19 Ağustos 2016 Cuma

KAPİTALİZMİN VE DEVLETİN SONU GELDİ Mİ?




Geçen gün feysbuk’ta bir arkadaşım paylaşmamış olsaydı 12.02.2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmış olan Berkant Gültekin’in Prof.Dr.Cem EROĞUL ile yapmış olduğu  Söyleşi*’den haberim olmayacaktı. Söyleşiyi okuduğumda dikkatimi çeken ve kafama yatmayan bazı hususlar oldu.  Onları sizlerle paylaşmak isterim. Öncelikle belirtmeliyim ki, uzun yıllar Mülkiyede dersler veren; anayasa hukuku ve Marxist devlet kuramı üzerine çalışmaları olan değerli Hoca Prof.Dr. Cem EROĞUL'un “kapitalizmin ve devletin sonu”, “proletarya diktatörlüğü” gibi.. konularda kafasının  karışık; zihninin  bulanık olduğunu tespit ettim.. EROĞUL, nesnel dediği yerde öznelliğe  düşmüş; ve soyut düşüncenin büyüsüne kapılmış. Ve bir şekilde, eleştirmiş olduğu Kapitalist düzen(leniş)in  kucağına düşmüş.  

Nasıl mı?

EROĞUL, söyleşisinde, bir soru üzerine,  Aşağı yukarı 500 yıldır devam eden kapitalizmin sonuna gelmiş bulunuyoruz.(abç). Nesnel olarak gelmiş bulunuyoruz, kapitalizmin artık nefesi tükendi, bu düzenin devam etmesine imkân yok. Kâr peşinde koşarak çarkı döndürmek mümkün değil artık. Bugün üretim güçlerinin eriştiği bu verimlilik düzeyinde, 7 milyar insanın asgari ihtiyaçlarını, zorunlu çalışma olmadan, ücretli emek olmadan karşılama imkânı mevcut. Sadece gönüllüler, dünyada bilmem kaç milyon insan, “Ben çalışmak istiyorum” desin yeter. Emek verimliliği öylesine büyüdü ki, artık üretim güçlerini geliştirmek için, kâr etme dürtüsünü kullanarak işçi emekgücünden artı-değer yaratma çağı bitti. Marx bunu Grundrisse’de söylüyor: ‘Bilimin üretimde kullanılmasıyla üretim güçlerinde öylesine muazzam bir ilerleme sağlanacak ki’ diyor; ’O noktadan sonra artık işçiyi sömürerek artı-değer yaratmak anlamsız hale gelecek. O zaman da kapitalizmin nesnel dayanağı kalmayacak.’ Artık dayanağı kalmadı gerçekten; kapitalizmin sonuna gelindi.(abç)


“Ama tabii sömürü düzeni kendiliğinden yıkılmayacak.(abç) İnsanlık(?) (abç), bu gereği yerine getirmezse, barbarlık ve çok yaygın faşizmler olacak. Üstelik, sanırım daha da büyük bir dönüşümün arifesindeyiz: Devletin de sonuna geliniyor.(abç) Bu da Marx’ın öngördüğü bir şey. Kapitalizmin ortadan kalkmasıyla birlikte devletin de temel işlevi bitecektir. Dolayısıyla artık “Proletarya Diktatörlüğü” tezi de geçerliliğini yitirmiştir. Yepyeni bir şeye(?) doğru gidiyoruz. Köklü iklim değişikliği olduğu gibi, toplumsal yaşamda da çok köklü bir düzen değişikliğinin arifesindeyiz.(abç) Bunu görürsünüz ya da görmezsiniz. Ben böyle olduğunu düşünüyorum.   demektedir.


Cem  Eroğul’un bu düşünceleri, bir bakıma, tekelci kapitalizmin ideolog memurlarından Fukuyama' nın "tarihin sonu" (geldi)  tezine  eşdeğerdedir.  Fukuyama, Kapitalist üretim tarzını ve kapitalist toplum çeşidini "son durak" olarak ilan ederken tarihsel gelişimi keyfi olarak dondurmaktaydı, Marksist EROĞUL da, kapitalizm'in sonuna gelindiğini söyleyerek tarihsel gelişimi öznel olarak hızlandırmaktadır.


Kapitalizmin sonunun gelmesi, proletarya diktatörlüğü tezinin geçerliğini yitirmesi ve devletin temel işlevinin bitmesi için, Marx’a göre,  komünist toplumda yaşıyor olmamız gerekir. Çünkü Marx: Gotha Programının Eleştirisi’nde: Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” diye yazar.

Demek ki, Marx’a göre,  komünist toplum aşamasına gelmeden, ne devletin temel işlevi bitmekte ne de proletaryanın devrimci diktatörlüğü gereksiz olmaktadır. Bilakis; kapitalizm ile komünizm arasındaki devrimci geçiş döneminde, devlet, sınıfsal egemenlik aracı olarak, devrimci proletaryanın siyasal gücü  haline gelmektedir.


Aslında,  diyalektik olarak,  "doğan, ölümü hak eder." Feodal bir toplumda,  önderlik ettiği sınıflar-mücadelesi sonucu  devlet iktidarını ele geçiren ve egemen  sınıf olarak tarih sahnesine çıkan burjuvazi, gerici ve karşı-devrimci bir  karakter  kazanmasıyla birlikte, kendi mezar kazıcısı olan proletaryayı da, rolünü oynamak üzere, tarih sahnesine çağırmış oldu.  19.yüz yıl sonlarında Kapitalizm, uluslararası tekelci kapitalizm aşamasına, yani, emperyalist döneme girmesiyle birlikte de, çürümeye, can çekişmeye, Kıvılcımlı’nın deyişiyle “gebermeye” başladı. 


Peki ama; bütün bunlar,  "kapitalizmin sonu geldi" anlamına gelir  mi? Onu sonlandıracak güç tarih sahnesine çıkıp rolünü oynamadıkça o can çekiştiği söylenen kapitalizm, hiç tarih sahnesinden kendi kendine çekilir mi ? Emperyalizm aşamasındaki Kapitalizmin çürümüş bir sistem olması başka, onun tarihi olarak devrimci inkar(olumsuzlama) yoluyla aşılması(aufheben) başka.

Keza; Marx söylemiş olsa bile, üretim kapasitesi ve yeteneği itibariyle kapitalizmin, bilimin üretimde kullanılmasıyla üretim güçlerinde o zamanan kadar misli görülmemiş  muazzam bir ilerleme sağlamış olması;  üretimin nitel ve nicel olarak, tüm insanlara yetecek seviyeye ulaşması ;  bu durumun, maddi hayatın yeniden  üretilmesinde  günlük çalışma sürelerini kısaltmış olması, “kapitalizmin sonuna gelindi” anlamına gelebilir mi?   Yani; egemenlik ilişkilerinin ve sınıf mücadelesinin  kapitalizmin emperyalist döneminde  almış olduğu özel biçim(ler), sınıfların ortadan kalktığı, her alanda meta üretiminin sona erdiği; sermaye-emek ilişkisinin yok edildiği; ve devletin sönümlendiği  anlamına gelebilir mi?

Elbette gelmez; emperyalizm aşamasındaki Kapitalizmin çürümüş bir sistem olması başka onun tarihi olarak devrimci inkara uğratılıp aşılması başka. Ayrıca; hiç bir sosyal düzen(leniş), bünyesinde taşımış olduğu potansiyel güç ve yetenekler tamamen tükenmeden sonlanmaz.

Dünyaya egemen olmak isteyen Tekelci sermayenin hiyerarşik  güçleri, bu dünyada egemen sınıf olarak varlıklarını idame ettirebilmeleri için, daima, ideolojik, siyasal, ekonomik, bilimsel, teknik..  ‘her araçtan’ yararlanmak suretiyle, her yerde, karşı-devrimi örgütlemek  isterler.  Bu, onlar için hayat memat meselesidir.. Peki ya kapitalizmi sonlandıracak olan ezilen ve sömürülen güçler, yani kapitalizmin mezar kazıcıları,  ne yapıyor? Onlar da ‘her araçtan’, Emperyalizmi zayıflatmak, uluslararası sömürü metabolizmasını bozmak için yararlanıyor mu ? Tekelci ileri kapitalist ülkelerin emekçileri, kendi devletlerinin emperyalist politikalarına karşı durabiliyorlar mı?  Yani; BİRLEŞİN !! denilen “DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ VE EZİLEN ULUSLARI/HALKLARI”,  EMPERYALİZM-SİZ ve  KAPİTALİZM-SİZ bir dünya için birleşiyor mu??  

