektir. Keza; eğer tarihte bir kez millet olmuşsanız ve hazır millet olmuşken tarihten de silinip gitmek istemiyorsanız milletlere dünyayı dar eden emperyalizmin sömürü labirenti ve   ejderhası (minotaur) dev tekeller karşısında çıkış yolunuzu gösterecek bir  Ariadne İpi'ne ihtiyacınız var demektir. Ama önce ne yap et  bir labirente düşme! ve kendi eyleminle kendi labirentini üretme! Unutma; labirentler ejderhasız olmaz; labirent varsa Ariadne'nin İpi de var demektir.

Peki şu Bay Dickonson denilen adam aslında kim? Şirket sahibi değil mi, yani; mahiyetinde bir sürü ücretli-adam çalıştıran  biri. 

Sevgili dikkatli okur, “sizin de hiç bir şeye dikkat ettiğiniz  yok ya..” diyesim geliyo, ama...Yani; ben sizi uyarmasam sesiniz soluğunuz çıkmayacak hani! Yav ‘şirket sahibi’ diyorum; yanında bir sürü “ücretli-adam” çalıştıran diyorum, bir allahın kulu dikkatli-okur çıkıp da bir dakika,  bir dakika deyip dikkatimizi çekmiyor!. Bir de "dikkatli" okur olacaksınız! Kendime mukayet olup; "hay senin dikkatli okurluğuna.." demeyeceğim şimdilik.. Sayın okur, dikkat ettiyseniz, bi zahmet dikkat edin artık,  bu cümleyi  bizlere yadırgamaya mahal vermeden  çok rahat bir şekilde kurduruyorlar. Peki, biz  buna rıza gösterecek miyiz? Nasıl oluyor da adamın biri, onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca insanı kendi mahiyetinde "ücretli" olarak çalıştırabiliyor!? diye sormayacak mıyız? Lütfen bir düşünün; nasıl oluyor da insanın doğuşundan gelme çalışma yetisi ve gücü, ücrete tabi olabiliyor?

Benim bildiğim tarladaki domatesin doğada kendi başına bir fiyatı yok. Ama, pazarda görüyoruz manav bir etiket asmış  şu kadar lira diyor. Sorum şu: Allah'ın tarla domatesini domates fiyatı haline getiren ne? Ayıp olmuyor mu hiç, insanın çalışma yeteneğini, domatesin fiyatı gibi, ücretin konusu yapmak? Adam emeğinin karşılığını, hakkını, aldıktan sonra ne var bunda diyebilirsiniz. Fakat unuttuğunuz bir şey var; adamın aldığı ücret emeğinin karşılığı değil ki; ve olamaz zaten! Adamın aldığı ücret, yaşayabilmek ve çalışır halde kalabilmek  için bir miktar harçlıktır sadece. Çünkü; adam,  Bay Dickonson'a emeğini, yani hazır, bitmiş bir işini, hizmetini satmıyor,  emek-gücünü satıyor. yani her insanda bulunan üretkenliğin kaynağını satıyor. Hem sonra bütün ücretli adamlar emeklerinin hakkını alıp giderse Bay Dickonson'un hali nice olur?  Piyasa düzeninin istikrarı ve üretimin düzeni  nasıl sürecek.  Üretim araçları ne ile yenilenecek ve geliştirilecek? Bütün bunlar  artı değerin büyütülmesine bağlı olan şeyler  değil mi?  

Emek gücü, bir kunduracının kundura üretirken kullanmış olduğu fiziksel ve zihinsel  yeteneklerinin bütünüdür. Emek-gücü harcanmadan kundura üretilemez, herhangi bir  iş yapılamaz. Çalışmak, emek harcamaktır. Bir iş yaptığımızda çalışmış oluruz.  Ama emek gücünün harcanabilmesi için ortada ham madde ve üretim aracı olması gerekir, bunlar olmadan üretim olmaz. Üretim aracı ve hammadde de Bay Dickonson'da var. Ne yapsın şimdi ücretli-adam; gidip ölsün mü? yaşayacak ve çalışacak elbette! O da gider kendi başına iken hiç bir işe yaramayan emek gücünü, iş yapabilme kapasitesini, ücret karşılığında özgürce Bay Dickonson'a satar. Böylece, Ücretli adamın emek-gücü ve çalışma kapasitesi, onu çalıştıran  sermayedar Bay Dickonson'un malı, özel mülkü olur. Yani; artık, çalışma sonucu olan ürünün  asıl sahibi sermayedar Bay Dickonson'dır; ücretli-adam değil! Bu durumda, eğer ücretli-adam, emeğinin hakkını, karşılığını alıyor olsa idi kendi çalışması sonucu üretmiş olduğu ürünün tamamını alıp götürmesi gerekirdi. Oysa; ücretli-adam, çalışması karşılığında, sadece asgari insanlık düzeyinde yaşamasına yetecek kadar bir miktar ücret alır. Demek ki; mesele ücretli adamın emeğinin hakkını, karşılığını  alıp almaması değil; emeğinin üstünde hiç bir hakkı olmamasıdır. Bu hak sadece Bay Dickonson'a aittir. 

Özel mülkiyet hukuku gereğince sahibi olmadığın ürün ve mal  üzerinde her hangi bir hak iddia edemezsin. Aksi takdirde polis ve mahkemeler ve ceza evleri, yargıç ve savcılar, avukatlar.. işin içine karışır. Bay Dickonson'un yaptığı bu alışveriş piyasa düzenini ve  özel mülkiyet rejimini  varsayar. Eğer, toplumda, yaşamak için emek güçlerini  satışa sunmak zorunda olan  insanlar olmasaydı sermayeye dayanan üretim ilişkileri de olmayacaktı. İnsanların, içinde yaşadıkları ve bir parçası oldukları toplumu üretmek için yapmış olduğu işler ve birbirleriyle kurmuş oldukları ilişkiler, esas itibariyle, sermaye ve ücretli emek ilişkisine göre biçimlenmeseydi, özel mülkiyet hukukuna gerek kalmayacaktı. 

Sen parasını ödeyerek sütçüden satın almış olduğun süt ile ister çökelek yap ister yoğurt; ister sokak kedilerini besle; kime ne!. Satılan bir  malın nasıl kullanılacağı satıcısını ilgilendirmez, satıcı  alacağı paraya bakar. Çalışan-adam da sermayedara, yani Bay Dickonson'a  ücret karşılığında satmış olduğu emek-gücü üstünde hiç bir hakka sahip değildir. Satın alınan Emek-gücü üzerinde her türlü  tasarruf tamamen mal sahibine yani Bay Dickonson'a aittir. Şimdi; eğer emek-gücü sahibi bu alış verişte emeğinin karşılığını ve hakkını alıyor olmuş olsaydı, ham madde ve üretim araçlarının sahibi olan Bay Dickonson, bu işten zararlı çıkmış olurdu.  Çünkü; hem üretim araçları aşınacak ve hem de  ham maddesi tükenmiş olacaktı. Anlayacağınız Bay Dickonson bu alış-verişten  herhangi bir kazanç elde edemeyecek; karlı çıkamayacaktı. Bay Dickonsun'un bu alışverişteki yegane çıkarı,  emek-gücünün  kullanım değerinden değişim değeri elde etmektir. Yani emek gücü sahibine  mümkün olabildiği kadar "artık-emek" ürettirerek  "artı-değer" elde etmektir. 

Toplumda sömürüyü ve ahlaksızlığı niye başka yerde arıyoruz ki? Sömürünün ve ahlaksızlığın daniskası, çalışmayı "ücretli-çalışma" şekline sokmak; ve "ücretli-çalışma" yı kutsamak  değil midir.?  Ne kadar elverişli koşullarda gerçekleşirse gerçekleşsin ücretli-adam çalıştırarak üretim yapmak, esas itibariyle emeğin sermayeye olan köleliğini ve sömürü düzenini yeniden üretmek ve sürdürmek anlamına gelmeyecek midir? Öyleyse; hiç kimse, toplumdaki haksızlıkların, baskıların, adaletsizliklerin, zorbalıkların, işsizlik  ve yoksulluğun, hayat pahalılığının ve her türlü sömürünün  kaynağını başka yerde aramasın. Bütün bunlar ücrete kölelik sistemine dayanan üretimin ve onun dölü emperyalizmin  eseridir. Oysa;  insana, kendi eserinin kölesi olmak değil efendisi olmak yakışır değil mi?  Öyleyse; emek ürünleri ve eşyalar değil; emekçiler efendi olmalı!..

Neyse; sevgili okur, biraz geç oldu ama ben anlatmaya devam ediyorum,  uyumuyorsunuz değil mi? Zira "uyuyanlar uyandıramaz!" Sizi bilmem; ben kendi adıma, bir deneme yazarı olarak bu memlekette sabah oluncaya kadar uyumayacağım, ülkemin ve dünyanın aydınlanmasına hizmet edeceğim. O yüzden bana "hadi uyu" demeyin ortalık karanlıkken; uyuyamam zaten!. Bizim  babamız da böyleydi. Genç cumhuriyete kanat gerenlerden.. Devletin bir kuruşunu bile çarçur etmedi ilkokulunda. Her gün erkenden kalkar, bir kaç kez kullanmış olduğu nacar marka jiletini bir bardak suda keskinleştir; tıraş sabununu tıraş fırçasıyla köpürtüp tıraşını olurdu. Derken kahvaltısını yapar; kravatlı mutat takımını giyip evden çıkar ve ötelerdeki ilk okuluna yayan olarak giderdi. Bunu aksatmadan tam 35 sene yaptı. Üç çocuklu ailesiyle epey bi süre kirada oturmuştu.. Rahmetli Ayşe teyzem tarladan pamuğu kaldırttıktan sonra ne zaman elin müsait olursa  ödersin diyerek 10 bin lira vermişti. Ayni şekilde, tütün eksperi iyi kalpli Ali Amca'dan da 10 bin, etti sana 20 bin, Öğretmenler Bankası'ndan da 10 bin lira borç çekince yıllarca oturduğu ve miras olarak bıraktığı o bahçeli evi 1963'da, tasarrufu olan 2 bin lira ile birlikte, 32 bine öyle almıştı. Benim babam dürüst ve namuslu adamdı, Cumhuriyeti yobazlara yedirtmezdi. Fakat o zehirli Amerikan yardımı süt tozlarının ilkokul çocuklarına verilmesini engelleyememişti.

İşte; bir devrimle saltanatı yıkıp Cumhuriyeti kuran; malda mülkte gözü olmayan  fedakar kuşakların torunlarıyız bizler! Yani;  "Arkadaş! yurdunu alçaklara uğratma sakın/ siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın" geleneğinden gelenlerin; ve Mustafa Kemal Atatürk'ün yolundan gidenlerin torunları.. Ey sevgili okur, sen de katıl bu yaşam ve vatan savunmasına. Yüzyıllarca şu uğursuz emperyalist sömürü düzeni sürsün diye insanları felsefi, dini, kültürel, ahlaki, hukuksal, eğitimsel, bilimsel, sanatsal .. diyerek ideolojik masallarla yeterince mışıl mışıl uyutmuşlar zaten, daha ne uykusu!?. Kalkın bakıyım; üretkenlik kaynağımız emek-gücü herkesin kendi gözünde bir meta olmuşken  ve bu kabul görmüşken uyuyamazsın!

"Her labirentin bir ejderhası vardır" demiştik  ya, Vahşi Batı'daki Machine kasabası labirentinin ejderhası da, gaddarlığı ve öfkesiyle meşhur, Metal-Mine Company(metal ve maden şirketi)'nin sahibi ateşli silah imalatçısı, Bay Dickonson'dır. Bu kasabada  Bay Dickonson ne derse o olur. Ne doğru ne yanlış; kim haklı kim haksız; iyi kim kötü kim.. bunların hepsine Bay Dickonson karar verir. Hani, Fransız Devrimi’nden bu yana, "egemenlik kayıtsız şartsız milletin" di, meğer Bay Dickonson'unmuş!

Bay Dickonson, çalışma ofisine William Blake'in girdiğini görünce, alışıla-geldik  ilişki ve bağ kurma biçimi “silahlı” olduğu için, elindeki kendi imalatı olan uzun namlulu silahını ona do,ru doğrultarak, William Blake’i, tahtalı köye göndermekle tehdit eder. William Blake daha gençtir; tahtalı köyü ne yapsın, Bay Dickinson'un çalışma odasını terk etmek zorunda kalır.  Yozlaşmış Şirket çalışanlarının   alaysı kahkahaları arasından geçerek; ve elinde hiç bırakmadığı  o bavuluyla kendini o cehennem  işletmenin dışana zor atar. Tabi bütün bu olup bitenlere, William Blake'in geçim sıkıntısına ve işsizliğine..Bay Dickonson'un uzun namlulu silahına, şirket çalışanlarının o yozlaşmış şaşzaman kahkahalarına.. Nebuko'daki II.Nebukadnezar, hiç bir anlam veremez. Ama tarih sahnesindeki rolü henüz gelmediğinden resimdeki II.Nebukadnezar  olarak kalmaya devam eder.

William Blake yaşadığı şaşkınlığı üzerinden atamamış bir halde kendini kasabanın barında buluverir. Çaresizlik içinde, yelek cebinde kalan son meteliğe de  bir şişe cep içkisi alarak sokakta yudumlamaya koyulur. Henüz kredi kartı icat edilmemiş olduğundan en yakın bankamatikten para da çekemez.O esnada; kağıttan çiçekler yapıp satan çiçekçi bir kız, bardan çıkmakta olan bir sarhoş tarafından itilerek barın önünde yere düşer.( Dikkatli Okur hadi size yine iş düştü: Düşünün bakalım,bu sahneye nasıl bir fon müziği gider acaba, henüz ben bulamadım da).. Kimsesiz bir halde yerde yatmakta olan çiçekçi kızın ıslak kömür gözleri, ansızın, "dün gece  yar hanesinde yastığı  gene taş"   olan William Blake'in "ben yandım seni bilmem" diyen gözlerine değer.

Şimdi burada,William Blake'in yerinde rahmetli  Atilla İlhan'ın o çöp gibi incecik oğlanı olsa idi; ve çiçekçi kızın o  ıslak bakışları çöp gibi incecik oğlanın gözlerine değse idi, eminim ve kuvvetle muhtemel, hatta bahse girerim ki, güvenilmez bir anlatıcı olarak, benim de, felaketim olur; ağlardım. Bakmayın; aslında ben çok sulu göz bir güvenilmez anlatıcıyım. “Aman sen de,  şu ağladığın  şeye bak!?” diyebilirsiniz; ama garip bir şekilde, nedense,anlatı da olsa, kendi kahramanlarımın  tanıdık bir şiir kahramanıyla bile olsa, göz göze gelmesine tahammül edemiyorum işte. İsterseniz kıskançlık deyin ya da ne derseniz deyin. Ne var yani; güvenilmez bir anlatıcı olarak, kendi kahramanımı  kıskanamaz mıyım!? Gerçi; şimdi, o çöp gibi incecik oğlan kim bilir hangi tarihi çöplükte kimlerle çöpleniyordur. İşi yok da,  ta tarih ötesi çöplükten kalkıp gelerek; benim anlatıya maydanoz olacak; öyle mi!? Geç bunları anam babam; bu vesveseyi artık kafamdan atsam iyi olacak galiba. Yoksa, anlatıya devam edemeyeceğim. Ne güzel; sizler de “oh be!” dersiniz o zaman! 

En iyisi mi biz William Blake'e geri dönelim: "Acıyı bal eğlemiş" Çiçekçi Kız, ikinci göz ağrısı olacak olan William Blak'e : "kör olasın demiyorum kör olma da gör beni" diyerek Hasan Hüseyin'den bir dize ile seslenir. Fakat William Blake şaşkınlıktan bakan kör olduğundan cevap veremez. Talihsiz Çiçekçi Kız bu kez: "ne bakıyorsun öyle; yoksa portremi mi yapacaksın; yardım et bari" der. William Blake, öküz, sığır,camız,boğa...(ayı da dememi bekliyorsanız daha çok beklersiniz) değil ya; kağıttan çiçekler yapan kızın yerden kalkmasına yardımcı olur; ve çiçekçi kıza kendi  üç kuruşluk içkisinden yudumlatır. Ve birlikte çiçekçi kızın kalmakta olduğu eve doğru, beş parasız (şu paranın gözü kör olsun emi!!), yürümeye koyulurlar.O esnada, yakın-tarih öncesinden, nağmeleri sokağa taşan eski bir taş plakta Johann Sebastian Bach’ın do-major çello soloları çalmaktadır. (yaylı çalgı ailesinden viola da gamba ustası olduğunu söyleyen ve  kulağına müzik kaçmış örnek bir dikkatli okurum diyor ki: Bach’ın kadın biçimli enstrümanlara olan özel ilgisi nedeniyle, söz konusu eserini, sadece çello için değil, ayni zamanda kadınsı tüm yaylı çalgılar grubu enstrümanları için bestelemiş. “Elbet  bir gün sizin de kulağınıza müzik kaçabilir; klasik gerçeği lütfen çarpıtmayın!”diye de eklemeyi unutmamış.)  

Kağıttan çiçek yapan kızın kalmakta olduğu çiçeklerle dolu odasına gelindiğinde, “ ne memeler vardı zaten yoktular ” demeyeceğim, kızın kahraman memeleri varmış, William Blake'in gözüne çarpar; ve kendini madalyalı memelerin akışına bırakır. Ne yapsaydı yani; işsiz-güçsüz diye kağıttan kokusuz çiçek  yapacak hali yok ya! William Blake ile çiçekçi kız aşna fişne yapmak üzere tam yatağa sere serpe uzanmış ve  kızın pembe puantiyeli entarisi iyice sıyrılmışken "dank" diye kapı açılır.

(Ulan kapıyı çalsana; Gringo'nun Irak'taki ahırına, Yankee'nin Afganistan'ına mı giriyorsun!? Yoksa kendini  Kaddafi'nin Libya'sına saldıran işgal kuvveti Nato mu sandın!?  Kibar ol biraz kibar!! Bak sana “milli bayrak” gösteririm ha!!!! Diploması denen bir şey var değil mi şu küresel piyasalarda? Hiç olmazsa onu gözet biraz. Bir hanımın odasına ve Milli Devletin hanesine öyle kapıyı çalmadan  tekme ile giremezsin! Ne ayısı be; "tek dişi kalmış" muteber vahşi batı  herif seni!! Neymiş Demokrasiymiş.. Arkana almışsın işgalci askeri gücü ondan sonra demokrasi de dur. Yav Demokrasi kim sen kim!? Hem sonra; seninle ne diye iyi geçinmek ve serbest ticaret yapmak zorundaymışım ben !? Sıkıysa askeri gücünle bana da demokrasi getir bakıyım da göreyim seni.  Bak; işte o zaman görürsün milli devlet neymiş! Hem sonra; her kes ağzına almış bir demokrasi sakızı; ağzını yayarak ‘demokrasi, demokrasi’ diye diye çiğneyip duruyor şu Vahşi Batı’da, ama kimse "nasıl bir demokrasi" bu diye konuşmuyor. Sen önce hele şu ağzındaki sakızı at bakıyım da ne dediğin anlaşılsın bir! Yoksa; senin demokrasi dediğin bir avuç çokuluslu dev-tekellerin egemenliği ve sömürü sisteminin istikrarı mı?)

O da ne!? (Resimli çizgi anlatı baltalı Zagor’daki Çiko Gonzales gibi  caramba! ya da  vay canına! deseydin daha şık düşerdi, kovboy sahnesi ya. Bak böyle dikkatli okur uyarılarına can kurban!). Bir kovboy ve elinde bir hediye paketi..çiçekçi kıza geç kalmış aşkını ilan etmekte.. ama  nafile! Artık; hediye için çok geçtir. Gazozuna ilaç atılmamış Çiçekçi kız kovboya ilgi duymadığını söyler. Aşk böyledir işte vakitlice üretilmezse hep ayni trajedi! Aldatılmış ve gururu kırılmış bir kovboy ne yapar;kısa namlulu silahına davranır; namusunu(!) temizler değil mi?(Zaten şu  kovboylar,vahşi batı’da, oldum bittim  insanlarla  ‘silahsız-bağ’ kuramazlar ya..)  kovboyumuz da aynen öyle yapar. Burası vahşi batı’ydı ya; zevk için buffaloları öldüren, William Blake'i mi öldürmeyecek ?! fakat şans işte; William Blake ölmez; yaralanır; çünkü kovboyun ateş ettiği esnada çiçekçi kız kendini  fedakarca mermilere siper eder ve hayata veda eder.. Çiçekçi kız dersin değil mi, ama daha yeni tanıştığı bir adam için "cehennem olsa gelen"  göğsünü siper edebiliyor işte.