“Ne gezer..” , henüz emperyalizm çağında yaşıyoruz; günümüzde devrimci öznel koşullar ve devrimci güçler yeterince olgunlaşmamış;  devrimci  bir durum yok; sınıf dengeleri hala egemen sermaye sınıfı lehine diyorsanız (geberen) kapitalizmin sonuna  gelinmediğini de kabul etmeniz  gerekir. Ayrıca; emperyalizm varsa, milli devlet ve vatan savunması da var demektir. Yani, eğer Emperyalizm çağında yaşıyorsak, ayni zamanda, emperyalist sömürü ve egemenliğe  karşı vatan savunması çağında yaşıyoruz demektir.


Öte yandan; EROĞUL, ayni söyleşisinde söyle demektedir: “Tekel ve metal işçilerinin direnişi, bitmekte olan kapitalist düzenin hareketleridir. Gezi ise yarınındır, yeni bir dünyadır. Tıpkı Occupy Wall Street (Wall Street’i işgal et) hareketi gibi. Wall Street’te böyle bir şeyin olabileceğini kim hayal edebilirdi? İnsanlar kalkıyor, “Biz yüzde 99’uz, çekilin önümüzden!” diyorlar. Hiyerarşisiz, yeni tarz örgütlenmeler bunlar; yarının unsurları. Bunlar gümbür gümbür geliyor. İnternetin olduğu bir dünyada temsilciye ne gerek var? Temsilci niye var; çünkü biz karar vermek için bir yerde toplanamıyoruz, temsilci bu işi yapsın diye var. Şimdi biz her an karar verebilecek durumdayız. Dolayısıyla temsilciye gerek yok artık. Gereksizleştiği için de gericileşiyor.  Bu yeni dünyanın sınıf savaşında, belki de en önemli savaşçılar artık hacker’lerdir. Yarının savaşçıları bunlar. Çünkü emperyalistler, insansız hava araçlarında olduğu gibi, elektronik programlar kullanarak bize hükmetme yolundalar. Dolayısıyla bunları esas alt edecek olanlar, bu araçları kullanmasını bilen insanlar olacak. Ne oldu Marx’ın proletaryası? Marx’ın proletaryası Google’da, Apple’da çalışan insanlar bugün. Yani beyin gücüyle üretim güçlerinde esas ilerlemeyi yaratan insanlar. Fabrikadaki işçi sınıfı da var ama onlar geriden takip edecek. Öncü artık bu yeni proletarya.”

Bu paragrafta yazılı olanların neresini düzeltelim?

Söyleşideki bu parağraf,  tam anlamıyla tekelci küresel güçlerin son moda post modern “sınıf mücadelesi” anlayışını yansıtmaktadır. Ve yukarıda sayılan mücadele yöntem ve araçları emperyalizmin örgütlü ve  sistematik sofistike gücü karşısında dağılmaya ve yenilmeye mahkumdur. 


Kürelselci tekelci sermayenin algı mühendisleri, epey bir zamandır,   dünya kapitalist-emperyalist düzenini ve kendi egemenliklerini   sürdürebilmek için, emirlerindeki medya organları ve aydın (!) takımı aracılığıyla, artık, “sivil toplum var, devlete ihtiyaç yok; yaşasın devlet-sizlik!!” safsatasını topluma şırınga ederek devletin sonlanmak üzere olduğunu pompalayıp durmuşlardı..Ve  Özellikle emperyalizme bağımlı  (milli) devletlerin küçül(tül)mesi gerektiğini  ısrarla belirterek programlarına almışlardı. Ve Google'da, Apple'da çalışanların  öncülük ettiği   hacker'lı sınıf(!) mücadelesini.. internetin olduğu bir ortamda temsilci-siz, hiyerarşi-siz ve gevşek  yeni tarz örgütlenmeleri, sanki; yeni dünya düzeninin sınıf mücadelesi yöntem ve araçlarıymışcasına,   Sorosgil turuncu devrimler gibi,  topluma benimsetmişlerdi.   Etkili olmuş olmalılar ki bu  zırva ve yanılsamalar EROĞUL’da bile  bir karşılık bulabilmiş.. 

Oysa; devlet kuramı üzerine çalışmış olanların en başta bilmesi  gereken önemli gerçek, devlet-siz kapitalizm ve emperyalizmin olamayacağıdır. Marxist devlet kuramını çalışmış ve kitap yazmış  bir bilim insanı olarak, EROĞUL’un, buradaki fikirleri itibariyle  gelmiş olduğu  yer,  gerçekten manidardır.  EROĞUL'un sonlandığını iddia ettiği "Kapitalist düzen"in, sonlanıp sonlanmadığını anlamak için,  halihazırdaki üretimin yapısına şöyle bir bakmanız yeter. Eğer üretim, hala, "üretim için üretim" anlayışıyla  ücretli-emek  sermaye ilişkisi üzerinden    anarşik meta üretimi olarak devam ediyorsa;   ve dev patronlar, mahiyetlerinde, hala, onbinlerce, milyonlarca  işçiyi ücretli olarak çalıştırabiliyorlarsa; ve  "üretim fazlası", bir ur gibi toplumun sırtında büyüyorsa; ve devlet, bütün fonksiyonlarıyla kapitalistlerin işlerini kolaylaştırıryorsa,   'kapitalist düzen(leniş)' de, devlet de,  yaşamaya devam ediyor demektir.


Tekel işçileri vatan ve emek sloğanlarıyla Ankara’nın soğunda 70 gün naylon çadır kurdu ve Tekel’in bazı mütedeyyin işçisi bile beş vakit komünist oldu; ama özlük haklarını elde edince de hepsi tarihsel rollerini unutuverdiler. Tekel ve metal işçilerinin canını okuyan Kapitalist düzen  ise tam gaz yoluna devam etti. Demek ki, tekel ve metal işçileri direnişi, EROĞUL’un demiş olduğu gibi, bitmekte (!) olan kapitalist düzenin hareketleri değildir; bilakis; Kapitalist düzenin yeniden üretilmesine hizmet eden sıradan ve olağan  ekonomik hak mücadelesi veren işçi  haraketleridir.. Dolayısıyla; Mevcut verili kapitalist üretim ilişkileri ve üretim tarzı devrimci inkara uğratılmadan ne sınıflar ortadan kalkar ne de kapitalist düzen(leniş)!

EROĞUL’un  ‘yeni dünyanın sınıf savaşçıları  ve öncü yeni proletarya’ olarak gördüğü kuvvet,   acaba, tarihsel bilinci ve eylemiyle yepyeni bir yarın kuracak olan ve  Marx’ın, toplumsal sınıfları ortadan kaldıracak olan  proletaryası olabilir mi?  

EROĞUL’un imrendiği muhalif güçler,  “yeni tarz(?) hiyerarşisiz(?)” gevşek örgütlenmeler ile, emperyalizmin ve örgütlü karşı devrimin hakim olduğu bir dünyada iktidara talip olabilir; ama onu ele geçiremez. Bu mücadele biçimleri kapitalizmin istikrarına hizmet etmekten öteye geçemez.  EROĞUL, “Ne oldu Marx’ın proletaryası?” diye soruyor ve ekliyor: “ Marx’ın proletaryası Google’da, Apple’da çalışan insanlar bugün. Yani beyin gücüyle üretim güçlerinde esas ilerlemeyi yaratan insanlar. Fabrikadaki işçi sınıfı da var ama onlar geriden takip edecek. Öncü artık bu yeni proletarya."

EROĞUL’un  öncüsü,  “bu yeni proleterya(!) “ olabilir ama, bu yeni güç(!),  sınıf savaşımının artık bütünüyle uluslar arası bir biçim aldığı Kapitalizmin Emperyalizm çağında  asıl öncü güç olabilir mi?  Kapitalizmin emperyalist çağında  “ücrete kölelik ve ücretli kölelik rejimi”ni  yıkacak olan  öncü ve temel güç, olsa olsa,     “halkın birleştirlmiş anti-emperyalist gücü” olabilir. Türkiye gibi halkından İslamiyetin  tecrit edilemeyeceği bu topraklarda, bu anti-emperyalist gücün en önemli bileşenlerinden biri de emek hareketinin yanı sıra elbette Mustafa Kemal Atatürk olacaktır.


Kapitalist Üretim Tarzı, malum, genelleştirilmiş meta üretimidir. Yani; emek-gücü dahil emek sürecinin tüm unsurları metaya dönüşmüştür ve ürünler, önceden belirlenmiş bir biçimde ve doğrudan, bireylerin ve toplumun ihtiyaçları için değil, salt kar amaçlı, piyasa için üretilir. Üretim, esas itibariyle, ücretli emek-gücü  ile sermaye ilişkisi üzerine kurulmuştur. ve çıkarları birbirine zıt ve uzlaştırılamaz olan  sosyal sınıfların varlığını ön varsayar.Yani; hayatta kalabilmek için emek-gücünü özgürce pazarda satan emek-gücü sahibi sınıf  ile emek-gücünü özgürce pazarda satın alacak olan sermaye sahibi sınıfı… Ve tabii birbiriyle çelişen bu iki ayrı sınıfın  dünyasına  ait görüş-duyuş-düşünüş-davranış biçimlerini de..ideolojik formasyonlarını da..