Sıkılan mermilerden bazıları  William Blake'in bavuluna isabet etmiştir. ve bavul'un kapağı açılır; bu bavul pandora’nın o meşhur kutusu olmadığından ortalığa sadece mukavemet şiirleri saçılır; ve bu çağ dışı ve şaşzaman(anakronik) hengamede artık tepkisiz kalamayacağını anlayan Nabuko'daki II.Nabukadnezar,Tarihe izinsiz ve iradi bir giriş yapar. Ve Tarihte Birey'in müdahil rolü başlar..( tarihte bireyin, seyirci rolü, figüran rolü, oyuncu  aktör rolü ; ve  ebe rolü gibi çeşitli rolleri vardır. Tarih gebe kalırsa ebeye iş düşer). Ölen çiçekçi kız nezdinde ölen bütün çiçekçi kızlar adına, yerdeki bazı mukavemet şiirlerinden gözüne ilişen Pablo Neruda’nın “buğdayın türküsü” şiirini, Antik Mezepotamya dillerinden Akadca dışında başka bir dil bilmemesine ve mutlak-monarşist bir hükümdar olarak sadece çivi yazılı kil tablet okuma-yazması  olmasına rağmen, okumaya başlar. (bak sen şu işe; II.Nabukadnezar için, bütün bunlar hiç hesapta yoktu! Ama Hayat böyledir işte; bazen,  rakı şişesinde balık olmaya özlem duyan Orhan Veli'nin o şiirindeki gibi, her şey "birdenbire" oluverir:

Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gök yüzü birdenbire oldu;
Mavi birden bire.
Her şey birdenbire oldu;
Birden bire tütmeye başladı duman topraktan;
Filiz birden bire oldu; tomurcuk birdenbire
Yemiş birden bire

Birdenbire;
Her şey birden bire oldu.
Kız birden bire, oğlan birdenbire;
Yollar kırlar kediler insanlar…
Aşk birdenbire oldu
Sevinç birdenbire…)

II.Nabukadnezar’ın odada “birdenbire” yankılan o davudi Mezopotamyatik sesi karşısında, adeta, taraflar arasında, geçici bir ateşkes yapılmış gibi,  şiir matinesi  molası verilir. (Keşke, halkları birbirine kırdıran savaşlarda, şiir, ateşkes olsa; ve "savaşma şiir oku" sloganı savaşların  beyaz bayrağı olsa da savaşlar hiç olmasa!)

Buğdayın Türküsü

"Halkım ben, parmakla sayılamayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sesliği aşmaya yarayan

Ölü,yiğit,gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
güzelim kızıl elleriyle
sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde".

Bu kez, “Hiç bir vakit tam karanlık değil gece” diye başlayan Paul Eluard'ın Aydınlık şiiri gelmiştir eline. Ortamdaki şaşkınlık ve suskunluktan yararlanarak onu da okur. Daha sırada Robert Desnos, Nikola Vaptsarov,  ve "vatan işgal altındaysa mutlu aşk yoktur" diyen Aragon…gibi bazı mukavemetçi ozanlar vardır sırada ama onlara dili dönmediği için okuyamaz. Fakat; Nazım Hikmet'in "ateşi ve ihaneti gördük" dizeleriyle başlayan Kuvayı Milliye Destanı'nı görünce dili hemen çözülür: 

"Biz ki İstanbul  şehriyiz/ seferberliği görmüşüz:/ Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin/ vagon ticareti, tifüs, ve İspanyol nezlesi/ bir de İttihatçılar/ bir de uzun konçlu Alman çizmesi/ 914'ten 18'e, yedi bitirdi bizi. (..) Biz ki İstanbul şehriyiz,/ Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan/ bir de Yunan./bir de zavallı Afrika zencileri/yer bitirir bizi bir yandan,/ bir yandan da kendi köpek döllerimiz:/Vahdettin Sultan/ ve damadı Ferit/ bir de İngiliz muhipleri/ ve mandacılar./ Biz ki İstanbul şehriyiz/ Yüce Türk halkı/ malumun olsun çektiğimiz acılar.. (..) Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat, / " hey gidi gönlüm," dedi, / "akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, / ya İSTİKLAL ya ÖLÜM!" dedi.

Bu  gaipten ansızın gelen şiir matinesi  ve ortaya saçılan mukavemet şiirleri, bizim tek dişi kalmış medeni kovboyumuzu iyice afallatır. William Blake, bu fırsattan yararlanarak; yastığın altındaki çiçekçi kızın tabancasıyla kovboya rastgele ateş açar. Henüz;  biraz-öte-tarihten yedi samuray'ın silahşörü Yul Brayner ustalığında olamadığından iki karavana, bir boynundan isabet; kovboy ölür. Ama; Çiçekçi Kız gibi, öldüğüyle kalmaz. “Çiçekçi kız da kim” demeyin sakın! Çiçekçi Kız'ı ne çabuk unuttunuz öyle! Oysa, az önce o, geçimini sağlamak üzere barda kağıttan çiçekler satıyordu.  Ben hatırlatmasam unutup gitmiştiniz. Lütfen, gavurun "ordinary people" dediği sıradan ve garip  insanlara biraz vefa, biraz vefa lütfen...onları hor görmeyi bırakalım artık!.William Blake ve Şarlo  gibi "düşmüşlere" el uzatmasını bilelim. Yoksul ve kimsesiz insanları, öyle belli belirsiz bir fonda yaşıyorlarmış gibi görmekten vaz geçelim artık! Bu dünya hep "esas oğlan"ların dünyası olarak mı kalacak? Ne yani; Efendisine  "atlar hazırdır efendim"dedi diye uşaktan vaz mı geçelim?

Ölen kaba kovboy, çiçekçi kız gibi, öyle öldüğüyle kalmaz. Çünkü;  o kimsesiz ve yoksul biri değildir; kasabanın patronu, maden-metal şirket sahibi bay Dickinson’un  oğludur.(Gerçi; İki taşımlık Öte tarihte, Spartaküs gibi, bağımsızlık ve özgürlük uğruna al kanlara bulanarak “öldükleriyle kalmayanlar[11]” da olmuştur. Ama nedense onları pek hatırlamayız). Bilirsiniz; ‘bırakınız sömürsünler, bırakınız ezsinler’ liberal-merhametsiz Şirketler dünyasında ve Vahşi Batı'da,  çaylarınız gibi  duygu ve düşünceleriniz; yani hayatlarınız da şirketten’dir.  Nereye kadar nasıl bir hayat  süreceğinize hep onlar karar verir.. Bay Dickonson ile yapılan kiralık katillik iş anlaşmasına göre, şirket namına çalışacak  olan kiralık seri katiller, medeni vahşi batı hukukuna uygun davranarak  en kısa zamanda Bay Dickonson’un  oğlunun katilini  yani William Blake’i, ölü ya da diri yakalayıp; özel görevli mahkemelerde yargılatacak; ve Şirketin adalet işlerine bakan memurları da “çok şükür adalet” yerini buldu diye tempo tutacaktır.

William Blake, kendini bekleyen akibetten habersiz, yaralı bir halde, kağıttan çiçeklerin  ve mukavemet şiirlerinin bir kısmını  sokağa saçarak; elinde Nebuko ile pencereden atlar. Ve bu kez, eski bir taş plakta çalan Johann Sebastian Bach değildir. Yanık bir  uzun hava kişnemesi’ dir . Sayın okur gene "ne kişnemesi" dediğinizi duyar gibiyim, ne kişnemesi olacak; tabi ki bir at kişnemesi. Her kes bilir ki, At kişner; eşşek anırır, horoz üürür, hatta, mevzu o değil ama, göt de ossurur(bu vesileyle, Picasso gibi biz de çift “ss” kullanalım biraz dedik). Hiç, attan başka, kişneyen bir hayvan var mı şu hayvanlar aleminde? Hani kişneyen tavşan ya da kişneyen kaplan gibi oksimoronlar mesela..Hem sonra, attan ayrı olarak, kendi başına(per se), nesnesi olmayan özne halinde, yani herhangi bir ata ait olmayan   bir ‘kişneme’ de olamaz! Zira;  her kişneme daima belirli bir ata ait kişnemedir; öyle  değil mi?

William Blake yaralı bir halde benekli atın terkisinde kasabadan uzaklaşır. Yol boyunca, sadece bir kez, benekli ata musallat olmuş  at sineklerinden kurtulmak için  at kestanelerinin bulunduğu bir dere kenarında biraz mola verir. Moladan istifade, aşağıda kaç benekli at var bilin bakalım?

Bay Dickonson'un benekli atları

Şimdi diyeceksiniz ki, ( "ne diyecekmişiz bakıyım?" Yeter artık ama bizi yönlendirdiğiniz! Her seferinde nereden çıkarıyorsun bizim "ne diyeceğimizi"?  Sayın güvenilmez anlatıcı abim, bizim de dikkatli bir okur olarak neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceğimiz hususunda birazcık tasarrufumuz olsun değil mi? Gerçi biz ne desek boş; güvenilmez anlatıcı olarak sen gene bildiğini okuyacaksın ama; olsun;  hiç olmazsa bu ikide bir yaptığın  anlatı numaralarını yutmadığımızı  bilmiş ol istedik), William Blake'in Nebuko ile birlikte dıgıdık dıgıdık kaçmasına yardımcı olan ve bir taş plakta çalan kişnemeyle dikkatleri üzerine çeken     o benekli atı oraya kim koydu ? "Kim koyduysa koydu canım" diyerek konuyu geçiştiremeyiz. Zira; ortada, bir gerçek var; ve   bu gerçeği sahipsiz bırakmak doğru olmaz değil mi? Cinnet geçiren tek dişi kalmış medeni-kovboy ile eski sevgilisi çiçekçi kızın cesetleri  henüz soğumamışken Gerçeği aydınlatmak zorundayız. Elbette; Gerçek'in kim için, kime göre, kim tarafından aydınlatıldığı çok önemli. Devrimci demokrat yazar Saltıkov Şçedrin'in Büyüklere Masallar'ındaki kurdun gerçeği  ile kuzunun gerçeği ayni midir? Bir kez kuzuyu yemeyi aklına koymuş kurt için kuzunun derenin neresinden su içtiğinin ne önemi var! Zira egemen bir güç olarak gerçeği tayin ve tarif edecek olan kuzu değil; kurttur. Gücü gücüne yeten Vahşi Batı'da da "gerçek", egemen gücün çıkarlarına ve amaçlarına hizmet eden şey demektir. Hadi; biz de bir ucundan tutalım şu iki kutuplu gerçeğin; bakalım bizi nereye götürecek? 

Kişneyen Benekli Atı oraya koyan fail(ler)i bulmadan "yüce adalet" yerini bulamayacağına göre, biz de güvenilmez anlatıcı olarak  şu yerini bir türlü bulamayan "yüce adalete" biraz yardımcı olalım bari: Önce, kapsamlı bir şekilde "suçu" planlamamız ve iyi kurgulanmış bir senaryo dahilinde, Bay Dickonson İktidarının yok edilmesini istediği hedefteki  bazı insanlar’ı, kanun önünde ‘suçlu bazı-insanlar’ haline getirmemiz lazım.

oval at pisliği
Bu iş için, suçlanmak üzere önceden tespit edilmiş bazı malum ve makul hedef kişileri, sanki makul şüphelilermiş gibi göz altına alarak işe başlayabiliriz. Yani; işi kolaylaştırıp ‘failden fiile’ gidebiliriz.. Nasıl yani demeden yöntemimizi anlatalım: At pisliği fiil, kişneyen benekli at da fail olsun. Amacımız da, hedefteki kişneyen benekli bir atı, sehven değil kasten, uydurulmuş ve imal edilmiş  sahte delillerle  "suçlu"  ilan etmek olsun. Çünkü, kurgumuza göre kişneyen benekli at, makul şüpheli‘suçlu at’ rolünde. Kendi özel imalatımız olan at pisliğini delil diye bir şekilde kişneyen benekli ata mal edersek meseleyi büyük ölçüde halletmiş oluruz. Bütün dava, bu "pisliği", yani fiili, faile bağlamak ve mal etmek için bir dizi alengirli pis işler yapmamızda. Yoksa; hangi "at pisliği" kendi kendine, herhangi bir ata gidip de, "meğer; ben senin pisliğinmişim" der, di mi?

Bu mübarek ve hayırlı özel pis(lik)-iş için, önce, sanki başka bir yerden alınmış süsü verilerek Bay Dickonson'un haralarındaki atlara ait benekli beneksiz  at pislikleri örnekleri toplanır. Bay Dickonson'ın benekli atlarının pisliğinde mavi boncuk değil saman sarısı küçük benekler olduğundan, benekli pislikler tasnif edilir; beneksizlere ise benek kondurulur. İçlerinden irice ve oval biçimli olanlar özel oval kaplara konarak güzelce ayıklanır; ve zamanı geldiğinde kullanılmak üzere derin donduruculara yerleştirilir. Ancak, şunu unutmayın ki,  benekli at pisliğinin oval olması şart! Çünkü; suçlanacak kişneyen-benekli-atın pisliği, Vahşi Batı'da ayni oval   merkezden, oval-pislik kafalılarca standart olarak imal edildiği için  oval olmak zorunda.
                         
Şayet; pislik imalat deponuzda yeterince oval at-pisliği kalmazsa sakın üzülmeyin ve endişelenmeyin. Pislikten çok ne var şu Vahşi Batı’da. Malum şu pislik uzmanlar(ı) sayesinde her çeşit pisliği tappuşlayıp ovalleştirebilir; ve üzerine sarı benek kondurabilirsiniz. Burada önemli olan şey, kullanım sırasında, depodaki mevcut at pislikleri ile diğer pislikleri birbirine karıştırmamak; ve her çeşit pisliği üstünüze başınıza bulaştırmamak. Faraza, eğer At pisliği alıyorum diye sehven eşşek ya da tavşan pisliği alırsanız başınız ağrıyabilir. Zira tavşan pisliği, keçi bokugiller familyasından olduğu için yuvarlaklığıyla hemen ayırt edilir ve ovalleştirmeye pek gelmediğinden özel imal edilmiş delil olma evsafını yitirir. Ayrıca; kasaptaki ete soğan doğramayanlar  gibi, tavşan pisliği de ne kokar ne bulaşır. Dolayısıyla,  “tavşan kaç tazı tut” tarzı dalga operasyonlarında  “tavşanın korktuğu için mi kaçtığı yoksa kaçtığı için mi korktuğu pek belli olmaz. Öte yandan; örgütlü tavşan pislikleri üzüm salkımı gibi toplu halde olduğundan, kokusuz olmasına rağmen örgütün bir ve her  numarası hemen tespit edilebilir.

Eşek pisliği derseniz o da ovalleştirmeye gelmez. Çünkü; çoğu zaman vıcık olurlar. Gerçi bu oval(leştirme) pislik işlerinde yeterince deneyimli ve birikimli pislik herifler, yani pimpis uzmanlar varken niçin onların pislikleri bu pis işlerde kullanılmaz o da ayrı konu. Ama siz de haklısınız; elinizde onca hazır oval at pisliği varken ne diye eşek pisliğiyle uğraşıp eşşeklik edesiniz ki?

Buraya kadar anlatılanlarda bir pislik yoksa devam ediyorum. Sonra; malum pislik planımızın bozulmaması için, oval at pisliğini  at sineklerinin gelemeyeceği  bir sandığın veya torbanın içine koyarak bu pisliğin sahibi olacak olan benekli atı bulmak üzere Vahşi Batı Başkanlık Oval Ofisi’nden, “deeeh!!” diyerek,  Benekli Oval At-Pisliği Operasyonunu başlatırız. Operasyona katılan şerifin adamları da, sadece, bu pis işleri yaparken etrafa pisliklerinizi saçmamaya dikkat etsin yeter. Zira; istenmeyen biri, kazara pisliğin üzerine basarsa, onu da bu pisliğe, yani Yüce Adalet'e bulaştırmış olursunuz ve foyanız meydana çıkabilir.

Sandık ve torbalardaki kimyasal muhtevası kayıt altına alınmış ve pislik envanterlerine geçmiş seri imalat at pisliklerini, uygun göreceğiniz operasyonlarda kullanmak üzere, karlı bir kış günü, Zırvalama Vadisin'de, Poyrazlı Mavalköy'de ve Koftiden Gölbaşı'nda, mevkisi önceden işaretlenmiş ve birkaç kerterizle kolayca bulunabilecek belli bir yere iz bırakmadan gizlice ve bulunmayı bekler bir halde gömmekte yarar var. Böylece; pisliğe ihtiyaç duyduğunuz zaman adına “gazeteci” denilen özel görevli psikolojik savaş elamanların gözleri önünde kazılar yaparak "aha bak gördünüz mü Şerifim, burada ne pislikler varmış" diyerek "delil" olacak pisliğinizi mis gibi, tap taze, sanki kendi elinizle koymuş gibi bulabilirsiniz. "Delil" haline getirmiş olduğunuz o at pisliklerini, artık,  o pisliğe uygun gördüğünüz makul ve malum  suçlu kişneyen benekli bir atın altına kanun namına bırakmak suretiyle o atı 'basbaya-suçlu' kişneyen benekli at haline getirmiş olursunuz. Bundan sonrası artık sizin için peynir ekmek. Özel  İmalatınız olan  malum ve makul şüpheliyi  tutuklanmak üzere  kolayca göz altına alabilirsiniz artık. Ve böylece o çok özlenen ve beklenen Yüce Adalet de kısmen yerini bulmuş olur.

Gözaltına alma ve delil uydurma yöntemimizi  böylece tespit ettikten sonra, şimdi; ilerde adı, faile göre belirlenecekse,  'Kişneyen Benekli At'; yok eğer fiile göre belirlenecekse 'Oval At-Pisliği Davası' olacak olan Davamıza tekrar dönebiliriz. Bunun için İktidarın Başı Bay Dickonson ve Şerif’in müştereken, daha önceden hedefe tahtasına koymuş olduğu makul-suçlular, yani, makul şüpheli denen 'malum' suçluları, burası Vahşi-Batı ya, asıllı-asılsız olmuş hiç fark etmez, hakkınızda isimsiz  bir "ihbar telgrafı"  var diyerek tutuklamak üzere göz altına alırız. Şerifin adamları  olan  “gazeteciler”, yani, psikolojik savaş elemanı olan İktidar Bülteni Mensupları aracılığıyla da, kasabalıyı kandırmak yani ikna etmek için "kişneyen benekli atı oraya koyanların kimlikleri belirlendi” diye bir şayia çıkartarak; ve nasıl olsa elimizde, iftara attığımızda izi kalacak olan  pislik bol miktarda olduğundan,  göz altındakiler hakkında yoğun bir iftira ve yalan kampanyası başlatırız. İftira kampanyasını takiben, Bay Dickonson 'un kasaba ve eyalet yargısına sızmış adamları vasıtasıyla da, ister hukuka uygun olsun ister olmasın fark etmez, Vahşi Batı hukuku dilinde, çoook uzun arapsaçı bir iddianame hazırlatırız.

Arapsaçı İddianamenin  sayfa sayısını ise, öyle ince hurufi ve ebced hesaplarına hiç girmeden, "24 mıh hesabı" yöntemiyle  kolayca tespit ettiririz. Malumunuz, atların dört ayağı bulunur ya her ayak için bir nal gerekir. Her nal da altı mıh ile atın ayağına çakıldığından demek ki atımızın ayaklarında toplam 24 mıh  var demektir. Şimdi; söz konusu arapsaçı iddianameyi yazmak için Savcılık makamına, aldığı özel talimat gereği, birinci mıh için bir sayfa, ikinci mıh için iki sayfa, üçüncü mıh için dört sayfa, dördüncü mıh için sekiz sayfa. böylece, bir öncekinin iki katı artış oranlarıyla 24. mıha geldiklerinde, ek'ler hariç, sayfa sayısının  toplam  8 milyon 388 bin 608 olması gerektiğini tespit ederek iddianameyi yazdırırız. İddianamenin okunması için gerekli ve yeterli olan toplam gün sayısını da, ayni şekilde “24 mıh hesabı” ile bulduktan sonra, makul şüphelileri, göz altındaki “ölme eşeğim ölme” adil yargı bölmesinde bekletiriz. 

Şimdi, madem elimizde bizce malum ve makul  failler yani  "suçlular" var; bu faillere yakışan fiilleri ve delilleri gukuk(bağışıklığını kaybetmiş olan Hukuk) diline uydurarak iddianamede bir bir sıralayabiliriz. Ve başlangıçtaki "a priori[12]gerçek'in keyfini çıkarabiliriz artık. Yeter ki; iş, kılıfına uygun delil imal etmeye kalsın; eminim Şerif'in çete adamları ve Bay Dickonson’un eyalet bölge çete temsilcileri gerekeni yapacaktır. Ne bileyim; mesela, kişneyen benekli atın  nalının mıhı Zırdeli Vadisi arpa deresinde bulundu diye söylenti çıkaracaktır kasabada...Ve mümkünse inandırıcı olması içi arpa deresinde bulunmuş olan ve üstünde ıslak arpalar bulunan o mıhı, nalıyla birlikte hem nalına   hem de mıhına vurarak   kasabalılara gösterecektir.
Benekli at süsü verilmiş makul şüpheli eşek

Hatta gerekiyorsa,"atın ölümü arpadan olmuş" deyip arpayı fazla kaçırma sonucu nalları havaya dikmiş bazı eşeklerin, üzerine biraz arpa da serpilerek benekli at süsü verilmiş bir halde, sanki benekli at nalları havaya dikmişcesine fotoğrafları Şeriflik marifetiyle kasabalıya dağıtılacaktır. Hani şu algı-yanılsaması yönetimi diyorlar ya, işte onu, usulüne uygun olarak yapacaklardır. Tabi, bu arada, adı Kişneyen Benekli At ya da Oval At Pisliği olacak davanın, Şerifin dalkavuk ve şarlatan gazetecileri marifetiyle kasabalının diline düşmesi de sağlanmış olacaktır.. Göreceksiniz, bu sayede "gerçek" büyük ölçüde aydınlatılmış; ve başlangıçtaki örgütlü ‘suç planlaması’na uygun olarak,  pek ala; hedefe konulan masum insanlar   " basbaya suçlu" ilan edilmiş olacaktır.  

Peki; o kişneyen benekli at oraya  William Blake kaçsın diye "kasten, pardon yani, sehven" konulmuş olamaz mı? diye soranlarınız varsa eğer, sevgili okur, onlara söyleyeceğim şudur: (Gerçi bunun daha kasteni mi kaldı ama, hadi neyse anlatalım..). İster kasten ister sehven konmuş olsun, şu egemen-kovboy hukukunun ve her çeşit haydutluğun   hüküm sürdüğü Vahşi Batı'da, her ne olup bitiyorsa, siz sanıyor musunuz ki öyle kendiliğinden oluyor? Bütün olup bitenlerin arkasında muhakkak  bir tasarım, bir gaye aramak gerekir bence. İki taşım Tarih ötesinden George Politzer'i hatırlayın:  Ne diyordu George Politzer, St.Germain bulvarında kolundan yakaladığı Henry Lefevbre'ye : "provokasyon yok; provokatörler var sadece!". Provokasyon eylemini provokatörün varlığından ayırırsak; ondan ayrı olarak,  kendi başına ele alırsak provokasyon gerçeğini çarpıtmış oluruz değil mi? Bu olaylar da öyle kendiliğinden olacak şeyler değil işte; önceden planlanmış ve kurgulanmışlar.Yani bu olayların belirli özneleri var. O öznelerden ayrı ve bağımsız değiller. Önemli olan, söz konusu plan ve tasarımları yapan; senaryoyu yazan; oyuncuları, figüranları, esas oğlanları; kötü adam ve kötü kadınları…tespit edip; oyunu yöneten o  asıl özneyi deşifre etmektir;   ve oynanan oyunu bozmaktır.
                                                                         
Aslında; Vahşi Batı’da, Kişneyen Benekli At Davası hakkında tevatür muhtelif. Bazılarının dediğine göre, güya,  William Blake’in kaçması için o kişneyen benekli atı oraya, sehven, Sinsi Nurlu Örümcek Ağı Tarikatı mensubu kasabanın şerif yardımcısı koymuşmuş. “Yahu; Şerif yardımcısının işi yok da, kasten, yani sehven,  William Blake’in kaçmasına yarayan bir kişneyen benekli at imal edip oraya nasıl koysun?” demeyin; Vahşi Batıda Bay Dickonson'un at çiftliğinde, mahmuzlu-metal-adamlar dürtme teknolojisiyle at öksürmesinden at hapşurtmasına ve at hıçkırığı tutmasına kadar neler üretiliyor neler. Malumunuz at kişnemesiyle at kavramı arasında "fark" var;  at kavramı kişnemez, ama; mahmuzlu metal-adamların dürtme teknolojisiyle adamlar ‘at kavramını’ bile uzaktan kumanda ile kişnetebiliyorlar.(vay canına diyen yok mu!? Hiç olmazsa caramba! diyin bari, yıllarca o kadar western filmlerini boşuna mı izlediniz yoksa!?). O koca başbakanları bile, beyinlerine çip takılmışcasına,  bir parmak işareti ile uzaktan kumanda edenler,  bir benekli atı  uzaktan kumanda ile  kişnetmiş çok mu yani!?

Peki ama bir "at kavramı" niye kişnetilir ki uzaktan Feridun abi? (Edip Cansever'in mendilinde kan sesleri güzel Ahmet abisi varsa benim de ‘kişnemede kan ve ölüm sesleri’ Feridun abim var; ona göre!).Canlı bir at değil; kısrak değil; sadece bir "kavram", "at kavramı" niye uzaktan kişnetilir ah benim güzel Feridun  Abim? Bu gün at kavramını kişneten yarın ya eşek kavramını anırtırsa, ertesi gün demokrasi ve özgürlük kavramını koyun gibi  meee'letirse maazallah burası ‘oynatmaya az kaldı’ hayvanlar çiftliğine döner. Hukukun üstünlüğü adına kavramlardan kimse öyle  keyfe keder eylemler icat etmesin, aksi takdirde, er geç kasabalı da  ossurup ossurup ipe dizer, bunu yazın bir kenara Feridun Abi.

Peki tamam; sizin dediğiniz gibi, hadi bir an için o kişneyen benekli  atı, oraya, Sinsi Nurlu Örümcek Ağı Tarikatı mensubu şerif yardımcısının   koymuş olabileceğini kabul edelim. Ama o zaman da, hayatın olağan akışına karşı gelmiş olmuyor muyuz? Nasıl yani? demeyin; açıklayacağım: Bir defa Adam, yani şerif yardımcısı, tarikat mensubu bir kanun adamı.. O bölgede kişneyen benekli atların sadece Bay Dickonson'un aygır deposunda olduğunu bilir. Yüzlerce atı olan ve çok iyi korunan  Bay Dickonson'un aygır deposuna hırsızlık için girmesi, yüzlerce çift yeme riskini göze alması demek olur. Ayrıca bu  bir suçtur. Ve tarikat mensubu bir kanun adamı olarak böyle bir  suçu planlamak "kanunsuzluk" olur! Dahası, benekli atı kanunsuz bir şekilde bulduk diyelim,  bu sefer de, William Blake kaçarken farkına varsın diye, onu, nasıl kişneteceğiz? Benekli atlar öyle durduk yere kişnemez ki!  Onları, ayrıca, amaca uygun olarak birilerinin  kişnetmesi lazım. Bu ise özel bir uzmanlık ister. Şerif Yardımcısının tahsili ve aldığı özel kurslar ortada.  Ve sicili belli. Gerçi siciline “tarikat mensubudur; dikkat edilmedir; şebekecidir; çete mensubudur..” diye not düşülmüş ama, olsun. Hasılı bu iş,  Şerif Yardımcısı'nın işi olamaz. Ama siz hala ikna olmadınızsa ve bunlardan her şey beklenir; bunlar kanun adına 'suç planlayan' kanun adamları örgütü ve  gizli suç şebekesi’dir diyorsanız, onu bilemem işte! Zira; burası Vahşi Batı, onlardan her türlü "pislik" beklenir!

tacizci at sineği(gadfly)
Diğer bir husus da kişneyen benekli atın sırtına o tacizci at sineklerini(gadfly)  kimin musallat ettiği? Hatırlayın, hani; William Blake kaçarken at kestanelerinin olduğu bir dere kenarında mola vererek at sineklerini kovmak zorunda kalmıştı ya.. (Bir dakika sayın güvenilmez anlatıcı, bir dakika.. madem bir dikkatli okur olarak anlatıya katılma hakkımız var demiştiniz, peki öyleyse söyler misiniz bize, ilerde, "at sinekleri komplosuna" delil teşkil etsin diye,  ne malum o dere kenarındaki molayı sizin önceden kurgusal olarak ayarlamadığınız? ) velev ki ben ayarladım; ne olmuş yani!? Burası Vahşi-Batı dememiş miydik; nasıl olsa eninde sonunda ‘yüce adalet' egemen-güce ‘ayarlanmış’ bir şekilde yerini bulmayacak mı; ve  yaptığımız yanımıza kar kalmayacak mı zaten? Hem sonra konumuz kurgular değil gerçek at sinekleri, siz simdi şuna kafa yorun biraz:  mantıken  bu at sineklerini at sırtına koymak tek kişinin işi olamaz; bu iş, mahiyeti itibariyle, muhakkak bir organize iş olmalı. Hani, eski Atina'da olsak, tanrı tarafından, bir "at sineği" olarak uyandırıcı ve canlandırıcı olsun diye devletin başına musallat edilen Sokrates örneğine bakarak, tanrının bu işte parmağı var diyebilirdik.

Yine, bir an için, at sineklerini tarikat mensubu Şerif Yardımcısının benekli atın sırtına yerleştirmiş olabileceğini farz edelim. Peki ama, o zaman da, o kadar at sineği, tek başına bir kanun adamı tarafından, hangi bataklıktan nasıl toplanacak ve onlar neyle taşınacak? Bu muazzam organizasyonun maliyeti Şerif Yardımcısının maaş bordrosunda gösterilen aylık maaşı ile karşılanabilir mi? Bu iş için özel bir fona ihtiyaç yok mu sizce? Siz hala tek bir kişiye takmışsınız kafanızı bir günah keçisi arıyorsunuz. Bu iş ancak  organize bir iş olabilir. Zaten, ücretli ve ücretsiz köleler hariç, organize olmayan ne var ki şu dünyada!

Eğer At Sinekleri, kese kağıdı ve karton kutularla taşınır  diyorsanız, bir kese kağıdının ve karton kutunun boyutları ve hacmi belli. O kadar at sineğini Vahşi Batı bataklıklardan toplayıp getirmek  için yeterli ve elverişli kese kağıdını ve karton kutuyu nereden bulacaksın? Hadi buldun diyelim, bu sefer de, o kadar at sineğini eşek sırtında taşırken, kese kağıdı ve karton kutuların yüklendiği eşeklerden kasabaya kadar  bir eşek-yolu konvoyu oluşturman eşeklik olmaz mı? Yaklaşık  iki kilometrelik bu konvoy her kesin dikkatini çekebileceğinden akıllıca değildir. Yok eğer deniz yolu ile gemi ambarında taşıtırım diyorsan o zaman da sineklerin deniz tutması riskini göze alacaksın demektir. Ayrıca; hava muhalefeti dolayısıyla, ambar sızdırmazlıkları iyi değilse, tüm karton kutular ve kese kağıtları ıslanmış olacağından sefer sonunda  en az yarıdan fazla at sineği telef olmuş olacaktır. Ondan sonra zararı tazmin edeceğim diye  işin yoksa sigortacılarla boğuş dur!

Öte yandan; at sinekleri hacimli yük sınıfına girdiğinden sineklerin uçuş aralığı mesafesi nedeniyle ambarlarda çok fazla yitik hacim(broken stowage) olacaktır. Yitik hacimli yüklerin  navlunu çok yüksek olacağından at sineklerinin gemi taşımacılığı astarı yüzünden pahalıya patlayacaktır. Ayrıca, at sinekleri, atlar olmadan yaşayamazlar ki; adı üzerinde at sineği! Ama; Atı bulsan, bu kez de denizli havalarda gemi dalgalardan at gibi şaha kalktıkça, ortalık at kişnemesinden geçilmez. Ve at sineklerinin kan emici saldırıları ve baskısı ile de atlar, yemeden içmeden  kesilirler. Hem sonra, yükün emniyeti ve  yola elverişlilik belgesi alabilmek için deniz taşımacılığı kuralları gereği sefer boyunca gemide baytar da bulundurmanız gerekecektir. Deniz tecrübesi olan baytarı nereden bulacaksın; sonuçta, yine deniz simsarlarının eline düşeceksin demektir. Bütün bunlara para mı dayanır!  
deniz tutmuş tacizci at sineğinin alttan görünüşü

Aslında; en iyisi mi at sineklerini deniz yoluyla gemi ambarlarında taşımamak. Çünkü gördüğünüz gibi, telefat çok fazla olmakta ve maliyet artmakta. Ayrıca, telefat nedeniyle, Vahşi Batı Deniz Telefatları İzleme Komitesi Raportörü hakkımızda ileri geri bir rapor da tutabilir. Ama; eğer at sineklerini, bu kez, özel maksatlı at-sineği-konteynırları ile gemi güvertesinde taşırım diye ısrar ediyorsanız o zaman da  güverte üstü yükleri konvansiyonu gereği at sineklerini çok iyi lashing (deniz-bağı) yapmanız gerekecek. Aksi takdirde, kuvvetli bir rüzgarda hepsi sapır sapır denize dökülecektir. Hassas ve kırılgan   yüklerden olan   at sineklerine laşing yapmak, daha baştan at sineklerinin kolunun kanadının kırılması anlamına da geleceğinden, at sineklerini evsafını yitirmiş yük statüsüne sokacaktır; ve yükleme sırasında yükleme ordinosuna çekinceler konacağından bir türlü ‘temiz’ konşimento(taşıma senedi) imzalanmayacaktır. Ve alıcı, malını sapasağlam alamayacaktır.

Sayın dikkatli okur, “peki bütün bunların kişneyen benekli at veya  oval at-pisliği  davası ile ne ilgisi var!?” diye soracak olursanız ben de size cevap olarak: zaten; bu dava, başından beri, aslında, “bütün bunların, bu davayla ne ilgisi var?" davası değil mi  derim. Bütün mesele, zaten, dava dosyasını, ilgili-ilgisiz, abuk sabuk, saçma-sapan bir takım karmaşık şeylerle alabildiğine kabartmak ve balon gibi şişirmek değil mi? En iyisi mi, bu davada siz bir rabıta ve mantık aramayı bir yana bırakın da şu söyleyeceklerimi bir dinleyin: Davanın ruhuna sadık kalarak son olarak diyebiliriz ki at sineklerinin güverte üstünde taşınmasının Denizde Çatışmayı Önleme Kuralları gereğince de bazı sakıncaları bulunmaktadır. Seyir halindeki çatışma riski taşıyan iki gemi kural gereği yapacağı manevrayı önceden belli etmek ve  birbirlerini uyarmak zorundadır. Bu gemiler bazen gemi düdüğüne ihtiyaç duyabilirler. İşte; böyle durumlarda gemilerden herhangi birinin gemi düdüğüne asılması halinde At sineklerinde alışık olmadıkları bu ses şiddetiyle karşılaşmış olmalarından ötürü, can havliyle kanatlarını kopararak laşinglerinden kurtulabilirler ve konteyner havalandırma deliklerinden kaçışarak köprü üstü kumanda yerine dolup  geminin sevk ve idaresini, sekteye uğratabilirler. Ve bu da, allah muhafaza, felaketle sonuçlanabilecek gemi kazalarına yol açabilir.

At sineği taşımacılığı Kadıköy-Karaköy arası kısa mesafe yolcu gemilerindeki eğlenceli martı taşımacılığına benzemez. Orada, ince belli sarı sırmalı bardakla içtiğin çay eşliğinde, bir tabla küncülü gevrek simit parçalarıyla martıları karşıdan karşıya taşıyabilirsin. Ama at sinekleri öyle mi? Onlar taa Atlantik sahillerinden deniz aşırı diyarlara uzun mesafe taşımacılığıyla gönderilebildikleri için günlük küncülü simite değil aylık kumanyaya ihtiyaç duyarlar. Ama at sineklerinin yegane beslenme kaynağı ve kumanyası atlardır.. Sırf  at sinekleri beslensin diye yeterli sayıda atı,  uzun mesafe yolculukları için gemiye yüklemek de pek  akıl karı değil. Zira; uzun boylu uzak yol gemilerinde at taşımacılığı yaparken stabilite(denge) ve trim(başlı-kıçlı olma) hesaplarını çok iyi yapmazsanız Atlantikte yalpalar ve boğulabilirsiniz. Fırtına esnasında o dalga tepesine çıkayım derken bu dalga çukuruna aniden düşebilirsiniz. ve mazallah kamburlaşma(hogging) ve çukurlaşma(sagging) nedeniyle gemi ortadan caaart diye kırılıverip ikiye bölünebilir; ve gemide ne birlik kalır ne bütünlük!   Ondan sonra, denizden kişneme feryatlarını işit dur. Hasılı; özel maksatlı  konteynırlarda  at sineği deniz taşımacılığına  kimse rağbet etmeyecektir. Ama, at sineklerinden bazılarını   tanık koruma programından yararlandırmak suretiyle, önce tutuklayıp sonra çok amaçlı  "makul-şüpheli-gizli -tanık" yaparsak belki at sineği gerçeğini biraz  aydınlatabiliriz.

Nasıl mı? Açıklayabilirim: 

çift kanatlı eklem bacaklı at sineği
Malumunuz; at sinekleri  çift kanatlı eklem bacaklı asalak uçuculardan  olduklarından, onları, gizli türeme ve sızma yoluyla ile bir ata, hele ki kişneyen bir benekli atın kuyruk sokumuna eklemlememiz çok kolay olacaktır. Kasaba Şerifliğinde, bir tutanakla, at sineklerinin ta başından beri zaten kişneyen benekli atın kuyruk sokumunda yuva yaptığını, ve sırtında barındığını; hatta, kişneyen benekli atın, anasının karnındayken bile bu at sinekleriyle haşır neşir olduğunu uydursak, yani; anlayın işte, iddia edersek, emin olun, kasabalıyı şu "Kişneyen Benekli At Davası"na inandırabiliriz..Tabi; kasabalıda istenen algının yaratılmasında Şerifin Adamları olan ve kendilerine “gazeteci” süsü veren  İktidar Bülteni Mensuplarına, çok iş düşmekte. Söylemeye bile gerek yok; Bay Dickonson’un matbası ve basını bu işler için var zaten. O yüzden; önce biz, Kasabadaki şerif ofisinde, binlerce at sineğini, sirke sineği, kara ve sivri sinek, kurt atan yeşil sinek... gibi bilumum uçuculardan ve haşerelerden ayırdıktan sonra, hepsini  beyaz bir cibinlik içine hapis edelim. Cibinlik içindeki at sineklerinden bazılarını  "beyaz-cibinlik" kod adıyla, korumaya ve özel beslemeye alalım. Göreceksiniz, kısa bir zamanda, "beyaz-cibinlik" kod adlı  özel beslenme ve koruma altındaki at sinekleri, kafalarındaki özel görevli yön bulucu antenleri sayesinde  kişneyen benekli ata çok çabuk ulaşacak; ve onu, istediği zaman, makul şüpheli bir at gibi  kişnetebilecektir. 

Gerçi, at sineklerinin çoğalmak için kara sinekleri taşeron olarak kullandığı söyleniyor ama, bu  ne kadar doğru bilemem. Malumunuz, çift kanatlılar(sanki tek kanatlılar varmış gibi!) aleminde, bu  kara sineklerin, pisliklere konması saymakla bitmez. Ve bunlar, özellikle orta çağdan beri  karanlıkta  geri geri uçmalarıyla meşhurdurlar. Kafalarındaki özel görevli antenli alıcılarına bakılacak olursa, taşeron olarak kullanılma ihtimalleri çok yüksek görünüyor. Hatta, bazı istihbarat kaynaklarına göre, bazı kara sineklerin, “resmi-hizmet sineği” adı altında, özellikle Afrika gibi geri bırak(tır)ılmış yerlerde, okulların bulunduğu mahallerde, 'bırakın uyuyanlar uyan(a)masın; uyuşanlar uyuşuk kalsın' diye, Ashab-ı Kehf  uykusu ("Yedi Uyurlar Derin Uykusu" ) bulaştırdıkları bile  oluyormuş.

Yalnız anlayamadığımız bir şey var: normal olarak at derisi titreşerek bu at sineklerini kaçırtabilecekken   nasıl oluyor da o kadar at sineği koloni halinde bunca yıl atın sırtında kalabiliyorlar? Benekli Atımız, hani; titreyip kendine gelenler gibi,  şöyle bir silkinse ve derisini titreterek kendine gelse,  bütün bu at sineklerini üstünden kovabilecekken, nedense, bu uçucu-kaçıcı asalaklara yıllarca bedeninde konaklama izin vermiş; onları beslemiş. Bu tuhaf hususun da bir şekilde  aydınlatılması gerekiyor aslında.