Kapitalist üretim tarzı ve sistemi, ‘eşitsiz gelişim yasasına’ göre işler. Ve Hobson’dan, Hilferding’den, Buharin’den ve Lenin'den bu yana, Kapitalizmin emperyalist dönemini yaşadığımız bilinmektedir. Özellikle Lenin, kendi emperyalizm teorisini, Hilferding'in tekelciliğin kaynakları ve yayılması hakkındaki  tespitlerinden hareketle, ileri kapitalist ülkelerdeki tekelciliğin egemenliğine  dayandırdı. (Bkz.Paul Baran ve Paul Sweezy,   Tekelci Kapitalizm, Doğan Yayınları,1970, s.6). Bu teoriye göre, dünya ezilen milletler ve ezen milletler olmak üzere iki kampa ayrılmıştır. Devrim, öncelikle, ezilen milletler kampında olacaktır. Ve Aslolan, uluslar arası sömürü sisteminin bir parçası olmamaktır.

Emperyalizm, devlet-militarizm ve savaşlar olmadan kendini idame ettiremeyen  hiyerarşik bir sistemdir. Emperyalizm, devlete ve savaşlara ihtiyaç duyar. Ve fazla üretim  sarmalından kurtulabilmek,  talebi canlandırabilmek, pazar yaratmak ve genişlemek için   daima,  kendine  yeni tüketim alanları açmak ister.


Emperyalizm, devlet-siz var olamaz.  Dünya çapındaki, sınır tanımaz, tekelci dev şirketlerin, dünyanın bir çok ülkesinde ham madde kaynaklarına sahip olması ve yabancı ülkelerde üretim yapması; binlerce, milyonlarca işçileri mahiyetinde çalıştırması;  sermaye ihraç etmesi; ve uluslar arası piyasaları denetlemesi ;  bir malın dünyanın neresinde, ne kadar, nasıl ve niçin üretilebileceğine karar vermesi; malların  fiyatını tayin etme  imkanlarına  sahip olması, emperyalizme dünyayı biçimlendirme ve belirleme  bakımından misli görülmemiş bir  üstünlük sağlamıştır. Onları, çağın, gerçek efendileri, egemen güçleri yapmıştır.

Emperyalistler, kendi  çıkarlarına  ve siyasetlerine  boyun eğmeyen ülkeleri, militarizm ve savaş yoluyla da hizaya getirirler. Savaşlar, ayni zamanda, anarşik kapitalist üretim sistemimin  bunalımlarını emmekte ve çelişkilerini azaltmakta kullanılan son derece elverişli araçlardır. Emperyalizm bütün bunları, Militarist gücü olmadan gerçekleştiremez. Sömürü ve işgal aracı olan NATO zaten bu yüzden var.


Emperyalizm, günümüzde,  genelleşmiş tekeller yoluyla  ‘kolektif emperyalizm’ biçimini almıştır. Samir Amin’in belirttiği gibi, kolektif emperyalizm, günümüzde, piramidin tepesinde  ABD olmak üzere, ana gövdesini Almaya, Fransa, İngiltere’nin oluşturduğu AB, Japonya, ve kısmen Kanada, Avusturalya ile  temsil edilmektedir.

Şimdi;  böylesine dünyaya dal budak salmış uluslararsı dev bir ahtapotun varlığı ortadayken, EROĞUL, nasıl olur da devletin ve kapitalizmin sonuna geldik diyebilir!?


“500 yıllık kapitalizmin ve devletin” sonunun(!) gelebilmesi için ücrete kölelik ve ücretli kölelik sisteminin diyalektik manada devrimci inkara(olumsuzlama) uğratılması gerekmektedir. Ve bu devrimci inkar  sürecinde,  iktidarı fetih eden  ezilen ve sömürülen sınıf, yeni egemen sınıf olarak,  eski egemen sınıfı ve uzantılarını ezmek için, o sonu geldiği söylenen DEVLET'e,  her zamankinden daha fazla   ihtiyaç duyar.


İster burjuvazi olsun ister emekçiler, egemen sınıf olarak devlete ihtiyaç duyarlar; ve devlet'in imkan ve kabiliyetleri sayesinde karşıt sınıfı ezer; bastırır ve kontrol ederler. Toplumsal sınıflar var olduğu sürece bu böyle olacaktır. Çünkü; bir egemenlik ve baskı aracı olarak devlet, sınıflı toplumun ürünüdür ve tarihseldir.


Kapitalizm gibi devlet de, para da, demokrasi de…hasılı tarihsel olarak üretilmiş tüm sınıfsal ürünler, ideolojik formasyonlar,  toplumsal sınıflar var olduğu sürece ve için, yaşamaya devam edecektir. Sadece tarihsel biçimleri ve görünümleri değişecektir, o kadar.  Elbette, toplumsal sınıf farklarının ortadan kaldırılmasıyla da, bu sınıfsal fark ve çelişkilerden  doğan her türlü toplumsal ve siyasal ayrıcalık, üstünlük, egemenlik araçları da   kendiliğinden sönümlenecektir. Genel olarak Devlet de bu sınıfsal dinamikten nasibini alacak, sınıfsız toplumda kendiliğinden sönümlenecektir.

“Devrimci inkar(olumsuzlama)” varsa(Hegelci manada aşma, aufheben, yani), Devlet veya Kapitalizm, ya da başka bir şey, ortadan kalkmaz, sadece iç içe geçen eski ve yeni süreç(ler) in çatışması ve birliği olarak  (yeni bir) senteze kavuşur ve sönümlenir.

Kapitalizmin,  Devlet'in ve gerici egemen sınıfın,  toplumsal  sınıfsal gerçeği ve çelişkileri maskeleyen, örtbas eden tüm ideolojik formasyonların aşılması, MARX'ın Gotha Programının Eleştirisi’nde ifade ettiği gibi, ancak, her alanda üretimin fışkırdığı bolluk toplumunda olur. Çalışma, bir zorunluluk değildir artık; zevktir. Ve toplumsal ihtiyaçların giderilmesine herkes, gönüllü olarak, yeteneği oranında katılır ve ihtiyacı oranında alır. Bir insanın özgürlüğü herkesin özgürlü anlamına geldiği bir toplum çeşididir bu. Ve bu toplum, haliyle,  işçi sınıfının  kendi eseri olmalıdır. Böyle bir eserin yaratılması daha çok zaman alacağa benzediğinden, vaktiyle, Althusser, "Gelecek Uzun Sürer" demişti.
                                                                                 
Emperyalist dönemindeki (tekelci) Kapitalizm,  emperyalist ülke merkezlerindeki kendi sınıf çelişkilerini belli bir dengede tutmada ve bağımlı -geri ülkeler üzerinde savaş bölgeleri yaratarak kendini yeniden üretme istikrarı  bakımından yeterince mahir ve yeteneklidir. O yüzden, ister tekelci kapitalist devletlerde olsun ister emperyalizme bağımlı kapitalist üretim tarzının egemen olduğu ülkelerde olsun, emperyalizm ile mücadele perspektivi olmadan kapitalizmi AŞAMAZSINIZ (Hegelci manada aşma, aufheben). O yüzden;  kapitalizmi geriletmek ve aşmak  için emperyalizmle mücadele etmek, dün olduğu gibi bu gün de,  gericilik değil ilericiliktir!


EROĞUL, yine ayni söyleşide, "Atatürk zamanında Atatürkçülük yapmak ilericilikti, şimdi yapmak ise gericiliktir. Artık her şey değişiyor, yeni bir dünyaya gidiyoruz. Yeni dünyanın da kendi araçları var. " diyor.

Eğer; hala kapitalist üretim tarzı egemen olduğu; kolektif emperyalizmin hüküm sürdüğü tekelci dev şirketlerin MİLİTARİST-mafyatik yeni-ortaçağ gerici dünyasında yaşıyorsak ; ve   EROĞUL, Atatürkçülük’ten, benim gibi, anti-emperyalist bağımsızlıkçılığı, halkçılığı,  kuvva-yı milliyeciliği, çağdaşlaşmacılığı ve çoğulculuğu..  anlıyorsa, başka bir şey anlamıyorsa; “Atatürkçülük yapmak” niye gericilik olsun ki!!?? Yani düşman(ımız) dün olduğu gibi bu gün de, kapitalizm ve onun dölü emperyalizm ise,  dün, Mustafa Kemal devrimciliği, İngiliz emperyalizmi başta olmak üzere Fransız, Rus..  ve içerdeki işbirlikçi uzantılarına  karşı mücadele etmiş; saltanatı yıkıp cumhuriyeti kurmuşsa, çağdaş medeniyet seviyesini yakalamayı Türk Milletine hedef göstermişse; bütün bunlar İLERİCİLİK ise,  bu gün de, emperyalizm çağında yani,  ayni ve benzer görevler, bizleri beklemiyor mu?