Sevgili dikkatli okur sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı, bu arada, hiç mi "meşin kırbaç" şaklamadı? O kadar kişneme oluyor, nedense, meşin kırbaçtan hiç bahseden yok!? Malumunuz; hani delil uydurulması için  Vahşi Batının Ak Tolgalı Beylerbeyi " deeeh! (hayvan dilinde ilerle!! demek)" diye haykırmıştı ya, işte o arada meşin kırbaç illa ki şaklamış; ve yağız atlar da kişnemiş olmalı.(isterse kişnemesin; arpası kesilir, saltanatı son bulur yoksa!); ve bu hengamede at sinekleri de haliyle kaçışır. Ama; bunlar özel arpayla beslenen özel görevli "benekli" atlar oldukları için belki meşin kırbaç kar etmemiş olabilir. O yüzden; makul şüpheli benekli atın kişnemesinden önce ve ya kişneme sırasında, fark etmez, meşin bir kırbacın şaklayıp şaklamadığı hususuna da bir açıklık getirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Ve özellikle, para peşin kırmızı meşin kırbacın, olay anında, kimlerin elinde bulunduğu; ve şaklatılmışsa ne amaçla ve ne  sıklıkta şaklatıldığı, Şerif'in adamlarınca, tarih ve saati önceden "ayarlanmış" olarak, olaydan önce düzenlenen Olay Mahali Tespit Tutanağında ayrıca belirtilmelidir.

Bay Dickonson’un Kasabasında en çok konuşulan konulardan birisi de, yargılamaların, Bay Dickonson'a ait özel bir aygır deposunda, At kişnemeleri eşliğinde, Özel Görevlendirilmiş ve Yetkilendirilmiş At Kişne(t)me Mahkemelerince görülecek olmasıdır. Yargılamanın açık ihlali anlamına gelecek olan bu uygulamanın,  yargılanacak olanları, yüzlerce at tepişmesi ve kişnemesi arasında bırakacağından;  Vahşi Batı'nın kanun adamı kılıklı tarikat mensubu at hırsızı çetesinin  açık hedefi yapacaktır. Sanık avukatları, yargılamaların yapılacağı mahkemenin, kasabadaki bir kamu binasına alınması için, bir üst mahkeme olan  Tam Yetkili Eyalet Yüksek At Kişneme ve Kişnetme Beygir Mahkemesine itirazda bulunmuş; ama, gerçeğe ulaşmak için çok sayıda benekli atın kişneyeceği/kişnetileceği duruşmalar sırasında yargılamaların  yapılacağı Mahkeme, kasabalıların  ilgi odağı olur da, kasabada önü alınamayan  toplu kişnemeler başlarsa; top yekun bir kişneme salgını kasabayı ve diğer kasabaları hatta eyaletleri sararsa, işte o zaman, ne “hukukun-üstünlüğü”  ne de “hukukun-alçaklığı”  kalır mülahazasıyla söz konusu talep reddedilmiştir.

Kasabanın ileri gelenleri ve geri gidenlerinin belirttiğine göre, dikkat çekici diğer bir husus da, Bay Dickonson’un Özel Aygır Deposunda görülmekte dava  boyunca, Oval At Pisliği Davasına bakan  mahkemede, haralardaki oval at pisliklerinden olsa gerek, pis kokudan milletin burnu deliniyormuş..  Özellikle, kasaba esnafından alışveriş yapan özel görevli  mahkeme heyetinin, sanki dipsiz bir pislik cuburunun içine düşmüşçesine,  üstü başı adeta leş gibi pis kokuyor olmasından esnaf illahlah demiş.  O yüzden söz konusu mahkemeye, halk arasında,  hukukun kokuştu(ruldu)ğu Foseptik Mahkemesi  adı takılmış.

Öte yandan; Çoğunluğu hafif süvari alayı mensubu olması hasebiyle malum ve makul şüphelilerin yargılandığı Foseptik Mahkemesi salonunda, Mahkeme Heyetince, duruşmalar boyunca, 'ağırlaştırılmış ceza' hukuku müziği olarak Franz Von Suppe'nin "Hafif Süvari Alayı Üvertürü" nın seçilmiş olması, duruşmaların, daha başından, sanki hukuka uygun bir ahenk içinde senfonik bir şiir gibi akacağı ve "adil yargılama" yapılacağı izlenimini doğurmuş; ancak; davalı avukatları, müvekkillerinin Hafif Süvari Alayı mensupları olmalarını gerekçe göstererek bu marşa itirazda bulunmuş; ve duruşmaların, hiç olmazsa, düşmanı denize döken İzmir Marşı ile başlatılmasını ve düşmana korku salan "ceddin deden neslin baban" mehter marşı ile sürdürülmesini talep etmiştir. Fakat; bu talep de,   hafif suvari alayı vesayet rejimine alerjisi olan ve söz konusu Mehter Marşını yeterince  sakıncalı  bulan  "ayarlanmış" Mahkeme Başkanlığınca reddedilmiş; ve böylece işin  rengi belli olmuş; adil yargılamaların mezara kadar süreceği anlaşılmıştır.  Savunmanın itirazlarına rağmen duruşmaların kapanış müziği olarak da Chopin(Şopen)'in Cenaze Marşı seçilmiştir. 

Aygır deposundan bozma bir  salonda Özel Görevlendirilmiş At Kişne(t)me Mahkemesince görülmekte olan Oval At Pisliği davasında, diğer adıyla Kişneyen Benekli At davasında, duruşmaların Suppe'nin Hafif Süvari Alayı Marşı'nın  hucum borusu sesiyle başlaması; atlarını daima özgürce kişnetip sürüp gitmeye alışmış olan   hafif süvarilerin  yakınları ile mahkemenin bulunduğu aygır deposundaki görevlilerin didişmelerini anlatan ‘vurmalı-çalgılar’ ile devam etmesi; ardından; malum ve makul şüpheli hafif süvari alayı mensuplarının, mahkemece yasaklanmış olmasına rağmen İzmir Marşını okuyarak toplu halde duruşma salonuna gelmesi;  ve Vahşi Batının Sinsi Nurlu Örümcek Ağı Tarikatı mensubu savcısınca hazırlanmış olan ve adına ucu açık iddianame denilen uydurukname'nin  aygır deposundan bozma mahkeme salonunda okunmasına geçilmesi; uydurukname’nin ‘kısa kesilmiş  Aydın havası’ şeklinde okunmaması yüzünden gerilimin artması; ve mahkeme başkanının tehditkar sözler sarf etmesi üzerine kalın sesli devrimci yaylılar grubundan kontrbasın  devreye girmesi; ve Mahkeme Heyeti cephesindeki düşman mevzilerinden uydurulmuş deliller, yalancı gizli tanıklar ve imzasız ihbarlarla…mesnetsiz hukuk dışı yaylım ateşlerin  başlatılması; ve bu yaylım ateşten korunmak amacıyla savunma makamı mevzilerinden, hukuka uygun avcı boy çukuru siperleri kazılarak vatan savunması savaş-nöbetine  geçilmesi; ve anayasal sütre gerisi atışlarına başlanması;  derken; beyaz bayrak gösterilip  alınan  bir su molası ile muharebelere geçici bir ara verilerek savaş temposunun düşürülmesi; ancak; bir süre sonra da, savunma siperlerinden çalınan bir hücum borusuyla saldırıya geçilerek eldeki Alay Sancağı tam İddia Makamının müstahkem mevki sırtlarına dikilmeye çalışılırken, bu kez, yurttan sesler halk korosu eşliğinde ‘uzun soluklu sazlar’ın devreye girmesi; ve  uzun ince  bir  “ti” boru sesiyle özel görevli mahkemenin ti'ye alınması; ve bu tiz  "ti" sesleri arasında Marş tam sona ererken, okunmuş şeker yutmaktan uykusu gelmiş üfürükçü Mahkeme Heyeti Korosundan bir  özel görevlinin  "ti" sesiyle uykusundan uyandırıldığından bahisle  makul şüpheli-sanıklar hakkında mahkemeyi ti'ye almaktan ve tertiplenmiş armonik uyumu bozmaktan suç duyurusunda bulunması; ve bu arada hafif süvari birliğinin alay sancağına saldırılması; ve hafif süvarilerin, bu durumu,  hep bir ağızdan: ‘“bu mahkeme, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar mahkemesi olamaz!” diyerek protesto etmeleri;  ve bunun üzerine hafif süvarilerin, kasten tipi bir sehven  ile arbede çıkartılarak   mahkeme salonundan çıkartılmaları..ve o esnada, psikolojik savaş müziği olarak çalınmak istenen Şopen’ın ‘cenaze marşı’na tepki olarak, hafif süvarilerin toplu halde  tekrar İzmir Marşını okumaları... işte; bütün bunlar, kasaba halkının vicdanında yer etmiş; ve bu duruşmaların, aslında, ‘adalet yerini bulsun ve hukuka uygun  bir yargılama yapılsın’ diye  değil de; bilakis; halkın gözünü boyamak ve Bay Dickonson’un gizli ve sinsi emellerini hayata geçirmek için tasarlanmış birer kumpas ve "gösteri" duruşmaları olduğunu kasaba halkının gözleri önüne sermiştir.

Bu arada, Dava Dosyası'na göre biraz makul şüpheli, ama, zaten bizatihi  "a priori suçlu" olan  hafif süvarilerin  avukatları,  Kişneyen Benekli At Davasının en önemli delillerinden birisinin de, sahibinin sesinden "benekli at kişnemeleri" taş plağı olduğunu belirterek başka bir gerçeğe daha dikkat çekmişler. Hani William Blake kaçarken bir taş plaktan kişneme sesi duymuştu ya, işte o taş plak. Bu taş plak, kimliği belirsiz bir telgraf ile yapılan bir ihbar üzerine, şerifin "özel görevli" adamlarınca, hafif süvari alayının at yetiştirme çiftliğinde yapılan aramalar sırasında samanlık içinde sanki daha önceden elinle konmuş gibi bulunmuştu. Ancak; bir çok 'kişnemeye' açıklık getirebilecek olan söz konusu taş plak, duruşmalarda dinlenmek üzere mahkeme heyetince Kasaba Şerifliğinden istendiğinde taş plağın kovboy çakısı ile kırılmış olduğu anlaşılmış; ve pek makul-şüpheli bir çok benekli at kişnemesine yazık olmuştu. 

Bu olayla ilgili olarak  Dava Dosyasından öğrendiğimize göre:

1- Hukuka parmak atmış bazı pre-historyacı hukukçulara göre, Tarihte kayda geçmiş ilk "makul  şüpheli" At kişnemesi, güya, neolitik dönemden  kalma imiş; ve yontma-taş plak’a okunmuş.

2-Dava dosyası muhtevasında bulunan kuru imzalı bir belgeye göre, güya, İnsanoğlu, önce  doğadaki Sert Taşı görmüş, onu ellemiş,  sonra onu kullana kullana Taş sertdir mertebesine sıçramış; ve böylece taş üstüne taş koymanın bilgisine  ulaşmış; daha sonra da, ilk taş plağı kaba-saba taştan; pikap iğnesinin de  sivri taştan yapmış. Doğa ve insan seslerini bu taş plağa kaydetmiştir. Doğanın çıkardığı ilk ses öcü sesiymiş. İnsanlar bu sesi duydukça korkup mağaralarına kaçarlarmış. İlk taş plak kayıtları hep bu seslerle dolu.  Bu bilgiler ışığında, maddi gerçeğin ortaya çıkması için,Vahşi Batı'nın İddia makamınca, Uydurma Vadisinde, "Arkeo-kırık -Taş Plak " kazıları başlatılmış. (şunu ovaya gömseydiniz ya daha kolay kazardık, işin yoksa vadiye in, bir de bunun çıkması var değil mi? bu arada belirtmek isterim ki bir kazı evimiz bile yok biliyor musun!? Kazı tahsisatlarımız yeterli değil, kaz demesi kolay öyle, kolaysa gel sen kaz demeyeceğim, aşk ile çalıştın mı zor olmaz, o da bizde var işte!)

3- Foseptik Mahkeme  Başkanlığı, ayrıca, kazı sonucu çıkarılacak olan kırık taş plağın yaş ve iz tespiti için "çok gizli  karbon kağıt-14" yöntemiyle, mümkünse orta-taş çağından alınmış bir numune ile   Arkeo-Hukuki-metrik bir inceleme yapılmasını da istenmiş.(Ah sevgili dikkatli okur bir bilseniz şu anda ne kadar önemle şeyler söylediğimi.. ama, pek dinleyenim yok galiba.. Sizlerden hiç bir tepki alamıyorum, sıktım mı yoksa sizleri? Bakın; sıktıysam çekinmeden söyleyebilirsiniz, hemen kısa keserim. Bu arada sizleri unutmadığımdan da emin olabilirsiniz; ben sizsiz; siz bensiz olmaz!) 

4- Öte yandan; Tarihe parmak basmış Pre-historik bazı arkeologlarca, söz konusu kırık taş plak üzerindeki  tarihi gizli parmak izlerinin incelenebilmesi için,  Eyalet Eski Taş Kültür İşleri Taş Plaklardaki  İzleri Tespit Komisyonu Başkanlığından   izin istenmiş; ancak bu izin " tarihi fazla kurcalama yoksa senin için iyi olmaz!" mülahazasıyla reddedilmiş.

5-- Dava Dosya Muhtevasında bulunan  imzasız bir belgeye(!) göre,   Kaba-saba Taş devrine ait olduğu düşünülen bu eski  taş plağın,  aslından, her şeyi kendilerine  yontmak isteyen, kaba-saba acemi yontma taş ustalarınca  sehven kırılmış olabileceği ihbar edilmiş. Fakat bu ihbar, 'bu kadar da sehven olmaz artık' diye  pek dikkate alınmamış.

6- Yaygın kanıya göre, muhtemelen, ne muhtemeli, kesinlikle ve hatta tamamen mutlak olarak eminim, yani; emin olmam gerekir, hem sonra emin olmasam ne yazar; keyfiyet benim değil mi, bu taş plağı yontma taş devri ustaları kırmışmış; çünkü onlar, zaten, tarihte her şeyi kendine yontan; aksiyomatik olarak  "makul şüpheli"  yontucularmış.(İnandınız mı şimdi buna?)

7- Neymiş efendim, Cilalı Taş Devrinin değerli-taş ustası Cilalıibo'nun baldızına nişan hediyesi olarak taktığı 'tek-taşın'    göze gelip; önce taş plağı çatlatması; ve  sonra da kırmış olabileceği mülahazasıyla, Mahkeme Başkanı, maddi gerçek ortaya çıksın ve "yüce adalet" yerini bulsun diye, değerli-taş ustası Cilalıibo'nun ifadesine başvurmak üzere,Cilalıibo'nun kolluk gücüyle Cilalı Taş Devrinden  mahkemeye getirtilmesine karar vermiş.(Yok daha neler..)

8- Dava sürecinde, asrın buluşu "Yarı-Gizli-Aleni Resmi Tanık-Sanık"  olarak ünlenen ve tarikat mensubu savcılığın gözdesi olan her türlü pislik-iş elemanı Osmanım Kaçık da    Tanık Koruma Programı’yla  izini kaybettirebilmek için  güya söz konusu kırık plağa bazı  iftiralarda, şey yani, itiraflarda bulunmuş. (Bu bana da pek inandırıcı gelmiyor ama olsun ben nasıl olsa cümlemi "güya" diyerek kurmuştum, gerisini Mahkeme Başkanlığı düşünsün.  O da savcılıktan gelen her iddiaya gözü kapalı inanmasın canım!! Mahkeme heyetinin de bir ağırlığı, bir ciddiyeti olmalı değil mi, eskiden öyle miydi, ağır ceza reisi dendi mi önümüzü iliklerdik.. Mesela, Faruk Erem'in Bir Ceza Avukatının Anıları kitabı vardı, o kitapta  insandaki suçlu değil suçludaki insan sorgulanırdı; ve suçluyu kazıyın altından "insan" çıkar denirdi. Maazallah günümüzde insandaki suçluyu bulmak için delil uyduruyorlar, suç planlıyorlar, yalancı tanık icat ediyorlar..Şu Adalete  hiç olmazsa "insan" gözüyle bakamaz mıyız artık? Adil yargılama, adil yargıla deyip duruyoruz, işte size bir fırsat, suçludaki "insanı" keşfedin!)

9- Davanın selameti için, Tarihte, o kadar güneş tutulması  olduğu halde, bir allahın kulu da kalkıp şu ana kadar güneş tutulmasının 'kırık taş plak tutulması' üzerine olan etkilerini  araştırmamış. Bu durum Davaya bakan mahkeme başkanının dikkatini çekmiş ve davanın selameti için  bu hususun araştırılmasını istemiş. Fakat araştırmayı kimden, hangi makamdan istemiş o belli değil işte, bunu muallakta bırakmış.  Mahkeme başkanına göre, Nasıl olsa ikisi de "tutulma",  ha kırık taş plak tutulmuş ha güneş ne fark eder!? önemli olan maddi gerçeği ortaya çıkarmak değil mi? Kırık taş plak tutulması da ne diyeceksiniz? Aslında sizin de bildiğiniz bir şey ama anlatalım gene de: Orta Taş devrinde taş plak çalarken sivri taştan çalma iğnesinin  taştaki bir pürüze takılarak  plağın hep ayni nağmeyi gına getirircesine çalmasına müzik hukukunda taş plak tutulması denir. 

10-Keza; Mahkeme başkanına göre, toplumda son zamanlarda her alanda görülen ideolojik pepelik  ('akıl ve dil tutulmaları)  ile kırık taş plak tutulmaları arasında da  şu ana kadar bir bağ kurulamamış olması manidardır. Oysa; Unutulmasın ki; Horkheimer Akıl Tutulması Sendromuna tutulmuş ve  serbest liberal aklın yörüngesine ve etkisine girmiş "yetmez ama evet" her 'sol-akıl' gibi, her  taş plak da, er geç bir gün  tarihi gerçeğin pürüzlerine tutulur; ne var bunda!? Önemli olan soyutlama yeteneğinize mukayyet olmanız; sapmayın hemen öyle sağa sola! (Öyle değil mi sevgili dikkatli okur? yoksa   Sizler de benle ayni fikirde değil misiniz? Beni ortada bırakmayın  bu konuda, gerçekleri söylüyorum, gerçekler ortada bırakılmaya gelmez.)

11-Bay Dickonson'un haralarında bulunan çok sayıda atların tepişmesi-eşeklerin ezilmesi sırasında, pekala   söz konusu taş plağın da kırılmış olabileceği   hesaba katılması gerekirken, nedense, 'özel görevli' savcılık makamı, bu hususu es geçmiş; ve  atlar tepişirken bazı eşeklerin ezilmesine de seyirci kalmış . Ne diyebiliriz ki adı üstünde "özel görevli" savcı, " ne istediyse verdik- eksik olmasın ne istediysek yaptı "..  Buna Roma Hukukunda do ut facias diyorlar, yani "veriyorum ki yapasın".. Ben sana istediğini vereceğim sen de bunun karşılığında bana hizmette bulunacaksın. mesela, ben, iktidar sahibi Bay Dickonson olarak, sana dört at çekerli makam arabası, süper yetki ve imtiyazlar vereceğim sen de  benim hedef gösterdiğim  muhaliflerimi delil uydurup mahkum edeceksin. Anlaştık mı? Ne hukuki ve adil bir alış-veriş değil mi!? 

Sevgili dikkatli okur bu ilkeler aslında dört tanedir yeri gelmişken onları da sizlerle paylaşayım: facio ut des.. (yapıyorum ki veresin.. Mesela, yasada ve yönetmelikte  sizler için gerekli olan düzenlemeyi  yapacağım; sizler de pamuk elleri cebe götürüp avantanızdan hayırda bulunacaksınız), do ut des ( veriyorum ki veresin.. mal değiş-tokuşu gibi yani, ben size kışlık kömür ve yardım sepeti göndereceğim siz de bana seçimlerde oy vereceksiniz.), Facio ut Facias (yapıyorum ki yapasın.. Yeterince kuvvet toplamanız için Adliyede, Mülkiyede, Zaptiyede, Askeriyede.. sizin için ne lazımsa ayarlayacağım; ama siz de  benim vaz geçilmezim olan Saltanatıma sakın dokunmayın, tamam mı? aksi takdirde külahları değişiriz, ona göre!..)

12- Malumunuz "her taşın bir gediği vardır", peki;  şu ana kadar niçin, ta orta-taş çağına kadar gidilerek  söz konusu kırık taş plaktaki taşın  'gediği' hala bulunamamıştır? Oysa, bu davanın bir numarasından başlayarak bir çok numarası önceden belliydi ve  ilan edilmişti. Bu işte yoksa bir numara mı var sayın yargıçlar !? diye bir savunma avukatı sormuş, (ne yani sormasa mıymış?)

13- Yaşasın Yüce Adalet Juri Yüksek Kurulu, kırık taş plağın onarımı ve adaletin tecellisi için "fincanı taştan oyan ve içine bade koyan" bazı taş ustalarından niçin şu ana kadar gereken yardımı almamış; almak istememiş; ve hukuki nezaket icabı, onları bir taş fincan kahve içmeye bile davet etmemiş?( Bir düşünün derim.)


Aslında; Oval At Pisliği Davasını yakından takip eden güvenilmez ve taraflı bir anlatıcı olarak bizim de bazı makul tespitlerimiz oldu : Hatırlayın, bu taş plak, kimliği belirsiz bir telgraf ihbarıyla bulunmuştu ilk kez değil mi?  Telgrafta, malumunuz, mors alfabesi kullanılması gerekirken, nedense, gene sehven herhalde, (nasıl olsa bir şey olduğu yok; "sehven" deyiver çık işin içinden.), Fenike Alfabesi kullanılmıştı. Telgrafı kaleme alan muska kafalı ve sinkaf dilli özel görevliler bu alfabeyi kullanmakla kendilerini ele verecek bir hata yapmışlardı.  "bu kadar da şaş-zaman salaklık olmaz ama artık!" dedirtmişlerdi kendilerine.! Tabi bu durum, davaya bakan okunmuş şeker yutturulmuş özel görevli mahkeme heyetinin kurgulanmış yüce dikkatlerini bile çekmişti.

Özel şifreli "hukuk yok guguk var" telefon hattından görüşü sorulan İddia Makamı ise, her zamanki kabadayı edasıyla, "telgraf ister Kiril isterse Orhun alfabesiyle yazılmış olsun  ne çıkar; aslolan olan bizim yüksek gugukumuz! biz ne dersek o olur" diyerek Adliye bahçesinde kar topu oynamaya gitmiştir. Kar topu oyunu bitince tekrar çalışma masasına gelerek Suçu planlayan, pardon yani; iddianameyi hazırlayan  bir savcı olarak, söz konusu telgrafın yer yer paslı inşaat çivisi yazısıyla yazılmış olabileceğini  Asur kil tabletlerine atıf yaparak  kanıtlamış; hatta; ultra yüksek yetkilerle donatılmış özel görevli savcı olarak  gerekirse telgrafın tellerine konan kuşların cikciklemesini bile  yasaklayabileceğini belirtmiştir. Vay canına!  Siz şu iddia makamındaki kudrete ve cürete bakın sayın yargıçlar! Pek sayın yargıçlar sizlere seslenmiştim duymadınız herhalde..

Bu iddialar üzerine ayarlanmış Foseptik Mahkeme Başkanı, kırık taş plağın bilir kişi incelemesi için, Sahibinin Sesi Taş Plak Enstitüsü'ne  gönderilip gönderilmemesine karar vermek üzere duruşmaya bir saat ara vermiş; ancak ara sırasında çok üst düzey bir yetkiliden gelen telefon talimatıyla  bilirkişi incelemesinden vaz geçilmiştir. Bir yandan hukukun üstünlüğünü savunan bir yandan da hukuku alçaltan  bu kararın, Özel Görevli Mahkemeleri çok  zor durumda bırakabilir mülahazasıyla,   Eyaletler Arası Kişneme Hakları Tam Yetkili Yüksek Mahkemesinin Telgraf İhbarlarını Değerlendirme Seksiyonu'nca "bu kadar da hukukun alçaklığı olmaz artık!"  gerekçesiyle hukuka uygun bulunmayarak   düzeltilmesi istenmiştir.

Gerçi; şu kafalarına muska bağlı üfürükçü  "bilirkişiler", adetten olduğu üzere okunmuş şeker yutarak şekerleme, pardon, inceleme yaptıkları bir sırada, Kiril Alfabesi'nin sesli harflerinin maruz kalmış oldukları şiddetli baskı sonucu aniden sessizleştiğini; 38 harfli Orhun Alfabesinde de kala kala dört sesli harf kaldığını fark etmişler ve durumu behemehal  özel görevli savcıya bildirmişler. İddia makamı da bu dört sesli harfin ilerde muhtemelen ses çıkarabileceği ve tehlikeli olabileceği mülahazasıyla  -ne makul şüphelisi-, artık bunun makul şüphelisi mi kaldı bunlar basbayağı azılı suçlu "harf"!!  diyerek   tutuklanması gerektiğine   karar vermiş ve burada da masal bitmiş.. onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.. Bu arada,  telgrafın tellerine kuşlar konmuş; "gel yanıma yanıma da yanı yanı başıma şu gençlikte neler geldi garip başıma" şarkısını cik cik edip durmuş.

Sevgili dikkatli okur, izninizle, şu Oval At Pisliği Davasına bakan heyete ve muska kafalı tarikat mensubu bilirkişilere tarih önünde sormak isterim: Bizim kendi öz mors alfabemiz yok muydu da yıllarca yabancı alfabelerden medet umup durmuşuz!? "ateşi ve ihaneti" gördüğümüz emperyalist işgal günlerinde, tarihin sabrının yeterince taştığı o milli direniş zamanlarında, bizim bir Manastırlı Hamdi Efendimiz vardı hani, hamiyetli ve cesur telgrafçımız, ne oldu ona dersiniz?.. Onun, 16 Mart 1920'de İngilizlerin İstanbul'u işgalini haber veren kuvayı milliye ruhuyla Mustafa Kemal Paşa'ya çektiği telgrafları ne çabuk unuttuk. Unutmak; bir çeşit ihanet değil midir? Siz hangi hakla ve hukukla mazlum milletlerin anti-emperyalist devrimci önderi Mustafa Kemal'i ve onun askerlerini  askeri casusluktan, vatana ihanetten ve hükümeti devirmeye teşebbüsten  makul şüpheli" ilan edip mahkum edersiniz!? Ey Oval At Pisliği Davası Heyeti, Türk Milleti yaptığınız bu pislikleri, hainlikleri ve kalleşlikleri unutmayacaktır!

Şimdi; vahşi batıda asrın davası olarak nitelendirilen Oval At Pisliği Davasında,  dosya muhtevasında yer alan bir hususa daha   dikkatlerinizi çekmek isterim. Dava dosyasında yer alan ama kim tarafından hazırlandığı belli olmayan bir belgede, söz konusu davada makul şüpheli olarak kişneyen benekli ata, şu ana kadar, hala, her hangi bir ad verilmemiş olmasının davanın gidişatını olumsuz yönde   etkileyeceği belirtilmiş; ve özetle şöyle denilmiştir:  " 17.yy'da yaşamış Panteist düşünür Spinoza'nın "Omnis Determinatio Est Negatio"  "her belirleme  bir olumsuzlamadır" düsturuna atfen, kişneyen benekli ata, İddia Makamınca kasten, her hangi bir ‘ad’ verilmemiş olması Özel Görevli Kişneyen Benekli At Mahkemesi Başkanlığı açısından  hayırlara vesile olmamış ( hani; her işte bir hayır vardı!?); bilakis; yargılamaların seyrini,   makul şüpheli kişneyen benekli at lehine değiştirmiştir. Şöyle ki; Mahkeme Başkanlığınca davanın görülmesini belirsiz bir geleceğe ötelemek amacıyla makul şüpheli kişneyen benekli ata her hangi bir isim vermekten imtina edilmesi, haliyle,  yargılama süreci boyunca dava konusu atı isimsiz bırakmıştır. (Oysa; herkes ve her şey ismiyle çağırılır di mi?). Böylece, kişneyen benekli atın daha fazla belirlenime sahip olma hakkı, ne sehveni; basbayağı kasten, makul şüpheli atın elinden alınmış olmaktadır. Zira; Spinoza'nın düsturuna göre, eğer siz bir At'a ya da her hangi bir nesneye, bir isim vermiş olursanız, onu, isim bakımından belirlemiş ve sınırlandırmış  olursunuz. Yani; makul şüpheli atımızı, isim bakımından vazetmiş; kuvveden fiile çıkartmış; zihinde yeniden üretmiş ve bir kimlik vermiş olursunuz. Böylece; bizim dava konusu makul şüpheli bu at hakkında daha esaslı belli bir  tez'imiz olmuş olur.

Aslında söz konusu belgede belli bir gerçeklik payı bulunmaktadır. Şöyle ki: Bir an için varsayalım ki dava konusu kişneyen benekli atın ismi Benek olsun. Benek, canlı bir özne olarak kendi atgücü ile kendiliğinden bir takım canlılık faaliyetlerinde bulunmak suretiyle, içinde bulunmuş olduğu ortam ve şartlara göre belirli bazı ilişkilere ve etkileşmelere girerek kendini, kendi dışındakilere nazaran, belirlemiş(sınırlandırmış) olacaktır. Spinoza'ya göre, “Her belirleme/sınırlama(tez) olumsuzlamadır(anti-tez)” olduğundan, yani; bu düstur da, "karşıtların birliği ve mücadelesi" ile ayni kapıya çıkacağından, Kişneyen Benekli Ata bir ad vermekle, onu kendi dışındaki tüm varlıklardan, yani Benek-değil'lerden (yani "kendi-değil' lerden) ayırarak onu isim bakımından sınırlandırmış oluruz. Artık bu dünya Benek ve Benek-değiller dünyasıdır. Ne olduğu belli olmayan bir varlığı isim yönünden belirleyerek onun eski durumunu inkara uğratmış (olumsuzlamış) oluruz. Makul şüpheli kişneyen benekli atımızı, diğer belirlenimleriyle birlikte (kişneyen, benekli, at sinekli, makul şüpheli, vb...) içeriğini zenginleştirdiğimiz de,  artık, onu,  bir önceki durumuna nazaran daha farklı ve karşıt bir uğrağa(moment) taşımış olursunuz. Ama; eğer, ortada, adı sanı, kimliği bilinmeyen, belirlenimden yoksun  yani   içeriği belli olmayan; ne idüğü belirsiz, sadece, bir "...dır" kavramı olsa idi, o zaman, "kişneyen benekli at davası" diye bir dava olmazdı ve duruşmalar başlayamazdı. Duruşmaların başlamasını bilinmez bir geleceğe ötelemiş olurduk. Ama öte yandan, Kişneyen benekli At'ımız,  belirlenimsiz ise, yani yüklemden yoksun sadece bir "..dır" halindeyse, yani mevcut değilse, yoksa (belirlenimi olmayan yoktur) ve "Yokluğun" davası da  olamayacağına göre bu durumda ‘Kişneyen Benekli At’ davası da düşmüş olur.. O zaman da  Özel görevli, okunmuş şeker yutmuş üfürükçü hakim ve savcı heyetine her hangi bir gerek kalmamış olur. Bu iki ucu boklu değneği güvenilmez bir anlatıcı olarak bilmem anlatabildim mi?

Ancak, söz konusu makul şüpheli At'ın inkar edilemez bir  biçimde kişniyor ve benekli olması, davanın   görülebilmesi için yeterli görülmüş; kafa karıştırıcı Spinoza’nın bu ünlü akidesi de sakıncalı ve yeterince makul-şüpheli bulunarak, akide şekeri yerine sehven   "okunmuş nöbet şekeri" yutmuş nöbetçi felsefe mahkemesince  sabaha karşı  göz altına aldırılmıştır. Aslında, ta başından beri, İddia Makamı, Spinoza'ya cinini koymuş; eline geçirebilse onu da makul şüpheli yapacak zaten. Çünkü; iddia makamına göre, Spinoza, mistik tanrı sevgisi yüzünden tanrıyla sarhoş olmuş; ve tanrıyı şarhoş etmiş; havra tarafından afaroz edilmiş; ve kimseye eyvallahı olmayan bağımsızlık düşkünü bir bilgeymiş. Ayrıca, Spinoza'ya göre, güya, Tanrı evreni yaratmamış; bilakis; evren, tanrının özünden  zorunlu bir sonuç olarak çıkmış. Nedeni kendinde(causa sui) asıl varlık olarak tanrı, bütün varolanların nedeniymiş. Ancak; neden ve etki ayrı ayrı şeyler olmayıp; etki, neden'in özünü açması ve gerçekleşmesiymiş.  Bu durumda, "Yaratıcı", yarattığından ayrı/başka bir şey olamayacağına göre, yaratıcı güç/doğa(natura naturans), yaratılmış doğanın(natura naturata) içindeymiş. Yani; evren tanrı ile doluymuş ve tanrı, evrenin kendisiymiş. ("Enel hak!" diyesim geldi.)  İşte; bu fikirlere sahip dinsiz Spinoza'yı,   okunmuş şeker yutmuş üfürükçü İddia Makamınca mahküm ettirebilmek için, Mahkeme heyetinden, Spinoza uzmanı olan  bilirkişilerden delil uydurması için  görüş  sorulması talebinde bulunulmuş; Mahkemenin savcılık talebini uygun görmesi(isterse görmesin..) üzerine, ayarlanmış bilirkişi aranmış; ama koca eyalette bir tane dahi Spinoza uzmanı bulamadıklarından  talep edilen bilirkişi mütalaası  yıllarca mahkemeye gönderilemeden sürüncemede kalmış.

Adet olduğu üzere, şu malum Yüce adaletin bir türlü yerini bulamamasının  artık  bazı vicdanları sızlatabileceği mülahazasıyla,  okunmuş şeker yutmuş üfürükçü Mahkeme Heyetince, nihayetinde,  alışıla geldiği  gibi Teksas’lı bir akil adama  akıl danışılmış.  Söz konusu akil adamın şahsi çıkar karşılığı (Vahşi Batı'da her şey çıkara dayanır) hazırlamış olduğu Mütalaa’da aynen şöyle yazmaktadır: 

“Pragmatist bir kovboy olmam hasebiyle bu işlerden pek anlamam ama, bilimsel namusum gereği sizlere bu konuda ancak şu kadarını söyleyebilirim: “Belirlenmiş” olan her şey, nicel ve nitel olarak, daima, kendi dışındaki, diğer farklı varlıklarla sınırlanmış  demektir. Yani ben, doğadaki sonsuz ve sınırsız  tekil varlıklar arasında/içinde  her hangi bir varlığa, öteki varlıklara nazaran "bu At'dır" dersem; dahası; ona, "kişneyen, benekli at" diye belli yüklemler atfedersem, onu, "Kişneyen Benekli At" sınırları dışında kalan bütün öteki tekil varlık ve olaylarla sınırlamış olurum; ve onun bu sınırlar dışında, kişneyen benekli attan başka  her hangi bir varlık olmadığını da  ifade etmiş olurum. Böylece, doğayı da  'kişneyen benekli at ve kişneyen benekli at değil' diye iki bölmüş; ayırmış olurum. Bu da; doğadaki nesne ve olayları anlamak/bilmek  için zorunlu bir zihinsel  soyutlama ve tecrit  işlemidir. doğada, sırf ve sadece, bir ve tek nesne olsaydı, yani doğa, bir tek nesneden, mesela, kabaktan ibaret olsaydı, doğa hiç bir zaman bilinemez ve anlaşılamazdı. Kabaktan doğa, bize ancak kabak tadı verirdi. 

Doğada her şey, özünde göreli olduğu için, bir şey ancak başka şeylere nazaran bir anlam taşır ve başka şeylerle ilişki ve etkileşimi içinde bilinir ve tanınır. O yüzden bizim makul şüpheli atımız hakkında, kendi başına(as such), bir şey dememiz mümkün değil. Atımız hakkında söyleyebileceğimiz her şey, onu başka şeylerle, ilişkiye  ve bağlantıya sokmamıza bağlıdır; ve atımızın mevcut verili belirlenimi(tez) ile,  kendi dışındakilerle girmiş olduğu ilişki ve etkileşim sonucu  kazanacağı yeni belirlenimler(anti-tez) sayesinde kendini kısmen zenginleştirmiş; ve bütünlemiş olacaktır. Çünkü; her yüklemde, daima, özneyi belirli sınırlar içinde tutan; ve bu yüzden  onu daima eksik bırakan  bir gerilim vardır. Yani; ben, bir özneyi tanımlamak, belirlemek için ne kadar yükleme sahip olursam olayım, işin doğası gereği, daima, Özne’de eksik kalan, özne tarafından karşılanmayan bazı şeyler olacaktır . “Bu benekli ve kişneyen bir At” dır demiş olmamla, aslında, Atın bütünsel belirlenimlerine, tezahürlerine nazaran  At’ın diğer tezahürlerini ve belirlenimlerini de  sınırlamış olurum. Yani At’ı o iki belirlenimine(benekli ve kişneyen) indirgemiş ve hapsetmiş  olurum; onu onlardan ibaretmiş gibi var sayarım.  Oysa, atın doğasının, içinde bulunduğu şartlara ve ortama nazaran sınırlandırılamayacak kadar çok çeşitli belirlenimleri ve tezahürü  vardır. Ne demişti Hegel: "Gerçek Bütündür"

Teksas’lı akil adama göre, At, ‘kişneyen’ ve ‘benekli’ belirlenimleri dışında, aslında, “ne değilse o dur; ne ise o değildir.” Bu da, olumsuzlama anlamına gelir. Bu bakımdan makul şüpheli kişneyen benekli atı felsefi olarak, kendini, kendi kendine, kendinden kaynaklı kendi eylemiyle( kendi olumsuzlayıcı otodinamik gücü ile)  daima, eksik bırakan kalıcı "nesneden-özne" diye tanımlayabiliriz. Bu nesnel süreçte, makul şüpheli kişneyen benekli atın  tümel bütünlüğüne nazaran her "eksik" belirlenimi, olumsallığına; eksikliğini telafi etmek üzere kendini tamlamaya, bütünlemeye yönelmesi de olumsuzlamasına  denk düşer. Ama bu tamlama ve bütünleme süreci, doğası gereği, sınırlandırılamaz bir içeriğe sahip olduğundan hiç bir zaman tam olarak gerçekleşemez.

Ama ben at'ımı kişneyen, benekli, oval pisleyen, dıgıdık dıgıdık koşan, üstüne at sinekleri konan.. diye belirlemiştim; yani olumlamıştım. Çünkü; atımın şu şu özellikleri var; o böyle bir at'dır diye tasdik ediyorum; olumluyorum yani..Şimdi; hem "olumlama"nın hem de "olumsuzlama"nın "bir ve ayrılmaz" olması bir çelişkidir; ve her çelişkide birbirlerine zıt iki farklı kutup ve yön olur. Birbiriyle zıtlaşan kuvvetler varsa, bir çatışma ve mücadele de var demektir. Öyleyse, bu çatışma, nihayetinde, zıt kutuplardan birinin diğerine üstünlüğüyle sonuçlanacak demektir. Daha doğrusu, bu zıtlaşan kuvvetlerin varlığı sonucu doğan kavgaya ve mücadeleye bağlı olarak,  belirli(sınırlı) ve olumlu  bir varlık, eninde sonunda, kendi sınırlarını muhafaza edemeyerek olumsuzlanmış olacaktır.Yani belli bir içerik değişip-dönüşerek yeni ve belli bir içeriğe yol açacaktır.

Gördüğünüz gibi başlangıçta olumlu ve sınırlı olan belirli bir varlık, kendi eylem gücü ve ilişkileriyle, kendi kendini olumladığını sanırken, sonuçta, meğer; kendini, kendi kendine  inkara uğratıyormuş; olumsuzluyormuş. Kendini, sınırlı(belirli) bir varlık  sanırken, meğer; kendi eylemiyle kendi sınırlarını  yeniden sınırlandırarak sınırsız'lığın üretilmesine hizmet ediyormuş. İşte; olumsuzlamanın olumsuzlaması, yani, olumsuzlayarak belirlenenin (sınırlandırılanın), olumsuzlama sonucu göreli olarak yeniden "olumlu" olanın  olumsuzlama'sı,  yaşamın ve nesnel gerçek'in kaynağı ve  gücüdür.  Bakın doğaya, var olan hiç bir tekil varlık kendini yok etmek için kendiyle uğraşmıyor. Kendimi yok edeyim de kendimden kurtulayım  diye feryat etmiyor; faaliyet ve eylemde bulunmuyor.(Bunalıma ve çaresizliğe düşmüşleri söz konusu etmiyorum.) İşte bu yaşama isteği ve itkisidir ki olumlama, tasdik anlamına gelir. Ama her hangi bir şey de, sırf kendisini tasdik ediyor, olumluyor diye de, olumsuzlama'nın  o her bir şeyi sonlandırıcı karşı konulamaz gücünden muaf tutulmuyor. 