Emperyalizmin baskı ve denetimi altındaki ülkelerde, hatta bizatihi emperyalist ülkelerde, bilimsel sosyalistlerin başlıca görevlerinden biri de, emperyalizm ile mücadele etmek ve onu geriletmek olmalıdır. İLERİCİLİK budur!  Kapitalist-emperyalizm var olduğu sürece, ‘sosyalist değil ama anti-emperyalist ulusçu’ Mustafa Kemal Atatürk’ün ileriyi aydınlatan, mazlum milletlere yol gösteren; sosyalist bir geleceğe de ışık tutan Anti-emperyalist mücadele meşalesi hiç sönmeyecektir.


Türkiye’nin özgün bilim insanlarından toplum bilimci NİYAZİ BERKES, döne döne hep bu gerçekleri anlatmadı mı?  Emperyalizm ile mücadelede yarım kalan “toplum ve uygarlık devrimi”ni tamamlamamız gerektiğini ısrarla dile getirmedi mi? Türk Çağdaşlaşma sürecini,   “ayetleştirilmiş” sosyalist kavramlar ve sınıf mücadelesi ile  daraltılmasını; ve  Efruzlaş(tırıl)mış aydınları ve  aydınlanma(!)’ yı  hep eleştirmedi mi? Aslolanın, Atatürk’ün devrimci ve anti-emperyalist çağdaşlaşmacı  ruhu olduğunu her vesile ile dile getirmedi mi? Dolayısyla,   EROĞUL, Türkiye için “gerekli” bir Atatürk(cülük) ile karşı karşıyadır. Eğer;   hala, “ bu gün Atatürkçülük yapmak  gericiliktir” demeye devam edecekse,  kusuru bakmasın ama  “gerici” nitelemesini asıl kendisi hak etmiş olacaktır.


Öte yandan, EROĞUL’un ,  “ yeni bir dünyaya gidiyoruz” dediği dünya, hangi dünyadır, nasıl bir dünyadır? Ve bu “ yeni dünyanın kendi araçları var ” dediği araçlar nelerdir???  Kapitalizmden ve emperyalizmden kurtulmak isteyen(?) işçi sınıfına, halka ne öneriyor bu "yeni dünya"?? Bu halkı neyle, hangi yöntem ve araçlarla ikna edecek??  Dahası ve en önemlisi, bu "yeni dünya"nın öncüleri, hangi kuvvetle ve kimle ittifak yapacak?  Hedef ve mevzileri ne olacak?? Söz konusu öncüler, bu halkın önüne hangi programı  ve stratejiyi koyacak? Ve bütün bunları hangi teşkilatla yapacak?


Keza; EROĞUL,  "sömürü düzeni kendiliğinden yıkılmayacak" derken aslında sömürü düzenini yıkacak kuvvet(ler)i de önceden varsaymış olmaktadır.. Peki ama; kimdir bu kuvvet(ler)?? O konuda bize niçin yeterince açıklayıcı, doyurucu  bilgi vermez?

Şimdi  bu  ve buna benzer soruları, a priori ve öznel kurgusal fantazilerimizle   cevaplamış olursak, soyut düşüncenin büyüsüne  kapılmış oluruz. Kavramsal gerçekliği, nesnel gerçeklik yerine koymuş oluruz. Oysa; bilindiği gibi,  kedi kavramı, miyavlamaz. Ve  manavdaki belirli bir (somut) muz, hiçbir zaman ve katiyen, sizin  soyut(genel) ve ideal  muzunuzun  yerini tutmaz..  Soyut ile somut arasında daima bir FARK vardır. Marxın belirtmiş olduğu gibi, nesnel gerçekliğin soyut biçimleri ve görünüşleri,  özleri ile  tıpa tıp uyuşsaydı/bağdaşsaydı,   bilime ihtiyaç duyulmazdı. O yüzden;  kapitalizmin sonu, devlet, sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü..gibi  tarihsel gerçekleri ve biçimleri ele alırken, keyfi olarak, kendi öznel kavramsal gerçekliğimize indirgeyemeyiz.  


Bilim adamları,  bilimsel olmak durumundadırlar ve görünüşe aldanmamalıdırlar. Bilimsel olmak ise, bilimsel yöntemi kullanmaya bağlıdır. Engels, W.Sombart'a yazdığı  11 Mart 1895 tarihli mektupta:  "Marx'ın tüm görüşü bir öğreti değil; bir YÖNTEM'dir. Hazır doğmalar değil  ilerki araştırmalar için çıkış noktaları ve yöntemi sunar" demişti. Bir Marksist kuramcı olarak  Cem EROĞUL eğer hala Marksist kimliğini korumak istiyorsa   kendi  yöntemini  gözden geçirse iyi olur Vesselam.







12 Ağustos 2016 Cuma

KENDİNİ "YENİ ROMA" SANANLARA KARŞI İKİ TARZI SİYASET



“Unutma, Romalı, ulusları yönetmek sana düşer. Senin görevlerin şunlar olacak: Barışçı yoldan töreleri kabul ettirmek, boyun eğenleri esirgemek ve gururluları savaşla uslandırmak.”      Virgilius, “Aenias”



Günümüzde iktidarlarda iki tip siyaset adamı var:


Kendisini “Yeni Roma” sanan ve hoşuna gitmeyen iktidarları devirme hakkını kendinde gören ABD emperyalizmininin memurları ile Davu (Beyaz Saray’ın Davutoğlu’na taktığı ad) gibi “high five(çak-beş) yaparak yaranmaya çalışanlar ve “sizin asıl adamınız benim” diyenler.. Yani; dünya Emperyalist sisteminin bir parçası, bir unsuru olmak için can atan  işbirlikçiler..




Bir de, sömürgeci güçlerin korkulu rüyası olan  Mambis savaşçıları geleneğinden gelen Kübalı devrimci Raul Castro gibi, emperyalizmin  50 yıllık abluka ve ambargosuna rağmen   uslandırılamayanlar..boyun eğmeyenler.. Baş düşmanına “Biz seni yeterince tanıyoruz; çek o kanlı pis ellerini üstümden” diyerek “ Yeni Roma” ya kafa tutanlar.. Yani; anti-emperyalist kampta yer alan mağrurlar..

CİA-MAAT' ın 15 Temmuz kanlı darbe girişimi sonrası Türkiye’nin geleceği,    işte bu iki tip siyaset adamından hangisine sahip olacağına;  ve çıkarları birbirlerine zıt bu iki ayrı kamptan(emperyalist-antiemperyalist) hangisine dahil olacağına bağlı olacaktır. O yüzden, bu topraklarda, her zamankinden daha çok, anti-emperyalizmin bayrağı Mustafa Kemal Atatürk'ün bağımsızlıkçı, halkçı ve devrimci siyasetlerine ihtiyac var.

11 Ağustos 2016 Perşembe

CİA-MAAT, BİR GECEDE HAİN OLMADI




FETÖ, nam-ı diğer CİA-MAAT, bir gecede HAİN olmadı. Hainliğinin kökleri Derviş Vahdeti’lere, Said-i Nursi'lere ve NATO’cu küçük Amerika olma süreçlerine kadar gider.


Sapına kadar Amerikancı ve gerici FETÖ kuvvetlerinin  15 Temmuz’daki Türkiye’yi işgal girişimi hazırlığı, aslında, siyasal iktidarların gözleri önünde gelişti. 1970'lerde Fethullahi SIZINTI dergisi dağa taşa yazılmaya başlamıştı. Amerikancı 12 Eylül 1980 faşist darbe sonrası,  Fethullah Gülen,  mevcut hükümetler ve MİT tarafından himaye edilmişti. Son dönemlere gelindiğinde, rahmetli Kamer Genç ve  İsa Gök gibi kimi milletvekilleri CİAMAAT'ın hainliklerini,Türkiye düşmanlıklarını  meclis çatısından haykırırken Bekir Bozdağ gibi milletvekilleri de CİA-MAAT'ın kendini mehdi sanan kainat imamına  methiyeler düzüyordu..AKP'li Burhan Kuzu da katıldığı tv proğramında  2005' deki ve 2010'daki F tipi örgütün devlette yapılanması konulu soru önergelerini red ederek CİAMAAT ile olan işbirliklerini ve ortaklıklarını  itiraf ediyordu.


Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, %90’nı elden %10’nu bayiden satılan Fethullah’ın gazetesi(!) ZAMAN’nde çıkan yalan bir haber üzerine  ne istedilerse verdik, Allahtan korkun; biraz da utanın” demişti. Hatırlayacak olursak,  Fethullahi Türkçe Olimpiyatlarında yaptığı konuşmasında “bitsin artık bu sıla hasreti; memleketine dön” daveti yapan  Başbakan da, keza, dersanelerin kapatılması üzerine feveran eden CİAMAAT’a, mealen, "ne istedinizse vermedik mi!?" demişti.


Ama; Fethullah Gülen adlı kaçkın   hakkında  tehlikeye ilk dikkat çekenlerin başında FAİK BULUT gelir.

Faik Bulut'un, Fethullah Gülen'in şikayeti üzerine,  1998 yılında İstanbul 2. AsliyeMahkemesince toplatılan "Kim Bu Fethullah Gülen" adlı kitabıyla  Fethullah Gülen gerçeğini açıklamıştı. Daha sonra, Polis Akademisi'nden   ayrılmış olan Zübeyr Kandıra'nın  2001 yılında yayımlanan "Fethullahın Jobları"  kitabı geldi. 19 haziran 1999 tarihinde ATV'de Ali Kırca'nın sunduğu "Siyaset Meydanı" proğramında yayınlanan bir kaset ise, kendini kainat imamı sanan bu meczup'un kendi sesinden Amerikancı şeriat islamını kurmak üzere Türk Devletini ele geçirme planlarını ve emellerini  tüm açıklığıyla Türkiye'ye  duyurmaktaydı.


Bir cinayete kurban giden Necip Hablemitoğlu,  ölümünden sonra 2003 yılında yayınlanan kitabı KÖSTEBEK  ile, akademik bir kurgu içinde, litaratüre de yer vererek, kendine mehdi süsü vermiş Fethullah Gülen'in, emperyalizme hizmet eden gelmiş geçmiş en tehlikeli şeriat örgütü  olduğunu; ve bir "saadet zinciri" şeklinde  örgütlenmiş olan  CEMAAT'ın, aslında,   CİA'nın denetiminde bir siyasi hareket olduğu gerçeğini  bizlere açıklıyordu.Ve  CİA-MAAT'ın devlet aygıtı ve organları içine  yuvalanmış mistik ve gizli faaliyetlerini tanıyabilmemiz için  "pirincin içindeki siyah taştan değil; beyaz taştan korkun" diye öğütte bulunuyordu. Gülen'ci Aksiyon dergisinde çıkan "suikastın sırrı sol göze sıkılan kurşunda" yazısı da, adeta,  "Hoca Efendi(!) ile uğraşmayacaksın" der gibi Hablemitoğlu cinayetinin  arkasındaki örgütün kimliğini açıklar gibiydi.


CİAMAAT, sinsi sinsi devlet organlarına sızarken ve anayasal kurumları ele geçirirken tehlikenin farkında ve bilincinde olan bir siyasi hareket vardı. Bu siyaseti hareketin adı Aydınlıkçılar ya da daha sonra Vatan Partisi adını alan İşçi Partisi’ydi. Aydınlıkçılar, 1987'den itibaren, canları pahasına ömürlük mücadeleriyle, CİAMAAT’in maskesini indirip gerçek yüzünü ortaya çıkarttı. Özellikle, Doğu Perinçek, Av.Nusret Senem ve rahmetli Emcet Olcaytu, Fethullahçı gladio'yu ve dalaverelerini ortaya çıkarmak; CİAMAAT'ın marifeti olan  başta HRANT Dink cinayeti olmak üzere bir dizi faili meçhul cinayetleri aydınlatmak için çok uğraştı.

Av.Senem, GÜLEN'in, 12 Mart darbesinin gladyocularından  FUAT Doğu'nun "beslemesi" olduğunu; 1966'dan itibaren Nurculuk örgütlenmesine başladığını; Komünizmle Mücadele Derneği'inde yetiştirildiğini; ve ABD'nin yeşil kuşak projesininde rol alan   bir NATO ve CİA  örgütlenmesinin başı olduğunu yazdı.


35 yıl Fethullah'ın sağ kolluğunu yapmış ve 2004 yılında gazeteci saygı Öztürk'e bir röportaj vererek itirafçı olan Nurettin Veren gibi   Latif Erdoğan ve  diğer bazı eski CİAMAAT mensupları ve gazeteciler de, özellikle 17-25 aralık süreçlerinden sonra, FETÖ'yü TV'lerde ve medya organlarında  ifşa etti; savcılıklara suç duyurusunda bulundu. Devletin bürokratı, eski emniyet müdürü, Hanifi AVCI; "Haliç’te yaşayan Simonlar; Dün Devlet Bugün Cemaat" kitabında, devletin savcısı, polisi, hakimi... sandıklarımızın, aslında, CİA-MAAT'ın adamları, mensupları olduğunu yazdı. Keza; eski istihbarat daire başkanı Sabri Uzun'un   "İN"  kitabı ve bunları takip eden bir dizi kitap da hep  ayni işlevi gördü.


Ümraniye'de bir gecekonduda elinle konmuş gibi bulunan el bombaları, karakolda hazırlanan Olay Yeri Tutanağı’nın sinkaf lafları; kaçak ve kaçık haham Tuncay Güney'in samimi(!) beyanları(Ergenekon demek TSK demekdir); ERGENEKON, BALYOZ, POYRAZKÖY, ATABEYLER, ASKERİ CASUSLUK VE FUHUŞ tertipleri; KUDDUSİ OKKUR ile başlayan bir dizi cinayetler, ölümler, sakatlıklar ve duruşmalardaki, dava dosyalarındaki hukuki kepazelikler, rezaletler; ve CİAMAAT'ın başı meczup hakkındaki belki yüzlerce kitap, makele ve röportaj yayınları; sözlü yazılı ihbarlar, suç duyuruları.. evet bu saydıklarımın hiç birisi CİAMAAT'ı ciddiye almak için siyasi iktidarlara kar etmedi; bilakis muzaffer ve teşvikkar bir eda ile, FETÖ ya da nam-ı diğer CİAMAAT ile, "yola devam" dendi..Ta ki CİAMAAT, silahlarını İktidara çevirinceye kadar.


Nasıl olsa ve Allahtan, şu sıralar son moda vicdan rahatlatma ve aklama aracı olan manüpülatif "kandırıldık" mavardı. Siyasal ekonomik düzenimizi borçlu olduğumuz Amerikalı dostlarımızda öyle yapmıyor muydu zaten? Irak'ta bir buçuk milyon müslümanı katlettikten sonra, zamanın dışişleri bakanı COLİN POWELL ne demişti? " Meğer; IRAK'ın Kitle İmha Silahları yokmuş; KANDIRILDIK !" bu kadar basit!! Tek kelime: KANDIRILDIK!! Söyle bakıyım bir kez daha: KANDIRILDIK!! Ama bu arada bir buçuk milyon müslüman ölmüş;olsun, hiç önemli değil; KANDIRILDIK!! deriz olur biter. Önemli olan militarizmin ve özel savaş şirketlerinin kar etmesi; ülke kaynaklarına tekelci dev şirketler adına el konulması.


Eeee, koskoca Amerikan Emperyalizmi ve onun katliam makinesi askeri güc NATO bile kandırılıyorsa/kandırılabiliyorsa bizimkiler de kandırılmış çok mu? Şimdi, 15 Temmuz'da, FETÖ eliyle,Türkiye halkına, Türk Milletine karşı İSGAL VE KATLİAM HAREKETİ'nde bulunan Amerikan emperyalizmin, TÜRKİYE'nin kafasına çuval geçirdiği anlaşılınca FETÖ'nün meğer ne azılı düşman olduğu keşfedenlere bir sorum olacak: Malum, "kandırılmak" bir bakıma "pişman oldum" demek, öyleyse soralım bakalım kandırılmış olanlara, "pişmanlık yasası"ndan yararlanmayı düşünüyorlar mı? Öyle ya, Türk Ceza Yasasının suç saydığı eylemlerde bulananlara şu ya da bu biçimde yardım ve yataklık yapanlar; görev ve sorumluluklarını ihmal edenler, kandırılmış dahi olsalar, eşit(!) yurttaşlar olarak  yasalar önünde hesap vermeyecekler mi?


Ayrıca; TSK'nın bazı kurumlarını kapatmakta ve statülerini değiştirmekte acele edenler, CİAMAAT'ın düzenlemiş olduğu 15 Temmuz katliamcı ve işgalci darbe girişiminin arkasındaki ve içindeki NATO VE İNCİRLİK ÜSSÜ için de bir "iyilik" düşünüyorlar mı acaba?