Teksaslı akil adam Mütalaasının sonunda ise şöyle demektedir:  "Her tekil varlıkta bu iki kuvvet, yani olumlayıcı ve olumsuzlayıcı kuvvet  birlikte(birlik halinde) vardır. Bu iki kuvvet, tekil varlığın bağrında, doğasında kendiliğinden var. Olumsuzlama, daima, "belirli ve sınırlı" bir içeriğin olumsuzlaması olduğu için/göre, ayni zamanda, belirli bir olumsuzlama ve  bellirli bir içerik olarak  olumlu'yu olumsuzlar.  Bu incir'dir derken onun incir olduğunu; pırasa veya ıspanak olmadığını da tasdik ediyorum; olumluyorum. Ama bunu, incir olmayan'lara, incir-değil'lere nazaran/nispetten yapıyorum. Öte yandan; her olumsuzlama'nın ya da olumsuzlanan'ın kendisi de zorunlu olarak olumsuzlanır. Örneğin, uygun ısıyı bulduğunda Yumurtayı çatlatıp kıran civciv, yumurtanın olumsuzlayıcısıdır. Civcivin büyüyüp tavuk olmasıyla yumurtlanan yeni yumurtalar, bu kez,  bir zamanların olumsuzlayıcı güçleri olan  eski civcivleri olumsuzlamış olurlar. ve böylece her şey kendi karşıtıyla olumsuzlanmak suretiyle içerik itibariyle zenginleşerek ömrünü tamamlar; ve toprağa karışır gibi sonsuzlukta erimek üzere sonsuzluğa karışır. 

Kendini ne kadar sağlam ve kalıcı sanırsa sansın, her şey,"olumsuzlamanın karşı konulamaz kalıcı gücü" karşısında  gelip-geçici ve sonlu'dur. Bu işleyiş ve düzenleniş her varlıkta aynidir ve kalıcıdır. Varlık, sonlu'daki sonsuzluk; doğup-ölücüdeki ölümsüzlüktür. Yani; sonsuz çokluk ve sınırsız çeşitlilik halindeki bir ve tek (şey)'in sonlu(finite) olarak sonsuzca(infinite) ve bir(tek) bütün olarak var-olmasıdır.   Varlığın biricik kalıcı hali ve doğası işte bu olumsuzlayıcı bitmez tükenmez gücüdür. "Nesnel kalıcılık"  ve sonsuzluk dediğimiz de budur zaten. Yani; "nedeni kendinde(causa sui) olan hareket halindeki Madde'nin kendini, kendi kendine, sonsuz sonlu gerçeklik olarak göstermesidir."

Bütün bunlar,  okunmuş şeker yutturularak özel görevlendirilmiş ve yetkilendirilmiş At Kişne(t)me ve Oval At Pisliği Mahkemesinin üfürüklü aklını karıştırdığından, Mahkeme Heyetince, elbette, makul ve hukuki bulunmayacaktır. Çünkü; At Kişne(t)me Mahkemeleri, mevcut yasaları olumsuzlama değil; kendilerine göre tek yanlı olarak olumlama makamlarıdır. Onların hukuki lugatlarında, Spinoza'nın "belirlemenin olumsuzlama'sına" ve" Hegel'in olumsuzlanan'ın  olumsuzlanması'a yani olumsuzlamanın belirlemesine" yer yoktur.  Hem sonra, ultra yetkili iddia makamının Öyle kendi hukuki varlıklarını olumsuzlayıcı kuvvet ilişkileriyle de bir işleri olamaz. O yüzden; her şey ne kadar geç belirlenmiş; geç  sınırlanmış; geç olumlanmış olursa Gerçek o kadar geç ortaya çıkacaktır.. At Kişne(t)me Mahkemeleri için belirsizlik ve ucu açıklık esastır. Bir şey ne kadar belirsizse; ve  hatta, kıyamete kadar ucu ne kadar açıksa(ahlaka mugayir olmadığı sürece) hukuken o  kadar muteberdir. Dolayısıyla, Spinoza gibiler  bu Özel Görevlendirilmiş  At Kişne(t)me Mahkemeleri için son derece sakıncalıdır;   ve hukuken, onların doktrinsel tanıklığına katiyen  itibar   edil(e)mez.

Davalı tarafın avukatları tarafından görüşü istenen bir uzman  mütalaasında da, Kasaba Şerifliğinde hazırlanan ve Savcılıkça da aynen kabul gören dava dosyası tutanaklarında bulunan çok sayıda sahte Pegasus ve "Truva Atları"ndan dolayı bu davanın hile ve tuzaklarla dolu olduğu; aslında davaya bakan Özel Görevli Mahkemenin bizatihi bir suç planlama örgütü gibi çalıştığı ve bu yüzden davanın yeniden görülmesi gerektiği; hatta, asıl makul şüpheli olması gereken  mahkeme heyeti ile süper yetkili savcılığın, adil yargılamayı engellediği için, bu davada sanık olarak yargılanmaları  gerektiği belirtilmiş olmasına rağmen, pek tabi, mahkeme heyetince bu mütalaaya  itibar edilmemiş; bilakis, hukuki "nesnel-gerçeğin" ortaya çıkması için, aşağıdaki hususlar alelacele karara bağlanmıştır :  

1- Atın muhtelif yürüyüşleri arasında: dörtnala, eşkin, rahvan, tırıs, adeta, yorga   ...gibi farklı yürüyüşlerinin bulunduğundan bahisle kişneyen benekli atın elde kesin bir delil olmadan dört nala dıgıdık dıgıdık gitmiş olabileceğinin hukuken  kabul edilemez olduğuna;

2-  Ve söz konusu kişneyen benekli ata, şayet  her hangi bir meşin kırbaç şaklatılmamışsa atın pekala   tırıs veya rahvan da gidebileceği ihtimal dahilinde olduğuna;

3- Kişneyen benekli atın dere başındaki molası sırasında  tımar edilmiş olabileceğine; ve bu tımar sırasında atın beneklerinde bazı  azalmalar olabileceğine; ve yüzden, üzüntüden,   atın kişnemesinin ve iştahının kesilmiş olabileceğine; bir an önce eksilen beneklerin söz konusu hayvana iade edilmesine;

4-Benek azalmasına maruz kalan kişneyen benekli atlarda görme kusuru başlayacağından, aslında  at-gözlüğüne ihtiyacı  olacağına; o yüzden, kişneyen benekli atın her hangi bir baytara uğrayarak bir at gözlüğü taktırıp taktırmadığının bölge baytarlıklarından sorulması gerektiğine;

5-Yakınlardaki at üretme çiftliklerindeki, benekli beneksiz fark etmez, aygırların en yakın zamanda tanık olarak kişnetilmesi gerektiğine; ve kişneyen aygırdan ziyade kişneten kısrağın tahrik edici davranışının  mahkeme heyetini de tahrik etmemesine dikkat edilmesine;  

6-Sadece benekli at kişnemesine takılıp kalınmaması gerektiğine; hazır herkes "makul şüpheli" olarak gayet makul şekilde ‘dinleniyorken’ ve özel bir konuşma yapacağı zaman meralarda otlamaya çıkmış koyun sürüleri gibi açık arazide gezintilere çıkıyorken, bu arada, hiç olmazsa, bir kaç beygir bağırttırması, kısrak kingirdemesi, boğa böğürmesi; inek öğürmesi; kaplumbağa tıslamasının da mahkeme heyetince dinlenmesinde yarar olacağına; hatta; nihayetinde, özel görevli mahkeme olarak, nasıl olsa attan düşüp eşşeğe binileceği için civardaki çayırlıkta kendini ele veren tüm makul şüpheli  özel görevli anıran eşek(lik)lerin de bu dinlemeler kapsamına alınmasına;

7-Buridan'ın Eşeği gibi eşşekliğine doymadan ölüp giden eşşekler ile Nasreddin Hoca'nın neşeli eşşeği dahil tarihteki tüm önemli eşşek şahsiyetlerin mahkeme huzuruna davet edilmesine; ( "yaz kızım", ne kızımı? deminden beri yazan zaten benim! parmaklarım koptu, kızımı da nereden çıkardın? İyi ki bir kızın var senin de Mahkeme Başkanı!!).

8- Ayrıca; Cengiz Aymatov’un zincirlerini koparan beneksiz atlarından Gülsarı'nın söz konusu makul şüpheli kişneyen benekli at ile  özel bir ilişkisinin ve  bağlantısının olup olmadığının araştırılmasına; ve zincirlerini koparan Gülsarı'nın önümüzdeki celseye çifte zincir bağıyla kuyruğundan tutulup gizli-seyis gücüyle getirtilmesine;

9-Aksi belirtilmedikçe ikinci bir emre kadar bölgedeki yılkı atlar dahil tüm atlara yurt dışı çayırlıklarının ve her türlü kişnemelerin yasaklanmasına;  

10-  Bölgede ve çayırlıklarda, 'şüpheli şüphesiz hiç fark etmez, dinlenmemiş  at kişnemesi kalmamasına; nasıl olsa bir gün, şantaj ve tehdit amaçlı olarak   işimize yarayacağından tüm dinleme kayıtlarının  güvenilir bir yerde muhafazasına; kişneme analiz sonuçlarının da tam yetkili at kişneme laboratuvarlarınca raporlanarak mahkeme heyetine, ıslak kuru fark etmez; nasıl olsa kurunun yanında yaş da yanar, bir kupkuru, pardon, ıslak imza ile teslimine;

11- Söz konusu dere başındaki mola sırasında yapılan tımar sonrası benekli atın kişnemesinde ve beneklerinde belirgin bir azalma çoğalma olup olmadığının  en yakın mülki Şerifliklerden soruşturulmasına; azalan benek miktarının tespitine;

12-Şayet belirgin bir benek azalması olmuşsa bunda at kestanelerinin rolünün olup olmadığının Teksaslı  kestanecilerden sorulmasına;

13- İddia makamının tespitine göre dere boyunda kavaklar olur; oysa, kişneyen benekli atın mola verdiği  derede at kestaneleri var. Bu garipliğin nedenini dereboyu idaresinden sorulmasına;

14-Söz konusu makul şüpheli benekli atın kaç adet bacağı olduğuna dair Olay Yeri Tespit Tutanağı ile  Gizli Görgü Tanık İfadeleri arasında bir takım ciddi uyumsuzluklar olması hasebiyle, öncelikle, tarafsız bir At Bacağı  Sayma Komisyonu oluşturularak  gerçekte söz konusu makul şüpheli atın kaç adet bacağı olabileceği hakkında adamakıllı bir tespit yapılabilmesi için istihareye yatılmasına;

15-İki çelenkli ve kapalı tohumlu at kestanelerinin tohumlarının "nifak" tohumları olup olmadığının nifak sokucularca araştırılmasına;

16- At kestanelerinin damar büzücü etkilerinin olabileciği göz önüne alındığında; bir at kestanesi ellemekle, Mahkeme heyetinde büyüyen organ büzülmesi olup olmayacağının Teksas'lı bir büzük ustasından sorulmasına;

17-İddianemeyi hazırlayan savcıların eşlerinin kırışıklıkları için, pürüzsüz ve sivilcesiz bir cilt için günde en az kaç bardak at kestanesi çayı içilmesi gerektiğinin Güzellik Enstitü Müdürlüğüne sorulmasına;

18-Daha genç görünmek için at kestanelerinin çiğ mi yoksa pişmiş olarak mı yenmesi gerektiğini öğrenmek için  kime sorulması gerektiğinin öğrenilmesine;

19-Duruşmaların ahengi ve düzeni için At kestanesi kebabını en çok kaç porsiyon yenmesi gerektiğinin Teksaslı Kebabçılar Birliğinden sorulmasına;

20-Çilt bakımı için, At kestanesi tozunun gevşek deri şıkıstırmasına iyi gelip gelmediğinin Yüksek Cilt Bakımı  Kurumundan sorulup öğrenilmesine;

21- At kestanesi yağı içilirse ne olacağının, sıkıldım artık, herhangi birine sorulmasına;

22-At kestanesi kabuğunun, kabuktan ibaret olduğunun sanılmamasına; muhtevadaki Öz'e ulaşmak için kabuğun usturuplu bir yöntem ile kırılması; ve Biçim'e takılıp kalınmaması gerektiğine;

23- Doktirinde At kestaneleri hakkında yazılmış olan hukuki tezlere bu saatten sonra bakmanın her hangi bir yararı olup olmayacağının nereye istiyorsanız oraya sorulmasına;  

24-Mahkeme heyeti olarak, bir türlü ulaşamadığımız şu herkesçe bilenen Gerçeğe ulaşmak için aç karnına acaba  günde kaç damla  at kestanesi yağı içmemiz gerektiğini at kestanesi bilirkişilerinden öğrenilmesine;

25-Savcılık Makamınca iddia edildiği gibi, telgraf ile ıslak imzasız ihbar yapıldığında Mors Alfabesinin yerine sehven Fenike Alfabesinin  kullanılıp kullanılmadığının tespit edilmesine; şayet Fenike Alfabesi kullanılmışsa alfabenin derhal piyasadan toplatılmasına;

26- Keza;Telgraf ile ihbar yapılırken Telgrafın tellerine kimliği belirsiz kuşların konup konmadığının; konmuşsa kaç adet konduğunun, ve cinsiyetlerinin ne olduğunun; dişi kuşla erkek kuşlar yan yana gelmişse aralarında her hangi bir yasa dışı ve ahlaka mugayir bir çiftleşme hadisesinin olup olmadığının; ve şayet bir çiftleşme olmuş ise, bu cinsel faaliyetin yol açabileceği titreşimlerden dolayı,  telgrafın çekilmesi sırasında, telgraftaki bazı kelime ve tarihlerde tahrifat olup olmadığına;   Şerif tarafından oluşturulacak bir Kuş Tetkik ve Araştırma Komisyonunca araştırılmasına;   ayrıca, civardaki telgraf tellerinin altındaki kuş pisliklerinin ilerde delil olarak pis işlerde kullanılmak üzere, pislik herifler tarafından,pisliğin kimyasını bozmadan, dikkatlice, toplanarak; pislik deposuna konulmasına;  

27-Ve  bir sonraki duruşma da, Suppe'lenin Hafif Suvari Alayı Marşı'nın yerine, davanın ruhuna uygun olarak, ağır aksak  traji-komik-satirik oyun havaları çalınmasına;

28-Kesinlikle  yanlış "benekli ata" oynanmaması gerektiğine; (altılı ganyan atı mı bu?)

29-Dere boyundaki  At kestanelerinin, sadece at sineklerini değil ayni zamanda keçileri de kaçırtmış olabileceğini; ve bu arada hazır keçilerden söz edilmişken, İddia Makamının bu arapsaçı,  okunmakla bitmez, iddianamesi karşısında mahkeme heyetinin de keçileri kaçırıp kaçırmadığının Eyalet Akıl Sağlığı Uzman Hekimliğinden sorulmasına;

30-Üf be; yeter artık; hangi renk at kestanesinin daha makbul olduğuna; ve  niye at kestanesinden at kestanesi şekeri yapılamadığının  öğrenilmesinin de bir sonraki duruşmaya saklanmasına; ve bu hususları gerçekten   kim biliyorsa ona sorulmasına;

31- Masumiyet karinesi sahibi atlarda  ‘kişneme bozukluğu sendromuna’ yol açan   bu gizli at kişnemeleri dinlemelerinin, milletin  sabrını    meydanlara ve sokaklara  taşırıp taşıramayacağını Atlı Jokey Kulübü'nün yapacağı bir kamu oyu yoklamasıyla öğrenilmesine;

32-"Hadi artık karar verelim" demek süretiyle Yüce Mahkemece, "nihayet, oh be.." sesleri eşliğinde zamanın ruhuna uygun olarak  kestane-kebap yaparak ve okunmuş şeker eşliğinde  at sütü içerek   oy birliğince, çok şükür, tam karar verilecekken,  son anda, çok-özel-görevli savcılıkça, çiçekçi kızın evine doğru  giderken söz konusu  o taş plakta çalınan Johann Sebastian Bach’ın do majör cello soloları ile,   ‘sakıncalı sol’ majör yurttan sesler korosu  arasında, cello sololarındaki 'sol' ile sakıncalı soldaki "sol" arasında her hangi bir örgütsel bağ olabileceği   mülahazasıyla  Johann Sebastian Bach’ın do majör cello sololarının,   makul şüpheli olarak derhal göz altına alınması talep edilmiş; ancak; çok-özel-görevli savcılık, göz altı talebini,  nota  bilgisi ile delillendireceğine, sehven, Nato bilgisiyle delillendirince,  Mahkeme Başkanınca, bu kadar da "Natoculuk olmaz ama! başımızı belaya mı sokacaksın sen,  şurada ne güzel yargıcılık oynuyorduk" denilerek 'çok-özel-görevli savcı' bi güzel azarlanmış; ve göz altı talebinin  reddine kara verilmiştir. Mahkeme  Başkanının “yeter artık sıkıldım, ben gidiyorum; yargılama bitmiştir; ne haliniz varsa görün” demesi üzerine de bu kez,  hakikaten,  Kişneyen Benekli At ya da Oval At Pisliği davası     oy birliği ile karara bağlanmıştır.

Her ne kadar Mahkeme Heyetince söz konusu dava karara bağlanmış olsa da, Güvenilmez Anlatıcı olarak içimizde uhde olan bazı  hususlar  var hala: Merak konusu olan bizim benekli kişneyen atımız nasıl oluyor da William Blake'i yadırgamıyor ve bir silkinişte üstünden atmıyor. Sanki bu at William Blake' i daha önceden tanıyormuş gibi davranıyor ve kişniyor. Şayet, atların en son kişneme kayıtları alınabilmiş olsa idi,  özel yetkili bilirkişiler marifetiyle kişnemeden kişletene ulaşabilir; atın bu davranışının nedeni öğrenebilirdik...Hem sonra, William Blake, atın sahibi olmadığı halde nasıl oluyor da atın sırtında uzun bir süre kalabilmiştir? Hakikaten önemli bir soru bu. Zira, kendilerini devlet büyüğü sanan nice at binicisi bilirim ki, atların şahlanışı karşısında kendilerini yerlerde sürüklenirken bulmuş; makul şüpheli atların ayakları altında kalmışlardır.

Derler ki, at sahibine göre kişnermiş. Öyleyse;  atın kişneme tonu ve tarzından asıl suçluya, yani; kişneyen benekli atı oraya götüren makul şüpheliye kolayca ulaşabiliriz demektir.   Merkez eyalette Bilimsel ve Teknik At Kişneme Analiz ve Tespit Kurumu var. Gerçi; özel görevli savcının istediği raporları veriyor ama   olsun. Şayet kişnemenin kayıtlı olduğu taş plağı analiz için söz konusu kuruma ulaştırabilirsek, hiç olmazsa  Bir At Kişnemesi Raporu alıp işi bitirebiliriz. Ama; Özel Görevli Mahkemece, bu kişnemede atın benekli olduğu belli olmuyor;  illa benekli atlar için kişneme raporu isterim diye ısrar ediliyorsa, o zaman da,   Makul Şüpheli  At Kişnemeleri  Komisyonu aracılığıyla söz konusu  raporu almak üzere, bir üst makam olan Özel At Kişnemeleri  Tespit Mahkemelerine baş vurmanız gerekiyor. Oradan onay çıkarsa, hem kişneyen hem de benekli olan atımıza dair bilimsel  kişneme analizi yaptırtabilir ve  'makul-şüpheli-gerçek’e ulaşabiliriz artık.

Bu arada, kişneyen benekli at konusunda tevatür muhtelif: Her şeyden önce kişneyen benekli atın behemehal bulunup  kasabanın Özel Yetkilendirilmiş At Kişneme Mahkemesinde tanık olarak kişnemesi gerekiyormuş. Atın kulağına en son  kimin   ne fısıldadığı  bir bilinse bir çok şey aydınlana bilinirmiş diyorlar. Ayrıca; At kişnemeleri, Mahkemelerin uzmanlık alanına girmediğinden, at-dili uzmanlarına ve at-dili çevirmenlerine çok iş düşüyormuş. Gerçi Vahşi Batının özel görevle yetkilendirilmiş yargısına güven tammış; ve yargı, güya, hiç bir soruyu cevapsız bırakmayacakmış ama her şey, at kişnemelerinin, bağımsız ve tarafsız çevirmenlerce  doğru çevirisine bağlı. Zira bir yanlış at kişnemesi çevirisi yüzünden bir anda onlarca kişi tutuklanabilir diyorlar.

Özel Yetkili At Kişneme Mahkemesinin dosya muhtevasındaki  ifade tutanaklarında   belirtildiğine göre, kişneyen benekli at gerçeğine ulaşmak için, şu ana kadar söz konusu Mahkeme heyetince 5 milyon gizli at  fısıltısı kayıt altına alınmış ve atlara bol bol atteresi yedirilmek suretiyle    4 tere-bayt'lık at kişnemesi gizlice dinlenmiş; ve  bir o kadar da atlarla gizli fısıldaşmayı bilen yüzlerce uzmanın raporu okunmuş. Ayrıca; tarihteki meşhur benekli atlar hakkında fikir sahibi olmak için seyyar Manas destanı okuyucuları bile mahkemeye davet edilmiş. Köroğlu'nun kır at'ından Zapata'nın efsanevi atına kadar gelmiş geçmiş tüm meşhur atlar uzman  at-ologlarca mahkeme heyetine anlatılmış. Ama buna rağmen, şu ana kadar, kişneyen benekli at gerçeği bir türlü aydınlatılamamış, bilakis karartılmış. Bu yorucu çalışmalar sonucu mahkeme üyelerinde, haliyle, yer yer kişneme nöbetleri görülmeye başlamış; ve at sinekleri konmasın diye, beden derilerinde, olur olmaz yer ve zamanlarda, titreme tikleri oluşmuş;  hatta; üzerlerine at sinekleri konabilir mülahazasıyla da, mutfaktaki ete  soğan bile doğrar olmuşlar; ve bu yüzden duruşmalar uzunca bir süre cibinlik içinde devam etmiş.