10 Ağustos 2016 Çarşamba

AYDIN MI DENİR ŞİMDİ ONA?




“ne zaman diye sorma, ne zaman
yaprağın fetreti gülün kıyamına
gülün kıyamı ağacın isyanına
dönerse işte o zaman”


3 Ağustos 2016  tarihli Aydınlık Gazetesi Kültür Sanat sayfasında  Şevki Akman. “Kim işlerse fikir suçu olur ?” başlıklı bir yazı kaleme almış. Yazıda, Sanatçılar Girişimi’nin  yazar-şair ve Zaman gazetesi eski yazarlarından Hilmi Yavuz hakkında darbe girişimi soruşturması kapsamında çıkarılan gözaltı kararına ilişkin yetkilileri “sağ duyuya” çağıran bir açıklamasına( bkz: http://t24.com.tr/haber/edebiyatcilardan-hilmi-yavuza-destek-sairlik-suc-degildir,352195) yer verildikten sonra, Şevki Akman “sol-duyuda” kalarak  “eşeği değil semeri dövenler”e duyurmak için Adnan Bingöl’ün konuya ilişkin 30 Temmuz tarihli yanıtından bir kesite  yer vermiş:  


“Bu (sanatçılar girişimi ve PEN) yazarlarının her biri, Marx’ı yutmuş olmakla övünür. Oysa Marx’a göre, fikirler maddi kuvvete dönüştükleri anda birbirine karşı savaş kazanmak üzre her türlü silahı kullanır yada bizatihi silahın kendisi olur. Emperyalizm, ülkemizi FETÖ ile işgale kalktığı açık değil mi? Elbette intikamcı değiliz. Ünlü sanatçılar yargıdan azade mi olacak? (Ezra) Pound gibi bir şair, (Knut) Hamsun gibi bir romancı  faşizmin insanlık suçlarına ortak olduklarında yargılanmadı mı? Faşizmi şu bu savununca suç oluyor da sanatçı savununca fikir mi oluyor?”


Şevki Akman sözü daha sonra, Ahmet Yıldız’ın  ODA TV’deki yazısında (http://odatv.com/hilmi-yavuza-acik-mektup-3007161200.html) Hilmi Yavuz için söylemiş olduğu “Türk Aydının Makus Talihisiniz” sözlerine  getirdikten sonra, tartışmaya katılan Seyyit Nezir’in  sözlerine yer vermiş.


Nezir’in sözleri şöyle:  “ Sevgili Ahmet Yıldız, Hilmi Yavuz üzerine çok esaslı bir yazı yazdığını söylediler, merakla okudum. Ne ki, Türk aydınına Hilmi Yavuz üzerinden “makus talih” nitelemesini yakıştırmak çok yanlış. Düpedüz haksızlık.. Darbeler talih değildir ki fire olarak görülen kimi döneklikler makus talihe işaret etsin. Dahası, bu kez darbe başarısız olduğuna göre, darbedarlık tarihi yenilmiştir; bu niye terslik olsun ki? Son olarak, Hilmi Yavuz’un şansı yaver gitmediyse, bunda niye Türk aydını için bir terslik ve kötülük olsun! Bu tür yanılsamaları ve duraksamaları terk etmeliyiz artık!  Hilmi Yavuz kendi yazgısını  ve Türkiye’yi hafifsiyorsa biz niye hayıflanalım ve onun yanılsamasını niye Türk aydınına mal edelim ?! Gerçek şu ki, Türk yazarı ve aydını için aydınlık talihi Nazım Hikmet örneklemiş; Aziz Nesin ve sonrakiler bayrak yarışına girmiştir. Yazıda başka garipliklere değinmeye gerek duymuyorum. Doğrusu; seni de,  yazını okumamı  övgüyle önerenleri de anlamakta sıkıntı çekiyorum.”


“ne zaman diye sorma, ne zaman
yaprağın fetreti gülün kıyamına
gülün kıyamı ağacın isyanına
dönerse işte o zaman”


Hilmi Yavuz’dan aklımda kalanlar; ve bir zaman dilime pelesenk ettiğim sadece, “Bedreddin” adlı şiirinde geçen bu dizeler..Bir de ortalıkta dolaşan ve  bir yerlerde okuduğum (http://www.hurriyet.com.tr/hilmi-yavuzu-gazeteye-alsaydik-dinozor-demezdi-39151131)  lakırdılar: Güya;  Hilmi Yavuz’un Cumhuriyet Gazetesinde köşe yazarı olmak iştemiş de.. verilecek parayı az bulmuş da.. o yüzden Zaman gazetesine gitmiş de… Ben bunlardan geçtim,  ama bir “aydın” kimliği olduğu iddia edilen Hilmi Yavuz’la meselem var.


Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, toplum içinde ve toplum sayesinde yaşayan  insanların, kendi yaşamlarını ortaya koyuş biçimlerinden ayrı olarak, kendi başların (as such), bağımsız   bir hayatları/varlıkları, kimlikleri/kişilikleri  yoktur/olamaz. İnsanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir.  İnsanların kim oldukları,  hangi koşullarda neyi nasıl ve niçin ürettikleriyle çakışır. Toplumdaki her bir insan varlığı, yani birey,  her kim/ne iseler; ve hangi kişiliğe/özelliğe  sahipseler, bunlar ancak her seferinde o kişisellik ve özellikler yeniden üretildiği için ve sürece öyledir. Ve bu bireyler bundan dolayı belirli bir kimlik/kişilik edinirler. Şiir de, içinde insani faaliyetlerin fışkırdığı toplumdan ayrı düşünülemez.


Peki Hilmi Yavuz’un kim?   Hani şu Ahmet Yıldızın, Oda Tv’de yayınlamış olduğu “Hilmi Yavuz’a Açık Mektup” yazısında belirtmiş olduğu Hilmi yavuz’dan bahsediyorum:

 “Amerikan emperyalizmine, hatta "Batı" emperyalizmine Mahir Çayan kadar bilinçli düşman olan; Ama dünyanın en çirkin, en alçak Amerikancı darbesinin soruşturmasında "şüpheli şahıs" olması, gelecek kuşaklara  açıklanmasında zorluk çekilen;  acımasız "Haşhaşi" fedailerine taş çıkartacak denli meczup, yanlış çağda yaşayan bir ortaçağ "Hoca efendi"sinin çevresinde, yakınında bulunan; onun yayın organında  yazı yazan;  ve  2 milyon basılıp bedava dağıtılan, bu suyun kaynağı nereden sorusuna yanıt ver(e)meyen  bir  gazete müsveddesinde bir Türk aydını(!)* olarak ısrarla yazı yazan Hilmi Yavuz.


Hilmi Yavuz, bir zamanlar ilerici, devrimci, marksist..sucu, bucu.. olabilir.. Ama bizi ilgilendiren, “bakalım hala öyle kalabilmiş mi?” kısmı. Öyle anlaşılıyor ki Hilmi Yavuz ömrünün belli bir bölümünden sonra, ZAMAN gazetesi(!)’nde köşe kapınca   karşı-devrim saflarında yer almaya başlamış. Çünkü; Zaman gazetesinin misyonu belli. Arkasındaki güç belli. Bunlar,  karşı-devrimci ve Amerikancı gerici güçlerin yayın organı.  Patronları,  milli devlet, İslamiyet  ve emek düşmanı tekelci sermaye güçlerinin kuklası ve uşağı olan bir emekli Vaiz. Adam müslümanım diyor, hayatında bir kez olsun Hacca gitmemiş. Tam bir din simsarı ve dalavereci. En azından aklı başında olan  biri şu soruyu sorar. Yahu bir emekli vaiz nasıl oluyor da milyarlarca dolarlık bir serveti kontrol edebiliyor; ve kendi başına 168 ülkede iki binden fazla okul açabiliyor !? Bunların dinle-minle alakası yok; bunlar, düpedüz  ve tastamam siyaset yapıyorlar; hem de  emperyalizmin emrinde olan  bir kuklanın siyaseti.. Bir de gönül adamı olduğu söyleniyor, gönül adamının  hiç parayla pulla; malla-mülkle; bu kadar servetle   işi olabilir mi? Dedim ya ; Adam tam bir sahtekar; din bezirganı!


Pablo Neruda’dan şiir çevirileri yapan; üniversitelerde ders veren  birisi bunları bilmiyor olabilir mi!? Hem sonra bir adam kendine Marxistim diyorsa Marx gibi yapması gerekmez mi? Yani, “yazar, yaşayabilmek, yazı yazabilmek için para kazanmalıdır. Ama para kazanmak için yaşamaya ve yazı yazmaya  kalkmamalıdır.”  Hangi saikle olursa olsun bütün bunları yapan biri, hala aydın nitemini hak etmiş olabilir mi? Hele Türk Aydını nitemini.. Aydın olma vasfını çoktan yitirmiş birisi nasıl olur da Türk Aydını nitemine hala layık görülür!?  


Aydın olmak bir durum değil ki “mutlak-aydın” olsun. Aydın olmak,  bir süreç meselesidir. Bireysel yetenek-kapasite ve birikimlerinle toplumsal ihtiyaçlara cevap verebildiğin için/sürece “aydın” olursun, toplumu aydınlatırsın. Her aydının belirli bir dünya görüşü ve ideolojisi olur. İdeolojiler ve dünya görüşleri ise sınıfsal konumlanışa göredir. Sermaye özgü değerleri ve sistemi savunuyorsan ona göre sermayenin aydını olursun. İşci-emekçi sınıfına  göre/için bir dünya ve toplum düzeni savunuyorsan da  işci sınıfının aydını olursun. Bunun dışında, saf, kendi başına bir aydın kategorisi yoktur/olamaz. Kendine Aydınım diyen  bu konuda berrak ve kararlın olmalıdır; utangaçlığı ve tereddütte düşmemelidir!


Türkiye her bakımdan emperyalizme bağımlı kılınmış bir ülkedir. Bizim gibi ülkelerde Aydının görevi, her şeyden evvel, iktisadımızı, siyasetimizi, kültürümüzü ve demokrasimizi emperyalizme bağımlılıktan  kurtarmak olmalıdır. Bu bakımdan ve bu yönüyle Hilmi Yavuz’un artık, Türk aydınını temsil hakkı kalmamıştır. O bir zamanlar aydın olmuş olabilir ama Zaman gazetesi sürecinde ve sonrasında bu vasfını yitirmiştir..


İnsanlığın görklü ve sönmez meşalesi MARX diyor ki: “ Kişiler sırf ve ancak  kendilerinde ekonomik kategoriler kişilik kazandıkları, kendileri belirli sınıf ilişkilerini ve sınıf çıkarlarının taşıyıcıları olduğu için/sürece  söz konusu olurlar.”


Hayatını ortaya koyuş biçimi olarak Hilmi Yavuz, Zaman Gazetesi(!)nde  yazmakla, zaten, hangi kimlik ve kişilikte nasıl  “söz konusu” olması gerektiğine kendince karar vermiştir. Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen; emperyalist egemenlik-bağımsızlık cephesinde safını seçmiştir. O yüzden; tercihini karşı-devrim saflarında yapmış Hilmi Yavuz’un  artık  aydınlığı mı kalmıştır ki “Türk Aydınının makus talihi”  olsun!


Son olarak, en verimli yaşında İspanya iç savaşında hayatını kaybeden marxist düşünce ve eylem adamı şair ve yazar Christopher Caudwell sözlerine yer vermek isterim: “Şiir, dibe çökmüş toplumsal tarihtir, insanın doğayla savaşımının çoşkusal alınteridir.” Umarım Hilmi Yavuz, ömrünün geri kalan günlerinde “o coşkusal alınteri”ne eskiden olduğu gibi yeniden sahip çıkar.

*Parantez içi ünlem bana ait.

DENİZ LİSESİ’NE KIYMAYIN EFENDİLER!





Kökleri Cezayirli Hasan Paşa tarafından 1773 Kasımpaşa Tersanesinde kurulmuş olan MÜHENDİSHANE-İ BAHR-I HÜMAYUN’ a kadar uzanan Deniz Lisesi, 31 Temmuz 2016 tarihli ve 29787 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan  669 sayılı Kanun Hükmünde Kararname(KHK) ile kapatıldı. Böylece, Amerikan emperyalizminin uşağı ve kuklası olan FETÖ’nün  darbe girişiminden Deniz Lisesi de   nasibini almış oldu.  

Bu kararı duyduğumda, 46 yıl önce  ilk bahriye üniformasını giydiğim  1970’li günlerim gözümde canlandı.. Deniz subayı olarak yetiştirilmek üzere, Heybeliada’da, çamlar arasında kaybolmuş  Deniz Lisesi’nin  lumbar ağzından  ilk adımımızı attığımız o körpe ve masum beyaz kuzucuk günlerimiz..

“Boru sesi” ile  yatıp-kalktığımız; taburlara geçtiğimiz; armuz tutup sağ baştan hizaya girdiğimiz; talimlere çıktığımız; derslere başladığımız; dersleri paydos ettiğimiz ve spora koştuğumuz o “boru sesli” günlerimiz..

Gemicilik atölyesinde ve kik limanında ilk gemicilik bilgisini-görgüsünü- terbiyesini- aldığımız o acemi-gemici günlerimiz..

19 mayıs, 30 Ağustos, 29 Ekim, 10 Kasım, 23 Nisan’lardaki   “uygun adım marş!”  ve “yerinde saaay!” tören günlerimiz..

Disiplin kusurlarının tespit edildiği ve sergilendiği   ayni kalıba sokulmak istendiğimiz  “sınıf subaylı”  nizam-intizam  hiyerarşik günlük "Muayene Taburu" günlerimiz..

TV  yayını ile ilk tanışma günlerimiz..

Ceza Talimli  "Yat Taburları"nda  okuduğumuz "marşlı" günlerimiz: 

"Haydi gidelim, derya gezelim./Vatana millete hizmet edelim./Asker tabura, alesta vira / Bosalar fora, Apiko dora." diyen   "Cenk Sanatımız" marşı günlerimiz...

Ya da, "Ey dalgalar ey dalgalar siz bir çok gemicinin hayatına kasttettiniz.." diye başlayan Gemicilik Opereti günlerimiz...

Ve de.. Deniz Harp Okulu Marşı günlerimiz :

"Şahlan artık ey deniz şanlı dostlar geliyor
Ummanlara hükmeden Barbaroslar geliyor
Baş koymuşuz uğruna biz bu coşkun suların
Ruhumuza dalgasız ölçüler dar geliyor

Biz denizci gençleriz göğsümüz şeref dolu
Atatürk'ü izleyen yol Deniz Harp Okulu"  
 
Kaytarmalı kamp dönemlerimiz.. Eğlenceli “Kuzu Günü” günlerimiz..

Çam ormanında tüfek omuzda kros günlerimiz..

Sıla hasreti çektiğimiz, ergenlik dönemi ada günlerimiz..

"Çorbanın fazlasını isteyen var mı?" dendiğinde tabağımızı uzattığımız  bol kepçe günlerimiz..

Hafta sonları günübirlik  İstanbul’lara gittiğimiz, koltuklarına beyaz mendiller serdiğimiz  ve rumca konuşmalarının hiç eksik olmadığı  o  Paşabahçeli, Dolmabahçeli şehir hatları vapurlu günlerimiz..

Heybeliada iskelesinden tepedeki okula tırmandığımız ve yanımızdan faytonların geçtiği  o yokuşlu yol günlerimiz.

12 Mart balyozunu ensemizde hissettiğimiz ve  Deniz Harp Okulu öğrencilerinin toplu halde ilişiğinin kesildiği Dr.Hikmet Kıvılcımlı’lı, Mehmet Ali Aybar’lı,  Mihri Belli’li, Deniz Gezmiş’li, Mahir Çayan’lı, Sarp Koray’lı.. “Tam bağımsız Türkiye ve Kahrolsun Amerikan emperyalizmi” günlerimiz..

Hasılı, Deniz Harp Okula merhaba! diyeceğimiz ve o meç kuşanacağımız    mezuniyet töreni günlerimiz..

İşte o günlerden, “varlığım AMERİKAN emperyalizminin varlığına armağan olsun” diyen ABD emperyalizmi hizmetindeki  FETÖ’nün, Atatürk düşmanı, “vatan ve  emek” hainliği  günlerine gelmişiz/ getirilmişiz..

Peki, bu günlere gelmemizde Deniz Lisesinin, lav edilmesini gerektirebilecek  ne gibi bir kusuru olabilir?  FETÖ’cü  alçaklıkların sorumluları arasında   Deniz Lisesi de neden  gösterilir?

Neymiş efendim, FETÖ’cü vatan ve emek hainleri, askeri okullara sinsice sızmış/sızıyormuş! Sanki FETÖ’nün, Cumhurhurbaşkanı katından emir-komuta katına; Anayasal kurumlardan ticaret, spor, sanat alanına;  her türlü bürokrasiye ve belediyelere ve siyasi partilere…sız(dırıl)madığı bir yer ve alan  varmış gibi!! Hem sonra, madem sız(dırıl)mışlar, Siyası İktidar olarak, sen de  SIZDIRTMA ÖYLEYSE!! Sen FETÖ’cülerin sızmasına göz yumar; sessiz kalırsan adamlar elbette istedikleri kurumlara sızarlar; ve Türkiye’yi ele geçirirler.

Vaktiyle bu konuda söylenmiş o kadar çok söz ve uyarı var ki, yetkililerce doğru dürüst hiç dikkate alınmamış. Siyasi İktidar olarak, kusurlu ve suçlusunuz… Genel Kurmay ve  kuvvet komutanlıkları da kusurlu ve suçlu..  Görev ve sorumluluklarını gereğince yerine getirmemiş görünüyorlar… Habire yanılmışız/kandırılmışız diyerek özür dilemek; pişmanlık duymak, gidenleri geri getirmez; zararları telafi etmez. Sadece, bu gibi memleket işlerinin ve meselelerinin, bundan böyle  sizler tarafından deruhte edilemeyeceğini gösterir.  

Milli Eğitim Bakanlığına bağlı imam hatip okullarını  lav ederek  nasıl ki milli eğitimin Fethullahi sorunlarını çözemezsek, yaklaşık 350 yıllık geçmişi olan Deniz Lisesi’ni lav ederek de  TSK ve  Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'ndaki Fethullahçı yapılanmanın ve yuvalanmanın sorunlarını çözemeyiz. Lav etmek, bir yöntem olamaz!“ Lav etmek” yöntemi, ancak, iktisadi-siyasi sorunların ve toplumsal çelişkilerin üstesinden gelemeyen siyasi iktidarların kendi  kusurunu ve suçunu örtmek, gizlemek, kamufle etmek için başvurduğu “halkı aldatma yöntemi “ olabilir.

Hani Cem Karaca’nın bir şarkısı vardı: “beni siz delirtiniz” diye,  https://youtu.be/ytbUzbTEshw  işte tıpkı o şarkının sözleri gibi, bu gün ne kadar yakınılan eleştirilen ne kadar husus ve durum varsa hepsi 1945’lerden bu yana  “Cici Amerika” cı ve  NATO’cu siyasal iktidarların marifeti. Özellikle, 12 Eylül Amerikancı darbeden sonra cebren ve hileyle değil, bizatihi beşli cuntanın tasarrufuyla siyasilerin oy deposu tarikat, cemaat, seyh ve dervişlere kol kanat gerildi.  Gelişmeleri için imkan ve fırsatlar tanındı. O yüzden, istediğiniz kadar Türkiye’nin anayasal kurumlarını yeniden yapılandırın, emperyalizmin baskı ve denetiminden; egemenlik araçlarından bağımsızlaşmadığınız sürece/için,  bu halkı oyalamış; aldatmış; ve Türkiye’ye kötülük yapmış  olursunuz.

İstiklal savaşımızı ve  Atatürk’lü cumhuriyet dönemimizi saymazsak, Türkiye, ne zaman, halkın  ihtiyaç ve çıkarlarına göre kendi kendini yönetmek istese, emperyalizm, Türkiye’nin üstüne çullanıyor ve başına çuval geçiriyor. Artık buna bir son vermenin zamanı gelmiştir.  FETÖ’cü darbe ve isgal girişimini  bastıran-ezen Atatürk Cumhuriyetine bağlı TSK birlikleri ve  15 Temmuz ANTİ-FETÖ'cü  ilerici halk hareketi-direnişi-dayanışması, emperyalizm aleyhtarı bir ortam ve fırsat yaratmıştır. Sağ-sol demeden halkıyla ve devletiyle, yani Türk milletiyle, Türkiye, bu imkan ve fırsatı çok iyi değerlendirmek  zorundadır; ve düşmanlarımız, artık, Atatürkçü bağımsız ve halkçı bir Türkiye’ye  RAZI edilmelidir.

Atatürk diyor ki: “Hudutlarının önemli ve büyük kısmı deniz olan Türk Devleti’nin, donanmasının da mühim ve büyük olması gerekir. O zaman Türkiye Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve güçlü bir Türk Donanmasına sahip olmak gayedir.”

Peki, mükemmel ve güçlü bir Türk Donanmasına sahip olmak” nasıl olacak ?

Sen daha şimdiden donanmaya subay yetiştirme kaynaklarını kurutmaya çalışırsan, küçük yaştan deniz ve donanma sevgisi aşılayabileceğin halk çocuklarının gittiği okulları lav edersen Atatürk’ün göstermiş olduğu hedefe ulaşamazsın ki!!. Hem sonra; Deniz Kuvvetleri’nin  birliği ve  bütünlüğü ile oynarsanız güçlü bir donanmaya sahip olamazsınız. Deniz Lisesinde yanlış bir şeyler, kötü bir gidiş varsa bu alınacak tedbirlerle düzeltilebilir. Ama tedbir almaya hacet kalmasın diye Deniz Lisesi’ni  ortadan kaldırırsanız ilerde Barbaros’un torunları olacak bu halk çocuklarına ve Türk milletine  en büyük kötülüğü yapmış olursunuz. 

1839 yılında Mekteb-i Bahriye-i Şahane ismini alan ve1851’de Heybeliada Kalyoncu Kışlası’na taşınan; ve 1853 yılında da dört sınıflı İdadi (Lise) kısmı açılan bahriye mektebinin adı  1928’de Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesi Komutanlığı olarak  değiştirilmiş;1963 yılında Deniz Lisesi Deniz Harp Okulundan ayrılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Böylesi tarihi bir kimliği ve değeri niye kaybetmek isteyelim ki!? Bir çok alanda, meslek grubunda, alt yapından, küçük yaştan kadrolar, elemanlar yetiştirme uygulamaları varken, gelenekleri varken, niçin Deniz Lisesi’yle uğraşırsınız? 

1081’de Çaka Bey’lerle başlayan Türk denizcilik tarihi  mazisi iyi-kötü; acı-tatlı hatıralarla doludur. Eğer; Deniz Lisesini lav ederek küçük yaşta namzet bahriye subayı adayı yetiştirme yuvalarını kapatacak olursak  İnebahtı, Çesme, Sinop Deniz savaşları gibi  denizcilik tarihimizde yeni bir kara sayfa açmaya hazırlık yapmış oluruz... O zaman da Tarih  bizi affetmeyecektir.

Bir kez daha sesleniyoruz. FETÖ, nam-ı diğer CİA-MAAT, soruları çalarak askeri liselere sız(dırıl)dı diye Deniz Lisesi lav edilemez!! Eğer; sırf bu gerekçe ile askeri liseleri lav ediyorsanız, FETÖ'nün, CİA-MAAT'ın sızmış olduğu diğer  kurumları da lav etmeniz gerekir. O yüzden; bu  kararı alanlar bir an önce kararlarını gözden geçirip  bu tarihi yanlıştan dönmelidirler.

Yıllar önce, Tuhfetü’l-kibar fi Esfari’l-bihar adlı eserinde Katip Çelebi,   “düşmanın tecavüze fırsat bulmasının, maliye düzeninin, asker, hazine ve halk işlerindeki bozukluğun, bir yandan da tedbirleri almaktaki kusur ve ihmallerden ileri geldiğini; öte yandan da Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanındaki yollardan sapıldığını, arkadan gelenlerin, ne yaparlarsa kanun olur sanmalarının bu sonucu doğurduğunu tekrarlayarak kitabın asıl amacını belirtmişti.”

Ayni kitabın Denizcilere Öğütler kısmındaysa bakın neler demiş Katip Çelebi:

Birinci Öğüt der ki: “Kapudan kendi korsan değilse deniz işinde ve deniz savaşı üzerinde korsanlarla danışık edip dinleye. Yalnız kendi bildiğine gidenler çoğu pişman olagelmişlerdir. Hele bu yolda bir yanlış yapılırsa  ziyan yalnız kendisine değildir.”

Yirmi beşinci Öğüt der ki: “ Kapudan Paşa, yerinde dura. Kendi varıp düşmana heves etmeye. Zira baş gidince ayak kalmaz. Bununla çok ziyan görüldü. Sedarlara yararlık yerinde durmaktır.

Kırkıncı Öğüt’de der ki : “Eski padişahların sefer ve fetih olayları, kapudanların denizde sefer ve savaşları üzerinde anlatılanlar, yazılanlar görülüp kıssadan hisse alına, gaflet olunmaya vesselam.”

Deniz Lisesi’ni lav edenlere son kez Katip Çelebi’nin  bu üç öğüdüyle seslenip uyarmak istiyorum. Belki kıssadan hisse alır yaptıklarından pişman olurlar ve Deniz Lisesini yeniden eğitim –öğrenime açarlar. 

Vesselam.