Bu arada; Kasabanın şerifi de,  ayni zamanda özel yetkili bir şerif olmasına rağmen, yoğun at sinekleri vızıltısı yüzünden vızıltı sendromuna tutulmuş ve her vızıltıyı Bay Dickonson sanmaya başlamış ve yataklara düşmüş; ve  bazı benekli atların kulaklarına artık söz geçiremez olduğunu; ve bir kanun adamı olarak gerçeği aydınlatmada yetersiz kaldığını kabul etmiş; Bay Dickonson'a rağmen Eyalet Şerefli  Şerifler Yüksek Kurulundan yardım istemiştir.

Fakat; şerifin bu girişimi, o şeriflik yıldızını göğsüne takan kasabanın gerçek patronu Bay Dickonson tarafından hoş karşılanmamıştı. Şerifin biricik oğlu Tom, kasabanın Dickonson Işıklı-Metal-Maden Okulunda eğitimine henüz yeni başlamışken; ve Alış verişlerde kullansın diye eşine  atlı araba tahsis edilmişken, ya şimdi Nevada çöllerine sürülürse hali nice olurdu? Bu imkanlar  bir daha  eline geçebilir mi  acaba? Peki ya o korumaları ne olacak?  Ne güzel; bir çok özel işlerini onlara gördürdüğü korumaları emrinden alınırsa bütün forsu ve itibarı bir anda sıfırlanmış olacak. Daha kötüsü,   kasabanın delisi ve sarhoşunun yazdığı imzasız bir ihbar mektubu ile hakkında ya 100 bin sayfalık okunması ömür boyu sürecek bir iddianame yani ucu mezara kadar açık suç duyurusu  hazırlanırsa ne olacak o zaman hali ?  Zira; bu Bay Dickonson kasabanın gerçek patronu. Onun bir emrine bakar her şey. Şerif iken bir anda makul şüpheli  pozisyonuna düşebilirsiniz. Kaçma şüpheniz olduğu zırvasıyla da peşinen ceza çekmek üzere  tutuklanarak  bir anda kodesi boylarsınız. Düşünebiliyor musunuz bütün bunlar her an şerif'in başına gelebilir; ve ömrünüz suçlamalar karşısında kendinizi savunmakla  geçebilir mazallah!  "Hadi canım geçin bunları; elinizde "üretilmiş" bir delil bile yokken, neye dayanarak konuşuyorsunuz ?" demeyin. Zira, siz de bir kanun adamı olarak  pekala bilirsiniz ki, Dickonson Hukuku' nda delinin yokluğu yokluğun delili olamaz ki! 

Peki; Bay Dickinson'ların emrinde olanların dışında bu  kasabanın namuslu, dürüst ve vicdan sahibi   bir  iddia makamı yok mu ? vardır elbette; öyleyse versinler bunun cevabını o zaman. Söz konusu savcıların, kasten ve "sehven" iddia edecek  halleri yok ya!Bunlar Bay Dickonson'un ayarlanmış savcıları mı ki delil imal etsin; uydursun. Savcının işi yok da hukuki olarak  delil icat edecek ha!? Cüzdanındaki paranın sesini değil kendi vicdanının ve sadece somut gerçeğin sesini dinleyen  nice savcı var bu kasabada.  Onun bunun; falancanın filancanın savcısı değil ki yalandan "iddia" imal etsin. Aksi takdirde hukukun alçaklığı  hukukun üstünlüğüne galebe çalmaz mı!?

Hukukun alçaklığı değil, üstünlüğü adına, güvenilmez anlatıcı olarak, biz de soruyoruz :o kişneyen benekli atı oraya kim koydu  gerçekten? ve kişnemesine kim, niçin müsaade etti ? bütün bu soruların cevabı tabi ki araştırılsın; biz araştırılmasın demiyoruz; halkına güven veren bağımsız ve adil yargı yok mu  bu kasabada? Adalet duygusu sıfırlanmış bir yargıyla adalet, nasıl, er geç  tecelli etsin!? Kasabada olmasa bile en azından mahşerde (nah!) tecelli eder diyorlar; inanalım mı onlara? Hem sonra;sosyal ve siyasal hayatta, olaylar, öyle olduğu için değil; öyle planlandığı için öyle oluyormuş diyorlar peki;bütün bu olup bitenleri kim,niçin planlamış olabilir öyleyse?

Deniliyor ki, hukuken, kişneyen benekli atın masumiyet karinesi varmış; o yüzden ispat mükellefiyeti savcılık makamındaymış; kişneyen benekli atta değil. Hem sonra kişneyen benekli at makul şüpheli değilmiş;o yüzden tutuklamaya gerek yokmuş. Daha nasıl şüpheli olmasın kardeşim; At hem kişniyor hem de benekli..Ayrıca; At bu, her an dıgıdık dıgıdık kaçabilir değil mi? Tutuklamayalım da dört nala  kaçsın mı  yani? Kamu ve hara düzeninin hali nice olur sonra? Elbette hürriyeti kısıtlayıcı tedbir kararını uygularız bizim istediğimiz gibi kişnemeyen atlara. Gerçi Hukuka giriş kitaplarında sağlam bir mesnede bağlanmış şüpheli kişneyen  Atlar için aslolanın ‘göz altı’ olduğu söylenir ama, bu at "benekli" kardeşim, ‘tutuklama tedbiri’ şarttır! Hem de şöyle helalinden en az beş sene tutuklama şart! ve unutma; sen sen ol, makul şüpheli(nin) atı(nı) daima sağlam bir kazağı, en azından bir 5 sene, bağla kardeşim! yoksa kişneyen benekli atı alan Üsküdar'ı geçer; pişman olursun. Hele ki yeni açılacak olan davanın adı "dört nala zırvalama giden atlılar"sa..Kesinlikle atını sağlam kazığa bağlamalısın kardeşim. Hatta;  makul şüpheli atını  arpasız bile bırakmalısın ki kimse arkandan atın ölümü arpadan olmuş demesin sonra.

Hem sonra; akıl var (zerre)mantık yok; şey yani, var: Kasabanın hakim gücü bay Dickonson istedi diye savcılar bir at kişnemesi, boğa böğürmesi, buffalo inlemesi imal ve icad ederek; suçlama yapacak değiller ya ! Gerçi bunu yapan özel ayarlanmış sipariş-savcılar olabilir Vahşi Batıda, ama orası, adı üzerinde, uygar değil  "vahşi batı".. ne kanun var ne kamu düzeni; sadece keyfilik ve  gangsterlik  hakim. Her kes "keyfimin kahyası olmuş bir düzen"de yaşıyor orada.Ve bu keyfi zorba düzende, hasbelkader, dava konusu 'kişneyen benekli at', bir punduna getirilip bir çayırlıkta kovboy kemendiyle yakalanacak olsa ve makul şüpheli olarak göz altına alınmış olsa; ve mahkemede 'gizli at-tanık’ olmayı kabul etmeyerek başından geçen bütün hadiseleri gerçeğe uygun olarak kişnemiş olsa, eminim, egemen güce  ayarlı bu 'vahşi- batı hukuku'onu da, somut ‘gerçeği’ de,  behemehal tutuklardı.

Egemen güce ayarlı Vahşi Batı Hukukunda, savcılar, delillerle, pardon; ayni zamanda hem sanık hem de mahkum olmuş gizli tanıklarla; imzasız ihbar mektupları ve iftiralarla; benekli at kişnemesi için 8 milyon 388 bin 608 sayfalık mezara kadar ucu açık iddianame hazırlayarak, suçlu imal ve icat etmiş; avukatların savunma haklarını kısıtlamış veya yasaklamış olabilirler. Ama, o zaman da, bunun adı hukuk düzeni olamaz ki!Vahşi Batı'nın zulüm ve guguk düzeni olur! Hukukun üstünlüğü olmaz hukukun alçaklığı olur değil mi!? 

Ayrıca; insanları, adil yargılama ve mahkeme hükmüyle değil de, sırf ve sadece, makul şüpheli savcıların iddianamesiyle ve tutuklama yoluyla mahküm edecek olursanız; ve bu yetmez, hakim ve mahkeme ayarlarsanız; hatta İktidar eliyle yasa ve anayasa siparişi  verirseniz, bu da hukukun alçaklığı olmaz mı?  Vahşi Batı'daki gibi hukukun alçaklığı  marifetiyle tek adam iktidar düzenini tesis etmek ve her yeri (küçük)Teksas devleti yapmak istiyorsanız o başka tabi.

Bütün bunlar olup biterken ve vahşi batı hukukunun acımasız çarkı dönerken, Machine kasabasının egemen gücü Bay Dickinson  elinde uzun namlulu silahıyla  : "ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca; ben yargıca yargıç demem yargıç ben(im) olmayınca;ben savcıya savcı demem; savcı ben(im) olmayınca; ben şerife  şerif  demem şerif ben(im) olmayınca.. ben hukuka hukuk demem hukuk ben(im) gugukum olmadıkça; ben bu dünyaya dünya  demem dünya ben(im) malım olmayınca; ben bana "ben" demem "ben" ben(im) olmadıkça.." diye, bol "benli", birinci tekil şahıs özel-mülkiyet makamından bir şarkı tutturmuş  söyleyip kendi kendine eğleniyordu.. Şimdi; asıl merak konusu olan Kasaba halkının hangi makamda şarkı söyleyeceği. Bakalım; kasaba halkı "halkın-adaleti" makamında bir şarkı  besteleyip söyleyebilecek mi?

Neyse, biz maceramıza dönelim artık.

William Blake makul şüpheli benekli atı sürmekten bitkin düşer ve bayılır. Ayıldığında baş ucunda bir amerikan yerlisi; elinde bıçak; William Blake'in göğsündeki mermiyi çıkarmaya uğraşmaktadır. Bil bakalım, kim bu yerli..? kim; sen söyle ? Kim olacak No Body! Peki No Body(Nobadi, hiçkimse) kim ? No Body, Amerikan devrimi sonrası Amerikasında henüz her hangi  bir body(kimse) olamamış kimsesiz II.Nebukadnezar'ın Amerikan yerlisi hali. Niye mi? Müsade edin, bilimsel olarak açıklamaya çalışayım. II.Nebukadnezar aslında bir ve tek II.Nebukadnezar değil; o bir ve çok haldeki bir yarı tanrı-hükümdar soyutlaması.Yani sizin anlayacağınız birbirlerinden ayrı ayrı ve farklı- dikkat edin 'ayni' demiyorum; hiç 'ayni' der miyim sevgili okur ? 'fark'ın nesnelliği karşısında hiç 'ayni' olabilir mi allah aşkına!? 

Bu arada, Fark'ın nesnelliği ve kalıcılığına nazaran  eşitlik(!) teraneleri tutturanları da hiç anlayamıyorum doğrusu! Oysa; sosyal hayatta, Fark'ın nesnelliği ve kalıcı karşında, nihayetinde, ancak "herkesin yeteneğinden ihtiyacına göre" ilkesi geçerli olabilir; yoksa; Jan Jak Rouseau'vari,  mahut ve meşhur "insanlar eşittir" ilkesine takılır kalırız. Malumunuz; doğada ve hayatta somut olarak ‘eşitlik’ yoktur! Eşitlik soyut bir kavramdır. Dünyaya kalıcı insanlık anıtı olmuş Karl Marx’ın dediği gibi: “bireyler eşit olsalardı farklı farklı bireyler olmazlardı.” Her şey ve her kes birbirlerinden “farklı” olduğu için eşitliği değil ama “özgürlüğü/özgürleşmeyi” esas alarak bir toplumsal düzen kurulmalı. Çünkü; "FARK", doğada, kalıcı ve nesnel olarak var! O yüzden; akıllıca, Fark'ın nesnelliğini esas alarak ‘eşitlik için değil ama özgürlük için’  sömürüsüz-sınıfsız bir toplumsal düzen kurulabilir. Zira; aslolan Rouseau'nun da belirttiği gibi "hür doğup hür yaşamak"tır.(Gerçi, bizim Nazım daha özlü söylemiş ya: “bir ağaç gibi tek ve hür; ve bir orman gibi kardeşçesine”) O yüzden; insanlar eşit değil; ama özgürdürler. 

Her bireyin toplum içinde özgürlüğü "eşitlik" esas alınarak değil; "Fark" esas alınarak gerçekleştirilebilir ancak. Formül şudur: Farkın Nesnelliğinden Toplumsal Bireyin Özgürlüğüne.. Aslolan; insanı her yerde, bir "eşya" ve "şey" ilişkisi olmaktan  kurtararak onu toplum içinde özgürleşebilen gerçek bir birey yapmaktır. Özgürleşme dediğimiz de budur zaten: Her bireydeki mevcut-verili yetenekleri,toplumsal ihtiyaç ve imkan dahilinde, sınırlarına kadar çok yönlü olarak geliştirmek suretiyle insanı, eşyanın ve dünyanın gerçek "efendisi" yapmak; bu sayede doğa ile insanın birliğini özgürce yeniden kurmak. Yani; "Ve bir ağaç gibi hür ve bir orman gibi kardeşcesine yaşamak!" 

Büyük İnsanlığın o  tarihsel hasreti, ancak; bu günden, mevcut-verili ekonomik-siyasal;toplumsal-tarihsel Düzen(leniş)i, devrimci “inkara”  uğratarak, Hegel'in aşma(aufheben) ilkesine göre, gerçekleştirilebilir. İşte; Çağımızın o “altın kalbini” yaratmak için yollara düşenler ve bu uzun soluklu tarihsel mücadele sürecinin şimdiden bir parçası olabilmeyi başaranlar, aslında, özgürlüğün o altın çağına   daha şimdiden ulaşmış, kavuşmuş  sayılmayı da  hak ederler.

Bir ve çok halde  II.Nebukadnezar var demiştik. Bir ve on Feridun abi gibi yani.. Birbirinden ayrı ve farklı mekanlarda 10 tane Feridun abi var; bu 10 kişinin hepsi de Feridun abi'ye özdeş, ama Feridun abinin hem geçmişteki hem de gelecek zamandaki "farklı" halleri; yani 'özdeş ama farklı' .Yeterince açık değil mi ? peki ama; biz bu ayrı ve farklı II.Nebukadnezar'ların, II.Nebukadnezar  olduklarını nereden biliyoruz ? -hadi onu da söyleyeyim- şurdan : ayrı ayrı ve farklı olan bu kişileri II.Nebukadnezar yapan zorunlu ortak bir taraf var. O zorunlu müştereklik olduğu için, biz, bunların hepsi de II.Nebukadnezar dır, diyoruz. Peki nedir o zorunlu müştereklik ? Hepsinin de esas itibariyle, yani özü itibariye, Babil Kralı oluşuydu. Anladınız mı şimdi, tarihte ve toplumda  kendi başına, izole, saf, tam ve mutlak bir II.Nebukadnezar olamayacağını? Lütfen; beni böyle bilimsel açıklamalar yapmak zorunda bırakmayın artık; anlatımın insicamını bozuyorsunuz.

Masal bu ya, işte o II.Nebukadnezar'lardan biri de Divan edebiyatı şairlerinden Fuzuli'nin "dost bi-perva felek bi-rahm ü devran bi-sukun/ derd çoh hem-derd yoh düşmen kavi tali' zebun" beytini  dertli dertli okurken bu dünyada fuzuli biri olduğunu sanarak  işte bu No Body'e dönüşmüş (hadi senin dediğin olsun güvenilmez anlatıcı kardeş). Peki niye No Body ? No Body, çünkü; o, henüz belirli bir body(kimse) olamamış; herhangi belirsiz bir kimse halinde(!) ( fesupanallah; hani belirsiz kimse olmazdı; "kimse" olmak zaten belirli olmak demek değil miydi? yukarıda sen anlattın ya bütün bunları! tamam gene senin dediğin olsun güvenilmez anlatıcı kardeş; tamam!). O, adeta, bir hiçkimse(nasıl oluyorsa?); Çünkü; II.Nebukadnezar'ın 2000 yıllık yalnızlığı var onda. Henüz; bu yeni hayatında, her hangi bir insanı sevmemiş; ve herhangi bir insan tarafından sevilmemiş; sevgisi ile kendini sevilen bir insan yapamamış. Dean Martin'in söylediği o şarkı nasıldı: "you're nobody till somebody loves you" (sevenin yoksa hiç kimsesindir), yani bizim usta kalem Sait Faik'in dediği gibi:  bir insanı sevmekle  başlar insan olmak. Kimseleri sevmemişsen, kimseler tarafından sevilmemişsen "adam" sayılmazsın. Bu dünyada  onu No Body'likten kurtarabilecek, bir şahsiyet, bir "adam" yapabilecek tek arkadaşı, hayranı olduğu William Blake! O da ölürse tam Nobody(hiç kimse) olacak. Kendini some body(her hangi belirli bir insan, "Adam") yapabilmesinin yegane yolu William Blake'in yaşaması; ve sanatçı kişiliğinin hep var olması.  Ona şiirlerini okuması, resimlerini yapması... Hatırlayın; geçmişte, sırf onun sanatçı kişiliğine olan doyumsuzluğu ve özlemi nedeniyle tahtını, tanrılarını, biricik karısını, hazinesini terk etmişti. William Blake'in sanatı  sayesinde, kısmen gaddar ruhlu öfkeli bir kral olmasına rağmen kendini ezilmişlere ve kölelere daha yakın hisseder olmuştu. Zaman zaman Amerika köle pazarlarında dolaşıp; alınıp satılarak el değiştiren kölelere arka çıkar olmuştu.. Koca Babil kralı, binlerce kölesi varken, simdi pazar pazar satılan kölelere sahip çıkıyordu. Nereden nereye.. diyalektiğin tecellisi işte!

Şu ana kadar bir Nebuko adlı  resimde   William Blake ile  arkadaşlık yapmış olan II.Nebukadnezar, Nebuko resmindeki geçici hayatına devrimci bir kalkışmayla son verek; resimden, kendi bedenini kurtarır.Üstü başı boya içinde kalmıştır. En fazla da kırmızı renk sürünmüştür üstüne.William Blake'e yardım etmek ve Tarih sahnesinde yeniden rol alma vakti geldiği için de, No Body isimli bir amerikan yerlisinde yeniden hayat bulur.Şimdi anladınız mı No Body'nin bu yazıda ne aradığını. Ben öyle boşa konuşmam!!

No Body(hiç kimse), "mermi kalbine çok yakınmış ,çıkaramadım" der ;ve ekler: “artık sen ölüme doğru yürüyen bir ‘dead-man(ölü-adam)’ sın.” William Blake çok derin bir tarih uykusundan uyanan uykulu gözlerle No Body bakar, güneş gözünü kamaştırmaktadır. Hafızasını kaybetmiştir William Blake. No Body bunu anlayınca çok üzülür ve kendiliğinden William Blake'in o altın  dizelerini okumaya başlar:        

"Doğar bazıları acıya;
Her sabah ve her gece
Doğar bazıları tatlı haza.
Doğar bazıları tatlı hazza
Doğar bazıları sonsuz geceye."

Artık bundan böyle, No Body,  William Blake'in  acı çeken o yaralı bedenine merhem olacak; ve ruhunu teslim edeceği ana kadar da William Blake'in yanından hiç ayrılmayacaktır. Zaten onun biricik arkadaşı olmak için yerinden yurdundan olup bu kadar tarihi badireye katlanmamış mıydı? O halde,  No Body için yaşamak, artık; William Blake için yaşamak olmalıydı. No Body'nin kendisi için yaptığı yegane şey, at sırtındaki yolculukları boyunca, tarihten(II.Nabukadnezar'dan) kalma o şairane ruhunu beslesin diye,  mütemadiyen, William Blake'ten   şiirler okuyup; mutlu olmaktı:

SEVDA BAHÇESİ
Gittim Sevda Bahçesine
Ve hiç görmediğim bir şey gördüm:
Bir kilise yapılmıştı ortasına,
Çocukluğumda oynadığım çimenlerin.
Ve bu Kilisenin kapıları kapalıydı,
Ve "İçeri Girilmez" yazılıydı kapının üzerinde;
Şöyle döndüm baktım Sevda Bahçesine
Bir zamanlar hoş çiçeklerle doluydu;
Ve gördüm ki mezarlık olmuş her yan,
Ve mezar taşları var çiçeklerin yerinde;
Ve karalara bürünmüş Papazlar çevrelerinde dolaşmakta,
Ve bağlamışlar neşelerimi,  heveslerimi dikenliklere.

KAPLAN
Kaplan! Kaplan! yanmakta ışıl ışıl
Karanlığın ormanlarında:
Hangi ölümsüz el ya da hangi ölümsüz göz
Yaratabilirdi senin heybetli simetrini?

Hangi uzak yarlarda ya da hangi uzak göklerde
Kurban edildi gözlerindeki ateş?
Hangi kanatlar erişebilir ona?
Hangi el kavrayabilir ateşi?

Ve hangi güç ve hangi beceri
Bükebilirdi kaslarını yüreğinin?
Ve, yüreğin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el ve hangi dehşetli ayaklar?

Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Nasıl bir azaphanedeydi beynin?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını kavrayabilir?

Yıldızlar savurunca aşağıya mızraklarını,
Ve sulayınca cenneti gözyaşlarıyla,
Güldü mü O yaptığını görünce?
Kuzu' yu yaratan mı yarattı seni de?

Kaplan! Kaplan! yanmakta ışıl ışıl
Karanlığın ormanlarında,
Hangi ölümsüz el ya da hangi ölümsüz göz
Yaratabilir senin heybetli simetrini ?

No Body, ne zaman bilge ruhunu doyuran o Kaplan şiirini okusa kendi kendine sormadan edemezdi: "kuzu'yu yaratan mı yarattı seni de?". Bir gerçeği ısrarla sorgularcasına ve Yüce Manitu'ya  sitem edercesine, No Body,  soruyordu bu soruyu: "kuzu'yu yaratan mı yarattı seni de?". Nasıl oluyor da masumiyeti ve zayıflığı temsilen "kuzu" ile, şiddeti ve gücü temsilen "kaplan" ayni Yüce Manitu'nun  yaratıkları olabiliyordu!? Tek ve ayni Yüce Manitu'nun  değişik ve karşıt yönlerini temsil ve ifade edebiliyordu? Çünkü, No Body'nin Yüce Manitu anlayışına göre, Yüce Manitu dediğin müşfik, merhametli, adil, iyilik sever ve mükemmel olmalıydı. Hem sonra, Kaplanın yırtıcılığı ve parçalayıcılığı karşısında kuzunun masumiyetine  ve zayıflığına hangi  vicdanlı kalp nasıl dayansın? Hangi akıl nasıl ersin? Hangi müşfik kalp ve hangi merhamet Kuzunun Kaplan karşısındaki varlığına tepkisiz ve seyirci kalabilsin? Hangi adalet bu görünür eşitsizliği geçiştirebilsin; Kuzu'nun imdat diyen kalbini bir yırtıcı Kaplan'a   kurban versin . Oysa; Yüce Manitu inancına göre, Yüce Manitu , her yerde ve her şeydedir.  Her şeye ve her yere nüks etmiş kendinden bir özellik vermiştir. Şayet Kuzu'nun masumiyet ve zayıflığı göz göre göre Kaplanın yok ediciliğine kurban ediliyorsa, bu, Yüce Manitu'un bir tasarrufu olmalıydı. O zaman da Yüce Manitu,  nasıl oluyor da bu kadar kötü kalpli, acımasız ve gaddar olabiliyordu!? Bu, güçlü ve egemen olanı kayırmak değil miydi!? Yüce Manitu'ya, masumiyet ve zayıflık karşısında, güçlü ve egemen olan bir yırtıcıdan yana olmak yakışır mıydı? Bu düpedüz vicdansızlık,merhametsizlik  değilse neydi!? Hani yüce Manitu mükemmel ve müşfikti; esirgemesi ve merhameti yüce idi. Kuzu gibi zayıf ve masum bir hayvanı kaplan gibi yırtıcı bir canavara kurban vermek nasıl bir Yüce Manitu'luktu!?   No Body'in serzenişi bir kez daha  yükseldi Yüce Manitu'ya : Kaplan! Kaplan!! "kuzu'yu yaratan mı yarattı seni de?"  

Bu arada bay Dickinson öldürülen oğlunun öcünü almak için şöhreti önden giden kiralık katiller tutar. Sülalesini Deşen Jak da bunların arasıdır. Bay Dickınson, ofisinde, avladığı ayı postu önünde, seri katillere hitaben yapmış olduğu konuşmasında, kiralık katillerin sicillerindeki  katillik başarılarını tek tek saydıktan sonra  bu katillik başarılarıyla ne kadar övünülse ve gurur duyulsa az olacağını belirterek biricik oğlunun katilinin ölü ya da diri yakalanmasını ister.  Bay Dickinson için kurşun sıkan katillerin daima şerefli birer katil olacağını; ve her zaman takdirle anılacaklarını da  ifade ettikten sonra  William Blake'i ölü ya da diri yakalamak için sürek avını başlatır.William Blake, artık, no body sayesinde silahla  konuşmayı ve beyaz adam öldürmeyi öğrenmiştir.. O meşhur, "ve deneyim yitirdiğimiz masumiyetimizdir" dizesi işte bu sıralarda ağzından dökülür William Blake'in. Ve dağa taşa William Blake in ölüsü ya da dirisini getirene ödül verileceğini gösteren ilanlar asılır.

William Blake bu ilanları gördükten sonra artık nitelikli  bir seri katil olmuştur, gözünü kekitmeden önüne gelen herkesi öldürmektedir. Ve şiirlerini artık kanla yazmaktadır. Ama No Body'nin bütün uğraşlarına rağmen, William Blake, göğsündeki merminin etkisiyle git gide kötüleşmektedir. Çare tükenmek üzeredir artık. No Body, sevgili  arkadaşı için, acilen, bir şeyler yapmak zorundadır. No Body' nin yerli inancına göre, William Blake eğer ruhunu ölümlü(sonlu)ler dünyasına teslim ederse başka bir bedende William Blake haline yeniden kavuşup şiir yazıp resim yapabilecek; ve sanatsal yaratıcılığı sayesinde ölümsüz olacaktır.

Çünkü; No Body'nin hayat felsefesine göre, ölüm,aslında, ölümsüzlüğün bir tezahürü ve varlık biçimidir. Her kes ve her şey ölümlüler(sonlular) dünyası olarak bir gün mutlaka sonlanacaktır. Ama; bu sonlanma sayesinde "her şey" ve sonsuzluk ayni zamanda hayat bulacaktır. Ölüm(sonlu) ve ölümsüzlük(sonsuzluk) tek ve  ayni Tekil Varlık'ın farklı veçheleri olduğu için, ölüm,  No Body'e göre,  ölümsüz olmaktır zaten. Dahası; ölen(sonlanan)  Tekil şey(ler)in dışında, ondan ayrı, kendi başına;yalıtık biçimde, saf  bir ölümsüzlük(sonsuzluk) yoktur, olamaz. Ancak ve sadece, sonlanarak, sonlanma sayesinde ve sonlana sonlana, sonsuz ve kalıcı  olunur. Sonlanarak, sonlanma sayesinde, sonlana sonlana sonsuz  ve kalıcı olmak bir çelişkidir. Sonsuzlukçelişki olduğu içindir ki sürekli akıp giden bir ve tek sonsuz sonlanma sürecidir.Ve bu çelişki mutlak olarak yok edilemez olduğundan sonsuzluk'un sonu yoktur;kalıcıdır.  Kalıcılık ve sonsuzluk, nesnellik(madde-hareket farkının özdeşliği) sayesinde, sonlu'nun (ölümlü), yani çelişki'nin, sürekli yeniden üretimi halidir. 

İşte; o yüzden; bu kainat, yani nesnel-gerçeklik, her an, her dem kendini yeniden tazeleyen hiç sönmeyen bir ateşdir.(Enver Gökçe’nin “kirtim kirt” şiirini okumanın tam sırası şimdi). Ölümlüler ve sonlular alemi olmasaydı biz sonsuzluk ve ölümsüzlükten bahsedemezdik zaten. No body göre "ölmek",   kalıcılığa ve sonsuzluğa katılmaktır. Yani; köklerin köksüz-kökü'ne karışma; evrelsel anasız-ana'da eriyip gitme; ve bireyselliğin dağılarak kalıcı akışkan Tümellik(evrensellik)'te erimesidir Ölüm. Bir  bütün olarak nicelik olan niteliktir de diyebiliriz  Ölüm'e. Her ölümde ve her ölümle nitel bir bütünlük dağılır, sonlanır ve maddi ortama katılır, karışır.  Ve  nesnel-gerçekliğin nicelik'liği, kantitatif yanı, kendiliğinden kalıcı ve sonsuzdur.Ve ölüm(lük) her seferinde ve sürekli olarak bu kalıcı-sonsuz nesnellikten(kendiliğinden hareket halindeki madde'ye bağlı olarak) "yeniden üretilerek" doğar. Sonsuzluk, bu kalıcı oluşum sürecinin kendisidir.

Bu arada seri katiler William Blake bulamayınca sıkılırlar ve birbirlerini öldürürler. içlerinde en son Sülalesini Deşen Jak kalır. William Blake’i takibe devam eder. 

No Body, mütemadiyen at sırtında yol almaktan yorgun düşmüş; ve bedenine saplı mermi nedeniyle de takadı iyice tükenmek üzere olan ve zorlukla nefes alan William Blake'i, son vazifesini yapmak üzere, Pasifik sahilinde kabilesinin bulunduğu  köye götürmeye  karar verir. Ve sık ulu ağaçların kalabalığında Nehir yolu ile köye gitmek üzere bir kano ile yola koyulur. No Body Aşağı Mezopotamya'daki krallık zamanında olduğu gibi saltanat kayıklarıyla yapılan Fırat nehrindeki  gezilerini hatırlar bu nehir yolculuğunda; ve içinden şu türküyü tutturur  : "William blake efsane oldu ve No Body onun en iyi arkadaşı,can-dostuydu”. 

Köye ulaştıklarında, William Blake, artık, tahammül edilemez o acılar içinde halsiz düşmüş;  ölüme teslim olmak üzeredir.  Ruhlar alemine yapacağı son yolculuk için, sedir ağacından özel kanosunun yapılmasını bekler bir süre daha. Ruhunu teslim edeceği an geldiğinde, William Blake, No Body'in  kabile büyükleri tarafından kanosuna ayinle bindirilir. William Blake, tıpkı Spinoza gibi panteist(tümtanrıcı) ve gizemsel-diyalektik bir evren anlayışına sahip olduğundan, aslında, ruhlar alemine yapılacak olan bu kano yolculuğu onun için hayatın ölümle takas edileceği zıtların son macerası olacaktır. William Blake için, Zıt(lık)ların çelişkili birliğinin sürekli olarak yeniden üretildiği bu muazzam evrensel bütünlükte, er geç, zıt kutuplar birbirlerine değeceğinden ölümün yaşama değmesi de kaçınıl(a)mazdı.  Ve nihayet William Blake  ruhunu teslim edeceği o son yolculuğuna uğurlanır."less than everything can not satisfy man[13]", William Blake'in son sözleri olur. Bulutlar arasında ışıklar titrekleşir ve sisler içinde suda yol alan kanosuyla William Blake, o efsanevi adam, gittikçe ufukta belirsizleşerek ölümle hayatı takas eder; ve ruhunu kurtarır.

No Body,  'William Blake efsane oldu ve no body onun en iyi arkadaşıydı' diye türküsünü mırıldanırken o esnada köye gelmiş olan Sülalesini Deşen Jak tarafından vurulur; o da Jak'ı vurur. "Yaşamak ölmeğe değdi" No Body'in son sözleri olur ve  No Body'e hak vaki olur. Ve hükümdar II.Nebukadnezar olarak Ankara Kalesinin önünde bulur kendini. Aşağılarda yoğun bir kalabalık görünce kendini karşılamaya gelen  Babil halkı sanarak onlara doğru  sevinçle yürümeye başlar. Ancak, halk yürüş halinde olduğu için(durursa donar çünkü),  onlara ancak taa Sakarya caddesindeki tekel işçilerinin direniş çadırlarının bulunduğu yerde ulaşır. Sadece çivi yazısı yazması-okuması olduğu için, hiç bir anlam veremediği ve hiçbir şey anlamadığı Aydın Tekel İşçileri’nin  "Tayyip Erdoğan geçmişini unutma işçiye sahip çık"[14]yazılı pankartını görünce ağzından nedense, kendiliğinden, en iyi arkadaşı William Blake'in şu dizeleri dökülür:

“Her gece ve her sabah/
 Doğar bazıları acı’ya
Her sabah ve her gece
Doğar bazıları tatlı haza.
Doğar bazıları tatlı hazza
Doğar bazıları sonsuz gece’ye."     

rüya bu ya..




[1]Fark’ı esas alanTekil-Tümel Özdeşliğinde; Öz’ün,   değişimsel tezahürünün geçici Biçim’ini  belirleyen Özel-imkan dahilindeki otodinamik ilahi olasılıklar Bütünü. Yani; Genel’e indirgen(e)meyen nesnesiz(ilahi)-özne’nin  Yaratıcı Tümelliğinin Yeniden-Üretimi’nin  sınırsız çoklu-çeşitli Kalıcı Özgürlüğü; ya da; kendi Özel muhtevasından  ibaret olmayan Genel’in mahiyeti itibariyle vakti gelen  özgürlük biçimli Zorunluğu; ya da; “bir şey nasıl oluyor da başka bir şey oluyor” dediğimizdeki  bi’l fiil fail olan’ın kuvve-fiil’ini gerçekleştiren tayin edici nesnesiz(ilahi)-güç; hatta; olabilecek olanın olabilirliğini sınırlandırmış olan’ın, nesnel “fark”tan kaynaklanan çelişkili Birlik’teki belirlenene nazaran belirleyen tarafın  gerçekleşmeyi hazır hali de denebilir. Kısaca, “zaman neresi” diye sorulduğunda, henüz Mekan olmamış Zaman’ın yönünü bağlı olarak “aha orası” diyebilme yeteneği ve gizil-gücü..Bilmem anlatabildim mi? Ayrıca bkz: Yılmaz Abi(Öner)’nin ziyadesiyle  kafa patlattığı “olasılıktan determinizme diyalektik ve  prodeterminizm” konulu kitaplarının bilmem kaçıncı sayfası.

2] Yüklemin Özneyi abesle iştigali. Ya da öznede anlatılanın aynen yüklemde tekrarı,yani ‘malumu ilam’

3] “Al  takke ver külah” ın muadili yada ekürisi de denebilir.

[4]Teorik vesvese ile, ya anlaşılamazsam  diye takıntı yapmam obsesif’liğime ;anlaşılamamış olduğumu varsayarak ikide bir zorlama açıklama yapmam da  kompulsif’liğime denk düşer.  

[5] Cin fikirli  şeytan teologların, referans göstermeden, hükümdara ait fikirleri, eserleri  kendi malıymış gibi utanıp sıkılmadan kullanması;ya da bunun tersi, yani; hükümdarın kendi tebasına ait emek ürünlerini kaynak göstermeden çalması...ahlaksız teolog(lu)k ya da ahlaksız hükümdar(lık)  da denebilir.  Plagiarism   denilen bu çeşit hırsızlığın  örneklerini, öte-tarihte, üniversite denilen medreselerde bol miktarda görmek mümkün. 



[6] Her insanda mevcut olan ve bizi biz yapmaya yarayan eksiklik ve zaafiyetlerimiz. Bir çeşit kişilik yamukluğu.

[7] Demokrasi  taklidi   yapılan çağlarda,  tiranların, “kanun hükmündeki  keyfi(lik)leri” Ayrıca:bkz Taklid-i Ebla Tabletleri  ‘taklid-i demokrasi’ bahsi.

[8] Her şeyi ben mi söyleyecem ya;” Mustafa Kemal’in başka askeri yok mu!?” Hadi neyse; Bkz. Leonardo da Vinci’nin Vitruvius Adamı ve Son Yemek tablosu. Ya da Kepler’in dediği gibi, geometrinin iki hazinesinden  biri. Hatta; ay çiçeği çekirdeklerinin spiral biçimli dizilişleri de denebilir. Bir de “üzerimizde ağır bir yeryüzü varken çağımızın o altın kalbini arayanlar” var; onların sınıfsal “altın oranı”ndan kimsenin söz ettiği yok ama!

[9] İnsanın kendi gözünde emek-gücü’nün bir mal biçimini almış olmasının; ve emek-gücü ile ücret arasında daimi bir ilişki kurulmak suretiyle emeğin ‘ücretli-emek' halini almasının neresi medeni ki, ‘medeni Batı’ olsun Feridun Abi. Feridun Abi de kim deme, daha sonraki. yazılarımda adı geçecek olan ve insan hayatının  “mal” ile  sınırlandırılmasına karşı olan  bir abimiz işte.

[10] Mitolojide geçen bir  kahramanlık öyküsüne göre Grit adasında özel olarak yapılmış bir labirentte yaşıyan Minotaur adlı bir ejderha varmış. Grit kralı Atinalıları savaşta yenince savaş tazminatı olarak onlardan, her dokuz senede bir    Atinalı  yedi delikanlı ve bakire kızın Minotaur’a kurban verilmesini istemiş. Atina kralı Egeus’un oğlu olan Thesus adlı Atinalı kahraman da kurban olarak seçilince, bu anlaşmayı bozmak ve ejderhayı öldürmek üzere Grit’e gitmiş. Grit kralının kızı Ariadne, Thesus’u görünce  aşık olmuş; ve  ona, labirente yaşıyan ejderhanın yerini bulabilmesi ve geri dönebilmesi için daha sonra kendi adıyla anılacak olan bir  ip vermiş. İşte;  Ariadne’nin vermiş olduğu bu ip sayesinde Thesus,  Minotaur adlı ejderhayı öldürmüş; ve labirentten çıkarak sevgilisi Ariadne ile Atina’ya gitmek üzere yelken açmış.( Bundan sonra tevatür muhtelif ama biz devam edelim gene de),Ancak fırtına nedeniyle Ariadne, Nakşa adasında kalınca, Thesus yalnız başına Atina’ya dönmek zorunda kalmış. Daha önce babasıyla anlaşmış oldukları anlaşma gereği, şayet Minotaur’u yenmişse beyaz sancak; yenilmişse siyah sancak çekecekmiş. Thesus, peş peşe yaşadığı dramatik ve dehşet dengiz olaylardan ötürü  yelkenlisine  beyaz sancak çekmeyi unutmuş. Uzaktan siyah sancak çekili olduğunu gören  baba Egeus, oğlunun öldüğünü sanarak   üzüntüden ve kahrından  kendini denize atarak intihar etmiş.. Ve daha sonra, sularında kaybolduğu o denize  Egeus’un adı verilmiş.Egeus’un ismi, gel zaman git zaman, Ege olmuş.      



[11] “Kömünist bir Rönesans” hazırlamak uğruna  bağımsızlık ve özgürlük  için ölenler. Bkz. Dar ağacından notlar.,Juluis Fucik ve “Öldükleriyle kalmadılar”,Orhan İyiler.

[12]Sırf ve sadece "kafadan" gelen gerçek ya da "Ne deliller vardı zaten yoktular” demek. İmmanuel  Kant’ın baba kavramlarındandır. Ayrıca bkz: “delilin yokluğu yokluğun delili değildir” bahsine.  Nerede mi? Onu da siz bulun bir zahmet!

[13] Tatmin etmez insanoğlunu “ her şey”e nazaran “biraz” ; ve “tam” a nazaran “eksik”. Oysa; ortada, kendi başına, ne” her şey” var; ne de  “tam” olan bir şey. Her şey, Özünde  “göreli”  ve “farklı”dır. Bütün olup biten,  sadece, sanki ‘karşıtı’ kendini çağırıyormuşcasına, birbirleriyle, birbirlerini belirlemek üzere mücadele halinde olan zıt kutupların, nihayetinde  birinin hakimiyeti ile son bulacak olan,  kendilerini birbirlerine değdirme mücadelesidir.Çünkü, zıtların özgürlüğü zorunlu olarak birbirlerine değer nihayetinde.



[14]Eğer Aydın(!) (Tekel) İşçiler(i), kendi geleceklerini tayin edebilmek için, hala, İktidardaki Hükümdarlardan bir medet umuyor; ve Amasya Tamimi'nden("milletin-hükümdarın değil- bağımsızlığını, yine milletin-hükümdarın değil- azim ve kararı   kurtaracaktır.") bir  ders alamıyorlarsa; yani  kendi yarınları ve toplumsal kurtuluşları, kendi öz-güçlerinin ve örgütlü mücadelerinin bir eseri olamıyorsa hala, biz daha çoook “şarabımızı vermek için üzüm gibi ezileceğiz” demektir.           

*Dead Man  Jam  Jarmusch’un Acid Wester filmi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder