23 Mayıs 2017 Salı

TARİHTE MİLLİ FİZİK VAR MI?


Evet var..

1905  yılında Nobel ödülü almış olan Alman deneysel fizik ustası  Philipp Von Lenard ile 1919’da Nobel ödülü kazanan  fizikçi Johannes Stark  Nazizmin yükseliş yıllarında Hitler Almanya’sında Aryan Fiziğini/Nordic insanın Fiziğini kurmuşlardı. Yani; bu iki öncü Nobel ödüllü fizikçi bir yerde, ırka göre bir Fizik,  “Hitler Fiziğini” icat etmişlerdi.

Philipp Von Lenard(1862-1947) Johannes Stark(1874-1957)

Lenard, 1924’te Nazi partisinin aktif bir üyesi olmuş; Einstein’in görelilik kuramını Yahudi sahtekarlığı olarak mahkum etmiş; ve tarihe geçmek için de Nobel ödülü kazanan saf Alman Wilhelm Roentgen’in X-RAY  keşfinin üstüne konmak istemişti.

Ocak 1933’te Hitler başbakan olunca, Lenard,  çok geçmeden Hitler’in danışmanı olmuştu. Hitler İktidar olunca,  üniversitelerde temizlik hareketine girişmiş; ve devletin resmi tezlerine uygun olmayan 1145 akademisyenin  hemen  işine son vermişti. Bunların içinde 11’i Nobel ödüllüydü.. 

Alman üniversitelerinde 60 kadar teorik  fizikçi çalışmaktaydı bunlardan yarıya yakını işlerini kaybetmişti. Bu teorik fizikçilerin bir kısmı  ilerde Nobel ödülü alacaktı. Hitlerin baskıcı rejimi nedeniyle yetişmiş nükleer fizikçiler Almanya'yı terk etmek zorunda kaldı; ve çoğu iş imkanları bularak Amerika'ya yerleşti. Hitler'den kaçan Alman bilim adamları ilerde nükleer bombanın ilk kez Amerika tarafından yapılmasına yol açacaktı.

Lenard, 1936'da Alman Fiziği (German Physics) önsözünde  şöyle yazacaktı: 

"Gerçekte bilim, insanın ürettiği her şey gibi, ırk bakımından ve kana göre belirlenir"  

( "German Physics?" one will ask- I could also have said Aryan physics or physics of the Nordic man, physics of the realty explorers, of the truth seekers, the physics of those who have founded natural science- "Science is and remains international!" some one will reply to me. He, however, is in error. like everything man prouduce, is racially determined, determined by blood.")

Johannes Stark da, ‘Yahudi fiziği’ dediği  teorik fiziğe ve kuantum fiziğine savaş ilan etmiş;  hedefine Einstein ile kuantum fizikçi Werner Heisenberg’i almıştı. Heisenberg, Yahudi olmamasına rağmen, Lenard’ın gazabından payına düşeni almış;  baskı ve saldırılara dayanamayarak Münih Üniversitesi' ndeki işinden ayrılmak zorunda kalmıştı.

1919 Nobel ödülü sahibi bir başka Alman fizikçi Max Von Laue’ye yazmış olduğu mektupta, Stark, “ya partinin saflarına katılırsın ya da sonuçlarına katlanırsın” tehdidinde bulunmuş; mektubunu da “Heil Hitler” selamıyla bitirmişti..

1930’lar Almanyası, akademilerin, üniversitelerin  devlet gücü ve Nazizm karşısında hizaya geçtikleri günlerdi. 1931 yılında ‘devletin isteği üzerine yüzlerce bilim insanı ve felsefeci Einstein’in bilimsel anlayışını ve çalışmalarını kınayan ortak bir bildiriyi  imzaladıklarında o imzalar arasında medeni cesaret sahibi Max Von Laue’nin imzası bulunmuyordu. Ama ayni dönemde yaşayan ünlü kuantum fizikçisi Max Planck Nazi zulmünü benimsememesine rağmen faşist baskılar karşısında sadece sessiz kalmıştı.

Nobel ödüllü Stark, yazmış olduğu “Nasyonal Sosyalizm ve Bilim” isimli kitabında, teorik fiziğin ve kuantum fiziğinin Yahudi oyunu olduğunu iddia etmiş; bilimsel makamlara ancak Alman soylu kanını taşıyanların gelmesi gerektiğini savunmuş;  ve yazdığı “Hitler: kişiliği ve Amaçları"  ve  “Hitler Ruhu ve Bilim” gibi kitaplarla  deneysel-teorik ve kuantum fiziği alanında unutulmaz hizmetlerde bulunmuştu.

Stark’a göre, bir bilim insanın asıl görevinin devlete yani partiye daha doğrusu  Führer (Tek Adam)’e hizmet etmek olmalıydı. Eğer Nazizm’e ve Führer’e hizmet etmiyorsan ülkeye ve devlete ihanet içindesin demekti.

Propaganda bakanı Goebbels’in isteği ile Stark, 1934’te, Nobel ödüllü 11 Alman meslektaşını aşağıdaki şu  bildiriyi imzaya davet edecekti:

“Biz Alman bilim insanları Adolf Hitler’i Alman Halkının lideri ve koruyucusu olarak tanıyor ve takdir ediyoruz. Onun yüce desteği ve teşviklerinin gölgesinde bilimsel çalışmalarımız Alman halkına hizmet edecek ve dünyada Alman varlığını ve özgüvenini yükseltecek”

İşte böyle Führerci faşist rejimlerde, tek adam rejimlerinde, ülkenin biricik lideri ve/veya partisi, her şeyin üstünde bir ve tek otoritedir. O yüzden; her hangi bir aydın  itirazına  ve eleştirisine tahammül edilemez.  Muhalif tepkiler; eleştiri yönü olan bağımsız akademik araştırmalar; demokratik hak talepleri, birer anarşi ve terör kaynağı ve faaliyeti  olarak  görülür. Egemen ideolojiden ve resmi görüşten en ufak bir sapma ve ayrılma vatan hainliği ile suçlanır ve bir anda ceza yasasının  konusu olabilir.  

Atomun içine kadar girebilmiş  bu iki milli fizikçinin Hitler rejimi altında millete ve ırka göre bir  milli fizik, milli kimya, milli biyoloji..vb.. kurma peşinde olması  son derece manidardır.  

İnsanlığın binlerce yıllık tarihsel tecrübesi ve pratiği  bize göstermiştir ki "milli bilim" olamaz.  Astronominin, matematiğin, jeolojinin, antropolojinin, kimyanın,  vb.. millisi olmaz; bilim evrenseldir.  Suyun kaldırma kuvveti ve yer çekimi yasası her hangi bir  millete ve ırka özgü değildir.  Eğer bilim, ‘milli bilim’ biçimini alıyorsa, bu kesinlikle ve tamamen   bilimin,   egemen ve resmi ideolojinin sınırları içine hapsolması yüzündendir. Ve bu durumda da bilim, bilim olmaktan çıkar bir egemen ideoloji biçimi olur. Sınıflı toplumlarda  egemen ideolojinin yönlendiriciliğindeki  bilim, kimi zaman Engizisyon ve Hitler rejimlerinde olduğu gibi faşizan bir baskı altına da alınabilir. Bu durumda  bilim, sosyal bilinç formu olarak nesnel gerçeği değil; tamamen öznel gerçeği yansıtmış olur. 

 


 





20 Mayıs 2017 Cumartesi

TARİHİN UFKUNDA İZ BIRAKAN GEMİLER


Seyir halindeki gemilerin pupalarında  ‘dümen suyu’ dediğimiz bir iz-suyu olur. Gemi sizden uzaklaştıkça dümen suyu silikleşmeye başlar ve bir süre sonra,  geminin izini sürmüş olduğunuz dümen suyu  artık görülmez olur. Ama, toplumların  tarihsel ilerleme rotasında  öyle gemiler vardır ki onların dümen suları hafızaya kazınır; tarihin ufkunda bir türlü  kaybolmaz. Bu  gemiler,  sadece denizde değil toplumların kaderinin belirlenmesinde de yol alır;  serüvenleriyle destan yazar; masallaşırlar..  Ömürleri dolunca  da sulara değil anılara ve tarihsel belleğe gömülürler..

İşte onlardan bazıları:


Mahmudiye Kalyonu

Adını sultan 2.Mahmut’tan alan Mahmudiye Kalyonu zamanının  en büyük ahşap  gemisiydi..Üç ambarı ve 128 topu vardı.. Yerli imalat birinci sınıf bir savaş gemisi olarak, 1828'de, Tersane-i Amire(İstanbul Tersanesi)'de kızağa konmuş; ve 1829'da denize indirilmişti. 65m boyundaki Mahmudiye Kalyonunun mürettebatı 1280 kişiydi. 45 yıl Osmanlı donanmasına hizmet etmiş olan Mahmudiye Kalyonu’na, Ateş Mehmet Paşa kumandasında  Kırım Savaşın(1853-1856)’daki başarılarından ötürü Gazi ünvanı verilmişti. 1874 yılına gelindiğinde, Mahmudiye kalyonu feshedilip hizmetten kaldırıldı. 2. Abdülhamit zamanında(1876) hazinede para kalmayınca, askerlere maaş verilemez oldu; ve Mahmudiye Kalyonu enkazı maaşlara mahsuben bahriye subaylarına verilmeye başladı. Bahriye Nazırı,  "Mahmudiye'den 500 okka enkaz verile" diye buyurdu mu maaşlar, gemi enkazını kaldıracak olan enkazcı, hurdacı esnaf  tarafından  ödenirdi. 

HAMİDİYE
Hamidiye  Kruvazörü... Birinci Balkan savaşı  sırasında Karadeniz’de  kahramanca görev yaptı.   Yüzbaşı Rauf (Orbay) kumandasındaki Hamidiye Kruvazörü, 1.Balkan Savaşı sırasında Yunanistan tarafından işgal edilen ege adalarını geri almak ve düşman hedeflerini yok etmek üzere  Ege ve Akdeniz'de 7 aydan fazla sürecek  olan Akın(korsan)  Harekatını gerçekleştirdi.


SMS GOEBEN( YAVUZ),    foto Alexander Monreal



TCG YAVUZ (fotoğaf ,  Lt.Frank Norton M.C.)
TCG YAVUZ, hem Alman sancağı taşımış hem Türk.. Hem saltanatı görmüş hem de Cumhuriyeti.. Adına türküler yakılmış efsane gemi.. Milli mücadele sırasında İzmit Körfezinde öksüz bir halde, o da kurtuluşunu beklemiş..Türk ordusu İstanbul'a girince onun da esareti bitmiş; İngiliz denetiminden kurtulmuş, Türk bayrağı ile özgürlüğüne kavuşmuş..Cumhuriyetin ilanını 101 pare top atışıyla kutlamış..ve genç Cumhuriyet donanmasının sancak gemisi olmuş..

Gazi Mustafa Kemal 21 Eylül 1925'de  onarım için bekleyen Yavuz'u ziyaret etmiş; bu ziyarette,  "Bu gemiyi büyük Türk milletinin ihtiyacı olan sağlam ve kudretli zırhlı şekline sokacağız. Bu kudret, silah bakımından sizlere dış politika bakımından da bizlere büyük hizmet görecek; gurur sağlayacak" diyerek Yavuz'un Türkiye ve Donanma için önemini dile getirmiş.

Hayatına Moltke sınıfı muharebe kruvazörü olarak 2 Temmuz 1912'de  SMS GOEBEN  adıyla Alman donanmasında başlayan, ancak birinci dünya savaşı başlarında, 1914 yılında, Osmanlı devleti donanmasına geçen; 1950'ye kadar Türk donanmasında aktif görev yapan ve 1960 hurdaya ayrılan TCG YAVUZ, Türk Halkının askeri, siyasi ve kültürel hayatında iz bırakarak;ve denizlerde tonlarca hatıra bırakarak  bu dünyanın denizlerinden  ayrılmış; deniz tarihindeki soylu ve gururlu yerini almıştır.


Nusrat Mayın Gemisi
Düşman donanmasına Çanakkale’yi geçilmez yapan kahraman Nusrat mayın gemisi…

Muavenet-i Milliye... Çanakkale deniz muharebeleri sırasında  İngiliz donanmasının maruz kaldığı en büyük felaket Goliath zırhlısının batırılmasıydı. Goliath'ın batırılması üzerine, müttefik orduları komutanı General Hamilton "düşman madalyayı hak etti" diye günlüğüne not düşmüştü. 13 Mayıs 1915 tarihinde, Morto koyunda demirli olan Goliath'ın  Kd.Yzb.Ahmet Saffet komutasındaki Muavenet-i Milliye'nin  torpidolarıyla batırılmasıyla İngilizler Çanakkale boğazını denizden geçmekten vazgeçti ve Çanakkale deniz harekatı fikrini ortaya atan  Denizcilik Bakanı Churchill  de istifa etmek zorunda  kaldı.


Alemdar Römorkörü

Kuvva-yı Milliye saflarına  katılmak için bir avuç  denizci tarafından  İstanbul’dan Ereğli’ye kaçırılan  ve daha sonra Sovyetler Birliğinden aldıkları mühimmatı  her türlü tehlikeye göğüs gererek Anadolu kıyılarına taşıyan; ve Milli Mücadeleye hizmetlerinden dolayı Gazi ünvanı alan  İstiklal Savaşı’nın denizdeki kahramanı  ALEMDAR kurtarma gemisi. 

Büyük Taarruzdan önce 29 adet savaş uçağını Rusya’nın Novorosisk limanından  Anadolu’ya  intikal ettiren Kd.Yzb Cevat Bey komutasındaki Şahin Vapuru..

Yakın komşumuz Rus halkının da, gönüllerde  yer etmiş; hafızalara kazınmış   Potemkin Zırhlısı ile Avrora kruvazörü adlı iki gemisi var.

Potemkin Zırhlısı, Rus donanmasının Karadeniz filosu gemilerindendi.. Rusya'da 1905 devrimi sırasında,  gemideki  berbat çalışma ve yaşama koşulları nedeniyle,   İstibdat rejimi uygulayan Çarın zalim subaylarına karşı isyan eden gemi mürettebatının bulunduğu gemiydi. Gemi Mürettebatı isyan sırasında  Potemkin Zırhlısı'nı ele geçirerek Çar' ın subaylarından kumandayı devir almış; gönderine kızıl bayrak toka ederek  Odesa'daki işçi hareketi mücadelesini(Genel Grev) desteklemiş; donanmanın diğer gemilerinden yeterince destek göremeyince de Romanya'ya sığınmak zorunda kalmıştı.

Bolşevik devriminden sonra(1925), ünlü film yönetmeni Sergei  Eisenstein(Sergey Ayzenştayn) tarafından,  Potemkin   Zırhlısı' nı  konu alan unutulmaz bir film yapılmıştır.. Bu film, ilerde, dünya sinema tarihinin baş yapıtları arasında  yer alacaktı.

Diğeri ise, Rusya'da 1917 Şubat Devrimi sırasında Bolşevikler safında Krenski Hükümeti sarayını bombalayan   AVRORA kruvazörü..

Bandırma Vapuru Türk gençliği olmuş yürüyor..

Granma Yatı  Küba halkı olmuş yürüyor

Ve emperyalizm çağında, siyasal-tarihsel belleğimizde yer eden iki gemimiz daha var:   İki ayrı ülkenin bağımsızlık ve milli egemenlik  savaşında  simge olmuş olan  BANDIRMA vapuru ve  GRANMA yatı..

Birisi Türk Devriminin diğeriyse Küba Devrimi’nin liderlerini ve öncülerini taşımıştı.

BANDIRMA Vapuru, emperyalist işgale son vermek; düşmanı vatan topraklarından kovacak Kuvvayı Milliye’yi örgütlemek üzere Mustafa Kemal Atatürk’ün Mayıs 1919’da  İstanbul’dan Samsun'a giderken kullandığı gemi,

GRANMA ise, ABD emperyalizminin kuklası ve uşağı olmuş Batista rejimini yıkmak için 25 Kasım 1956'da Meksika’nın Tuxpan limanından yola çıkan Fidel Kastro önderliğindeki 81  devrimciyi  2 Aralık 1956’da Küba’nın Oriente eyaletine ulaştıracak olan  12 kişilik bir yat. 

Türkiye'yi ziyaretinde  Fidel Castro   bu iki  gemi  ve Atatürk için bakın ne demiş:

“Devrimci Kemal Atatürk bizim esin kaynağımız oldu. 1919’da Anadolu’dan emperyalistleri atmak için, Bandırma gemisiyle Samsun’a çıktı. Büyük bir zafer kazandı. Biz de tam 40 yıl sonra, ülkemizden faşistleri kovmak için Granma gemisi sayesinde  Havana’ya çıktık. Biz de zaferle kucaklaştık.

Ben de devrim gerçekleştirdim. Ama Atatürk’ün yaptıklarını yapamazdım. Türkler sağdan sola doğru yazarken Harf Devrimi ile tam ters yönde yazmaya başladı. Kıyafet Devrimi ve Medeni Kanun’la kadınlara getirilen statü çok  önemliydi.. Ona ve devrimlerine hayranım. Kendinize başka bir önder aramayın.”



14 Mayıs 2017 Pazar

MİTOKONDRİYAL HAVVA ANAMIZ LUCY(LUSİ)'NİN DE ANNELER GÜNÜ KUTLU OLSUN.

                                                                                                   

australopichecus Afarensis
Ana soylu uzak atalarımızdan ve anaların anası Doğu Afrikalı “mitokondriyal  Havva” Lucy(Lusi) Ana’mızın nezdinde tüm homo sapiens sapiens annelerin anneler gününü kutlar; insan soyunu sürdürdükleri için onlara şükranlarımızı sunarım..

Bu vesileyle de şu küçük tarihi gerçeği sizlerle paylaşmak  isterim:

Doğu Afrikalı uzak atamız Australopithecus  Afarensis ailesinden  3,2 milyon yaşındaki 1.20m boyundaki gelişkin bir kadının fosilleri 1974 yılında Etopya'da bulunduğunda kamp yerindeki radyoda Beatles’in dillerden düşmeyen  şarkısı  “Lucy in the sky with diamonds” (Lusi elmaslarla gökyüzünde) çalıyormuş. Kamptaki bilim insanları, antropologlar, işte bu şarkıdan esinlenerek, insanoğlunun  uzak geçmişine ait   bu  bilgi hazinesi fosillere,  elmas değerindeki kadına ,  Lucy(Lusi) adını takmışlar.

Ve 3 milyon yıllık Lucy Ana’mızın   yanında, ölmez şairimiz Ahmet Arif’in dizelerindeki  kutsal  Havva Anamız ise,  elbette “daha  dünkü çocuk” sayılır.

Peki şu Mitokondriyal Lucy Anamız insanın evrim ağacının hangi dalında bulunmaktadır?

Mitokondriyal Lucy Anamız,  primatlar ağacının  hominid  dalının  omurgalı hayvanlar ve  memeliler sınıfından.. homo cinsinin sapiens  türünden gelerek insanoğlu dalına ulaşır.

Ünlü astronom Carl Sagan’ın meşhur Kozmik Takvim’ine göre de, Mitokondriyal Havva Anamız Lucy(Lusi), aşağı yukarı   31 Aralık sabah saatlerine tarihlenmekte..

Kozmik Takvim de ne ? diyecek olursanız anlatırım.

Kozmik Takvim, Büyük  Patlama(Big Bang)’dan bu güne, evrenin 13.8 milyar yıllık geçmişinin, 1 Ocak’ta başlatıp 31 Aralık’ta sona erdiren  bir yıllık bir süre olarak düzenlenmesidir.

Kozmik Takvim’e göre, Big Bang(Büyük Patlama)  1 Ocak’ta meydana gelmişti(tabi, nedense, şu Büyük Patlamacılar,   Büyük Patlama’nın evrenin neresinde meydana geldiğini; ve Büyük Patlama’nın ne kadar ve  nereye kadar “Büyük” olduğunu bizlere ikna edici biçimde açıklayamamıştır.

Keza; Büyük Patlamadaki, ‘patlayan/patlatılan- patlatan-patlama- bileşenlerini-ilişkileri, kimin, kime ( ne) patlattığı, şaplak mı, fiske mi,  konuları muallakta kalmıştır. Büyük Patlamayı başlatabilmek, işi, evreni yok farz etmeye kadar vardırmışlar, ondan sonra da önce yok farz etmiş oldukları evreni,  ne sihirdir ne keramet deyip,  Büyük Patlama ile yaratıp var etmişlerdir.

Biz, yine, Kozmik Takvim’e dönecek olursak, 22 Ocak’ta ilk galaksiler oluşmuş. 16 Mart günü Samanyolu Galaksisi oluşmaya başlamış. 2 Eylül günü ise güneş sistemi .. Dünyamızdaki İlk kaya parçasının oluşum tarihi ise 6 Eylül. Bulduğumuz en eski mikrobik yaşam örneği 14 Eylül tarihli. 29 Ekim’de atmosferde oksijen oluşmaya başlamış. 5 Aralık günü ilk çok hücreli yaşam.. 17 Aralık’ta balıklar, 20 Aralıkta ilk kara bitkileri ortaya çıkmaya başlamış.. 25 Aralık’ta Dinazorlar, 26 Aralıkta memeliler sahneye çıkmış.. Kuşlar  27 Aralık’ta, çiçekler ise 28 Aralıkta sahne almış.. 30 Aralık’ta dinazorların nesli tükenmiş.. 31 Aralık sabahı insanımsılar gezegenimizde dolaşmaya başlamış.. 31 Aralık saat 22:24’te taş devri(paleolitik) başlamış. 31 Aralık saat 23:44’te ateş keşfedilmiş. Ayni gün saat 23:52’de anatomik olarak modern insan tarih sahnesine çıkmış. 23: 59’un 33. saniyesinde  son buzul çağı sona ermiş.. 23:59’un 47.saniyesinde bronz çağı başlamış..Yazmamışlar ama hadi ben söyleyeyim, bu tarihlerde toplum yerleşik hayata geçmiş, işbölümü doğmuş,  tarım ve hayvancılık başlamış,  toplum sınıflara bölünmüş ve  tarihte sınıf mücadeleleri başlamış olmalı..  23:59’un 49. Saniyesinde türümüz alfabeyi icat etmiş.. M.S.1000 yılından bu yana 31 Aralık saat 23:59’un 59’uncu saniyesinde yaşıyoruz. Yani; bütün modern tarih, Kozmik Takvim’de sadece yılın son gününün, son saatinin, son dakikasının, son saniyesine denk geliyor.

Akıl almaz büyüklükteki şaşkınlık ve hayranlık uyandıran evrenimizin tür olarak yaşamımızın zamansal karşılığı işte bu, sadece bir an..

Böyle bir anın kıymetini bilmek için,  bu anneler gününü,  William Blake’in dizeleriyle süsleyelim:

Masumiyet Kehanetleri (Auguries Of Innocence)’den alınma dört dize:

“Görebilmek bir kum taneciğinde dünyayı (To see a World in a grain of sand)

Yabani bir çiçekte ise cenneti (And a heaven in wild flower)

Sığdırabilmek avucuna sınırsızlığı ( Hold infinity in the palm of your hand)

Ve tek anımızın içine sonsuzluğu ( And eternity in an hour)”



12 Mayıs 2017 Cuma

İŞÇİLERİN VATANI YOKMUŞ


Külahıma anlatıyorum, İşçilerin vatanı yokmuş..

Neymiş efendim, 1848’lerin Avrupa’sında, Marx ile Engels, birlikte kaleme almış oldukları Komünist Manifesto’da “İşçilerin vatanı yoktur” demiş. Emperyalizm ile ahbap olan  bazı aklı evveller de, madem işçilerin vatanı yoktur; ve aslolan işçi sınıfının uluslararası dayanışması ve birliğidir, o halde bunca yıldır ne diye vatan(ın bağımsızlığı) için mücadele edip duruyoruz demeye başlamış.

Gerçek öyle mi acaba?

Yahu şu kapitalizm çağında milleti olmayan, vatanı olmayan işçi(sınıfı)  olur mu hiç!? “İnsan” denilen soyutlamaya değil, sokaktaki işçi sınıfı mensuplarına bir sor bakayım, “sizin için ‘vatanı yok’, ’vatan-sız’, diyorlar, ne dersiniz  ?” diye. Şaşkın bakışlar içinde adamın vereceği cevap herhalde şöyle olurdu:

“Domatesin, biberin, börtü böceğin, çalı çırpının, ağacın ormanın;  uçan kuşun, balıkların bil cümle mahlukatın .. yeri yurdu var da bir tek işçilerin mi yok?!  İşçi dediğin berduş mu ki yerlerde, köşelerde sürünsün; milleti, vatanı olmasın.

Senin evin barkın varsa, bir vatanın da var demektir.  İnsan bu dünyanın insanıdır, soluduğu havası, içtiği suyu, yediği ekmeği ve işi gücü olan vatansız değildir. İnsanın nerede karnı doyursa, nerede yaşıyorsa; kendini nereye ait hissediyorsa orayı vatan beller, yurt edinir. Yurtsuz, vatansız, ne işçi, ne köylü, ne esnaf, ne de millet vardır.

Peki ama şu vatan ve millet kavramları nereden ve ne zaman çıktı?

Kapitalizmden önce ne millet vardı ne de vatan,  sadece ümmet toplumu vardı.. Saltanat ve imparatorluk toprakları vardı.. Bu topraklarda yaşayan kralın/hükümdarın  ve feodal güçlerin tebaası vardı. Kapitalizm öncesi feodal toplumu  birleştiren bağlar din esaslıydı. İşte bu ümmet kavramı bir dini bağlılığı ifade ediyordu.  Feodal Avrupa’da Hristiyan ümmeti bizim gibi İslamiyet’in hakim olduğu toplumlarda ise Muhammed’in ümmeti vardı. Yani Kapitalizm öncesinde henüz milletleşme  ve milli birliği kurma hareketleri henüz ortada yokken birisine sen nesin diye sorduklarında, kimse, Almanın,  Fransızım, İspanyolum, İngilizim, Türküm… diyemezdi.

Batı’da kapitalizmin gelişmesiyle birlikte   millet(nation)  doğdu. Burjuvazin öncülüğünde ve egemenliğinde Kapitalizm, derebeyliğe ve krallık rejimlerine savaş açarak ümmeti millete dönüştürdü. Kraliyet topraklarını vatan yaptı. Tarih sahnesine çıkan Burjuva sınıfı  böylece milli oldu.  Vatansız millet olamayacağına göre, Kapitalizmin, bir üretim tarzı olarak,  egemen olduğu sınırları belirlenmiş topraklar, vatan oldu. Kapitalizmin öncü ve egemen sınıfı Burjuvazi, derebeylik ilişkilerini yıkarak   kendi ihtiyaç ve çıkarlarına göre toplumu yeniden örgütledi.  Kendi çıkarlarını halkın çıkarları haline getirdi.  Millileşerek ve milletleşerek kendi değerlerini halka mal etti ve insan ilişkilerini  burjuvalaştırdı. Ve toplumu burjuva toplumu,  devleti de milli devlet yaptı.

Dr.Hikmet Kıvılcımlı'ya göre, Milli, kapitalizmin yarattığı bir kavramdır. Yani kapitalist sınıfın, kapitalist ekonomnin yarattığı sosyal yapıdır. Kapitalizmden önce ümmettik; Muhammet ümmetiydik. Milli derken, yalnız  bir sınıfın düşüncesi, bir sınıfın hareketi ve davranışı,  ve bir sınıfın devrimi anlaşılmamalıdır. Modern toplumda işçi sınıfı da millettendir, küçük burjuva da, burjuva da millettendir..  Kapitalizmdeki bütün sosyal sınıflara "millet" diyoruz. Bir avuç sermaye sınıfı nasıl milletten olabilir diyebilirsiniz. Millet biziz, işçisi, fukarası, işsizi, köylüsü, esnafıyla.. millet biziz diyebilirsiniz. Ama işin gerçeği öyle değil, Burjuvazi egemen sınıf olarak, vaktiyle, toplumu örgütlemiş ve biçimlendirmiş. Kendi sınıfsal değerlerini topluma mal etmiş; milli olmuş. Avrupalı ya da ecnebi olmamış; Türk milletinin bir parçası olmuş.

Fakat, milletin bütünü içerisinde, egemen sınıflar(kapitalist sınıf) ve komprador zümreler  dışarıda bırakıldı mı, geri kalan millet kısmına, bölümüne halk denir. Yani egemen sınıfı olmayan millete halk diyoruz. Halk, sınıflı toplumlarda, ezilen-sömürülen-yönetilen sınıf ve tabakaları temsil eder. Demek ki, meseleyi ele alırken,  sosyal sınıf pusulasına göre kerteriz almazsak, anti-emperyalistiz dediğimiz zaman sanki emperyalizmin dışardaymış gibi gelir bize o zaman.. Emperyalizm dışarda ama 1919 senesinde dışarda.. Bu gün içimizde. Yerli milli bir zümre olarak finans-kapital zümresi dünya emperyalist topluluğunun bir parçası durumunda, bizim milletimizin bir bölüğü durumunda. Ve o sıfatla bu kadar etken olabiliyor zaten.. 

Öyleyse, Kapitalizm koşullarında ve günümüzde işçilerin vatanı vardır, bu vatan, kapitalist üretim tarzının  ve sermaye sınıfın egemen olduğu ülkedir. İşçilerin vatansızlaşması ancak ülke sınırlarının ve devletlerin ortadan kalktığı bir toplum düzeninde söz konusu olabilir ki o zaman da zaten işçi sınıfı burjuvazinin sınıf hakimiyetine son verdiği için kendisinin  de bir sınıf olarak varlığı gereksiz olur

Peki ama Marx ve Engels  ‘işçilerin vatanı yoktur’ derken  niye böyle bir cümle kurmuş olabilirler?

O cümlenin devamı şöyle: “İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şey alınamaz. Proletarya her şeyden önce siyasal hakimiyeti fethetmek, ulusal sınıf durumuna yükselmek; kendisi ulusu oluşturmak zorunda olduğundan zaten ulusaldır; ama kesinlikle sözcüğün burjuva anlamında değil.”

Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu bir ülkede vatanın sahibi, burjuvazidir. Egemenlik araçları olan mal-mülk, sermaye ve iktidar kudreti ondadır. Vatan bir bütün olarak Kapitalistin malı ve sömürü aracıdır.  Vatanın toplumsal ilişkilerini, beşeri faaliyetlerini,  egemen güç olarak burjuvazi örgütlemiştir. Eğer işçi sınıfı, toplumun egemen gücü olabilirse,  emekçilerin ulusunu meydana getirebilirse, bu kez vatan, işçi sınıfının olur. Vatanın yeni sahibi işçi sınıfı olur. İşçi sınıfı kendi dünyasını millete mal ederek kendini milletleştirmiş olur.. İşçi sınıfı iktidar olabilmek için millete malolmak durumundadır.

1848’lerin  Avrupa’sında işçi sınıfı, proletarya devrimini başarmak için, vatan sınırlarını aşıp Avrupa çapında bir dayanışmaya girmesi gerekiyordu. Siyasi Bağımsızlık,  işçi sınıfı için  sömürü ve baskıdan kurtulmanın  önkoşuldur. Engels, Komünist Manifesto' nun 1893 tarihli İtalyanca baskısına yazdığı önsözde bu gerçeği dile getirmişti:  " her bir milletin birlik ve bağımsızlığı yeniden sağlanmadan  proletaryanın milletlerararası birliğini, ya da bu milletlerin ortak amaçlar uğrunda barışçı ve akılcı işbirliğini gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır.1848 öncesinin siyasi koşullarında İtalyan, Macar, Alman, Polonya ve Rus işçilerinin bir arada, milletlerarası  eylemi düşünülebilir miydi?" 

İşçi sınıfı devrimcisi  Lenin,  işlerin vatanı yoktur” konusunda, 20 ve 30 Kasım 1916’da arkadaşı İnes Armand’a yazdığı mektuplarda şu  tespitleri yapmıştı:   

“Marxizmin bütün ruhu, bütün sistemi, şunu öne sürer: her tez tarihseldir. Ve her tez,  yalnızca  diğerleriyle ilişkili olarak; ve tarihin somut tecrübeleriyle bağlantı içinde ele alınır.”

“Vatan, tarihsel bir kavramdır. Emperyalist boyunduruktan kurtulma, milli bağımsızlık mücadelesi sırasında vatan başka şeydir; ulusal hareketlerin çok gerilerde kaldığı bir zamanda başka şeydir

Lenin devam ediyor: “ Komünist Manifesto’da deniyor ki, işçilerin vatanı yoktur. Doğru. Ama orada yalnız bu söylenmiyor. Orada, ayrıca, ulusal devletlerin kuruluşunda proletaryanın özel bir rol oynadığı da söyleniyor. Birinci tez(işçilerin vatanı yoktur) alınır ve ikinci tezle(işçiler, kesinlikle burjuva anlamda olmamakla birlikte, sınıf halinde kendilerini ulusal olarak kurumlaştırırlar bağlantısı unutulursa, bu, temelden yanlıştır.

Bu bağlantı nerededir? Bana göre şurada: Demokratik harekette (böyle bir zamanda, böyle somut bir durumda), proletarya, demokratik hareketi (ve bunun sonucu olarak ulusal bir savaşta vatan savunmasını) desteklemeyi reddedemez.

Lenin’e göre ‘işçinin vatanı yoktur’ şu anlama geliyor: “a) Ekonomik durumu ulusal değil, fakat uluslararasıdır. b) Sınıf düşmanı uluslararasıdır. c)Kurtuluşun şartları ayni şekilde, d) İşçilerin uluslararası birliği, ulusal birliğinden daha önemlidir.

Bundan, yabancı boyunduruğundan kurtulmak söz konusu olduğu zaman, mücadele etmemeli anlamı mı çıkar?  Evet mi Hayır mı?

Sömürgelerin kurtuluş savaşları, İrlanda’nın İngiltere’ye karşı savaşı ne olacak?

Yani; ulusal bir ayaklanma vatan savunması değil midir?”

Marx ve Engels, bu gün böyle yarın başka türlü konuşan karışık kafalı adamlar mıydı? Hayır. Bana göre, ulusal savaşta ‘vatan savunması’ Marksizme  kesinlikle uygundur.”

Lenin, Kapitalizmin emperyalizm dönemindeki sınıf çelişkilerini ve sınıf mücadelesini tahlil etti. Devrimin 19.yüzyıl Avrupası'nda olduğu gibi gelişmiş ileri kapitalist ülkelerde olmayacağını;  Devrim odağının, artık, ezilen ve sömürülen dünyaya kaydığını; ve devrimin bundan böyle proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişmenin ürünü olamayacağını; devrimin emperyalizm ile ezilen milli devletler arasındaki çelişmesinin sonucu olacağını tespit etti.

Bu durumda, vatan ve milli devletleri savunma, emperyalizmin sömürü baskı ve denetimine karşı koymak demekti. Emperyalizm, günümüzde, tekelci sermayenin egemenliği demek olduğundan ve tekelci sermayede egemen sınıf olduğundan, tekelci sermayeye karşı vatanı ve milli devletin bağımsızlığını savunmak, egemen sınıfa karşı savaşmak, sınıf mücadelesi yapmak  demekti.  Milli bağımsızlığı ve vatanı savunmak, sınıf mücadelesinin  bu günkü koşullarda, yani emperyalizm çağında, aldığı biçimdir. Milli bağımsızlığın savunulması,  Emperyalist hegemonyanın aracı  ve emperyalist dünyanın bir parçası olmamak demektir. Sosyalizm yolunda katedilmesi gerekli olan menzildir.

Emperyalizmin meşruiyeti ve kamuflajı  anlamına gelen  küreselleşme çağında, sermayenin vatanı yoktur; ama işçi sınıfının, her zaman savunacakları ve bir devrimle toplumu kurtaracakları, hayatı güzelleştirecekleri bir vatanı vardır. Bu devrimi ise, Türkiye'de, işçi sınıfı öncülüğünde Türk Milleti ile   yapılacaktır..


MERAKLISI İÇİN NOTLAR :

Bekir Çoşkun, Vatanın Neresini Seversiniz:      http://www.hurriyet.com.tr/vatanin-neresini-seversiniz-39014921,

Erkin Özalp, Marx neden ‘işçilerin vatanı yoktur’ demişti?   http://www.haberveriyorum.net/icerik/erkin-ozalp-marx-neden-iscilerin-vatani-yoktur-demisti

Mustafa Solak, İşçilerin vatanı yok mu?     https://www.aydinlik.com.tr/ozgurluk-meydani/2017-mayis/iscilerin-vatani-yok-mu

Sinan Avcıoğlu, İşcilerin Vatanı Yok mu?   http://odatv.com/iscilerin-vatani-yok-mu-0812161200.html

Doğu Perinçek,  Lenin’in Katkısına 21.Yüzyıldan bakışlar, Bilim ve Ütopya, Aylık Bilim, Kültür ve Politika Dergisi,  Ocak 2014, Sayı: 225

Dr.Hikmet Kıvılcımlı, DEV-GENÇ Seminerleri, Kıvılcım Yayınları, Mayıs 1989



9 Mayıs 2017 Salı

BENİM KARL MARX'IM


Neredeyse 200 yıl olmuştu Karl Marks doğalı. Ve biz hala, onun zamanındaki gibi sınıflara bölünmüş toplumda yaşamaya devam ediyoruz.. Ama, bu “sınıflı toplum” yeni bir şey değil,  insan topluluklarının paleolitik  çağ denilen avcı-toplayıcı yaşam düzeni ve dönemi hariç, tarım ve hayvancılığın yapıldığı yerleşik toplum düzenine(neolitik) geçtikleri zamanlardan  beri sosyal sınıflar ve ayrıcalıklı zümreler var olagelmiş.   Marx'ın dediği gibi: "Dünya tarihi hep var olmadı; tarihin dünya tarihi haline gelişi bir  s o n u ç."  

Marx, Kapital’de, işçinin iş-gücünü bir mal olarak satmak için piyasaya geldiği kapitalist toplum evresi ile insan işinin, çalışmanın, içgüdüsel ilk biçiminden henüz sıyrılmamış bulunduğu evre arasında ölçülemeyecek uzunlukta bir zaman aralığı yer aldığını  belirtir.     

İşte bu evrenin en erken ve en hayvansı  dönemi olan paleolitik çağ  insan ömrünün ve insanlaşma sürecinin  aşağı yukarı %99’una, yani yaklaşık 2,5 milyon  yıla tekabül etmektedir. Geri kalan şu %1’lik sürede de (neolitik-kalkolitik-tunç çağı-demir çağı-Helenistik-Roma-ortaçağ-yeni çağ-yakın çağ..) sınıflı-toplum medeniyetimizi kurmuşuz.

Tarihsel olarak  insan toplumu haline gelme  serüvenimiz ve insanlaşma sürecimiz  kökeni itibariyle doğal ve biyolojiktir. 70 milyon yıl önce belli coğrafyalarda sürüler halinde ağaçlarda yaşamaya uyum sağlamış olan uzak ortak atamız primatlara kadar uzanmaktadır. 17 milyon yıl önce primat kökenli hominid denilen insansılar sürüler halinde Afrika kıtasından çıkarak Orta-Doğu ve Avrasya'ya göç etmişler. Günümüzden 5 milyon yıl önce, Homo cinsi, Hominid’lerden ayrılmış;  Homo cinsi içinde araç yapabilen homo habilis, homo erectus, neanderthal gibi insan türleri   belli bir süre sonra tür olarak ortadan kalkmış, içlerinde sadece, Homo sapiens sapiens günümüze kadar gelebilme becerisini ve başarısını gösterebilmiştir. Böylece; doğanın eseri olan  sürüsel varlıktan tarihsel olarak kendini yaratan insan toplumuna geçilmiştir. 

Tarihsel gelişim sürecinin öznesi olan Homo Sapıens Sapıens insan türü, henüz doğada  kimsesiz avcı toplayıcılarken, hayatlarını sürdürebilmek için, alet kullanma ve  yapma becerilerini  ilerletmiş; yaşama elverişli coğrafyalarda yerleşik hayata geçmiş; iş bölümü sayesinde üretici güçlerini ve yeteneklerini geliştirmiş;  tarım, hayvancılık, dokumacılık, madencilik, çömlekçilik, gemicilik.. yapmış; üretim ve ticareti geliştirmiş; kentler ve tapınaklar kurmuş;  üretim fazlasını saklamış; ve insan emeğinin sonucu olan bütün bu kültürel birikim, ayni zamanda, yönetici ve egemen sınıfların, ayrıcalıklı zümrelerin, devletin, hukukun, dinin, sanatın, bilimin, felsefenin, ideolojinin, silahlı güçlerin, savaşların doğmasına yol açmış ve uygarlık tarihini yaratmıştır. 

Uygarlık tarihi, ayni zamanda, insan topluluklarının ve toplumların sınıf esasına göre bölünme ve örgütlenme tarihidir. Sınıf esaslı bir toplumda (sosyal formasyonda), egemenlik ve sömürü  ilişkileri hüküm sürer. Toplumun egemen gücü olan egemen sınıf/zümre, kendi sınıfsal çıkar ve ihtiyaçlarına göre, toplumu iktisadi, siyasi, hukuki, ahlaki, dini, felsefi, manevi ve ideolojik bakımdan  örgütler;  yönetir, yönlendirir, ve  kendi "özel" sınıfsal çıkarlarını toplumun genel çıkarı yerine koyar.  İşte bu gerçeği ekonomik-siyasi-toplumsal-tarihsel  sağlam temeller üzerine oturtan adam Karl Marx oldu. Engels'in dediği gibi, Tarihin maddeci açıklamasını ve kapitalist üretim düzenin temelindeki   artı-değer sömürüsünün keşfini MARX' a borçluyuz.

Marx'ın düşüncesi, kendi başına,  ne felsefe, ne ekonomi, ne siyaset, ne tarih, ne de sosyolojidir; fakat evrenin, insanın. toplumun ve tarihin yapısı üzerine bir düşünceler bütünüdür. Henri Lefebvre'in dediği gibi, Marx bir sosyolog değildir ama Marxizmde bir sosyoloji vardır. Marx, bir tarih felsefesi de kurmamıştır. Marx, doğa ve ihtiyaçtan hareketle, tatmin ve yararlanma elde etmek amacıyla, insanoğlunun, kendi emeği sayesinde kendi kendini yaratmasını  farklılaşmış bir bütünsellik olarak görmüştür. İnsanın belli bir hale gelişi emeğinin ve mücadelesinin sonucudur. İşte şu sözü edilen  Tarihsel Maddecilik, bir tarih felsefesini değil; insani gerçekliğin bütün bilimlerinin nesnesi ve eyleminin amacı olan bütünsel insanın oluşumunu ifade eder.


Ömrünü "bütünsel insan"ın yaratılmasına adayan  adam, Karl Marx, 5 Mayıs 1818’de Prusya’nın Ren bölgesinde küçük bir kent olan Trier’de doğduğunda, Avrupa,  endüstri devriminin cehennemi ateşinin  yaktığı işçi sınıfının acı ve inlemelerinden geçilmiyordu. İşçiler çok kötü yaşam koşulları altında sefil bir hayat yaşıyordu. 1831'de Lyon'da ilk işçi ayaklanması olmuş; düzeni sağlamak için hükümet 20 bin kişilik bir ordu yollamıştı. 1838'den 1842'ye, ilk ulusal işçi hareketleri, İngiliz çartistleri hareketi en yüksek noktasına varmıştı..

Marx, kültürlü bir anne babanın oğlu olarak mutlu bir çocukluk geçirdi ve özgür düşünceli tipik bir aydının gördüğü eğitimden geçerek büyüdü. Babası sayesinde, İngiliz materyalisti John Lock  ve Racine, Voltaire, Diderot..gibi ilerici yazarların kitapları ile tanıştı. Komşuları ve ilerde kayınbabası  olacak Baron von Vestfalen'den romantik edebiyatın tatlarını almış; Shakespear'e hayran kalmıştı.

17 yaşına geldiğinde, gymnasium (lise) olgunluk sınavında(bakalorya), “Bir Gencin Meslek Seçimi Üzerindeki Düşünceleri" konusunu işleyecekti.

Delikanlı Marx, bu seçimde, diyordu, "ne ihtirasa ne de geçici bir esrimeye düşmeliyiz: fizik ve entelektüel yeteneklerimizi hesaba katmamız ve her şeyden önce de mesleğimizin insanlığın mutluluğu için çalışma bakımından sunduğu olanakları göz önünde  tutmamız gerekir. Yararlı bir iş yapmak için, insan ülküyü gerçeklikten, düşünceyi eylemden ayırmamalı. Bir genç için en tehlikeli meslekler, onu hayata bağlayacak yerde, soyut hakikatlerle uğraşan mesleklerdir.

“Biz kendimize kaçınılmaz sandığımız mesleği seçmekte özgür değiliz. Biz bunu tayin etmeden önce toplumsal hayatın kendince akışı vardır. İnsan meslek seçerken başkalarının aşağılık bir aracı durumuna düşmeyeceğinden emin olmalıdır.  Kişi kendi alanında bağımsızlık kazanmalı, insanlığa hizmet edebileceği bir yol bulduğuna aklı iyice yatmalıdır. Yoksa; bilgin olarak, şair olarak istediği kadar ün kazansın, gerçekte hiçbir zaman büyük bir insan olmayacaktır. İnsan kardeşlerimizin dirliği için çalışmadıkça kendi kendimizi hiçbir zaman bütünleyemeyeceğiz. Ancak bu uğurda çaba harcadığımızda omuzlarımız yük altında çökmeyecek ancak  o zaman bencil kıvançların ötesinde mutluluklar devşirebileceğiz. Demek ki aldatmacaların en korkuncu olan soyut düşüncenin büyüsüne  yem olmamak için tetikte duracağız."

Sınav yazısının sonunda, Delikanlı Marx, insan için en yüksek amacın, bir başkasının hayranlık ve minnetine değer bir iş yapmak olduğunu söyler. " Tarih, insanlar arasında en büyük insanlar olarak, herkesin iyiliği için çalışarak ruhlarını yüceltmiş bulunan  kimseleri gösterir... İnsanların iyiliği bakımından en iyi mesleği seçtiğimiz zaman, herkesin mutluluğu için razı olduğumuz özveriden başka bir şey olmayan yükümlülükler bizi yıldıramaz. O zaman zavallı, adi ve bencil sevinçler değil, ama milyonlarca insan tarafından paylaşılmış bir mutluluğu tadarız, davranışlarımız sonuçlarını sessiz sedasız sonsuzluğa kadar uzatırlar ve küllerimiz yüce gönüllü insanların sıcak gözyaşlarıyla yıkanır."

Marx, liseyi (gymnasium) bitirdikten sonra 1836'da hukuk okumak üzere Bonn Üniversitesi'ne kayıt olur; fakat orada ruhunun arayışlarına karşılık bulamayınca, bu kez, 1837’de, Berlin Üniversitesi'ne kaydolur. Berlin Üniversitesinin görkemli filozofu G.W.F. HEGEL (1770-1831) öleli daha bir kaç yıl olmuştu ve Berlin'de felsefe demek Hegelcilik demekti. Genç bir üniversiteli olarak Marx, henüz nişanlanmış olduğu sevgilisi Jenny von Westphalen'e Berlin'den gönderdiği romantik şiirlerinde ve mektuplarında dünyanın canhıraş feryadını duyduğunu; ve bu dünyaya meydan okuyacağını;  eldivenini küçümsemeyle dünyanın yüzüne fırlatacağını; ve dev cücenin yıkıldığını göreceğini yazıyordu. Ve şöyle devam ediyordu mektubunda delikanlı Marx: " Zafer sarhoşluğu içinde tanrılara da ayni şekilde davranacağım. Harabelerin ortasında ateş yakacağım ve sözlerime eylemin gücünü vererek kendimi Yaratıcı ile eşit hissedeceğim... (..) Fakat ruhun eğilimleri kadar sonsuz, senin gibi ve evren kadar sonsuz  bir şeyi kelimeler arasına nasıl sıkıştırmalı ?"

Marx, Berlin'in yoğun eleştirel ve entelektüel ortamında "Demokritos ile Epikouros'un Doğa Felsefeleri Arasındaki  Fark" isimli doktora tezini  yazdı ve 1841'de Jena Üniversitesine verdi. Marx, Yunan düşüncesinin en parlak aydınlıkçı düşünürü olarak kabul ettiği Epikouros'un cehalete ve dine karşı cesurca mücadelesine hayranlık duyuyordu. Epikouros, rakiplerine şöyle haykırır: "Dinsiz olan, halkın  tanrılarını kovanlar değil; halkın düşüncelerini tanrılara yükleyenlerdir."

Tezinin önsözünde Marx, henüz dünyayı fikirlerin yönettiğini sanan biri olarak, idealistçe ve keskin demokratik duygularıyla, bütün tanrıların düşmanı, insanların dostu olan Prometheus'tan yana çıkıyordu; ve  Prometheus ruhuna sadık kalarak, gericilik, baskı ve kara cahilliğin zincirlerini kırmak istiyordu. Felsefe takviminin en yüce aziz ve en saygın şehidi ilan edilen Prometheus, Tanrı uşağı Hermes'e şöyle seslenir:

"Açıkça bil ki, mutsuzluğumu
Sana hizmet etmek gibi uğursuz bir kadere değişmem
Çünkü bence şu kayaya uşaklık etmek,
Zeus Babanın sadık bir uşağı olmaktan daha iyidir."

Marx, Berlin'de, Klasik Alman Felsefecileri Kant ve Fichte’nin idealizminden ayrılmış; Hegel felsefesinin etki alanına girmeye başlamıştı. Oysa; 10 Mart 1837'de babasına yazmış olduğu mektupta Marx, felsefe alanındaki ilk düşüncelerinin Kant ve Fichte'den beslendiğini belirtmekteydi. Bunun gelip geçici bir aydın merakı olmadığını Engels'in 1891'deki hatırlatmasından anlıyoruz.

"Biz Alman sosyalistleri temel düşüncelerimizi yalnız Saint-Simon'dan, Fourier'den ve Owen'den değil ayni zamanda Kant'tan, Fichte'den, Hegel'den almakla övünürüz." 

Keza; Engels, 1874'de yazmış olduğu Almanya'da Demokratik Burjuva Devrimi kitabının önsözünde Marxizm için Alman Felsefesinin mirasının ne denli önemli olduğunu şöyle belirtir: " Eğer daha önce Alman Felsefesi olmasaydı, özellikle Hegel'in felsefesi olmasaydı, bilimsel sosyalizm hiç bir zaman var olamazdı"

Marx, Kant ve Fichte'yi, insanı bir araç olarak değil fakat daima bir gaye olarak ele alan büyük burjuva hümanizmin temsilcileri olarak sayar. 

İmmanuel Kant (1724-1804), 1781'de yayınlamış olduğu magnum opus (en büyük eseri) Saf (kuramsal)Aklın Eleştirisi' nde, tanrının varlığı, ruhun ölümsüzlüğü ve mutlak fikirler konusunda deliller bulunmadığını belirterek  teolojiyi topa tutmuş; ve tüm bilgilerin deneye dayalı olduğunu tespit etmişti. Ama Pratik Aklın Eleştirisi adlı eserinde Kant kendi fikirleri ile çelişerek, pratik sağduyunun ve vicdanın  gereği olarak teolojiye ve metafiziğe yeniden itibar kazandırmış; ve insanlar ahlaki bir temelden yoksun kalmasın diye tanrıya, ruhun ölümsüzlüğüne ve inanca  yer açmış ve bu yüzden bilgiyi sınırlamak zorunda kalmıştı. Kant'a göre  bilgi gücümüz sınırlı olduğundan akıl yoluyla metafizik sorunlar çözülemezdi, ama, ahlak alanında ahlaka dayanan bir metafizik kurulabilirdi. Kant, bilgi alanı ile ahlak ve din alanını birbirinden ayırmak suretiyle ahlaka dayanan bir metafizik kurmaya çalışmıştı. Kant bilginin sınırlarını tayin ederek tanrıya ve dine ayrı ve bağımsız bir alan açmak istiyordu. Kant'a göre sıradan insanların, halkın, bir tanrısı ve dini  olması gerekirdi; yoksa insanlar bu dünyada  mutlu olamaz ve hayatta bir teselli bulamazlardı.  

Kant, "Şeyin kendisi (ding an sich)'ni, yani şeylerin özünü (numen, noumenon) bilemeyeceğimizi; ancak ve sadece, nesnelerin bize göre oluşlarını, yani görünüşlerini (fenomen) bilebileceğimizi belirtmiştir. Kant göre, şeyin kendisi, yani "kendinde şey" (ding an sich, chose en soi, thing in itself, bizatihi şey, şeyin özü ), deney dışı olduğundan bilinemez; ve bu yüzden  bilginin sınırını gösteren bir kavramdır. Kant erken yazılarında dünyanın yaratılışı üzerine İncil'de anlatılanların yanlış olduğunu; yeryüzünün sürekli bir evrim içinde bulunduğunu; gök yüzündeki tüm cisimlerin ayni özden derece derece meydana geldiğini; var olan her şeyin  bir gelişim sürecinin ürünü olduğunu ileri sürmüştü. 

Kant ayni zamanda bir Aydınlanma filozofuydu. 18.yüzyılda Batı ülkelerinde felsefe ve kültür alanında görülen bu akıma göre insan aklına sınırsız bir güven duyulmalı ve  her şey akıl ölçütünü vurularak kıyasıya eleştirilmeli ve otoriter dayatmalarla ve yobazlıkla  mücadele edilmeliydi. 1784'de yazmış olduğu Aydınlanma Nedir adlı eserinde Kant insanları başkalarının aklıyla değil kendi aklıyla  hareket etmeye;  ve kendi akıllarına güvenmeye davet etmiş; ve  o meşhur çağrısını yapmıştı: "SAPERE AUDE! Yani; "kendi aklını kullanmaya cüret et!" 

Kant ve Fichte Devrim'in filozoflarıydı,  Marx, Klasik Alman Felsefesi için, özellikle Johann Gottlieb Fichte(1762-1814) için, "Fransız ihtilalinin Almanca yazılmış teorisidir" der. Fichte  göre Fransız İhtilali, büyük bir halkın siyasi hayatını, geleneğe ve otoriteye göre değil; akla dayanarak kurmasıdır. Fichte'nin amacı varlığın dinamik cephesini açığa vuran bu ihtilalin özündeki felsefeyi sistemleştirmektir. Bu cepheler de, insanın özgür ve yaratıcı faaliyetinin başta gelen rolü  ve insan aklının özerkliğidir. Arkadaşı Baggasen'e yazdığı mektupta Fichte, "benim sistemim, der, ilk özgürlük sistemidir. Nasıl ki Fransız milleti insanlığı maddi zincirlerinden kurtarmışsa benim sistemim de onu 'kendiliğinden olan'ın ve dış etkiler boyunduruğundan kurtaracak ve insanı özerk bir varlık haline getirecek." 

Marx'ın üzerinde iz bırakan Bilim Doktrini adlı eserinde Fichte, verili şu anki dünya karşısına, insanın yaratıcı eylemini, gerçekleştirmek zorunda olduğu idealini, "olacak olanı" çıkararak geleceği tayin eder. Fichte'nin Marx'ı en çok etkileyen yönü budur işte: İnsanın yaratıcı faaliyeti ve eylemi  ile geleceği belirlemesi; rasyonel bütünlük içinde bireyin kendini "aşma" isteği.. ve her türlü eylemin ve tüm gerçeğin kaynağı olarak ÖZGÜRLÜK fikri.

Fichte göre, insanın dünyası insanın eseridir.. Var olmak hareket etmektir, yaratmaktır. Bu eylem daha önceden yaratılmış olanların sınırlarını durmadan aşar. Varlık, yapma, yaratma düzeninde olduğundan bir Tarihi vardır; ve bu yüzden yeni kavramlar meydana gelir. Bu yaratış akla uygun olduğundan, özgürlük de akla ve zorunluğa karşıt olmadığından, bu tarih, keyfi değildir; bir anlamı vardır.

Fichte'nin hareket noktası olan "Ben", bencil bireyciliğin beni değil; çünkü o bir veri değil; ama eylemdir. Fichte'deki " Ben" (Mutlak Yaratıcı Özne-İlke) kavramının özel niteliği sürekli bir  'aşma' oluşudur; ve Özne'nin nesneyi ortaya koyuş (va'z etme) hareketidir. Nesne (Ben-olmayan), bütünüyle Mutlak Yaratıcı Özne-İlke'nin, "Ben"in, bir yabancılaşmasıdır. Her an "Ben" sınırını çizer; ama ayni zamanda, sanki sonsuzluk kendisini çağırıyormuş gibi, çizmiş olduğu sınırı aşar: Şimdiki hali ancak büyüme halindeki geleceği ile olan bağıntısıyla belirlenir.

"Ben" daima bir tasarıdır. Geçmişte ne idim, bu gün neyim, bunlar ancak ne olacağımla bir anlam kazanır. Bunun için Varlık hiç bir zaman bir veri değil bir yaratıştır ve daima  kendini oluşturmaktadır. Varlık, yaratıcı ve özgür fiildir. Asıl gerçek, Varlık'ta değil; fiildedir. İşte bunun içindir ki Fichte, Hegel'in aksine, tarihi tamamlanmış bir bütünsellik olarak düşünmez. Fichte'nin kendi sınırlarını durmadan inkar edip aşmak için insan türünün giriştiği kolektif çalışmaya katkısı demek olan fiili(eylemi), akılla kavranabilir hale getirmek için, tarihin sonuna yerleşip Varlık'ın tüm panoramasının bilincin önüne serilmesine ihtiyacı yoktur.

Marx, ilerde, somut tarihsel materyalist bir anlam(emek ve sınıf mücadelesi) vereceği "PRAXİS" kavramını Fichte'nin felsefesinden almıştır. Fichte'nin felsefesinde PRATİK, idealizmin kavramlarını kullanmasına rağmen, sonuç olarak,  insanın, tarihi yapmak, doğayı değiştirmek ve toplumu kurmak için yapılan ortaklaşa çabaya bütün gücüyle katılmasıdır. Fichte yalnızca bilginin aktif yönünü meydana koymakla kalmamış; öznel ile nesnel arasındaki diyalektik gelişmeleri, tarihsel ve sosyal gelişmenin temel diyalektiğini keşfetmiştir. Fichte, tarihsel gelişmenin en önemli faktörünün doğayı dıştan incelemekle yetinen eski materyalistlerin düşündüğü gibi "temaşacı tabiat" değil, fakat insan tarafından yaratılmış olan;  ve içinde insanın kendi öz kuvvetlerini nesnelleştirdiği "ikinci tabiat" olduğunu görmüştür.

Fichte'de "pratik akıl" Kant'tan farklı olarak sadece ahlaki değil ayni zamanda sosyal bir karakter taşır. Fichte 'ye göre insan toplum hayatı yaşamak üzere yaratılmıştır, toplum halinde yaşamak insanın kaderidir. Toplumdan ayrılırsa tam bir insan olma niteliğini kaybeder, kendi kendisiyle çelişkiye düşer. Kendini öteki insanlardan ayıran insan, sadece kendini düşünmüş olur. Oysa, kendinden başkasını düşünmemek kendini düşünmek bile değildir. Çünkü ; ferdin mutlak gayesi bizzat kendinde değildir; bütün insanlıktadır." Birey ancak diğer insanların arasında insandır. Saf soyutlamalar düzeyinde inzivaya çekilerek, münzevi bir yaşam sürdürerek insan olmanın gerekleri yerine getirilemez. İnsan, kendini, ancak toplum içinde ve toplum için bir şeyler yaparak, iş ve eylemi ile var edebilir.

Fichte göre, "Yadsımanın yadsıması, Ben'in ilk sınırlandırılmasından ibaret olan bir doğayı aşma eylemi, kolektif bir eylemdir: Bu çabaya bütün insanlık katılmaktadır. Mutlak' ın, yani  sınırsız özgürlüğün bizde ve dünyada gerçekleşmesi, insan türünün tasarısıdır."

Marx
, 1841’de, hiç yayınlamayacağı "Demokritos ile Epikouros'un Doğa Felsefeleri Arasındaki Ayrım" konulu doktora tezinde de Fichte'nin etkisi görülür. Marx tezinde Epikür'ü Demokrit'e yeğ tutar. Çünkü; Demokrit, her şeyi atomlara ve boşluğa indirgeyen  yalnızca doğacı materyalist bir filozoftu. Oysa; Epikür, bu atomcu felsefeyi, bazı değişiklerle, bir politika ve ahlak teorisinin temeli yapmak istiyordu. Marx, işte bu yüzden, felsefesiyle toplumu düzenlemek; geleceği kurmak ve özgürlüğü elde etmek  isteyen Epikür'e yakınlık duyuyordu.

Marx, Fichte'nin yaratma felsefesini, somut, tarihsel ve materyalist bir perspektifle ayaklar üstüne oturtmuştu. Marx, praxis'i bütün hakikatlerin ve değerlerin kaynağı ve mihengi yapmakla, felsefede devrim yapmakla kalmadı; doğada, toplumda, insanın iç dünyasında yepyeni ve sonsuz ufuklar açtı. Fichte, dogmatik bir "veri" düşüncesini kabullenmeyerek düşünce tarzının hareket noktasına bir olayı değil; fakat bir işi (fiili), insanın üretken ve yaratıcı faaliyetini-eylemini   koymuştu. İşte; Marxsizmin her türlü dogmatizme düşmesini önleyen şey, Marx'ın,  Fichte'nin 'pratiğin önceliği' anlayışına, somut, tarihsel, materyalist bir anlam kazandırmış olmasıdır.

Marx'a göre, yaratma/yaratılış fikrinin   halk bilincinden kovulması çok güçtür. Çünkü; toplumsal  varlık olarak insan ancak kendi kendisinin efendisi olduğu andan sonradır ki, kendini bağımsız olarak görmeye başlar; ve o, ancak varoluşunu kendi kendine borçlu olduğu zamandır ki, kendi kendisinin efendisidir. Bir başkasının kayrası (inayet) ile yaşayan insan, kendini bağımlı bir varlık olarak görür. Ama ben, sadece yaşamımın bakımını bir başkasına borçlu bulunmakla kalmayıp, ayrıca  eğer yaşamımı da o yaratmış, yaşamımın kaynağı da o olmuş bulunuyorsa, tamamen bir başkasının kayrası ile yaşıyorum demektir. Demek ki; yaşamım eğer benim kendi öz yapıtım değilse zorunlu olarak kendi dışında sözde bir temele sahiptir. Bu yüzden, doğa ile insanın kendi başlarına var oldukları olgusu, onun  için kavranılamaz bir şeydir; çünkü bu olgu pratik yaşamın tüm apaçık gerçeklerine  ters düşer.

Marx 1844 El Yazmalarında, jeolojinin, paleontolojinin, evrimci dönüşüm kuramının,  maddenin düşünceden önce, dünyanın da insan türünden önce var olduğu ispat ettiğini; bilimi inkar etmeksizin bunun aksini ileri sürülemeyeceğini hatırlatır. Dünyanın meydana gelişinin, dünyanın oluşunun bilim tarafından bir süreç, bir kendi kendini meydana getirme süreci olarak düşünülmüş olması yaratılışa indirilmiş en ağır bir darbe olmuştur. Kendiliğinden meydana geliş, kendiliğinden üretme, yaratılış teorisinin çürütülmesi için biricik pratik kanıttır.

Gerçi, toplumsal koşul ve ilişkilerden yalıtık kendi başına soyut biçimde düşünülen  bireye, Aristoteles'in söylemiş bulunduğu şeyi söylemek kolaydır: "Sen baban ile annen tarafından dünyaya getirildin. Sende insanı üretmiş bulunan şey, demek ki iki insanın çiftleşmesi, demek ki insanların cinsel bir eylemidir." Öyleyse insanın yaşamını, fiziksel bakımından bile insana borçlu bulunduğunu görüyorsun.  Öyleyse gözünü sadece bir yön üzerine, babamı dünyaya kim getirdi, onun büyük babasını dünyaya kim getirdi?. v.b. diye kendine sorular sormakta devam ettiğin sonsuz dizi üzerine dikmelisin. Bu dizide somut olarak gözle görülür olan ve çoğalmada insanın kendi kendisini yinelemesi, öyleyse insanın hep özne kalması sonucunu veren çevrimsel hareketi de görmelisin. 

Ama sen şu yanıtı vereceksin: "Eğer ben seninle bu çevrimsel hareket üzerinde uzlaşırsam, sen de benimle, bana, ilk insanı ve genel olarak doğayı kim yarattı? sorusunu sordurmaya kadar götüren dizi üzerinde uzlaş. Sana ancak şu yanıtı verebilirim: Senin sorun, bir soyutlama ürününün ta kendisi. Kendine bu soruya nasıl vardığını sor; kendine, senin sorunun, saçma olduğu için cevaplayamadığım bir görüş noktasından hareketle sorulup sorulmadığını sor. Kendine bu dizinin akla uygun bir düşünce için böylece var olup olmadığını sor.

Sen doğa ile insanın yaratılışı sorusunu sorduğuna göre, insanı ve doğayı soyutluyorsun demektir. Onları sanki var değillermiş gibi düşünüyorsun ama gene de onların var olduklarını  sana kanıtlamamı istiyorsun. Öyleyse; sana şöyle derim: Soyutlamanı (onları yok farz etmeni) bir yana bırak, böylece sorduğun soruyu da bir yana bırakacaksın, yok eğer soyutlamanda direnmek istiyorsan, tutarlı ol; ve insan ile doğayı varolmayan şeyler olarak düşünmene karşın, gene de düşündüğüne; ve kendin de doğa ve insan olduğuna göre, o zaman kendi kendini varolmayan şey olarak düşün. (Daha doğrusu) düşünme, bana soru sorma; çünkü düşündüğün ve bana soru sorduğun anda, doğanın ve insanın varlığını soyutlama biçiminin  hiç bir anlamı kalmıyor. Yoksa sen, her şeyi hiçlik olarak koyacak; ve fakat,  sırf ve sadece, kendin olarak var olmayı isteyecek kadar bencil misin?

Bana şöyle yanıt verebilirsin: Ben, doğanın vb. hiçliğini ortaya koymak istemiyorum; ben, sana, onun doğuş belgesi sorusunu soruyorum tıpkı anatomiciyi kemikli yapılışlar vb. üzerinde sorguya çektiğim gibi.

Ama sosyalist insan için, dünya tarihi denen şey, insanın emeği tarafından yaratılmasından ve doğanın insan için oluşundan başka bir şey değildir; öyleyse o, kendi kendini yaratışının, bizzat kendi doğum sürecinin (kökenlerinin) açık ve çürütülmez kanıtına sahiptir.

Bir kez insanın ve doğanın özü, insanın doğal bir varlık ve doğanın da insansı bir varlık olarak, pratik yaşamda,  duyum deneyimlerinde açıklık kazandıktan sonra, yabancı bir varlığın, doğanın ve insanın dışında (olan) bir varlığın aranması (ki bu, insanın ve doğanın gerçek dışı oluşunun kabulü demek olan bir arayıştır), pratikte olanaksız olur. Bu gerçek dışı oluşun bir inkarı olarak, tanrıtanımazlık (ateizm) artık anlamlı olmaktan çıkmıştır; çünkü tanrıtanımazlık Tanrının inkarıdır ve bu inkar  vasıtasıyla insanın varoluşunu iddia etmeye çalışmaktadır. Ama sosyalizmin artık böyle dolambaçlı bir yönteme  ihtiyacı yoktur; o, gerçek varlıklar olarak insan ve doğanın teorik ve pratik duyumsal algılanmasından hareket eder. (..) Komünizm, olumluyu, inkarın inkarı olarak koyar (komünizm, inkarın inkarı evresidir);  dolayısıyla, insanın kurtuluş ve kendini onarımının gerçek uğrağı, tarihin gelecekteki gelişmesi için zorunlu uğraktır. Komünizm yakın geleceğin zorunlu biçimi ve enerjik ilkesidir, fakat komünizmin kendisi, insansı(insani) gelişiminin amacı ya da insan toplumunun son biçimi değildir."

Marx'ın, yukarıda açıklamış olduğumuz  "İlk insanı ve genel olarak doğayı kim yarattı?" sorusuna verdiği cevabın ve kanıtlama biçiminin kaynağında Fichte vardır.

Daha önce de Fichte, Bilinç konusunda şöyle yazmıştı: "Zihinde şöyle bir hal canlandırıldıktan sonra: Evvelce Ben ne idi, yani bilincin özü neydi? diye soruluyor. Fakat böyle yapmakla, farkında olmadan bu özü sezen Mutlak Özne (sujet absulu) zihinde bu soruyla söz konusu edilmiş olur. Oysa bu yok farz  edilen şeyin ta kendisidir. Bundan dolayı da böyle bir soruyu ortaya atan kimse kendi kendisiyle çelişik duruma düşmüş olur; çünkü insan hiç bir zaman kendi hakkındaki bilincini yok farz edemez. Bunun için bu gibi sorulara verilecek cevap yoktur.. Çünkü insan kendisini bildiği andan itibaren böyle bir soru sormaktan vaz geçer. 

Roger Garaudy, Marx İçin Anahtar adlı eserinde, "Varlık hakkındaki her çeşit soru bir varlıktan gelir; dolayısıyla da, böyle bir sorunun altında bu varlığın var olmayışının söylenmek istenişi çelişkilidir. Yokluk kavramı ancak bir varlık tarafından ve bütün muhtevası boşaltılmış bir varlık hayal edilerek soyutlama yoluyla yapılabilir." diye yazar.

"Genel olarak doğayı ve ilk insanı kim yarattı?.." tarzı  soruların ve soyutlamaların kaynağında idealizmin spekülatif yanılsamaları bulunur :

Marx ve Engels'in birlikte yazıp yayımladıkları ilk eser olan Kutsal Aile'de Marx, Hegelci Kurgusal düşüncenin ve idealizmin spekülatif yanılsamalarının iç yüzünü  meşhur "meyve" örneği ile göstermiştir:

"Gerçeklikler üzerinde, elmalar, armutlar, çilekler, bademler üzerinde durarak, genel "meyve" kavramını kurduğum zaman; daha da ileri giderek, gerçek meyvelerden çıkarılmış benim soyut "meyve" kavramımın , benim dışımda var olan bir varlık olduğunu; ve üstüne üstlük, armudun, elmanın vb.. gerçek (veritable) özünü oluşturduğunu imgelediğim zaman, -kurgusal dilde-  "meyve"nin, armudun, elmanın, bademin vb.. "töz"ü (substance) olduğunu bildirmiş olurum.
Öyleyse; armut ya da elmada özsel olanın, armut ya da elma olmak olmadığını söylerim. Bu şeyler içinde özsel olan, onların gerçek,  duyularca algılanabilir varlıkları değil, ama benim onlardan soyutlanmış ve onlara yüklemiş bulunduğum özdür... Benim tasarımımın özüdür: "meyve"

O zaman, elmanın, armudun, bademim vb.. yalın varoluş  biçimleri, "meyve"nin kipleri olduklarını bildirim. Gerçi benim duyularım tarafından desteklenmiş sınırlı anlığım bir elmayı bir armuttan, bir armudu da bademden ayırt eder; ama kurgusal usum, bu duyulur ayırımın özsel olmayan önemsiz bir ayrım olduğunu bildirir. O elmada, armutta gördüğümün tıpkısını, ve armutta da bademdekinin tıpkısını, yani "meyve"yi görür. Gerçek tikel(ayrı ayrı) meyveler, gerçek özü  "töz",  "meyve" olan görünürdeki meyvelerden başka bir şey değildirler. 

Ama; çeşitli gerçek meyvelerden, soyutlama yöntemiyle  bir soyutlama "meyve"si  -"meyve"-  yaptıktan sonra, kurgu, gerçek bir içeriğin görünüşüne erişmek için, demek ki şu ya da bu biçimde "meyve"den, "töz"den, armut, elma, badem vb..gibi çeşitli türden bayağı (profane) gerçek meyvelere dönmeyi deneyecektir. Oysa, gerçek meyvelerden hareket ederek soyut "meyve" tasarımını yaratmak ne kadar kolaysa, soyut "meyve" fikrinden yola çıkarak gerçek meyveler yaratmak o kadar güçtür. Hatta, soyutlamadan vazgeçmedikçe, bir soyutlamadan soyutlamanın karşıtına geçmek olanaksızdır. 

Kurgusal filozof(Hegelci) aşağı yukarı şöyle düşünür: Eğer elma, armut, çilek, badem vb. gerçekte, "töz"den, "meyve"den, başka bir şey değillerse, nasıl olur da "meyve" bana bazen elma, bazen armut, bazen badem olarak görünür? Benim kurgusal birlik, "töz", "meyve" sezgime bu kadar açıkça karşıt bu çeşitlilik görünüşü neden gelir? 

Bunun nedenini, diye yanıtlar kurgusal filozof , "meyve" nin ölü, ayrımlaşmamış, hareketsiz bir varlık değil, ama, hareketle bezenmiş, kendinde ayırt edilebilen bir varlık olmasıdır. Çeşitli bayağı meyveler, "biricik meyve"nin çeşitli canlı belirtisidirler: "meyve"nin kendisinin biçimlendirdiği billurlaşmalardır bunlar. "Meyve"nin işte böylece örneğin elmada kendine bir elma varoluşu, armutta bir armut varoluşu verir. Öyleyse artık töz göz önünde tutulduğu zaman olduğu gibi: armut "meyve"dir, elma "meyve"dir, badem "meyve"dir demek değil, ama: "meyve" kendini armut olarak koyar, "meyve" kendini elma olarak koyar, "meyve" kendini badem olarak koyar demek, ve elmaları, armutları, bademleri ayıran ayrımların "meyve"nin kendi kendini ayırt etmeleri olduklarını, ve bu ayrımların, tikel meyveleri , "meyve"nin canlı süreci içindeki çeşitli halkalar durumuna getirdiklerini söylemek gerekir. Öyleyse, "meyve" artık boş ayrımlaşmamış  bir birlik değildir. tümellik olarak meyvelerin örgensel bakımdan eklemlenmiş bir dizi oluşturan bütünselliği olarak bir birliktir." 

Herhangi bir adam, elmalar, armutlar vardır derken, olağanüstü herhangi bir şey söylediğini sanmaz. Ama filozof, bu varoluşları kurgusal biçimde anlatırken, olağanüstü bir şey söylemiştir. O bir mucize yapmıştır: gerçek dışı kavramsal varlık'tan "meyveden", elma, armut, vb. gerçek doğal varlıklar yaratmıştır. Bir başka deyişle: kendi dışında mutlak bir özne olarak, burada "meyve" olarak tasarladığı kendi öz soyut zihninden, meyveleri çıkarmıştır; ve bir varoluşu dile getirdiği her kez, yaratıcı bir eylemde bulunur.   

"İşte böylece kurgusal filozof kendi soyutlamasına tanrının yaratıcı gücüne benzeyen esrarlı bir nitelik, bir hayati etkinlik yakıştırır. O andan itibaren kavram kendiliğinden gelişir ve soyut, kavrama geçerken, araya kavramın gelişme aşamaları olarak, elemanları gerçekten alınarak, bu iş için gerekli şeyler  de araya sokulur. Bu işleme spekülatif (kurgul) dilde cevheri (tözü, substance) özne olarak, içsel süreç olarak, mutlak kişi olarak tasarlama adı verilir. Ve Hegelci yöntemin, özsel özelliğini de şeylerin bu tasarlama biçimi oluşturur.(…) Kurgusal filozof, gerçek dünyadan yola çıkarak  "gizem" kategorisini yarattıktan sonra, bu kategoriden yola çıkarak gerçek dünyayı yaratır." 

Bu yöntem, F.Engels'in  Anti-Duhring'te belirtmiş olduğu, a priori (bilgiyi, tecrübe ve deneyi  hesaba katmadan, sırf ve sadece düşüncenin, aklın ürünü olarak kabul etme) yöntem olarak adlandırılan ve bir nesnenin özelliklerini nesnenin kendisinden çıkartarak öğrenecek yerde, nesnenin kavramından tümdengelim yoluyla çıkarsamaya dayanan eski ve sevilen ideolojik yöntem'den başka bir şey değildir. İşte; düşüncenin her hangi bir ürününün gerçekliğini, düşünce ile varlığın özdeşliği aracılığıyla tanıtlamaya kalkışmak, tam da Hegel'in en saçma sayıklamalarından biridir. 

"Kurgusal yanılsama", fino köpeği sayesinde insanın hayvanlara nasıl egemen olduğunu da şöyle kanıtlar:

"Bir yarım düzine hayvan, örneğin aslan, köpekbalığı, yılan, boğa, at ve fino köpeği olsun. Bu altı hayvandan yola çıkarak, soyutlama aracıyla, "hayvan" kategorisini kuralım."Hayvan"ı bağımsız bir varlık olarak tasarlayalım. Aslanı, köpekbalığını, yılanı vb..,"hayvan"ın bir o kadar kılık değiştirmeleri, bürünmeleri olarak görelim. Bu imgesel yaratma aracıyla, soyutlamamızın "hayvan"ını  gerçek bir varlık durumuna getirmiş bulunduğumuz gibi, şimdi de gerçek hayvanları soyutlama varlıkları durumuna, imgeleme yetimizin ürünleri durumuna dönüştürelim. Ortaya bir şey çıkar: Aslanda insanı parçalayan, köpekbalığında yutan, yılanda zehirleyen, boğada boynuzlayan, ve atta onu çifteleyen "hayvan", fino köpeği olarak varolduğu zaman arkasından havlamakla yetinir ve insana karşı savaşı yalın bir gösteriş durumuna getirir. "Hayvan", kendi öz mantığı ile, örneğin, fino köpeği örneğiyle görmüş olduğumuz gibi, yalın soytarı rolüne düşmeye götürülmüştür. Öyleyse, eğer bir çocuk ya da çocuklaşmış bir yaşlı, fino köpeğinden kaçarsa, önemli olan, bireyin artık kendini bu budalaca komedyaya kaptırmamasıdır. Birey x, bastonunu fino köpeğine karşı sallayarak, bu adımı, görülmemiş kolaylıkla atar. Birey x ve fino köpeği sayesinde, insanın'ın "hayvan"a, dolayısıyla hayvanlara nasıl egemen olduğunu; ve hayvan-finoda, aslan-hayvanı nasıl evcilleştiğini görüyoruz."

" Sevgi söz konusu olduğunda da "kurgusal düşünce",   "seven insan yerine, insan sevgisi yerine, sevgi insanını geçirerek, tikel bir varlık durumuna getirdiği "sevgi"yi insandan ayırarak; ve ona bağımsız bir varoluş vererek, sevgiyi bir "tanrı" ve üstelik "kıyıcı bir tanrı"(Moloch) yapar."  yani insanın özniteliğini, özsel belirtisini (attribut, yüklem), özne (sujet) durumuna dönüştürür. Yanılsamalı kurgusal  düşünce  sahibinin gözünde, ve onun soyuta somut, somuta soyut adını veren kurgusal sözlüğünde sevgi  sadece soyut bir tutkudur. Oysa; gerçek hayatta sevgi tutkusu kendi başına böyle ilginç bir içsel gelişme savında bulunamaz, çünkü o  a priori kurulamaz; çünkü gelişmesi, duyulur dünyada ve gerçek bireyler arasında oluşan bir gelişmedir. Sevgi ancak kökeni ve ereği bakımından a priori kurulabilseydi kurgusal düşüncenin ilgisine mazhar olabilirdi."

Marx, 1844 El Yazmaları'nda, sevgi konusunda şöyle yazar:

"Eğer sen insanı insan olarak ve onun dünya ile ilişkisini de insani bir ilişki olarak görürsen, sevgiyi ancak sevgi ile, güveni ancak güven ile vb. değiştirebilirsin. Eğer sanattan zevk almak istersen, sanat kültürüne sahip bir insan olman gerekir; eğer öbür insanlar üzerinde etkili olmak istersen, öbür insanlar üzerinde gerçekten canlandırıcı ve uyarıcı bir etkisi bulunan bir insan olman gerekir. İnsan ile -ve doğa ile- ilişkilerinin her biri, senin gerçek bireysel yaşamının, iradenin nesnesine uygun düşen belirli bir belirtisi olmalıdır. Eğer sen karşılıklı sevgi uyandırmadan seversen, yani senin sevgin, sevgi olarak, karşılıklı aşkı uyandırmazsa, eğer sen seven insan olarak senin dirimsel belirtin ile sen kendini sevilen insan durumuna dönüştürmüyorsan, senin aşkın kudretsizdir; ve bu da bir mutsuzluktur."

Peki ama; para ile mutluluk olamaz mı? Para sayesinde mutsuzluğumuzu mutluluğa dönüştüremez miyiz? Burjuva toplumunda paranın sonsuz kudretini ve evrensel niteliğini, her şeyi elde etme gücünü Marx, 1844 El Yazmalarında Goethe ve Shakeasper'in eserlerinden alıntılar vererek anlatır bizlere:

"Hay kör şeytan! ellerinin de ayaklarının da 
Kafanın da kıçının da senin oldukları açık; 
Ama sevine sevine zevkine vardığın tüm bu şeyler 
Bu yüzden daha az mı benim? 
Eğer altı damızlık atın parasını verirsem, 
Onların güçleri benim güçlerim olmaz mı? 
Hızlı gidenim ve zengin bir beyim ben, 
Sanki yirmi dört ayağım varmış gibi." Goethe, Faust (Mephistopheles)

Marx, Faust'an yaptığı bu alıntıyı şöyle açıklar:

"Paranın gücü ne kadar büyükse, benim gücüm de o kadar büyüktür. Paranın nitelikleri, benim niteliklerim ve özsel güçlerimdir. Paranın sahibi olarak benim ne olduğum  ve ne olabileceğim demek ki hiç de benim bireyselliğim tarafından belirlenmemiştir. Demek ki ben çirkin değilim, çünkü  çirkinliğin etkisi, itici gücü, para tarafından yok edilmiştir. Bireyselliğim bakımından, ben kötürümüm, ama para bana yirmi dört ayak sağlar; öyleyse kötürüm değilim; ben kötü, namussuz, vicdansız, kafasız bir insanım, ama para saygındır, öyleyse sahibi de; para yüksek iyiliktir, öyleyse sahibi de iyidir. Para beni ayrıca namussuz olma güçlüğünden de kurtarır ; bunun sonucu beni dürüst sayarlar; ben kafasızım ama para her şeyin gerçek ruhudur(tin), nasıl olur da sahibi kafasız olabilir? (..) Para aracıyla bir insan yüreğinin özlediği her şeyi yapabilen ben, tüm insani yeteneklere, kudrete sahip değil miyim? Öyleyse benim param benim tüm yeteneksizliklerimi kendi karşıtlarına dönüştürmüyor mu?  Eğer para beni insani yaşama, toplumu bana ve beni doğa ve insana bağlıyorsa, o bütün bağların bağı değil midir? Bütün bağları çözüp bağlayamaz mı o?"

Atinalı Timon'da Shakespeare ise altın (para)'nın  özünü çarpıcı biçimde betimler:

"Altın! Sarı, pırıl pırıl, halis altın! 
Hayır, gök tanrıları, ben hafifmeşrep bir aşık değilim. 
(..) Şu azıcık altın, akı kara, güzeli çirkin, 
Haklıyı haksız, soyluyu soysuz, yaşlıyı genç,
Korkağı yiğit etmeye yeter de artar bile. 
Niçin yaptınız bu tanrılar? Nedir zorunuz? 
Bilmez olur musunuz ki bununla 
Rahipleriniz, kullarınız elinizden alınabilir;
Sapasağlam insanlar ölüm döşeklerine serilebilir, 
Bu sarı köle, dinleri yıkar da, yapar da;
Cehennemliği cennetlik eder; 
İğrenç cüzzamlıları sevdirir insana;
Hırsızları baş köşelere oturtup 
Şanlar, şerefler, alkışlarla senatörler arasına sokar. 
Yıpranmış dullara koca bulduran budur;  
Hastaneyi, çıbanlı hastaları tiksindiren kadına  
Gül kokuları sürer, nisan güneşleri getirir bu! 
Haydi git adı batası  çamur! 
Seni bütün insanlığın ortak orospusu seni! 
Sen değil misin millet sürülerini birbirine düşüren? 

Ey sen, tadına doyulmaz, krallar katili, 
Oğlu babasından ayıran tatlı sevgili;
En temiz nikah yataklarının parlak kirleticisi; 
Ey sen, hep genç, diri kalan, sevilen, üstüne titrenen, 
Ateşi Diana'nın koynundaki bembeyaz karları eriten, 
Yiğit Mars tanrı! 
Sen ey,  en uzlaşmaz şeyleri birleştirip öpüştüren 
Gözle görülür tanrı! 
Sen ey her dilde konuşup, her derdini anlatan! 
Sen ey yüreklerin mihenk taşı! 
Tut ki kölen olan insanlar başkaldırdılar sana ; 
Var gücünle öyle birbirine düşür ki onları, 
Canavarlar yatağı olsun bütün dünya!"

Marx, Shakespeare'in paranın iki karakteristiğini vurguladığını belirtir: 1-Görünür tanrısallık ve tüm insani ve doğal niteliklerin kendi karşıtlarına dönüşümü.. şeylerin evrensel bozulması.. olanaksızlıkların bağdaştırılması.. 2- Evrensel kibar orospu, insanların ve halkların pezevengi.. İnsanlığın yabancılaşmış kudreti..

İnsan olarak yapamadığım şeyi, demek ki benim tüm bireysel yeteneklerimin yapamadıkları şeyi, para aracıyla yapabilirim. Demek ki para, bu bireysel yetenek ve güçlerinden her birini aslında olmadığı bir şey durumuna getirir; yani onu kendi karşıtı yapar.

Eğer canım bir şey yemek istiyor ya da yaya yürümek için yeterince güçlü olmadığımdan posta arabasına binmek istiyorsam, para bana yiyeceği de posta arabasını da sağlar, yani benim isteklerimi tasarımlar olmaktan çıkarır. onları, düşünülmüş, betimlenmiş, istenmiş varoluşlarından, duyulur, gerçek varoluşlarına aktarır. Bu orta terim rolünü oynayan para, gerçekten yaratıcı güçtür. Eğer yolculuk için param yoksa, gereksinmem de, yani  yolculuğu gerçekleştiren  gerçek  gereksinmem de yoktur. Eğer bilimsel çalışmaya eğilimim var, ama bu işi yapmak için param yoksa, bilimsel çalışma eğilimim de, yani etkin, gerçek eğilimim de  yoktur. Buna karşılık bilimsel çalışma eğilimim gerçekten yoksa, ama bu iş için iradem ve param varsa, gerçek bir eğilimim de vardır demektir.

Yiğitliği satın alabilen kişi, korkak da olsa, yiğittir. Para, belirli bir nitelik, belirli bir şey, insanın özsel güçleri ile değil, ama insanın ve doğanın tüm nesnel dünyası ile değişildiğine göre, demek ki -sahibi bakımından- her niteliği öbür nitelik ile değiştirir - ve kendi karşıt nitelik ve karşıt nesnesini de; Para, olanaksızlıkların bağdaşmasıdır, çelişen şeyi kucaklamaya zorlayandır. Kendi kendine yabancılaşmanın doruğuna para sayesinde erişilir.

Marx, Almanya’da esmekte olan Hegelci rüzgara kapılarak Sol Hegelciler grubuna katıldı; Hegel’in diyalektik yöntemini ve tarih anlayışını benimsedi. Ama; 1841’de Hristiyanlığın Özü ve 1843’de Geleceğin Felsefesinin İlkeleri adlı eserleri yayınlanan Feuerbach’ın  maddeci anlayışından etkilenince  Feuerbach’çı olmuştu. Ve; maddi nesnel-gerçekliği, kendi başına, mutlak ve bağımsız bir özne olan İdee (düşünme süreci)’nin ürünü ve yaratması olarak  gören Hegel’in idealizminden uzaklaşmıştı. Genç Marx'a göre,   düşünce, kavram, ideal, Tanrı.. gibi şeyler insan hayatını belirleyemezdi. Bunlar maddi hayatın içinde "insan doğası" tarafından üretilen imgelerdi.

Feuerbach'a göre Varlık özne'dir;  düşünce ise yüklem, Yani Fikir, dünyanın bir yansımasıdır; (Sarayda yaşayan biri kulübede yaşayandan farklı düşünür; ve insanlar yaşadığı yere benzer; düşünce biçimini belirleyen yaşam biçimidir; köylü, köylü olduğu için köylüce düşünür), Dünya Fikrin yansıması değil. Tabiat bilinçten bağımsız olarak vardır; tabiatın ve insanın dışında aldatıcı hayallerden başka bir şey yoktur. Hegel'in  "Ruh" dediğine Feuerbach "Madde" , "Tanrı" dediğine de "İnsan" diyordu. Feuerebach'ın temel düşüncesi Hegel'den almış olduğu Yabancılaşma kavramında yatar: Yabancılaşma, insanın kendi eseri ve yaratışının ürünü olan şeyi, kendisinin dışında ve üstünde, kendine yabancı bir gerçek saymasıdır.

Hegel'e göre insan Tanrının bir yabancılaşmasıdır. Feuerbach'a göre ise Tanrı insanın bir yabancılaşmasıdır. İnsan özne; Tanrı yüklemdir. İnsan birey değil, beşeri türdür; ve Tanrı da beşeri türün(insanın genel insansı niteliklerinin) gökyüzüne yansıttığı idealdir. Bu "yabancılaşma", insanın kendi kendisiyle bölünmesinin sonucudur; ve Tanrının yüceliğini kaldıran bilgi ile aşılır. İnsan kendini Tanrıya yansıtmaktan vazgeçince, insan, insanda gerçekleşmiş olur. Feuerbach'ın amacı, insanı dinden kurtarmak, insanın insanla birliğini sağlamaktır. İşte bu insancıllığı(hümanizm) Feuerbach, komünizm olarak nitelendirmektedir. Dinden ayrılan insan, birliğini komünizmde bulacaktır. Bu felsefi "komünizm", proletaryanın, kendi  sınıfının çıkarları için mücadele etmesine veya burjuva toplumunu devrimci dönüşüme uğratmasına bağlı değildir. Bu (felsefi) komünizm, sadece insanların bilincinde, maddeci ve dinsiz bir insancıllığı(hümanizm)  geleneksel dinin yerine koyma ile  ilgilidir.

Feuerbach, Hristiyanlığın Özü adlı eserinde "Yabancılaşma" için şunları yazıyordu: "İnsan öznel olan şeyi, yani;  yalnız kendi düşüncesinde, tasarısında, hayalinde var olan şeyi, düşüncesinin, hayalinin, tasarısının dışına atar... İşte; Hristiyanlar böylece ruhu insanın bedeninden koparıp ayırdıktan sonra  bu koparılmış, vücuttan yoksun ruhu kendilerine tanrı yapmışlardır."

"Tanrıyı tabiattan çıkarmak, bir resimden, bir kopyadan  aslını çıkarmak; ya da, bir şeyi, o şey hakkındaki düşünceden elde etmeyi istemek gibidir. İnsan  kendi cevherini (öz niteliklerini) kendi dışına yansıtır. Tanrısallıkla insanlık arasında varsayılan karşıtlık bir aldanıştır. Tanrının bütün buyrukları insanın buyruklarıdır. İnsanı kendine benzeterek yaratan Tanrı değil; Tanrıları kendine benzeterek yaratan insandır."

"O sıralar hepimiz Feuerbach'çı olmuştuk" diye yazar Engels. Ve şöyle devam eder: " Alman sosyalizm ve komünizm teoricilerinden  Hegel'in spekülasyonunun çürüten Feuerbach'ın aracılığı olmadan komünizme geçen tek kişi yoktur."

Marxizm' in üç ana kaynağı olan Alman Felsefesi, İngiliz Ekonomi Politiği ve Fransız Sosyalizmi'nin ilk kez birleştiği  1844 ekonomi-politik ve felsefe yazılarında  Marx, Feuerbach'ı tabiata çok önem verip  de politikaya yeterince önem vermemiş olması bakımından eleştiriyordu. Çünkü, Marx'a göre felsefe ancak ve büsbütün, politikaya katılarak gerçekleşebilir. Ayrıca, Feuerbach' a göre insan toplum ortamının değil doğanın ürünüdür, ve  insanla doğa arasındaki bağıntı,  doğrudan doğruyadır;  insan emeğinin dolayımına  yer yoktur. Aslolan; Doğaya nasıl baktığınız ve Doğa üzerine nasıl düşündüğünüzdür.  Oysa Marx'a göre insanla doğa arasındaki ilişki doğrudan doğruya kurulamaz; toplum aracılığıyla ; ve emeğin  sayesinde kurulur.

Marx'a göre asıl kurtuluş yalnız din ve politika alanında değil sosyal alandadır. İnsan kendi öz kuvvetlerini sosyal kuvvet olarak örgütlemeli ve politikadan ayırmamalıdır.  Devletin baskı ve zoru karşısında Felsefenin ödevi halka ulaşmaktır. Maddi kuvvet ancak maddi kuvvet ile yenilir. Ve bir kez teori halka mal oldu mu  artık maddi kuvvet halini alır. Halk içinde teori, ancak halkın ihtiyaçlarını karşıladığı için, karşıladığı sürece ve karşıladığı kadar gerçekleşebilir.

Marx, Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı'da proletaryanın davasına katılarak felsefe ile işçi sınıfının tarihsel amacını birleştirir ve şöyle yazar:

"Nasıl ki felsefe maddi silahlarını proletaryadan alıyorsa proletarya da fikri silahlarını felsefeden alır. Felsefe, kendini, proletaryayı ortadan kaldırmadan (aufheben) gerçekleştiremez; Proletarya,  felsefeyi gerçekleştirmeden kendini ortadan kaldıramaz(aufheben)." "İnsanın özgürlüğe kavuşmasının beyni felsefe, kalbi ise proletaryadır." 

Proletarya neden devrimcidir? Çünkü; onun sermaye tarafından doğrudan doğruya sömürülen sınıf durumu, onu, var olan rejimi ve sosyal düzeni  tümüyle dönüştürmeye zorlar. 

Marx, 1844'te Kutsal Aile'de proletaryaya dair şöyle yazacaktır: 

"(..) Proletaryanın yaşam koşullarında, bu günkü toplumun tüm yaşam koşulları insanlıktan en uzak biçimler altında özetlenmiş bulunur; insan, proletaryada, kendi kendini yitirmiş; ve ayni zamanda sadece bu kaybın teorik bilincine varmakla kalmamış, ama artık ne sakınabileceği ve ne de örtbas edebileceği sefalet, (yani kendini ona önüne geçilmez bir biçimde  zorla kabul ettiren sefalet -zorunluğun pratik dışavurumu-) onu böylesine bir insaniyetsizliğe  karşı doğrudan doğruya başkaldırmaya zorlar.  İşte bu nedenle proletarya kendi kendini kurtarabilir ve zorunlu olarak kurtaracaktır da. Ama o, kendi öz yaşam koşullarını ortadan kaldırmadan, kendi kendini kurtaramaz. Bu günkü toplumda, kendi durumunda özetlenen tüm insanlık dışı yaşam koşullarını ortadan kaldırmadan kendi öz yaşam koşularını ortadan kaldıramaz. Proletaryanın o sert ama gücünü bileyici emek okulundan geçmesi boşuna değildir.. 

Önemli olan şu ya da proleterin hatta tüm proletaryanın bir an için hangi amacı tasarladığını bilmek değildir. Önemli olan, proletaryanın ne olduğu ve bu varlık(sınıf)  uyarınca tarihsel olarak neyi yapmak(başarmak) zorunda kalacağıdır. Onun ereği ve tarihsel eylemi, bugünkü burjuva toplumunun tüm örgütlenmesinde olduğu gibi kendi öz (sınıfsal) durumunda da gözle görülür ve silinmez bir biçimde yazılmıştır." 

Marx'ın Schweitzer'e yazdığı 13 Şubat 1865 tarihli mektubunda ise şöyle yazmaktadır: " İşçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiç bir şey değildir."

Marx, 1843 sonlarında yazdığı Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkıda dine dair eleştirinin temelini şöyle açıklar:

"İnsanı yapan din değil dini yapan insandır. Gerçi, din, henüz kendi kendini bulmamış olan ya da kendini yeniden yitirmiş olan insanın kendi hakkındaki duygusu ve kendi hakkındaki bilincidir. Ama insan, dünyanın dışında bir yerlere çekilmiş soyut varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır: devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır. Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, halkın düzeyine indirgenmiş mantığı, manevi 'son point d'honneur'(onura dokunan şey, şeref meselesi),  coşkunluğu, ahlaki bakımdan onaylanması, gösterişli bütünleyicisi , evrensel avunması ve haklılığıdır. Din, insanın hayali gerçekleşmesidir, çünkü insanın esas gerçeği yoktur. O halde, dine karşı mücadele etmek, dolaylı olarak, dinin manevi kokusu olan dünyaya karşı mücadele etmektir. 

Dinsel sıkıntı bir yandan gerçek sıkıntının ifadesi, bir yandan da gerçek sıkıntıya karşı protestodur. Din, aklın içinden atıldığı toplumsal koşulların ruhu olduğu gibi, ezilmiş yaratığın iç çekişidir, taş yürekli bir dünyanın ruhudur da. Din halkın afyonudur. 

Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, halkın gerçek mutluluğunun beyan ettiği taleptir. Durumu hakkında hayallerden vazgeçmesini istemek, onun hayallere gereksinmesi olan durumdan vazgeçmesini istemektir. Öyleyse dinin eleştirisi, ilke olarak, dinin halesi olduğu bu göz yaşları vadisinin eleştirisidir. 

Eleştiri, zincirlerinin üstünü örten hayali çiçekleri yoldu; bunu, insanı gerçek umutsuzluğa götüren zincirler taşısın diye değil, zincirleri atsın ve canlı çiçekler toplasın diye yaptı. Dinin eleştirisi, hayalleri olmayan, akıl çağına gelmiş bir insan gibi kendi gerçeğini düşünsün, etkilesin, ona biçim versin diye, kendi çevresinde, yani gerçek güneşi çevresinde dönsün diye insanın hayallerini yıkmıştır. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen hayali güneşten başka bir şey değildir. 

Öyleyse tarihin görevi gerçeğin ötesinin ortadan kalkmasından sonra, bu dünyanın gerçeğini göstermektir. İnsanın kendi kendini yabancılaştırmasının kutsal biçimi bir açığa çıkarıldıktan sonra , kutsal olmayan biçimlerde kendi kendini yabancılaştırmanın maskesini indirmek ilkin tarihin hizmetinde olan felsefenin görevidir. Böylece cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür." 

Marx din ile ilgili eleştirisini ileriki yıllarda Kapitalde, Kapitalist Üretimin Gelişmesi bahsinde sürdürmeye devam eder: 

"Din dünyası, gerçek dünyanın yansımasından başka bir şey değildir.(..) Gerçek dünyanın dinsel yansıması, kaçınılmaz olarak, günlük yaşamının pratik ilişkilerinin insana, onun öteki insanlar ve doğa ile ilişkilerini tam anlamıyla anlaşılır ve akla uygun bir ilişki olmaktan öte bir şey sunmadığı zaman, ancak o zaman yitip gider. Maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam süreci, kendisini saran mistik(esrarengiz) tülü, üretimin, serbestçe bir araya gelen insanlar tarafından ve saptanmış bir plana uygun olarak bilinçli bir biçimde düzenlenmesi sağlanmadıkça, soyulup atılamaz.. Bu da toplum için belli bir maddi temeli, ya da kendileri de uzun ve zahmetli bir gelişme sürecinin kendiliğinden oluşmuş ürünleri olan bir dizi varoluş koşulunun varlığını gerektirir." 

Marx, Kölnische Zeitung'un 179. Sayısının Başyazısında "Filozoflar mantar gibi yerden bitmez" dedikten sonra şöyle devam eder: "Filozoflar, en ince, en değerli ve en görünmez mizaçları felsefi düşüncelerde dolaşan çağlarının, halklarının ürünüdürler. Filozofların beyninde felsefi sistemler kuran akıl ile, işçilerin elleriyle demiryolları yapan akıl, ayni akıldır. Nasıl ki, Beyin, insanın midesinde olmasa da insanın dışında değilse, felsefe de o kadar dünyanın dışında değildir. Çünkü her gerçek felsefe, çağının zihinsel özüdür."

Marx, 1843'de daha öğrenciyken nişanlandığı çocukluk arkadaşı Jenny von Westphalen ile evlendi ve radikal bir dergi çıkarmak üzere Paris'e gitti. ve 1844'te Paris'e gelen Friedrich Engels ile ömür boyu sürecek olan dostluğu başladı. Engels ile birlikte aktif olarak Paris'teki devrimci gruplara katıldı. Birlikte komünizmin teori ve taktiklerini geliştirdiler. 1847'de Komünist Birlik cemiyetine katıldılar ve 1848'de Komünist Manifesto'yu kaleme aldılar. Marx, devrimci faaliyetler, nedeniyle Avrupa merkezlerinden peş peşe sürgün edilmesi üzerine, 1849 yılında ömrünün sonuna kadar yaşayacağı Londra'ya gitti. İngiliz siyasal iktisadını ve Fransa'daki sınıf mücadelelerini inceledi. Ve insanlığa bıraktığı en büyük miras olan anıtsal dev eseri Das Kapital'i yazdı.

Marx, Paris'te felsefenin kökten bir değişime uğraması için bir sosyal sınıf görüşü değişikliği gerektiğini anlamış; ve proletarya devriminin zorunluğunu görmüş, komünizme felsefi bir temel kazandırma çabasından vazgeçmiş; bunun yerine  sınıf mücadelesi ve devrime dayanan tarihsel ve bilimsel bir anlayış getirmiştir. Artık söz konusu olan şey dünyayı nasılsa öyle bırakarak sadece dünya hakkında edinilmiş düşünceleri değiştirmek değildir. Bilakis; aldanışları, ham hayalleri meydana getiren dünyanın kendisini değiştirmektir. Teorik muammalarının çözümü praxis'e düşen bir iştir :

"Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilemeyeceği sorunu, bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış bir düşüncenin gerçek olup olmadığı konusundaki tartışma, düpedüz skolastik bir sorundur."

1845'te yazmış olduğu Feuerbach Üstüne Tezler ve onun ardından gelen Alman İdeoloji'sinde Marx, Feuerbach' tan kopar. Marx, Feuerbachmaddi dünyayı pratik faaliyet olarak anlamamış olmakla eleştirir ve  şöyle yazar:

"Etrafını çeviren ve duyularla bilinen dünyanın hep olduğu gibi kalan ve her zaman doğrudan doğruya elde edilmiş bir nesne olmayıp; toplumun durumu ve yarattığı endüstrinin ürünü yani tarihsel bir ürün, birbiri ardınca gelen bir çok nesillerin faaliyetinin eseri olduğunu göremiyor. Feuerbach da bütün önceki materyalistler gibi, duyularla bilinen dünyanın  kendisini meydana getiren bireylerin canlı ve somut faaliyetlerinin toplamı olduğunu hiç kavrayamamıştır.. Onda Tarih ile materyalizm birbirinden tamamen ayrıdır. Feuerbach materyalist olduğu zaman tarihten uzak durur; ve tarihi hesaba kattığı zaman da materyalist değildir."

"Herkes bilir ki, kiraz ağacı, hemen hemen  bütün meyve ağaçları gibi, yalnızca birkaç yüzyıl önce ticaret yoluyla bizim enlemimize nakledilmiş; ve belirli bir toplumun, belirli bir çağdaki bu eylemi sayesindedir ki, kiraz ağacı Feuerbach için "duyumsal kesinlik" haline gelmiştir. Ama Feuerbach, duyumsal dünyayı, filozofun "gözleri" yani filozof "gözlükleri" ile bakmadan ele alamaz. "Gerçek tarihsel insan" diyeceğine, "İnsan" der. İnsanları verili toplumsal bağlamları içinde, mevcut yaşam koşulları içinde ele alamadığından ötürü, insanı "duyumsal faaliyet" olarak değil de, sadece "duyumsal nesne" olarak ele alıyor; ve bu yüzden, "insan" soyutlamasını aşamıyor; ve bu insanı, duyulara sahip "gerçek, bireysel, etten kemikten insan"ın ötesine götüremiyor, yani, "insan ile insan" arasında aşk ve dostluk dışında başka bir "insani ilişki" tanımıyor, üstelik onu idealize ediyor. Güncel yaşam koşullarının eleştirisini yapmıyor."

"Şimdi içinde yaşadığımız dünya, insanın eseri olan bir ürünler ve kurumlar dünyasıdır; bu yüzden de insanlığın derin izlerini taşımaktadır. Bu, sadece nedenlerle ilgili kanunların bir dokusu değil; gaye ve anlam ile de doludur. Binlerce yıldır gelmiş geçmiş nesillerin tasarıları ve amaçları şeylerde billurlaşmıştır. Şu ünlü insanla doğanın birliği her seferinde endüstride gerçekleşmiştir. Sanayinin tarihi ve sanayi tarafından meydana getirilmiş nesnel varlık, en temelli insanlık kuvvetlerinin somut olarak ortaya çıkan insan psikolojisinin açıkça okunduğu bir kitaptır. "

"Sanayi, doğanın ve bunun yanı sıra doğa bilimlerinin insanla gerçek tarihsel ilişkisidir. İnsan tarihinde oluş halindeki doğa, yani insan toplumunun nüfus kaydı.. insanın gerçek doğasıdır. Tarihin kendisi de doğa tarihinin, doğanın insana dönüşümünün tarihinin bir bölümüdür." "Dünyayı açıklamamızı sağlayacak tek şey, bu dünyanın tarihidir."

"Biz, yalnız tek bir bilim tanıyoruz, o da Tarih bilimidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi, doğa tarihi ve insanların tarihi diye ikiye ayırabiliriz. Bununla birlikte, bu iki yön birbirlerinden ayrılmazlar. İnsanlar var oldukça insanların tarihi ile doğanın tarihi karşılıklı olarak birbirlerini koşullandırırlar. (..) Gerçekte, hemen hemen her ideoloji ya bu tarihe ilişkin yanlış bir anlayışa indirgenir ya da bu anlayışı büsbütün bir yana bırakmak gibi bir tutuma varır. İdeolojinin kendisi de zaten bu tarihin görünümlerinden biridir ancak."

Demek ki, Marx'a göre Doğa,  insandan ayrı, kendi başına soyut biçimde ele alınamaz. Doğa insanın organik olmayan bedenidir. İnsan doğa aracıyla yaşar, demek şu anlama gelir: Doğa, insanın ölmemek için kendisi ile sürekli bir süreç sürdürmesi gereken bedenidir. İnsanın fiziksel ve entelektüel yaşamının doğaya sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek, doğanın kendi kendine sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemekten başka hiç bir anlama gelmez, çünkü; insan doğanın bir parçasıdır.

İnsanlaşmayla (alet kullanan ve alet yapan insan ile) birlikte, Doğa, artık, insanlı doğa olmuştur. İnsan gözüyle görülmüş; insan eli değmiş;  emek ile insanlaştırılmış, değiştirilmiş. Ama, Doğanın insani özü, ancak toplumsal insan için söz konusudur; çünkü doğa ancak toplumda onun için insan ile bağ olarak ve insan gerçekliğinin dirimsel öğesi olarak vardır. Toplum, insanın doğa ile özsel birliğinin tamamlanması, insanın eksiksiz doğalcılığı ve doğanın eksiksiz insancılığıdır. Marx, Grundrisse'de, üretim eylemi ile insanın doğayı özneleştirdiğini; doğa nesnelerini kendine mal ettiğini ve kendi yaşam sürecinin bir parçası haline getirdiğini belirtir. Bu olayın belli bir toplumsal ilişkiler sistemi içerisinde gerçekleşmesi ve mal edişin toplum tarafından belli bir düzen unsuru olarak tanınması, mülkiyeti oluşturur. Üretim, doğanın birey tarafından belli bir toplum biçimi içerisinde ve belli bir toplum biçimi aracılığıyla mülk edinilmesidir.  

Sadece beş duyu değil, istek, sevgi.. gibi pratik insani duyular da insanlaştırılmış doğa sayesinde oluşurlar. Beş duyunun oluşması, tüm geçmiş tarihin işidir. İnsanın müzik duyusunu uyandıran şey ilkin müziktir, ama müzik kulağı olamayan biri için en güzel müzik hiç bir anlam taşımaz. Feuerbach, Hristiyanlığın Özü adlı eserinde, "Eğer sende duygu da müzik duygusu da yoksa, müziklerin en güzelinde, kulağında ıslık çalan rüzgardan  ya da ayaklarının dibinde gürüldeyen selden daha çok bir şey duymayacaksın" der. Henüz kaba pratik ihtiyaçların tutsağı bulunan duyunun ancak sınırlı bir anlamı vardır: Açlıktan ölen bir insan için yiyeceğin insani biçimi değil ama sadece yiyecek olarak soyut varlığı vardır. Kaygı ve yoksulluk içindeki adamın en güzel oyun karşısında bile duyusuzdur. Maden ticareti yapan biri madenin güzelliği  ya da kendine özgü doğasını değil ama sadece ticari değerini görür. Okuma bilmeyen biri için kitap bir zenginlik değildir.

Marx, Feuerbach'a dair eleştirilerine devam eder: "Feuerbach'ınki de dahil olmak üzere, geçmişteki bütün materyalizmlerin  başlıca kusuru, nesneyi, gerçeği ve duyularla bilinen dünyayı, pratik olarak, insanın somut faaliyeti olarak öznel (subjective) biçimde değil, nesne(obje)  ya da sezgi(intuition) olarak ele almış olmasıdır."

"İnsan doğası mutlak bir veri olamaz; düşüncede yansıyan gerçeklik, belli üretim ilişkileri bağlamında kendi varlığını  yeniden-üreten toplumsal bir sistemdir. Temel, soyut bir "insan" değil, toplumsal üretim, yani sınıf ilişkilerinden oluşan tarihsel süreçtir."

"Feuerbach, dinin özünü insanın özünde arar. Ama, insanın özü, her ayrı bireyde tek tek var olan bir soyutlama değildir. Gerçekte o, toplumsal ilişkiler bütünüdür." 

"İnsanlar, şimdiye kadar, kendileri hakkında, ne oldukları ne olmaları gerektiği hakkında her zaman yanlış fikirlere sahip olmuşlardır. Sahip oldukları ilişkileri, Tanrı hakkındaki, normal insan hakkındaki vb. tasarımlarına uygun olarak düzenlemişlerdir. Kendi beyinlerinin ürünleri, onları yaratan beynin üstüne çıkmıştır. Yaratıcılar, kendi yarattıkları şeyler önünde secdeye varmışlardır. Öyleyse onları, boyunduruğu altında ezildikleri kuruntulardan kurtaralım. Fikirlerin egemenliğine başkaldıralım. Biri, insanlara bu yanılsamaları değiştirip, yerine insanın özüne uygun düşen düşünceler koymayı öğretelim diyor; bir başkası, bu yanılsamalara karşı eleştirici bir tutum almayı öğretelim onlara diyor, bir üçüncüsü ise, bunları kafalarından çıkarıp atmalarını öğretelim diyor ve bugünkü gerçekliğin böyle çökeceğini iddia ediyor." 

"Bir zamanlar, modern devrimci Alman filozofları, insanların , sırf yerçekimi fikrine saplandıkları için suda boğulduklarını sanıyordu. Bu filozoflara göre, insanlar, örneğin, bunun dinsel, boşinanlara (hurafe) dayanan bir düşünce olduğunu  söyleyerek bu fikri kafalarından çıkarıp atsalardı, ondan sonra artık  her türlü boğulma tehlikesinden korunmuş olurlardı."


Hegel, olgucu idealizme son biçimini vererek tüm maddi dünyayı bir fikirler dünyası haline ve tüm tarihi de bir fikirler tarihi haline getirerek  bu yerçekimi fikri yanılsamasına karşı savaştı durdu. Ama bu savaşta; insanın yüzme fikrinin kulaç atmayacağını;  insanı boğulmaktan kurtaracak olanın fikir değil bizatihi somut yüzme eylemi olduğunu; ya da karnı acıkan birinin açlık fikrini kafasından atmakla açlığını gideremeyeceğini  hesaba katmadan..

Marx, Kutsal Aile'de, genç Hegelci Bruno Bauer'i Fransız Devrimi bağlamında eleştirirken, devrimin, B.Bauer'in sandığı gibi özgürlük ve eşitlikten yana ideolojik bir savaş olmadığını; ama burjuvazi ile eski sosyal düzenin taraftarları ve egemenleri arasında kıyasıya bir sosyal sınıf mücadelesi olduğundan hareket ederek şöyle der: "Fikirler kendi başlarına her hangi bir şey yaratmaya yetmez; fikirler, belli bir tarihsel durumu aşamazlar, onlar sadece bu duruma uygun düşen fikirleri aşabilir. Gerçekte fikirler hiç bir şeyi gerçekleştiremezler. Fikirleri gerçekleştirmek için pratik bir gücü kullanan insanlara ihtiyaç vardır." 

Fikirler, ancak gerçek çıkarları, sosyal sınıf çıkarlarını temsil ettikleri zaman etkin bir güç olup yenebilirler; yoksa her zaman yenilirler. Eğer siyasal ve toplumsal mücadeleler çoğu kez fikir mücadeleleri biçimine bürünüyorsa, -Fransız Devriminde ideolojik bir mücadelenin  söz konusu olduğu yanılgısını doğuran şey de budur zaten-, bunun nedeni, bu mücadeleleri belirleyen sınıf çıkarlarının, belirli bir sosyal sınıfın dar sınırlarını aşarak, soyut fikirler, genel fikirler biçimine büründükleri zaman,  genel çıkarlar görünüşünü kazanmalarıdır. "Fikir, gerçek çıkarlardan ayrılınca, her zaman gülünçleşmiştir." 

"Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir, başka bir deyişle, toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, ayni zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, ayni zamanda, zihinsel üretimin araçlarını da emrinde bulundurur, bunlar  o kadar birbirleriyle iç içedir ki kendilerine zihinsel üretimi araçları verilmeyenlerin düşünceleri de ayni zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır.

Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir,  egemen düşünceler, fikirler biçiminde kavranan maddi, egemen ilişkilerdir, şu halde bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesidirler; başka bir deyişle, bu düşünceler, onun egemenliğinin fikirleridirler. Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki, bu bireyler sınıflarının bütün genişliğince egemendirler ve öteki şeyler bakımından olduğu kadar, düşünürler, fikir üreticileri olarak da egemendirler ve kendi çağlarının düşüncelerinin üretimi ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların düşünceleri, çağlarının egemen düşünceleridir."

Gerçek ve somut bireylerden ayrı olarak  kendi başına (as such), yalıtık, saf, tam ve mutlak fikir yoktur. Fikirler daima belli bir tarihsel dönemde ve  belli bir toplumsal formasyonda yaşayan  somut insanların fikirleri olarak vardır. Sahip oldukları anlayışları, fikirleri, vb. üretenler insanların kendileridir. Ve bu insanlar da son tahlilde  belirli bir sosyal sınıfın ilişkilerini ve çıkarlarını temsil ederler.  Marx, Kapital'in Almanca birinci baskısının önsözünde şöyle der:" (..) Kişiler, sırf ve ancak, kendilerinde ekonomik kategoriler kişilik kazandıkları, kendileri belirli sınıf ilişkilerinin ve sınıf çıkarlarının taşıyıcıları oldukları için ve oldukları sürece söz konusu olurlar" 

Marx, Kapital'in Almanca ikinci baskısına yazdığı sonsözde ise şunları yazacaktır : Burjuva ideolojisi indinde, bir öğretinin doğru mu yoksa yanlış mı olduğu hiç bir önem taşımaz. Önemli olan, bir öğretinin sermayeye yararlı mı yoksa zararlı mı; sermaye için gerekli mi gereksiz mi; sermaye indinde siyasi bakımdan tehlikeli mi tehlikesiz mi olduğudur. Çıkar gözetmeyen bilimsel araştırmanın yerine ısmarlama safsata, dört başı mamur bilimsel incelemenin yerine boş ve çürük inanç ile geçersiz ve haksız olanı meşru kılma kötü niyeti geçer."

Marx, Grundrisse'de, Aristotales'in  "zoon politikon " insan tanımını genişletir. Aristotales, "zoon politikon (siyasal hayvan)" ile insanın kendi doğal mükemmelliğine ancak kent (Polis) yaşamı, politik yaşam, yani toplum içinde ulaşabileceğini anlatır. Marx' için de, insan, kelimenin tam anlamıyla bir "zoon politikon" dur; salt bir sürü hayvanı değil; ama kendini ancak toplum içinde birey olarak geliştirebilen bir hayvandır. Bu tanımın ayni zamanda ahlaki bir yönü de vardır: Marx, insanın bireyselliğini ve tekliğini ancak maddi ve manevi zorunluklardan kurtulmuş olan toplumda ulaşılabilecek bir amaç olarak kabul eder. Marx, Grundrisse'de  "toplumun dışında tek başına yaşayan bireyin üretimde bulunması -toplumsal güçlerin kendisinde potansiyel olarak kendisinde hazır bulunduğu uygar bir kişi rastlantı sonucu dağ başına bırakılacak olursa belki gerçekleşebilecek bir istisna- en azından, birlikte yaşayıp birbiriyle konuşan bireyler olmaksızın dilin gelişmesini düşünmek kadar saçmadır" der.

İnsan kendini ancak toplum içinde birey  olarak geliştirebilen toplumsal bir varlıktır ama bu gelişim, insanların amaçlı pratik faaliyeti sonucu olan  tarihsel süreç olarak gerçekleşir. Bu tarihsel gelişim sürecinin panoramasını  HEGEL, Tinin Görüngübilimi (Phanomenologie das Geist) Önsözü'ndeki bir pasajda felsefi olarak şöyle çizer:

"GERÇEK BÜTÜNDÜR. Bütün ise ancak kendi gelişimi yoluyla kendini tümleyen özdür. 'Mutlak' üzerine söylenmesi gereken onun özsel olarak SONUÇ olduğu, gerçekte ne ise ancak erekte o olduğudur. Onun etkin Özne olma, yani,  kendisinin kendiliğinden oluş süreci olma doğası da işte tam burada yatar. Mutlak'ın  özde bir sonuç olarak kavranması gerektiği ne denli çelişkili görünse de biraz düşünüp taşınmak bu çelişkili  görünüşünü doğru bir yere oturtmaya yetecektir. Başlangıç, ilke ya da mutlak, ilk önce ve dolaysızca bildirildiği haliyle, tümelden(evrensel) başka bir şey değildir. Tıpkı "Bütün hayvanlar" dediğimde  bu sözün bir zooloji yerine geçmiyor olması gibi. Tanrısal, Mutlak, Sonsuzluk vb gibi sözcükler de onlarda kapsananları anlatmadıkları  açıktır; ve gerçekte böyle sözcükler somut görüyü  dolaysız olan diye  ifade ederler." 


"Tomurcuk çiçeğin açılışı içinde kaybolur; ve denilebilir ki, tomurcuğu çiçek çürütüp yadsımaktadır sanki. Keza; meyve de sanki çiçeğin, bitkinin yalandan bir varoluşu olduğunu gözler önüne serer ve kendisini bitkinin bir doğrulaması olarak çiçeğin yerine geçirir. İşte; bitkinin bu biçimleri, oluşumları yalnızca birbirlerinden farklılaşmakla kalmazlar, ama ayni zamanda, birbirleriyle bağdaşmaz şeyler olarak biri ötekinin yerini, yani, birbirlerinin yerini de alırlar.  Yine de akışkan doğaları onları ayni zamanda organik birliğin birer anı(moment, uğrak) kılar; bu birlikte onlar çatışma halinde olmadıkları gibi, bilakis; her biri de ayni ölçüde gereklidir. İşte bu bir arada, eşit olarak bulunma zorunluğu ise bütünün yaşamını oluşturur." 

"Mutlak İdee (Geist, Tin), hiç bir zaman durup dinlenmez; hep ilerleyen bir devinime kapılıp gider. Ama burada bir çocuğun doğumuna aynıyla benzeyen bir olgu vardır. Uzun ve sessiz bir besin özümlemesinden sonra ilk soluk, büyüme demek olan ilerlemenin aşamalı gidişini kırar; niteliksel bir sıçrama ortaya çıkar ve  o zaman çocuk doğar; işte bunun gibi oluşan Mutlak İdee (Geist,Tin) de ağır ağır ve sessizlik içinde yeni biçimini olgunlaştırır; sonra önceki dünyanın yapısına ait kırık parçaları birbiri arkasına eritip dağıtır. O dünyanın sarsılışı ancak tek tek belirtilerle kendini gösterir; kurulu düzeni kaplayan boşluk  ve can sıkıntısı-bu belirsiz önsezi-, yürümeye koyulmuş yeni dünyanın öncü göstergeleridir. Bu derece derece parçalanış bütünün yüzünü değiştirmemiştir; ama, bir şimşeğin çakışıyla ve bir anda yüzünü açıveren bu yeni dünyanın sahneye çıkışıyla birden kesintiye uğramıştır.

Ne var ki bu yeni gerçek, yeni doğmuş çocuktan daha tamamlanmış değildir, bunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Bu gerçeğin ortaya çıkışı, onun dolaysız durumu ya da soyut kavramıdır. Yapı temeli  atılınca bitmiş olmaz ve bütünün kavramı bütünün kendisi değildir. Güçlü gövdesi, geniş dalları ve koyu yaprakları ile bir meşe ağacı görmek istediğimiz zaman bize bir meşe palamudu gösterilirse, istediğimize kavuşmuş olmayız.  Bunun gibi tinsel dünyanın tacı demek olan bilim de başlangıcında tamamlanmış değildir. Yeni Tinin başlaması, bir çok kültür biçiminin geniş ölçüde yıkılışın ürünüdür, ve gene; bir çok çaba ve gerginliğin kıvrıla büküle giden bir yol sonundaki ödülüdür.  Mutlak İdee (Geist,Tin) art arda gelen biçimler içinde açılıp yayıldıktan sonra gene kendisine dönen bütündür. Bununla birlikte bu bütünün gerçekliği şuradadır: onun anları haline gelen oluşumları yeniden gelişir ve kendilerine biçim verirler; ama yeni ortamları yeni anlamları içinde"

Hegel'in bir öğrencisi olduğunu belirtmekten daima gurur duymuş olan Marx'a göre Hegel, hareket ettirici gücün insan emeği olduğunu,  toplum içinde yaşayan insanların pratik faaliyeti olan tarihsel bir süreç içinde insanın kendi kendisini yaratığını anlamıştı. Hegel'in Phanomnologie'sinde göze çarpan şey Hegel'in,  insanın kendi kendisini yaratışını bir süreç olarak kavramasıdır. Ve dolaysıyla emeğin niteliğini kavraması ve nesne insanı bizzat kendi emeğinin sonucu olarak düşünmesidir. Marx,  Hegel'in bu tarih anlayışını kabul etmiştir ama, bu, Marx'ın tarihsel gelişme anlayışını sadece  Hegel'den aldığı anlamına gelmez.

Marx'ın düşüncesinde Hegelci "yabancılaşma" (Entfremdung) fikri çok daha önemli rol oynamıştır. Yabancılaşma kavramı hem Hegel'in kendi felsefesinde ( Phanomenologie das Geiste ) hem de Genç Hegelciler'in eserlerinde Mutlak Tin(Absolute Geiste)'in açıklanmasında esastır. Yabancılaşma ile Genç Hegelciler, insanın kendi güçlerinin, eylemlerini denetleyen, kendi kendine yeterli kuvvetler ya da varlıklar olarak gözüktüğü bir durumu kastediyordu. Fakat; Marxyabancılaşmayı, felsefi bir konu olarak ele almaz; toplumsal bir olgu olarak inceler. "İnsanların hangi koşullar altında kendi güçlerini, kendi değerlerini zahiri, insan üstü varlıklara yansıtırlar; bu olgunun toplumsal nedenleri nedir?" diye sorar Marx. Bir ideoloji olarak dini, işte sadece bu anlamda söz konusu eder. Tanrılara atfedilen güçler ve yetiler aslında insanın kendi güçleri ve yetileridir. Tanrısal yasa insanın kendi tabiatının yasasından başka bir şey değildir.

Marx, devleti (topluma hükmeden, keyfi dışsal güç), insan yabancılaşmasının yalnızca bir başka biçimi sayar. Kapitalizmi çözümlerken de sermaye biçimindeki serveti, bir başka yabancılaşma biçimi olarak açıklamıştır; sermayenin yasası, cansız maddelerin canlı insanlara egemenliği idi. Marx, şu soruyu sorar: Bu olgunun toplumsal nedeni nedir? Nasıl oluyor da insanlar dışlarındaki nesnelere, nesneleşmiş soyutlamalara, bizzat kendilerine ait olan güçleri yansıtabiliyorlar? Devleti ortaya çıkaran, toplumun yapısı olduğu halde, insanlar, devleti, toplumu örgütleyen bir güç olarak görebiliyorlar, ya da, toplumsal emeğin(bir araya gelen insanların emeğinin) ürünü olan sermaye biçimdeki serveti, insanları çalıştıran bağımsız etkin bir kuvvet olarak görebiliyorlar?

Hegel, emeği, salt yabancılaşmış biçimiyle, saf ruhun faaliyeti olarak düşünüyordu. Onun için tarihsel süreç soyut kategorilerin hareketi ve çatışmasıydı ve süreçte yer alan gerçek bireyler  de sadece birer oyuncaktılar. Siyasal ve ekonomik yabancılaşma Hegel'de çok iyi anlaşılıp açıklanmıştı ama  Hegel kendini yabancılaşmış dünyanın tanığı, yargıcı ve kurtarıcısı olarak görmüştü.

Hegel, düşünce eylemini insan öznesinden ayırır ve bu özneyi nesneleşmiş düşüncenin yüklemi yapar. Oysa; Marx'a göre, eğer insan yoksa, onun yaşam tezahürü  insansı (insani) faaliyet ve ürünler de  olamaz ve dolayısıyla düşünce de, insan yaşamının bir tezahürü olarak, toplumda, dünyada ve doğada yaşayan insansı, doğal bir özne olarak gözle, kulakla, vb. ile kavranamaz. 

Marx'a göre, insanın özü (bir bakıma insan doğası), kendi başına, saf, tam, sabit, ve mutlak bir veri olamaz; Hegel'de olduğu gibi, "kendini kendi gelişimi sayesinde  tümleyen bir özdür"  ve bu özün toplum içindeki  tezahürü/görünümü ve gelişimi daima tarihsel koşullara-ilişkilere-duruma  göre belirlenmiştir. O yüzden Marx, insanın özünü tanımlamaktan kaçınmış; sadece, insanoğlunu,  yapacağı hareketi-faaliyete-eylemi-mücadelesi aracılığıyla; ve  emeğinin ürünleri ile etkileşim içinde, -yani praksis ile, praksis içinde-, toplumun  tarihsel gelişim sürecine ve egemen üretim tarzına bağlı olarak açıklamıştır.

Egemen üretim tarzının ve üretim ilişkilerinin hem bir parçası hem de yeniden üreticisi olan insan, kendini sürekli olarak (verili) kendinden(temel)  temellendirerek  ve ortaya çıkan yeni tarihsel dinamik ve süreçlere bağlı olarak diyalektik bir biçimde yaratır. Diyalektik hareketi oluşturan şey, iki çelişik yanın bir arada var olması, bunların çatışmaları ve yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmalarıdır. Dolayısıyla, bu "temel-temelleniş" biçimindeki  kendini yaratma sürecinde insanın özü, aslında, a priori olarak sınırlandırılamaz.

Eğer ille de "insan(ın) bir özü olduğu ve bu  özü"nün ne olduğu  söz konusu edilecekse, o zaman şöyle diyebiliriz: İnsanın Üretken ve yaratıcı faaliyeti (praxis) sayesinde kendini, toplumsal ve tarihsel olarak, daima,  kendileşme ve/ile  tümle(n)me süreci olarak koyan bir BÜTÜN olarak tasarlanmalıdır  Öz, yani,  kendi başına  saf,  mutlak ve tam bir  gerçeklik, bir değişmez veri  olarak değil de, kendi emeğinin sonucunda, kendi üretken ve yaratıcı faaliyeti ile, "ürün-yaratıcı ürün" diyalektiğine bağlı olarak, "ne olacaksa o olan" ya da  "olacak olan " diye tasarlanmalıdır.

Hegel'de Yöntem, "hareket halindeki muhtevanın doğasından başka bir şey olamaz. Muhtevanın bu biçimde düşünülmesi kendi belirlenimini önceden varsayar ve ortaya koyar. Ancak, kendi kendini kuran bu yolu izleme sayesindedir ki, felsefe, nesnel, ispatlı bir bilim haline gelebilir." 

Marx'ın feyz aldığı Hegel, izleyeceği yöntem hakkında Hukuk Felsefesi adlı eserinde  şöyle yazar: 

"Ampirik bilimlerde genel olarak tasavvurda (vorstellung) bulunan veri analiz edilir ve tekil, genellik düzeyine çıkartıldığında, buna kavram adı verilir. Biz bu yolu izlemeyeceğiz, çünkü bizim istediğimiz, kendi fikir ve düşüncelerimizden bir şey katmaksızın, kavramın nasıl kendi kendini belirlediğini ve gücünü bize kabul ettirdiğini izlemektir. Bu suretle elde edeceğimiz şey, bir dizi düşünce ile bir dizi fiili biçimleniş olup, ikinci  dizide tarih içinde beliriş sırası ile kavramsal sıranın kısmen birbirinden farklı olduğu görülebilir. Örneğin mülkiyetin fiilen aileden önce var olmuş olduğu söylenemez ve buna rağmen mülkiyet, aileden önce ele alınmıştır. Dolayısıyla burada neden en yüksek olanla, yani, somut gerçeklikle başlamadığımız sorulabilir. Cevap, bizzat gerçekliğin kendisini bir sonuç biçiminde görmek istediğimiz ve bunun zorunlu koşulunun öncelikle soyut kavramı kavramak olduğudur. Bundan  dolayı kavramın biçimlenişi olan fiili gerçeklik, fiiliyatta birinci de olsa, bizim için en sondur, çıkarımdır. İzleyeceğimiz süreç, soyut biçimlerin, kendi başlarına gerçekliği olmayan soyutlamalar olduklarını gösterme sürecidir."

Hegel'in Zihnin Fenomenolojisi ve Mantık kitaplarındaki fikir ve keşiflerini maddeci bir yorumla bir Bütün içinde birleştiren  Marx, Hegel gibi, yöntemi muhtevadan ayırmanın, her türlü bilgiden önce, tıpkı denize girmeden yüzme öğrenmeyi istemek gibi, bilginin eleştirisini yapmanın imkansızlığını anlamıştı. Bilginin formları ve koşulları, konusundan ve gelişmesinden ayrılamazdı. Öyleyse; tıpkı bunun gibi, insanın faaliyeti, tarihsel ve sosyal pratik de, kendi yaratısı olan ürünlerinden ve kurumlarından ayrılamaz.

Hegel'in sözü edilen eserlerinde yaptığı gibi, Marx da, nesnel gerçekliğin görünüşlerini, bunların iç yapılarını, doğuşlarını, gelişme yasalarını anlamayı sağlayan bir "model" yaratmıştı. Fakat Hegel'den farklı olarak Marx, somutun zihinde böyle yeniden meydana getirilişini, İdee (Mutlak Tin)'nin bir yaratısı olarak görmez. İnsan beynin yaşama süreci yani düşünce süreci demek olan İdee'yi, fikirleri Marx, maddi dünyanın insan zihinde bir yansıması, düşünce biçimini alması  olarak görür. İnsanın üretken ve yaratıcı pratik faaliyeti-eylemi-mücadelesi  ile bu fikirler, düşünceler ve bilinç  arasında daima çelişkili birlik vardır. Bu çelişkili birlikte, Bilinç praxisi forme eder; praxis de bilinci belirler.

Henri Lefebvre'den yararlanarak anlatacak olursak,  Marx'ın düşüncesine göre, insanın faaliyeti ile bu faaliyetin sonuçları, ürünleri arasında bir etkileşim ve  genel bağ vardır. Özne ile nesne arasındaki bu etkileşim ve bağ, spekülatif soyutlamanın dışında ele alınır. Marx için, "özne", toplumsal-tarihsel insandır; yani, gruplarla, sınıflarla ve toplumun tümüyle kurmuş olduğu gerçek ilişkiler bağlamında ele alınmış olan  bireydir. Nesne ise,  insan emeğinin  üretmiş olduğu ve yaratmış olduğu ihtiyaç nesneleri, eşyalar, ürünler, kurumlar, bilimsel, sanatsal  ve kültür eserler, ideolojidir. Şu halde, insansı faaliyetlerinden ve emekten doğan bu şeyler ile insanoğlu arasında ilişki iki yanlıdır. Bir yandan insanoğlu ortaya koyduğu ve kendi eseri olan bu ürünlerde kendini gerçekleştirir. Forme ettiği ( biçimlendirdiği, bir hale, bir düzene, bir yapıya  soktuğu) bir nesne olmaksızın faaliyet ve etkinlik diye bir şey yoktur, etkinlik gösterenin hemen ya da daha sonra kullanacağı, yararlanabileceği bir ürün ya da sonuç olmaksızın etkinlik söz konusu olamaz.

Öte yandan; daha doğrusu ayni zamanda, eserlerinde, ürünlerinde kendini kaybeder insanoğlu; ortaya koyduğu, ürettiği, yarattığı ürünlerde yolunu bulamaz olur; bu ürünler on karşı çıkar ve onu peşlerinde sürükler. Kimi zaman kendisini alıp götüren bir determinizm peydahlar insan; tarihtir bu. Yaratmış olduğu şey, kimi zaman kendisini köleleştiren bağımsız bir form haline gelir;  bu devlet ve siyasettir. Kimi zaman, icat ettiği şey büyüler onu, gözünü kamaştırır; ideolojinin gücüdür bu. Kimi zaman da, elleriyle ortaya koyduğu ürün ; şey, ya da daha doğrusu soyut şey (para, meta) ; alınıp satılabilir bir nesne, bir meta, bir eşya haline getirir insanı.

Kısacası insan (toplumsal ve bireysel insan) ile nesneler, ürünler arasındaki ilişki,  ötekilik (alterity) ve yabancılaşma (alienation) dır; kendini gerçekleştirme ve kaybediş'dir. Hegel bu çifte hareketi kavramıştı; ama terimleri ters çevirerek, eksik ve kusurlu bir içimde kavramıştı.  Marxist düşünce, bu tersine çevirmeyi düzelti işte. Gerçekleşende; yani bir ürünün, bir malın, bir eserin yaratılışında etkinliğin, nesne içinde batıp kayboluşunu, yabancılaşmayı görüyordu Hegel. Yabancılaşmada ise, yani yaratılmış olanın soyut karakterinde (özelliğinde) ise, insani bilincin yani sadece kendinin bilincinden ibaret hale getirilmiş olan insanın gerçekleşmesini (tamamlanış/tamamlanma süreci) görüyordu.

Yabancılaşmanın ortadan kaldırmaya gelince; Hegel, bunu tek yanlı ve spekülatif bir biçimde anlıyordu; bu ortadan kaldırmayı, sadece felsefi bilincin etkinliğine bağlıyordu.  Oysa Marx, insanların ancak gerçek mücadelelerle yani praxis yoluyla yabancılaşmadan kurtulabildiklerini; ve değişik biçimler alan bu çeşitli mücadeleler içinde, teorinin , gerekli ama yetersiz bir araç (bir öğe, bir evre, bir araç) olduğunu düşünüyordu.

Marx'
ın can dostu ve dava arkadaşı Friedrich Engels(1820-1895), Marx'ın onayından geçmiş Anti-Duhring adlı eserinde söyle yazar:

"Dünyanın birliği varlığına dayanmaz.  Dünyanın gerçek birliği, maddeselliğine dayanır. Ve bu maddesellik bir kaç hokkabazın çığırtkanlığı ile değil ama felsefe ve doğa biliminin uzun ve meşakkatli gelişimi ile kanıtlanmıştır. (...) Hareket, maddenin varoluş biçimidir. Hiç bir zaman hiç bir yerde hareketsiz madde (öznesiz nesne) ne olmuştur; ne de olabilir. Hareketsiz madde, maddesiz hareket (nesnesiz özne) kadar akıl almaz bir şeydir.  Öyleyse, maddenin kendisi gibi hareketin yaratılması ve yok edilmesi de olanaksızdır.

(..) Ama eğer, düşünce ile bilincin ne oldukları ve nereden geldikleri sorulursa, bunların, insan beynin ürünleri oldukları; ve insanın da, kendi çevresi içinde ve kendi çevresiyle birlikte gelişen, doğanın bir ürününden başka bir şey olmadığı görülür. Bundan da, doğal olarak, son tahlilde, doğa ürünleri olan insan beyni ürünlerinin, doğanın bütünü ile çelişki durumunda değil; uygunluk durumunda bulundukları sonucu çıkar.

(..) Dünya sisteminin düşüncede her yansıması, nesnel olarak tarihsel durum; ve öznel olarak düşünce sahibinin fizik ve ruhsal niteliği nedeniyle sınırlıdır ve sınırlı kalır. İnsanları harekete, davranışa geçiren ne varsa (duyumlar, duygular, düşünceler, iç güdüler, istemler.. gibi eyleminin bütün devindirici güçleri) hepsi zorunlu olarak onların beyninden geçer, ama  bunların  beyinde alacağı biçim son derece koşullara bağlıdır.

(..) Hegel idealisti, yani kafasındaki fikirleri gerçek şey ve süreçlerin az çok soyut yansıları olarak görecek yerde, tersine, nesneler ile nesnelerin gelişmelerini dünya var olmadan önce bilinmeyen bir yerde var olan  İdee (mutlak tin)'nin gerçeklik kazandırılmış imgeleri olarak görüyordu. Bundan ötürü her şey baş aşağıya konulmuş ve dünyanın gerçek bağlantısı tamamen tersine çevrilmişti.". 

Peki; İdealizm ile Maddecilik (materyalizm)  felsefede ne anlama gelmekteydi acaba?

İki görüş arasındaki ayrılık felsefenin şu temel sorusunda kendini belli eder: Gerçeğin aslı nedir, gerçek neden yapılmıştır? Bu soruya, gerçeğin manevi bir cevher, fikirden ya da düşünceden, akıldan ya da ruhtan yapıldığı yolunda karşılık verilebilir: İşte İdealizm budur. Öte yandan ayni soruya, gerçeğin maddeden, dış dünyadan , duyumlarla algılanan şeylerden, doğadan meydana geldiği yolunda da karşılık verilebilir: Bu da maddeciliktir. Maddeciliğe göre ilk ve temel gerçek maddedir ve ruh maddenin yüksek bir ürünüdür. Maddecilik doğayı birinci, ruhu ikinci unsur sayar; varlığa birinci, düşünceyi ikinci planda yer verir. İdealizm ise bunun tam tersini yapar.

Madde, her şeyden önce hareket (değişim) demektir: Hareket maddenin oluş ve varoluş biçimidir. Hiç bir zaman hiç bir yerde hareketsiz madde var olmamıştır ve olmayacaktır da. Bu hareket, bu evrim yalın ve doğru bir çizgiye göre oluşmaz. İlerleyiş ve gerileyişlerle, sıçrama ve yıkmalarla oluşur, ama sonunda yine de bir gelişme meydana getirir. Çünkü; esas itibariyle, nesnelerin kendileriyle olan özdeşlikleri izafi gelişimleri ise mutlaktır; ve doğa diyalektik olarak oluşur.

George Berkeley ( 1685-1753)'in temsil ettiği ve "maddenin varlığını tanımayan İdealizm" adı verilen İdealizmin aşırı kolu ise maddenin varlığını büsbütün yok sayar. Berkeley'i saymazsak,  İdealizm, genel olarak, maddenin ruhtan, daha açıkça söylenirse, Tanrıdan sonra meydana geldiği; ve ondan aşağı olduğunu öne sürmek demektir. Madde ruh tarafından, dünya Tanrı tarafından yaratılmıştır. ve ona bağlıdır. Maddecilik ise, maddenin düşünceden, dünyanın ruhtan, --insanların ve hayvanların ruhundan-- önce geldiğini, bundan ötürü, düşüncenin maddeden doğduğunu ve bağlı bulunduğunu kabul eder. İdealizm eskiyi tutucudur, maddecilik ise devrimcidir; idealizm dindar, maddecilik ise maddeden başka bir güç tanımaz; idealizm düşüncenin maddeden ayrı bir özü olduğunu öne sürer. İdealizme göre ruh ölümsüzdür ve bedene bağlı değildir; zihin çalışması beden çalışmasında üstündür; "kafayla çalışanlar" ın "elle çalışanlara" hükmetmesi gerekir.

Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı eserinde Engels, Hegel'in "Gerçek olan her şey akli (rasyonel) dir; ve akli (rasyonel) olan her şey gerçektir"  tezi kadar hiç bir şey dar kafalı hükümetlerin minnettarlığını ve dar kafalılıkta daha aşağı kalmayan liberallerin gazabını üzerine çekmemiştir." der; ve devam eder: "Bu tez, açıkça, mevcut olan şeyi kutsallaştırması, istibdadın, polis devletinin, keyfi adaletin, sansürün, vs. takdisi değil miydi? Nitekim; Friedrich Wilhelm lll ve onunla birlikte tebaası bunu böyle yorumladılar.

Oysa; Hegel'e göre mevcut olan her şey mutlaka gerçek değildir. Hegel'de gerçek sıfatı ancak ayni zamanda zaruri (zorunlu) olan şey için kullanılır:  "gerçek, gelişmesi sırasında kendisini zaruret halinde  gösterir" ; yani onun nazarında gelişigüzel her hükümet tedbiri hiç de zaruretle gerçek değildir. Fakat; zaruri olan şey, son tahlilde, kendisini akli(rasyonel) olarak gösterdiğinden, Hegel'in tezi Prusya devletine uygulandığında ancak şu manaya gelir: Bu devlet zaruri olduğu nispette rasyoneldir, akla uygundur.

Hegel'e göre gerçeklik hiç de belli bir sosyal ve politik düzene her hal ve şartta, her zaman verilebilecek bir sıfat değildir. Tam tersine, Roma Cumhuriyeti gerçekti ama onun yerini alan Roma  imparatorluğu da gerçekti. 1789 'da Fransız krallığı o kadar gerçek dışı, her türlü zaruretten o kadar yoksun, o denli akıldışı bir hal almıştı ki, Hegel'in daima en büyük coşkunlukla bahsettiği  Büyük Devrim tarafından yıkılması kaçınılmaz olmuştu. Demek oluyor ki, burada krallık gerçek dışı, Devrim ise gerçek idi. Böylece, gelişme seyri içinde evvelce gerçek olan her şey gerçek dışı hale gelir, zorunluğunu, var olma hakkını, rasyonelliğini (akla uygunluğunu) kaybeder. İnsanlık tarihi sahasında gerçek olan her şey zamanla akıldışı  hale gelir, yani onun kaderinde akıldışılık vardır.

Hegelci diyalektiğe göre, mevcut olan her şey ölüme müstahaktır. Tıpkı bilgi gibi tarih de insanlığın bir mükemmel ideal durumunda mükemmel bir sona varamaz. Mükemmel bir toplum, mükemmel bir "devlet" ancak muhayyilede mevcut olabilecek şeylerdir. Bilakis; birbiri ardınca gelen bütün tarihi sistemler, aşağıdan yukarı doğru yükselen insan topluluğunun sonsuz gelişmesinde geçici merhalelerden başka bir şey değildir. Her merhale zorunludur  ve bu itibarla içinde doğduğu devre ve koşullara göre doğru ve haklıdır; fakat kendi bağrında yavaş yavaş gelişen yeni koşullar karşısında geçerliğini kaybeder, doğru ve haklı olmaktan çıkar;  yerini çöküş ve ölüş devresine girme sırası  kendisine gelecek olan daha yüksek bir merhaleye bırakması gerekir. Burjuvazi, büyük sanayi, rekabet ve dünya piyasası vasıtasıyla istikrarlı olan, saygı gören eski kurumların hepsini nasıl fiilen ortadan kaldırıyorsa, bu diyalektik felsefe de bu kurumlara uygun düşen nihai, mutlak hakikat ve buna denk düşen mutlak insanlık koşullarını, kavramlarını öylece ortadan kaldırır.

Diyalektik Felsefe için, nihai, mutlak, kutsal hiçbir şey yoktur. O her şeyin geçiciliğini ve her şeydeki geçiciliği gösterir; onun indinde oluş ve geçişin, aşağıdan yukarıya doğru sonsuzca yükselişin kesintisiz sürecinden başka hiç bir şey yoktur ve zaten kendisi de bu sürecin  düşünen beyindeki yansımasından başka bir şey değildir. Diyalektiğin de şüphesiz, muhafazakar bir yanı vardır: bilginin ve toplumun belli gelişme merhalelerini, kendi devirleri ve koşulları için doğru ve haklı bulur; ama sadece kendi devirleri ve koşulları için. Bu görüş tarzının muhafazakarlığı  izafi, devrimci karakteri ise mutlaktır; zaten kabul ettiği tek mutlak da budur.

Hegel'in diyalektik adını verdiği düşünme yöntemi, geleneksel mantığın yetersizliğini ortaya koymaktadır. Nitekim, özdeşlik ilkesi artık gerçeğin işareti sayılmamaktadır. çünkü o, düşünceyi --sürekli hareket halinde bulunan ve çözülmek üzere çelişmeler yaratan düşünceyi-- dondurur. Ayrıca; nedensellik ilkesi de artık değerini kaybetmiştir. Çünkü o, karşılıklı etkiyi göz önünde tutmaksızın, yalnızca nedenin sonuç üzerinde etkisini ele alır.  Oysa neden ile sonuç arasında karşılıklı etkiler ve ilgiler vardır.  Sonuç da kendisini doğuran nedeni etkiler.  Tıpkı koşullandıran şeyin kendisini, meydana getiren koşulları etkilemesi gibi. Öyleyse, Hegel ile Marx'ın "metafizik (tabiat ötesi)" adını taktıkları Aristo Mantığı'nın kanunları düşünmenin tek ve genel yöntemi sayılamaz: Bu kanunlar, gelişmenin ve aklın hareketinin yalnızca bir anını soyutlayarak incelemek yönünden, o da çok görece bir değer taşırlar.

Hegel'e göre, Aristo Mantığı ancak diyalektik ile aşılabilir. Çelişme, yanılmanın bir belirtisi değil, düşüncenin ilerlemesinin zorunlu bir koşuludur. Akıl, bir düşüncenin mutlak doğruluğunu ve onun karşıtı olan düşüncenin ise mutlak yanlışlığını benimsemekle sınırlandırılamaz. Akıl şunu benimser: Çelişik düşünceler birbirinden ayrılmaz, birbirini çağırır ve koşullandırır; her biri gerçeğin tam olmasa bile zorunlu bir yanını temsil eder; karşıt düşünceler birbirini tamamlar, ya yeni bir düşünce içinde ortadan kalkarlar ya da yüksek bir birlik içinde eriyip  uzlaşırlar. Diyalektik, Aklın hareketi --ama  Aristo'nun soyut aklının değil; canlı ve somut aklın-- doğuran dinamik bir mantıktır.

Diyalektiği anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: Önce en yalın bir fikri, varlık fikrini kavramaya çalışalım: Görüyoruz ki, bu fikri tek başına kavrayamıyoruz. Ancak şunu söyleyebiliyoruz: Varlık yokluğun --var olmamanın-- tersidir. Böylece "varlık" fikri zorunlu olarak  "yokluk" fikrini çağırmış oluyor. Demek ki, biz, var olan bir şeyin durumunu ancak o şeyin var olmadığı zamanki durumundan ayırarak anlayabiliyoruz. Öte yandan, bu var olmayanın durumunu da tek başına kavrayamayız, çünkü o da artık karşıt(zıt) duruma göre kavranabilen  yalın bir inkar haline gelmiştir.

Görüldüğü gibi, her biri öbürü olmaksızın, yani tak başına anlaşılmayan, her ikisi de zorunlu olan ve birbiriyle çelişme durumunda bulunan bir çift fikir arasındayız. Karşıtlar birbirini itecek yerde birbirlerini çağırıyorlar. Öyleyken zihin, adı geçen karşıt(zıt) fikirler arasında bocalayıp duramaz. Bu fikirleri aşması, her ikisini de içerisine alan, fakat onlardan daha gerçek görünen yeni bir fikir içinde onları birleştirmesi gerekir: Bu "oluş" fikridir; yani var--olmayana, ya da var--olmayan'dan  var--olan'a geçiş fikri. Bu fikir olmazsa, var olmayan bir şeyin ortaya çıktığı ya da var olan bir şeyin ortadan silindiği sırada görülen  "var olmak" olayını kavrayamayız. Ancak durumun değişmesidir ki, onun, ayni zamanda kucakladığı iki durumu da kavramamızı  sağlar.

Hegel bizzat yukarda açıklanan ve kendisinin sistemleştirmiş olduğu diyalektik Yönteme sadakatsizlik etmiştir. Hegel, bir sistem kurmak mecburiyetinde bulunuyordu; ve bir felsefe sisteminin de, geleneğin gereklerine göre, sonuçta bir çeşit mutlak hakikate ulaşması gerekir. Bunun için, Hegel bilhassa Mantık'ında, bu öncesiz ve sonrasız daimi hakikatin mantık, yani tarih sürecinden, bu sürecin kendisinden başka bir şey olmadığını ne kadar kuvvetle iddia ederse etsin, sırf sistemini herhangi bir gayeye ulaştırmak zorunda olduğu için, yine de bu süreci bir sona vardırmak mecburiyetinde kalır.

Hegel'in sistemi, aklın ve dolayısıyla dünyanın geçirdiği ilerlemenin sonucu olan bir mutlak felsefedir. Hegel her şeyi anlar, her şeyi açıklar: Onun yüce bilgisi, Hristiyan dininin Tanrıda bulduğu "mutlak bilgi" ye benzer bir bilgisi vardır. Hegel felsefesinde Yüksek Ruh (Geist) başlangıçta değil; sonra ortaya çıkar; çünkü o, Fikir (Geist) 'in evriminin, gelişiminin sonucudur, yani 'bizzat' Hegel'in kendisidir de ondan.

Hegel, Mantık'ında bu sonu, tekrar bir başlangıç yapabilmektedir; su manada ki, burada bu son noktası yani mutlak fikir (absolute Geist)  -Hegel'in, mutlak surette hakkında bize söyleyecek hiç bir şeyi olmadığı için mutlak olan Fikir- "terk-i nefs" eder, yani tabiat halini alır ve daha sonra espride, yani düşüncede, tarihte kendisine döner. Fakat, bütün felsefenin sonunda, hareket noktasına böyle bir dönüş ancak bir tek yolla mümkündür. O da, insanlığın bu mutlak fikir hakkında bilgi sahibi olmasını tarihin sonu saymak ve mutlak fikir hakkındaki bu bilgiye de Hegel'in felsefesinde erişildiğini ilan etmek yoludur. Fakat, bu suretle, Hegel sisteminin bütün dogmatik muhtevası mutlak hakikat ilan edilmiş olur ki, bu da onun her türlü dogmatizme son vermesi son veren diyalektik yöntemine aykırı düşer.  Böylece; Hegel sisteminin devrimci yanı, muhafazakar (tutucu) yanının taşkınlığı altında boğulur. Şu halde felsefe için doğru olan tarih için de doğrudur. Hegel'in şahsında "mutlak fikri" kotarmayı başarmış olan insanlık pratikte de bu "mutlak fikri" gerçekleştirmeyi başarabilmesi lazımdır.

İnsanı ürküten bu yapıyı Engels şöyle özetler: Hegel'de Diyalektik, kendi kendine gelişen Fikir (Geist)'dir. Mutlak Fikir (Absolute Geist), başlangıçtan beri --nerede olduğu bilinmeksizin-- var olmakla kalmaz, ayni zamanda, bütün varlık dünyasının da yaşayan ruhunu meydana getirir. Mutlak Fikir (Absolute Geist), kendine ulaşmak için 'bizzat' kendinde bulunan ve Mantık Bilimi (Logic)'nde uzun uzadıya gözden geçirilen bütün hazırlık evreleri arasında gelişir. Sonra, kendinden sıyrılarak doğa haline dönüşür; orada, bilinçsizliğine, tabii zorunluluğa bürünerek  yeni bir gelişme geçirir ve en sonunda, insanoğlunda kendi bilincine kavuşur. Bu kendi bilincine kavuşma, ilkel unsurdan hareket ederek Hegel Felsefesinde  Mutlak Fikir (Absolute Geist) kendini bütünüyle buluncaya kadar, tarih içinde oluşur.

Görülüyor ki, Hegel Felsefesine göre, gerek tabiatta, gerekse tarihte diyalektik bir gelişme vardır. Diyalektik gelişme demek, aradaki bütün zikzaklı hareketlere ve geçici gerilemelere karşılık, aşağıdan yukarı doğru zorla yükselen ilerlemenin nedenli zincirlenişi demektir. Başlangıçtan beri süregelen, nerede olduğu bilinmeyen ve her halde düşünen her insanın beyninde bağımsız olarak yaşayan Fikir (Geist) 'in kendi kendine yaptığı kişisel hareketin yansısı demektir.

İyi bir idealist olan Hegel, kendi düşüncesinin bütünüyle gerçek olduğunu söylüyordu. Düşüncesi yarattığı eseri beğenerek durduğu zaman, bütün dünyanın da durması gerekecekti. Ama dünya Hegel'in bu büyük gururuna baş eğmedi. Böylece Hegel'cilik, Marx'ın deyişi ile, ilk kurban kendisi olan bir "aldanış" içine düştü. Hegel bütün gerçekliği yalnızca kendi zihninde yeniden kurabileceğini sanmıştı. Oysa; felsefe yalnızca bir kişinin çabası ile kurulamaz; çünkü, ne kadar büyük olursa olsun, bir tek insan zihninin bütün dünya tarihiyle ilgili bilgileri içine alması imkansızdır.

Hegel'e göre Tabiat, Fikir (Geist)'in yalın bir kendini ortaya koyması, gerçekleşmesi  olduğundan ötürü, zaman içinde hiç bir gelişme göstermez; çeşitliliğini ancak mekan içinde yayabilir. Bu demektir ki o, bağrında taşıdığı bütün gelişme derecelerini ayni zamana ve yan yana yerleştirir, yani durmadan ayni süreçleri tekrarlamak zorunda kalır. Böylece Hegel, her gelişmenin temel koşulu zaman olduğu halde, mekan içinde fakat zaman dışında gelişme denen bir saçmalığı tabiata mal eder. Üstelik, bunu da jeolojinin, embriyolojinin, bitki ve hayvan fizyolojisinin, organik kimyanın ilerlediği ve bu yeni bilimlerin temeli üzerinde daha sonraki evrim kuramıyla ilgili dahice önsezilerin ortaya çıktığı bir çağda yapar. Çünkü Hegel'in  Sistemi böyle yapılmasını gerektirir; ve Yöntem de, sistem uğruna, kendisin ihanet etmek zorunda kalır.

Bütün filozoflarda bilhassa ölümlü olan şey "sistem"dir; çünkü o, insan zihninin ölümsüzlük ihtiyacından, bütün tezatları yenmek ihtiyacından  doğmuştur. Fakat, bütün bu tezatlar (çelişkili zıtlık, zıtların çelişkili birliği) toptan bir kez ortadan kaldırıldı mı, sözde mutlak hakikate varmışız,  cihan tarihi sona ermiş demektir. Oysa; artık yapacak şeyi kalmayan bu tarihin yine de devam etmesi lazımdır. --İşte, çözülmesi imkansız yeni bir tezat! Bu suretle felsefeye yükletilen görevin, ancak bütün insanlığın sürekli gelişmesi içinde yapabileceği bir işi özel olarak bir filozofun tek başına gerçekleştirmesi mecburiyetinden başka bir şey olmadığını anladığımız an-- ki sonuç itibariyle hiç kimse bu anlayışa erişmekte bizzat Hegel kadar bize yardım etmemiştir--, evet bunu anladığımız an, kelimeye şimdiye kadar verilen manada felsefenin tamamen işi bitmiş demektir. Bundan böyle, artık bu yoldan ve tek başına her hangi bir kimse tarafından elde edilmesine imkan olmayan her türlü "mutlak hakikat" ten vazgeçilir ve bunun yerine müspet bilimler yoluyla, bunlara ait sonuçların diyalektik düşünceden faydalanılarak yapılacak sentezi yoluyla erişilebilen izafi hakikatler peşinde koşulur.

Her halükarda, felsefe Hegel'le sona erer. Bunun sebebi, bir yandan, onun kendi sisteminde bütün felsefenin gelişmesini en muhteşem bir biçimde özetlemiş olması; öbür yandan, bilinçsiz bir biçimde de olsa, bu sistemler labirentinden dışarıya, dünyanın hakiki müspet bilgisine götüren yolu bize göstermesidir.  Artık; her saha için söz konusu olan şey kafada bir takım ilişkiler hayal etmek değil; fakat bu ilişkileri olgularda(vakıa içinde) keşfetmektir. Tabiattan ve tarihten kovulan felsefeye bundan böyle artık sadece --ve kalabildiği nispette-- saf düşünce alanı, başka bir deyişle bizzat düşünce süreci yasalarının teorisi, yani mantık ve diyalektik kalmaktadır."

Hegel için Diyalektik, "hakiki bilimsel bilginin ruhu" ve "şeylerin ve bir bütün olarak sonlunun yasası" demektir. Nesnel Gerçeklik ( maddesel hareket-değişim-dönüşüm ve gelişim)'in kendiliğinden düzenlenişinin ve işleyişinin yöntemidir Diyalektik.

Hegel, Mantık (Logic) adlı kitabında şöyle yazar:

" Diyalektiğin doğasını doğru dürüst öğrenmek  ve anlamak en üst düzeyde önem taşır. Nerede hareket, nerede hayat varsa ve nerede herhangi bir şey etkili kılınmışsa, orada Diyalektik işlemektedir. Diyalektik hakiki bilimsel bilginin ruhudur. (…) Örneğin insan ölümlüdür deriz ve onun ölümünün temelini sadece dışsal çevrede, koşullarda olduğunu düşünür, görürüz; bu bakış açısı tutarlı olsaydı insanın iki özel niteliği olabilecekti: canlılık ve de ölümlülük. Oysa konuya gerçekçi bir bakışta hayat, hayat olarak ölümün tohumunu ve kendisiyle kökten karşıtlık halindeki sonluda  kendisine ait baskıyı, içsel olarak zaten kendisinde taşır."  yani; hayat ile ölüm iç içedir; ne hayat ölümün dışında ne de ölüm hayatın dışında.. Ölüm yaşamda içkin; yaşam da  ölümde içkin..

Engels, Doğanın Diyalektiği'nde yaşama ve ölüme dair şöyle yazar:

"Yaşam ve Ölüm.. Ölümü yaşamın temel bir ögesi olarak kabul etmeyen ve şunu anlamayan bir Fizyoloji şimdiden bilim olarak geçerli değil. Yaşamın yadsınması temel olarak bizzat yaşamın içinde vardır, öyle ki, yaşam daima onun zorunlu sonucuyla, yani daima içinde tohum halinde bulunan ölümle bağıntılı olarak düşünülür.  Yaşamın diyalektik kavranışı bundan başka bir şey değildir. Ama bunu bir kez anlayan kişi için, ruhun ölümsüzlüğü ile ilgili sözler bütün değerini yitirir. Ölüm ya onu meydana getiren kimyasal unsurlardan başka geriye bir şey bırakmayan organik cismin çözüşmesidir ; ya da yalnızca insandan değil, bütün canlı organizmalardan süren bir yaşam ilkesini, az çok ruh demek olan bir şeyi geride bırakır. Demek ki, burada diyalektiğin yardımı ile yaşam ve ölümün mahiyeti konusunda basit bir aydınlanma, çok eski bir boş inanı ortadan kaldırmaya yetiyor. Yaşamak ölmek demektir."

Hegel'e göre, (Hegel Sistemi hariç), tüm varoluş, Evren,  Diyalektik bir yasaya tabidir; ve Hegel, Diyalektiği bir Yöntem olarak kabul ederek uygulamaya sokmuş, kullanmıştır.

"Diyalektik'in, bilinçliliğin ve genel deneyimin tüm diğer derecelerinde (katlarında) hissedilmekte olan bir yasaya anlam verdiğini söylemek daha doğru olur. Bizleri çevreleyen her şey, Diyalektiğin bir anı olarak görülebilir. Her şeyin sonsuz, ölümsüz, daimi olmaktan çok değişken, geçişken ve sonlu olduğunun farkındayız. Bizim sonlunun diyalektiği derken de kast etiğimiz de işte tam anlamıyla budur, ki bununla sonlu, neyse o olmaktan tamamen ayrılarak, halihazırdaki  ansal veya doğal varlığının gücü dışında birdenbire kendi zıddına dönüşmeye zorlanmaktadır. (..) Her şey, yani sonlu(lar) dünya(sı) olarak ölmeye, yok olmaya mahkumdur, deriz; böyle söylerken evrensel ve önüne geçilmez bir güç  olarak Diyalektiği (Diyalektiğin tecellisini) dile getirmiş oluruz, ki bu gücün karşısında, kendisini ne kadar güvenli ve kalıcı sayıyor olursa olsun, hiç bir şey dayanamamakta, kalamamaktadır" 

Hegel diyalektiğinin mistisizm yönünü eleştiren ve özü itibariyle Diyalektiğin rasyonel olduğunu belirten Marx, Kapital'deki meşhur sonsözünde şöyle yazar:

"(..) Diyalektik ile var olanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda, onun olumsuzluğunu, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız; çünkü diyalektik her oluşmuş şekli, akan bir hareket içinde ; ve dolayısıyla bunun yok olup gidici yanını da gözden kaçırmadan kavratır; çünkü, Diyalektik, hiç bir şeyin zorla kabul ettirilmesine izin vermez özünde eleştirici ve devrimcidir."

Marx, diyalektik ve tarihsel bakış açısı sayesinde, düşüncesinin gerçekliğe uygunluğunu pratikte göstermiş; çağa egemen olan soyut düşüncenin büyüsünü bozmuş; mistik düşüncenin kabuğunu parçalayarak içindeki rasyonel özü ortaya çıkarmış; ve varlığının özleyişlerine tam karşılık veren ve insan kardeşlerinde   hayranlık uyandıracak olan   bir ideal yol bulmuştu kendine.

Her bilimin amacı nesne, olgu, olay ve süreçlerin görünüşündeki hareketten gerçek iç hareketine geçmektir. Marx'ın amacı ekonomi-politiği gerçek bilim seviyesine yükseltmek; yani, "görünüş" ile yetinen kaba ekonominin aksine burjuva toplumundaki üretim ilişkilerin gerçek ve derinindeki Bütününü kavramaktı. Kaba ekonomistler, olayları, ampiristler gibi doğrudan doğruya deneyde göründükleri biçimde kaydetmekle yetinip bunlar arasındaki ilişkileri kuruyordu. Kopernik'ten önceki astronomlar da böyle yaparlardı:  yıldızların, dünyanın etrafında dönüyor gibi görünen güneşin ve öteki gezegenlerin görünüşteki hareketlerini not ederek Batlamyus (Ptolemayos) Küresi üzerinde bunlar için ayrı ayrı yörüngeler çizerlerdi. Oysa Marx betimlemek değil anlamak istiyordu.

Marx'a göre Ekonomi-politik, özel mülkiyet olgusundan yola çıkar. Onu bize açıklamaz. Sonradan kendisi için yasa değeri taşıyan genel ve soyut formüller biçiminde, özel mülkiyetin gerçeklikte izlediği maddi süreci dile getirir. Bu yasaları anlamaz, yani özel mülkiyetin özünden nasıl çıktıklarını göstermez. Ekonomi-politik, emek ile sermayenin, sermaye ile toprağın ayrılma nedeni üzerine bize hiç bir açıklama vermez. Ekonomi-politik, bir şeyi açıklamak istediği zaman, kendini, kendi uydurduğu bir kökensel durum içine koyan iktisatçı gibi davranır. Ekonomi-politik, emeği, insanla ilişkisi içinde değil, ama sadece yabancılaşmış biçimi altında göz önünde tutar: değer üreticisi olduğu; ve insanın özsel güçleri olmaktan çıkıp sırf kazanç gözeten bir faaliyet durumuna dönüştüğü ölçüde.

Emeğin sırf kazanç gözeten bir faaliyet olarak görülmesini ve yabancılaşmış emeğin aşılmasını  Marx, Kapital'de şöyle açıklar:

"Ekonomi-politik'te (Siyasi Ekonomi'de) Robinson Crusoe çok sevilen bir örnek olduğu için, ilk önce, onu, adasında bir görelim:  Ne kadar alçak gönüllü ve az şeylerle yetinir olursa olsun Robinson'un, yine de gidermek zorunda olduğu çeşitli ihtiyaçları vardır, ve bunun için de, aletler yapmak, mobilyalar imal etmek, hayvan ehlileştirmek, balık tutmak, avlanmak vb., gibi çeşitli türden faydalı işler görmek zorundadır. Kendisine tatmin ve zevk verdiği  ve bir çeşit dinlenme saydığı için, ibadet, dua ve benzeri şeylerin sözünü etmek bile gerekmez... İşlerinin çeşitli olmasına karşın, şekli ne olursa olsun, emeğinin, bir ve ayni Robinson faaliyeti olduğunu ve dolayısıyla bu çalışmaların insan emeğinin farklı biçimlerinden başka bir şey olmadığını bilir.

Zorunluk, onu, zamanını, değişik türden işlerine kusursuz olarak bölmeye zorlar. Genel faaliyeti içinde, eğer bir iş ötekisinden daha fazla yer tutuyorsa, bu, amaç edinilen yarara ulaşmak için yenilmesi gerekli güçlüğün az ya da çok olmasına dayanır.  Dostumuz Robinson bunu çok geçmeden deneyimleriyle öğrenir ve batan gemiden bir saat, kayıt defteri, mürekkep ve kalem kurtararak halis bir İngiliz olarak derhal muhasebe tutmaya koyulur. (..) Robinson ile kendi yarattığı bu serveti oluşturan eşyalar arasındaki bütün ilişkiler basit ve saydamdır...

Şimdi, Robinson'un pırıl pırıl aydınlık adasından kalkıp, karanlıklara gömülmüş  Ortaçağ Avrupa'sına geçelim. Burada bağımsız insan yerine herkesin bağımlı olduğunu görürüz. Toplum, kişisel (şahsi) bağımlılık üzerinde temellendiği (bu temel, sosyolojik gerçeklik olarak  üretici güçlerin belli bir gelişme derecesine ve seviyesine denk düşen praxis'i dile getirmektedir) içindir ki, bütün toplumsal ilişkiler, kişiler arasındaki  ilişkiler olarak ortaya çıkmaktadır. Bundan ötürü, çeşitli işlerin (emeklerin), kendi gerçekliklerinden farklı bir fantastik şekle bürünmeye ihtiyaçları yoktur.  Bu işler, hizmetler, görevler  ve ayni ödemeler olarak ortaya çıkarlar. Burada,  İşin (emeğin) doğal biçimi ve, tikelliği (ayrı ayrı özel biçimleri)  --meta üretimine dayanan toplumda olduğu gibi ; genelliği,  soyut karakteri değil--  ayni zamanda, toplumsal şeklidir... Kendi öz ihtiyaçları için, hayvan, buğday, bez, keten, çeşitli elbiseler üreten bir köylü ailesinin ataerkil ve kırsal endüstrisinde, bu çeşit nesneler, ailenin karşısına, karşılıklı olarak mübadele edilebilen,  metalar olarak değil; emeğin çeşitli ürünleri olarak çıkarlar..

Son olarak ortak üretim araçları ile çalışan ve birlikte hazırlanmış bir plana uygun olarak, çok sayıdaki bireysel güçlerini bir tek ve ayni toplumsal işgücü haline sokabilmiş özgür insanların oluşturduğu bir topluluğu göz önüne getirelim... İnsanların emek bakımından aralarındaki ilişkiler  ve bu emekten doğan yararlı nesneler(ürünler)  ile bu insanlar arasındaki ilişkiler; burada, basit ve saydam olarak kalmaktadır;  dağılımda olduğu gibi üretim de böyle olmaktadır..

(..) Maddi üretim sürecine dayanan toplumun yaşam sürecini saran mistik tül, üretimin, serbestçe bir araya gelen insanlar tarafından  ve saptanmış bir plana uygun olarak bilinçli bir biçimde düzenlenmesi sağlanmadıkça, soyulup atılamaz.  Ne var ki bu da toplum için, belli bir maddi temeli, ya da kendileri de uzun ve zahmetli bir gelişme sürecinin kendiliğinden oluşmuş ürünleri olan bir dizi varoluş koşulunun bulunmasını öngörür."

Böylece, Marx'ın gözünde, bir praxis'ten doğan toplumsal bilinç, ancak iyice belirli durumlarda bu Praksis'in sadık bir yansısıdır.  Yani ancak praksis'in kendisi, bulutsu örtüler altında değilse ve insanlar arası ilişkiler, "donuk" aracılar olmaksızın dolaysız ilişkiler olarak sürüp gidiyorsa, sadık  bir yansımadan söz edilebilir. Toplumsal praksis'ler, belirli toplumsal yapılarda ve üretim tarzlarında tasarımları doğurur. Bu tasarımlar, bir toplumun "saydamlık" tan yoksunluğunu çoğaltır ya da azaltır. Bu toplumu aydınlatır ya da karartır. Tasarımlar kimi zaman yalancı bir aydınlığa boğarlar toplumu; kimi zaman da, içinden çıkmış olduğu gerçeklikten de daha karanlık bir öğreti adına, loşluklara zifiri karanlıklara sokarlar.

Marx, Kapital'de, "Ekonomi politikte, proleter deyince, sermayeyi üreten ve onu verimli kılan üreticiyi anlamak gerek" diye yazar. Ekonomi-politiğin, proleteri*, yani ne sermayesi ne de toprak rantı olan, sadece emek ile ve tek yanlı soyut emek ile yaşayan kişiyi, ancak işçi olarak göz önünde tutar. Öyleyse ekonomi-politik, ilke olarak, onun tıpkı herhangi bir beygir gibi  ancak çalışabilecek kadar kazanması gerektiğini kanıtlar. Onu çalışmadığı zamanda insan olarak düşünmez, bu özeni ceza mahkemelerine, hekimlere, dine, istatistik tablolarına, siyasete ve dilenciler çavuşuna bırakır. Emek, kendini, ekonomi politikte, ancak bir kazanç gözeten faaliyet biçimi altında gösterir.

Ekonomi-Politik'te pozitivistçe bir davranış ile "görünüşlerin" ötesine gitmeyi ret etmenin egemen sosyal sınıf açısından bir anlamı vardır. Genel olarak, taşıdığı sınıf görüşü, burjuvayı, sadece sermayesinin dolaşımının (tedavül) uğradığı değişiklikleri izlemeğe iter. Oysa; sermayenin dolaşım planında  her şey ayırt edilmeksizin maldır. Buna karşılık üretim planında  bir değerler yaratılışıdır tamamıyla. Birinci halde "ekonomi-politik"  yalnızca şeyler ve bunların ilişkileriyle ilgilidir. İkincide ise, insanlar arasındaki ilişkilerde, görünüşlerin, ürünlerin, kurumların ve şeylerin kaynağını keşfeder. Birinci görüşten, ikinci görüşe geçen Marx'ın tıpkı felsefede yaptığı gibi ekonomiyi de ayaklar üstüne oturtarak, yaptığı alt üst etme hareketiyle görünüşlerin gerçekte ne olduklarını açığa vurmuştur. Buna göre, sermaye bir şey değil; belirli bir üretim ilişkisidir. Marx Kapital'de Modern Sömürgecilik Teorisi bahsinde verdiği dipnotta şöyle yazar:

"Bir zenci, bir zencidir. Ancak belirli koşullar altında bir köle durumuna gelir. Bir pamuk eğirme makinesi, pamuk eğirme makinesidir, ancak belirli koşullar altında, sermaye durumuna gelir. Bu koşullardan koparıldı mı, artık sermaye değildir. Tıpkı altının kendi kendine para olmaması ya da şekerin şeker fiyatı olamaması gibi.. Sermaye de bir toplumsal üretim ilişkisidir. Bir burjuva üretim ilişkisi, burjuva toplumunun üretim ilişkisidir." 

Keza Grundrisse'de Marx, Proudhon'u eleştirirken şöyle der: " (..) Toplum bireylerden değil, bu bireylerin birbiriyle olan ilişkilerinin, bağlarının toplamından oluşur. (..) Köle ya da özgür yurttaş olmak toplumsal belirlemedir, A ve B insanları arasındaki bir ilişkidir. A insanı kendi başına köle değildir. Ancak toplum içinde ve toplum sayesinde köledir. Bay Proudhon burada sermeye ve ürün hakkında söylediği ile toplum açısından kapitalist ile işçi arasında bir fark bulunmadığını da ima etmektedir, ki bu fark, tersine, ancak ve sadece toplum açısından mevcuttur."  

Peki; nesne, olgu, olay ve süreçlerin görünüşleri ile özleri arasında nasıl bir bağ ve bağıntı vardır? özle Marx, özün bilgisine nasıl ulaşır, hangi yöntem ile?

Hegel'de Varlık'ın hakikati ÖZ'dür. Felsefi bir Kategori olarak Öz, belli bir içeriğe ve biçime sahip nesne ,olgu, olay ve süreçleri ne iseler  o yapan en derin, en istikrarlı, en kalıcı  belirlenim, özellik  ve ilişkilerdir. Öz, kendini "görünüş" sayesinde ve görünüş'te açığa vurur. Görünüşten ayrı kendi başına, saf ve mutlak,  Öz olamayacağı gibi  Öz'ün belirişinden  ayrı kendi başına saf ve mutlak, Görünüş de yoktur/olamaz. Tıpkı kendi başına, mutlak, tam ve saf haliyle madde ( madde olarak madde)'nin olamayacağı gibi.. Madde, ancak ve sadece, gerçekte varolan somut  maddi şeyler ve hareket biçimleri olarak ve bu haliyle vardır. Maddeyi görmek, tanımak ve bilmek isteyen onu tezahürlerinde ve biçimlerinde tanır ve bilir. Bunun dışında madde yoktur/olamaz; çünkü  madde olarak madde, bu haliyle (as such) ancak; zihinlerde bir soyutlama ürünü, soyut bir kavram olarak var olabilir .

Hegel, Mantık Bilimi ( Logic, Felsefi Bilimler Ansiklopedisi 1) adlı çalışmasında söyle yazar: 

"Tümel olan salt bir biçim haline getirilip tikel (ayrı ayrı tekil varlıklar)  olan ile koordine edilince, Tümelin kendisi de bir tikel haline düşer. Günlük konularda sağduyu bile tikellerin yanına bir tümel koymanın saçmalığına düşmez. Meyve arzu eden bir kimse kiraz, elma ve üzümü.. (sanki) bunlar (meyve değilmişçesine) kiraz, elma ve üzüm olduğu için reddeder mi?"

Kimse her hangi bir tekil varlığın Özünü bir bakışta, bir çırpıda  duyular sayesinde tanıyamaz, kavrayamaz, çünkü Öz, soyut olandır ve duyuların değil; düşünce ve zihinsel işlemin konusudur ve ancak "zihin gözü" ile görülür.. Biz Özü, ancak soyutlama yoluyla, soyut düşünce ile, Özün görünüşlerinde bulur ve  keşfederiz. Özün  zorunlu olarak nasıl ve neye göre tezahür edeceği, belireceği; hangi biçimde görüneceği ise ortam-koşul ve durumlara bağlıdır. Hegel'in Mantık Bilimi (Logic)' nde belirttiği gibi "Özde her şey görelidir", pozitif ve negatifin ancak ilişkileri içinde anlamı vardır, her birinin kendi için anlamı yoktur.

Nesnel Gerçeklik'te, Öz ve/ile Görünüş arasında özdeşlik bağı vardır. Bu bağ kategorik olarak FARK'ın kaynağıdır. Somut koşullar karşısında  Hegel, özdeşliği,  Varlığın çeşitliliğini kendi içkin  (immanent, gizli) sonsuzluk biçimi olarak kendinde toplayışı olarak anlıyordu. Diyalektik maddeciliğe göre ise özdeşlik, nesneldir ve bağrında Farkı ihtiva eder.  Engels Doğanın Diyalektiğinde Hegel'in Mantık Bilimi' nden bazı aktarmalar yaparak şöyle yazar: "Özdeşliğin kendi içinde farkı içerdiği olgusu, yüklemin özneden zorunlu olarak farklı olduğu her önermede ifade edilir : Zambak bir bitkidir, gül kırmızıdır, burada, ya öznede ya da yüklemde, yüklem ya da özne tarafından karşılanmayan bir şey vardır. Kendi kendisiyle özdeşliğin daha baştan kendi tamamlayıcısı olarak başka her şeyden  farklılığı gerektirdiği  apaçıktır."

Hegel, Mantık Bilimi' nde,  "Gül kırmızıdır dediğim zaman, "dir" koşacında özne ve yüklemin birbirleriyle bağdaşmaları olgusu işaret edilmektedir" diye yazar ve devam eder:  "Ama gül somut bir şey olarak yalnızca kırmızı değildir, tersine ayrıca kokuludur, belirli bir biçimi ve daha başka pek çok belirlenimi vardır ki "kırmızı" yükleminde kapsanmamaktadır. Öte yandan bu yüklem, soyut bir evrensel olarak, yalnızca bu özneye özgü değildir. Daha başka çiçekler  ve genel olarak nesneler de vardır ki eşit ölçüde kırmızıdır.  Özne ve yüklem Dolaysız Yargıda birbirlerine bir bakıma salt tek bir noktada değmekte ama birbirlerini kaplamamaktadırlar. Keza; " Bu çiçek kırmızı değildir" yargısında, çiçekte olumsuzlanan sadece bu tikel renktir;  genel olarak renk değildir; çünkü çiçek, mavi, sarı ya da başka bir renk olabilir. Benzer olarak ölüm de, hastalıktan ayırımı içinde, olumsuz -sonsuz Yargıdır. Hastalıkta şu ya da bu tikel yaşam işlevi durmuş ya da olumsuzlanmıştır; buna karşı ölümde, genellikle dendiği gibi, beden ve ruh ayrılmış, yani, özne ve yüklem bütünüyle birbirlerinin dışına düşmüşlerdir. 

Soyut özdeşlik, bütün metafizik kategoriler gibi, küçük ölçüler ya da kısa zaman dönemlerinin söz konusu olduğu günlük uygulama için yeterlidir ve farka olan karşıtlığı ile sadece matematikte yer alır. Soyut özdeşlik (a=a  "a", ayni zamanda, a'ya hem eşit hem eşit değil olamaz), organik doğaya uygulanamaz. Bitki, hayvan, her hücre, yaşamın her anında kendi kendisiyle özdeştir, ama maddeleri özümlemesi ve atması, soluk alması, hücre meydana getirmesi ve hücre ölümü, varolan dolaşım süreci, kısacası, yaşamı meydana getiren ve toplam sonuçları, yaşam aşamalarında gözlerimizin önüne serilen --embriyon dönemi yaşamı, gençlik, cinsel olgunlaşma süreci, yaşlanma, ölüm -- zaman zaman ortay çıkan aralıksız bir molekül değişmeleri yoluyla kendi kendisinden farklı hale gelir.

Fizyoloji ne kadar gelişirse bu ardı arkası kesilmeyen sonsuz küçük değişikler ve dolayısıyla özdeşlik içinde farklılığın hesaba katılması da o kadar önem kazanır; ve organik bir varlığın kendi kendisiyle özdeş, sabit bir şey olarak ele alınması gerektiğini savunan formel özdeşliğin eski soyut görüş açısının modası geçer. Buna karşın ona dayanan düşünce biçimi, kategorileriyle birlikte yaşamaya devam ediyor. Ama inorganik doğada bile böyle bir özdeşlik gerçekte yoktur.  Buna karşılık; Somut özdeşlik, farkı ve değişimi içerir. doğa bilimi bunu göstermiştir. Sürekli değişim, yani kendi kendisiyle soyut özdeşliğin kalkması, inorganik denen doğada  da görülür. Özdeşlik olumsuz bir şeydir ama boş bir Yokluk olarak Yokluk değil; tersine Varlığın ve  belirlenimlerinin olumsuzlanmasıdır. Özdeşlik ayni zamanda kendi ile bağıntı; ve dahası; olumsuz bağıntıdır ya da kendinin kendi kendisinden ayırt edilmesidir.

Öz ile Tezahür/Görünüş ayrılmazlık bağında/özdeşliğinde, Öz, Neden'dir; Tezahür(Görünüş) ise Sonuç.  Yani, zamansal değil ama mantıksal olarak bu böyledir. Öz olmadan Tezahür(Görünüş) zaten olmaz, ama bu Öz, başlangıçta önceden verilmiş hazır, kendi başına, izole, sabit ve kendi hareketinden soyutlanmış mutlak ve ontolojik  bir veri değildir/olamaz; Öz, ancak belli bir gerçeklikte (ortam ve durum-koşullarda) tezahür ederek  kendini gelişim süreci olarak va'z eden  ve kendi  gelişim süreci sayesinde ve kendi gelişim süreci sonucunda kendisini ortaya koyabilen bir canlı-süreçtir. Nerede bir hareket ve değişim varsa, nerede bir şey hareket halinde ve değişime uğramış ise işte orada bir ÖZ (nesnellik) ve Görünüş (gerçeklik) var demektir.

Nesne, olgu, olay ve  süreçlerin, ilişkilerin görünüşleri ile özleri tıpa tıp ayni olmadığına göre görünüşte beliren  Öz'ün bilgisine ulaşmak istiyorsak öncelikle verili somuttan hareket etmemiz gerekmektedir. Her  bilim dalının  gayesi görünüşten, daha derindeki en derindeki öze, asıl ve esas gerçeğe ulaşmaktır. Somut derken  de kast edilen ise,  bir çok belirlenimin sentezi, çeşitliliğin birliği.. Yani birbirleriyle belli bir biçimde bağdaşan çok cepheli, çok katmanlı, çok yönlü, çok görünümlü belirlenim çoğulluğu ve birliği olarak Bütünsel-Nesnel-Gerçek dir. Ama daha başlangıçta bu somut, bir karmaşık bütünsellik, bir bilançodur. Bu yüzden kendisini meydana getiren unsurlarını, çelişik ilişkileriyle, kurucu elamanlarına ayırmak gereklidir.

Marx, Hegel'deki  soyuttan somuta geçen (yükselen) düşünce hareketini benimser. Marx, meydana getirilmiş (constitue) nesneden 'fiile ve meydana getiren özneye' (constituant) yükselen somut bir yöntem kullanır. Olayların mahiyetini belirlemek, doğuşlarını açıklamak; ve bunda başlıca rolü oynayan insan faaliyetini ve "pratiğini" meydana çıkaracak tarzda düşünür.

Marx, belli önvarsayımlardan hareketle bunların süreç içinde yeniden birer önvarsayım olarak vazedilmesini sağlayacaktır. Marx'ın  GRUNDRİSSE (Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma) adlı kitabının Türkçe çevirisine  bir "çalışma metni" (study edition) yazan çevirmen Sevan Nişanyan, Marx'ın düşünme sistematiğini göstermesi bakımından çok önemli bir dip not düşer:

"Marx'ın sık sık kullandığı setzen (vazetmek) sözcüğü, "koymak", ortaya koymak, kuvveden fiile çıkarmak ve dolayısıyla üretmek gibi bir anlama sahiptir. Ayni kökten Satz (vazedilmiş olan şey), tez, olumlama, önerme anlamına gelir. Yine ayni kökten Voraussetzung (önvarsayım) bunun karşıtını, yani önceden konmuş olan şeyi, bizim ortaya çıkarma eylemimizden bağımsız olarak varolanı, veriyi ifade eder. Önvarsayım  pasifliğin, vazetmek aktifliğin ifadesidir.

Marx'ın sunuş çizgisi, belli önvarsayımlardan hareketle, bunların süreç içerisinde yeniden birer önvarsayım olarak vazedilmesini anlatacaktır. Bunun da teknik adı, önvarsayımın gelişmesi  ya da açımlanmasıdır (Entwicklung); yani soyut bir takım ilkelerin insanlar tarafından pratik süreçler içinde gerçekleştirilmesi, somutlaştırılması, potansiyellerini somut  pratik içinde "ortaya dökmesi" ve bu süreçte bizzat somut pratik tarafından vazedilen, üretilen bir önvarsayım olarak kavranması. Dolayısıyla gelişimin yönü, soyut varsayımlardan  bunları üreten somut toplumsal pratiklere doğrudur.

Grundrisse metni, mülkiyetten, mülkiyetin üretimine geçiş geçiş diye ifade edebileceğimiz bir "gelişme" süreci sunmaktadır. (…) Öncelikle ortaya konan, toplumdaki aktif insanların zihnindeki ideal ilişkiler, soyut önkabullerdir. Diyalektik "gelişme" insanların bu önkabullenen mülkiyet rejimi çerçevesinde  üretme, toplumun tanıdığı ideal ilişkileri fiilen realize etme, soyut ilkeleri somutta temellendirme sürecini inceler.  Gerek kapitalist, gerekse prekepitalist toplumun temeli (Basis) ya da "alt yapısı" işte bu düzeyde bulunacaktır; sermaye kavramı da bu düzeyde tanımlanacaktır.

Metinde çeşitli biçimlerde karşımıza çıkacak olan  Fürsichsein ya da belli bir anlamda Selbstandigkeit ( "kendi kendini temellendiren" ya da bağımsız Varlık) kavramını bu bağlamda açabiliriz. Bu fikir, Marx'ta en açık şekilde klasik Alman felsefesinden gelen temalardan biridir. Hegel'e göre, bir şeyi teorik olarak kavramak demek, onu üreten fiili  açmak onu temellendirmek demek. Oysa bu temelin havada kalmaması için, son tahlilde kendi kendini üreten  ya da kendi kendini temellendiren bir temelden kaynaklanması, gücünü ondan alması şarttır. Bir başka değimle bu nihai temel elle tutulabilir sabit bir şey, basit bir ilke, kendi kendine eşit bir veri olamaz.  kendi kendinden hareketle sürekli olarak kendini yeniden üreten bir şey, yani bir süreç olmak zorundadır.

Bu süreçte daima iki "öğe" (Moment) söz konusudur: Temel ve temellendiriş; önvarsayım ve vazediş; tez ve antitez. Süreç hiç bir zaman bu ikisinden birine indirgenemez; biri olduğu kadar öbürü; ve biri olduğu için öbürüdür. Karşıtların birbirini ürettiği bir diyalektik süreç, ya da sentez sürecidir.

Süreç kendi kendini nasıl üretir?  Dolaylı yoldan. Şöyle ki: Süreç kendi mantığına göre işledikçe bir takım sonuçlar üretir. Böylece ortaya eskiden bulunanın dışında, yeni bir öğe, üreten/üretilen, eski/yeni, vb.. ekseninde bir dışsallık, ikilik, antitez ilişkisi çıkmıştır. Şimdi süreç kendi mantığına uygun işleyişini bu antitez ilişkisi içinde sürdürmek ve antitezi kendi metabolizması içerisinde eritmek, özümsemek, sürecin bir parçası haline getirmek zorundadır. Böylece süreç kendisiyle yine kendi eseri olan ötekinin birliği ya da sentezi haline gelir; baştaki dolaysız birliği bu kez dolaylı yoldan yeniden üretmiş olur.; ürettiği antiteziyle kendini dolayımlamış (vermittelt) olur; antitezini üretmiş sonra yeniden kendine geri dönmüş olur. Varılan nokta hem aynısıdır, hem de değildir: aynıdır; çünkü süreç içinde antitezini yutmuş "kendine mal etmiştir" (sich aneignet); aynisi değildir, çünkü yuttuğu parçayla kendisine yepyeni bir öğe eklenmiştir. Doğrusu, varılan nokta, karşıtların birliğidir.  

Bu sürecin yüzlerce uygulama biçimine gerek Hegel'de, gerek Marx'ta rastlayabiliriz. Bir iki örnek vermek gerekirse :

a) Hegel'deki, "evrenin ve tarihin  Ruhu" diye belki çevirebileceğimiz Geist kavramı; Marx'ın deyimiyle "kendini kendinde  toplayıp odaklaştıran, kendi derinliklerine dönen, kendi kendine, kendi devinimine kaynak olan Düşünce"
b) Marx'taki maddi hayatın yeniden üretimi, ya da kısaca somut kavramı. Buradaki "somut" un, insanın toplumsal pratiklerinin karmaşık bütünü olan bir süreç olduğuna dikkat etmek gerekir. Bu süreç, kendi yeniden-üretiminin  koşullarını üretir. Bu koşullarla toplumsal bireyin ilişkiye giriş tarzı olan mülkiyet  ve mülkiyet tarzını ifade eden soyut kategoriler, bu üretim sürecinin organik bir parçasıdır. Süreç, kendi mülkiyet formlarını üretir; öte yandan toplumsal insanların bu kategoriler ve formlar içerisindeki eylemliliği ise, bu kategori ve formları üreten somutun sürekli yeniden-üretimi demektir.

Marx'ın teorik yöntemi bu bakış açısından kaynaklanır. Marx'ın amacı, belli toplumsal olguları teorik olarak kavramaktır; dolayısıyla bunların üreten toplumsal temeli kavraması gerekmektedir. Oysa Marx, analize bu temelin ne olduğunu sormakla başlamayacaktır. Tam tersine, sanki böyle bir sorunu hiç yokmuş gibi, o toplumsal olguları yüzeysel biçimiyle veri kabul edip o olgulardan yola çıkan insanın toplumsal üretimini ve eylemlerini inceleyecektir. Bu eylemliliğin yeniden-ürettiği toplum düzeni, aslında ta ilk baştaki soyut ilkelerin temelinde yatan toplum düzenidir. İlk başta hurafelerle, fetişlerle, burjuva hukukunun verileriyle bile başlayabiliriz -yeter ki bu soyutlamaların diyalektiği , karşı gelinmez bir mantık silsilesiyle bizi onları üreten temele getirsin

c) Sermaye kavramı, hiç şüphesiz" kendi kendini temellendiren" varlık "kavramının Marx'taki en çarpıcı uygulamasıdır. Sermaye, kendi kendini üreten değerdir. Sermaye kavramında iki öğe (moment) söz konusudur. 1) belli bir değer  2) ama herhangi bir değer değil işçi tutup değer ürettiren ve üretilen artık-değeri kendine mal eden değer. Ama çok gariptir ki bu iki koşulu yerine getiren değer şimdi ilk baştaki "beli bir değer" dediğimiz değerden daha fazla bir değerdir.  Dolayısıyla sermaye, "kendi kendinden daha fazla olan değerdir" Bu acayip metafizik formül, gündelik ticari hayatta çok basit sayılan bir olayın ifadesidir: benim x lira değerinde bir sermayem varsa bunu hiç bir zaman x liraya satmam, daha fazlasına satarım, çünkü değeri x liradan daha fazladır!

Sermaye kendi kendini yeniden üretir; değeri sermaye yapan özellik, kendini yeniden üretir olmasıdır. Öte yandan sermayenin varlığı, emek-gücünden başka mülkü olmayan bir emekçinin varlığına bağlıdır. Sermaye, kendini bu emekçiyle, belli bir değer ürettirme, değer sömürme ilişkisi içinde yeniden üretir. Bir yandan sermayenin değeri ve gücü yani kapitalistin ikinci dönemde yeniden emeği sömürebilme imkanı; öte yandan, emeğin çıplak emek gücü olarak varlığı, yani hem ikinci dönemdeki  emek (üretim) imkanı  hem de bu emeğin sermayece sömürülebilirlik niteliği bu ilişkide üretilir. Bu nedenle sermaye, burjuva toplumunda üretimin  önvarsayımlarını ( iki toplum sınıfını,     üretimin nesnel koşullarını, üretimin öznel koşulu olan emekçiyi ve emekçiyle üretimin nesnel koşulları arasındaki özgül yabancılık ilişkisini) üreten temeldir, ve bu nedenle burjuva toplumunun yeniden-üretim sürecine kapitalist üretim adı verilmektedir." 

Sevenyan, "çalışma metni"nde şunları da belirtir: "Ekonomik düşüncenin üretimin görünen varsayımlarına yöneltilebilecek eleştirisi sadece ahlaki bir eleştiridir: İnsani değerlerin kaybolması, paranın toplumu yönetmesi, vb.. Nitekim Marx da gençlik yazılarında eleştirisini bu noktada yoğunlaştıracaktır. Öte yandan bu eleştirinin cevabı da açıktır: İnsani değerler kaybolmuş olabilir, yazık, ama buna karşılık maddi üretimin bundan neler kazanmış olduğunu da görmezlikten gelemeyiz! Ekonomik mantık, üretimin "katı gerçeklerinin" soyut ahlaki gerekçelere daima üstün geldiği mantıktır.

Daha ciddi bir eleştiri, ancak ekonominin görünmeyen varsayımı olan sermayeye dayalı üretim yapısı açığa çıkarıldığı zaman gündeme gelecektir. Görünen varsayımda gizli yatan temel varsayım, iki cümleyle şudur: İnsanın üretici gücü nesnelerin, ölü nesnelerde yatan değerin, yani sermayenin üretici gücü olarak gözükmek zorundadır. İnsan emeği, yani insanı insan yapan faaliyet , insanın ta kendisi, üretim sürecinin pasif bir aracından başka bir şey değildir. Nesnelerin nesnelere çevrilme sürecinde insan emeği kullanılır; dolayısıyla sürece dinamiğini, mantığını, amacını veren, sürecin birliğini ve kimliğini tayin eden güç, insan emeği değildir.  Sürecin birliği insanın bilinçli ve amaçlı faaliyetinden kaynaklanmaz, ondan bağımsız olarak nesnenin kendisinde var olan bir üretim potansiyelinin gerçekleşmesinden doğar. Bundan dolayıdır ki mülk sahibi için üretim, yatırdığı değerin kendini artırmasından başka bir anlam taşımaz. Yine bundan dolayıdır ki emek harcayan kişi için emeğin içeriği kendisini ilgilendirmeyen yabancı bir olaydır ve kendi ilgilendiği sadece bu olaya yaptığı hizmet karşılığında kazanacağı paradır.  

Nesnenin mübadele değeri olarak kayıtsız şartsız toplumsal güç kazanması demek, üretimi ve dolayısıyla insan emeğini belirleyen itkinin kaynağını da insanın ve insanlardan oluşan toplumun özgür kişiliği değil, nesnenin kendisi olduğu söylenmektedir. Bu varsayım ekonomik düşüncede asla bu biçimiyle ortaya konmayacak, sonuçları kabul edildiği halde ilkenin kendisi açıkça bilinmeyecektir. Çünkü; söylenen zaten kendi kendisinin eleştirisini içinde taşıyan bir çelişkidir; Marx'ın deyişiyle bir "tepetaklak oluşun", bir deliliğin, insan ve toplumun kendi kendine yabancılaşmasının teşhisidir. 

İnsan üretim için vardır ya da insan nesnenin aracıdır demek, mantığın tepesi üstü çevrilmesidir: "Ahmet topu attı" diyecek yerde, " Top kendini Ahmet'e attırdı" denmektedir. İnsan eyleminin insandan kopup insana karşı bir güç olarak gözükmesi söz konusudur.  İnsanın yaratıcı iradesinin eseri, insana hükmeden bir nesne halini almıştır. Ve kendisine hükmeden bu gücü insan kendi emeğiyle yaratmaktadır.  Emek kendi yabancılaşmasını, kendi karşıtını üretmektedir;  yaratma eylemi insanı özgürleştirecek yerde her adımda ona hükmeden gücü daha da devleştirmeye, onu daha düşürmeye, daha köleleştirmeye yaramaktadır.  Her ürettiği kendisinin biraz daha eksilmesine, her eylemi biraz daha pasifleşmesine, gücünü her kullanışı biraz daha güçsüzleşmesine yol açmaktadır. İnsanın nesnelerde olduğu varsayılan yaptırım gücü önünde köleleşmesi, kendi yarattığı güçler önünde secde etmesi, ilkel biçimleri fetiş ve tanrı  biçimlerinde görülen bu olay, o biçimleri kat kat aşan bir katılık ve nesnellikle yaşanmaktadır. 

Varsayımın açıkça ortaya konması ve bu nedenle bizzat kendi eleştirisini kendi içinde taşıyan bir teşhistir. Dolayısıyla ekonomik düşüncenin görünen varsayımları arasında sermayeye dayalı üretim yapısı sadece sonuçları kendini gösterecek, üretim sürecinin özgül mantığı gözden kaybolacaktır. Temeldeki çelişki, sadece sonuçlar düzeyinde gözükmek zorunda kalacaktır.  

Görünür varsayım olan özel mülkiyet yasası şunu der: Emek ürünü, eşdeğeri kadar emeği satın alır. Gerçekten de herhangi bir nesnelleşmiş, olmuş bitmiş emeğin, bu niteliğiyle, bu sıfatla piyasada gücü bundan ibarettir. Ancak bu söylenirken sözü edilen emeğin nasıl ve hangi koşullar altında gerçekleştiği sorunu bir kenara bırakılmış, dolayısıyla yasa üretim düzeyinde değil üretilmiş olanlar düzeyinde formüle edilmiştir. Bundan dolayı kapitalist üretimin temeli olan ve özel mülkiyet yasasının görünen cephesiyle temelden çelişen mülkün mülk üretme olayı açıklanması imkansız bir bilmeceye dönmüştür. 

Meta ve paranın toplumda özel mülkiyet çerçevesinde kazandığı kayıtsız şartsız güce Marx'ın meta fetisizmi adını verdiğini  biliyoruz. Nesnelerin gücünün toplumu yönettiği, insanların ancak nesnelere sahip olmakla toplumsal güce kavuştuğu ,insanlar arası ilişkilerin nesneler arası güç ilişkileri olarak gözüktüğü bir yapı söz konusudur. Ekonomik düşüncenin bu olayı bu düzeyde ilke olarak kabul ettiğini ve "ne yazık ki" insanı bakımdan kötü bir durum oldu halde "katı gerçeğin" bu olduğunu ileri sürdüğünü söyledik. Yöneltilebilecek eleştiri sadece ahlakidir vb. İnsanlararası toplumsal ilişkilerin yönlendirilmesinde nesnelerin insanların kabul edip etmeyişinden bağımsız kayıtsız şartsız bir güç sahibi olmaları olayındaki saçmalığı kavramak için, bu gücün bizzat belli toplumsal ilişkiler içindeki insanlar tarafından nasıl üretildiğini görmek gerekecektir. 

Nesnelerin böyle sihirli bir güce kavuşmalarını sihre ve kutsal ilkelere başvurmadan anlayabilmek için, işin temelindeki varsayımı olan özgül üretim ve emek yapısının, insanın kendi kendini yabancılaştırma sürecinin, kendi kendini edilgenliğe çeviren ilginç etkinlik biçimini kavramak gerekecektir. Gereken, Marx'ın deyimiyle "bütün bu bokun temeli" olarak belli bir emek (üretim) çeşidinin, anlayışının, mekanizmasının, yani ücretli emek-sermaye ilişkisi içinde gerçekleşen emeğin yapısını açmaktır. O zaman nesnenin görünürdeki insana yabancı gücünün aslında insanın kendi yabancılaştırılmış gücü olduğu görülecektir.  Ve o zamana eleştiri, zincirlerin kötü olduğunu söyleyen ahlaki bir eleştiri olmaktan çıkacak, sürekli olarak ve bizzat emekçi insanlar tarafından kendi eylemleriyle üretilmekte olan zincirlerin artık üretilmemesine bir çağrı olacaktır.  

"Çelişki, mantıki bir tutarsızlık, yani doğru bir önermeden mantıki çıkarsamalarla varılması imkansız bir yargı demektir. Diyalektik olmayan bir bakış açısı, bir çelişki bulduğu yerde onu yok edecek çelişkisiz, yani "doğru"  temeli bulmaya çalışır. Çelişki bir yanılgıdır; dolayısıyla söz gelimi insan kendi ürettiği fetiş ya da Allah gibi yaratıkların kendisini yönettiğini (yani etkinliğin edilginlik olduğunu) söylüyorsa, o insan ya çok cahildir, ya da cahil ve kötü niyetli bir takım insanların etkisi  ya da gücüyle böyle bir saçmalığa inanmak durumunda kalmıştır. Yine ayni şekilde, özel mülk insan toplumunun iradesine rağmen onu yöneten bir güç olarak gözüküyorsa, bu ancak toplumun sersemliğinin, ya da zenginlerin kurduğu kumpasların (propaganda, zorbalık, örgütlü siyasi güç, vb.) eseri olabilir. Dolayısıyla yapılması gereken, bir yandan özel mülkiyet mantığını kırarak mülkün gücünü yok etmek, en azından azaltmak, öbür yandan da mülk sahiplerine hadlerini şu ya da bu ölçüde bildirmektir. 

Diyalektik bakış açısının toplumsal çelişkiler karşısındaki tavrı açıktır. Marx en şiddetli din düşmanı olduğu dönemde bile fetişlerin ve tanrıların gerçekliğini savunmuştur. İlkel toplumun fetişleri antik ve feodal toplumun tanrıları gerçektir, çünkü toplum içinde insanlar bu güçleri varsayarak, veri kabul ederek toplumsal eylemlere girişmektedir. Teknik deyimiyle önvarsayımı vazetmektedirler. (Das Setzen der Voraussetzung). Bu, şu demektir: İçeriği ne olursa olsun , belli bir varsayıma dayanarak ortaya bunu veri alan fiili eylemler konmakta, bu eylemler sayesinde varsayım fiilen toplumsal bir güç haline gelmektedir. Fetişin gücünü varsaymak, fetişten geldiği varsayılan  belli kurallarca saptanmış anlamları olan işaretlere göre fiilen davranmayı gerektirir; ayni şekilde örneğin  belli kurallar uyarınca yeni fetişler oluşturmak onların işaretlerine de uymak gerekir, vb.. Böylece fetişin gücü fiilen görülmüş, insan eylemi fiilen fetişin eylemi haline gelmiş olur. Fetişin sahibi olan büyücü kabileye egemen oluyorsa, bu, kabilenin eylem gücü fiilen yabancılaştığı, fetişin gücü haline geldiği içindir.

Varsayım olarak alınan çelişkinin toplumda bir gerçek haline gelmesi, demek ki, varsayımın insanların emeğiyle vazedilmesi, ya da yeniden-üretilmesi sayesindedir. Gerçekliğin kaynağı bu süreçtedir, ve bir  yandan insanın belli varsayımlara dayanan yapıları fiilen vazetmesi olan süreç, bir yandan da varsayımların insandan bağımsız gerçekliklerini insanı kullanarak fiilen göstermeleri süreci olarak gözükmek zorundadır. Çelişkinin bir gerçek olarak kavranmasına imkan veren bütünlüklü temel, ya da sentez, o halde ne çelişkinin içinde ("fetiş güçlüdür" önvarsayım öğesi) ne de dışında ( "fetişe güç veren insandır": vazetme öğesi)  fakat ikisinin birliği olan bu yeniden üretilme sürecinde aranmalıdır. Bu süreç, kendi içinde kendini bölen, kendi karşıtını doğuran, kendi aktifliğini pasifliğe -fetişin aracı haline düşmeye-  dönüştüren bir kendini yabancılaştırma sürecidir. Tıpkı sermayeyi doğuran ücretli emek gibi.

İşte bu bakış açısındandır ki Marx tüm tarihi insanın üretiminin tarihi olarak, insan eserlerinin tarihi olarak anlatabilecektir. Bu üretim ve yaratış hiç bir zaman lalettayin bir üretim, basit bir yaratış , "genel anlamda üretim" olamaz, çünkü, üretim daima belli varsayımların yeniden-üretimi olmuş, kendi yaratıcılığını belli biçimler altında inkar etmiş, kendini özgül biçimlerde yabancılaştırmıştır. Bu nedenle, "insan kendi tarihini üretir", fakat "kendi seçtiği koşullar altında değil". Kapitalist toplumda  insanın üretici gücünün ulaştığı olağan üstü boyutlar karşısında şimdi çağrı,  artık koşulları da seçmek, insanın yaratıcılığını inkar eden tüm önvarsayımları insanlığın tarih öncesinin çöplüğüne atmak, insanın üretici gücünü nesnenin gücüne tabi kılan son ve en büyük kölelik zincirini fırlatıp atmaktır.

Ayni nedenlerle, Kapitalist  toplumda  insanın gücünün nesnenin gücü haline gelişini, emeğin kendi eserine köleleşmesini anlatan Ekonomi Politiğin Eleştirisi, ayni zamanda bu emeği yöneten varsayımları anlatan bir Ekonomi Politik Bilimi olacaktır. Varsayımlar eğer ekonomik düşünceyi oluşturuyorsa, varsayımların toplum içinde nasıl yeniden üretildiklerini, vazedildiklerini göstermek  hem ekonomik düşüncenin kökünden inkarını (sermayenin gücü ancak bu güç ona emekçiler tarafından sürekli olarak verildiği için vardır), hem de bir bilim olarak yetkinleştirilmesini (gerçekten sermaye topluma belli süreçler içinde egemen olan güçtür) içerecektir. Düşünsel emek dahil emeğin sermayeye köleliği fiilen ortadan kaldırılmadıkça da, nesnelerin nesnel gücü karşısında insan kitlelerin çaresizliğini anlatan bu sefil fetvanameler  "nesnel bilim" adı altında geçer akçe sayılmaya devam edecektir." 

Belirtmemin yeridir, "Sermayenin gücü ancak bu güç ona emekçiler tarafından sürekli olarak verildiği için ve verildiği sürece vardır" ifadesindeki diyalektiği, zıtların çelişkili birliğini ve mücadelesini, kadim Anadolu'nun evrensel bilge ozanı Yunus Emre de kendince şöyle dile getirir:  

"Kul padişahsız olmaz, padişah kulsuz değil/ Padişahı kim bildi, kul etmese yort savul"

Eğer "kul etmese yort savul" yani kul, padişaha boyun eğmese, "savulun-dağılın- padişah efendimiz geliyor!.." dendiğinde savulmasa, dağılmasa; birlik olsa; bütün kullar buna inansa  ne padişah kalır ne de padişahlık!

Aşkın ve hayatın şairi Nazım Hikmet'in dediği gibi:

" Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine/ ve bir kerre vakt erişip: -"gayrık yeter!.."- demesinler./ ve bir kerre dediler mi: İsrafil surunu urur; mahlukat yerinden durur/ ne kendi nefsini korur; ne düşmanı kayırır/  "dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmaya..."

Hegel diyalektiğinde  "oluş" kategorisi ilk somut gerçektir. Kendi başlarına ve kendiliklerinden var olamayan Varlık ve Yokluk,  ancak  OLUŞ'ta, gelişim aşamaları, gelişim anları(moment) olarak birbiriyle karşılaşır. Marx için de ilk somut gerçek "mal"  kategorisidir.  Marx, Kapital'de "kapitalist üretim tarzının hakim olduğu toplumlarda zenginlik, çok büyük bir mal birikimidir. Bu zenginliğin temel unsuru olan malın tahlili, bundan dolayı araştırmalarımızın hareket noktası olacaktır." diye yazar.

Fakat mal kaba bir veri, bir 'şey' gibi değil de kendisini teşkil eden iç ilişkiler ve çelişkilerle göz önüne alınırsa anlaşılabilir: Mal, ayni zamanda hem kullanış değeridir hem mübadele değeridir. Burada TEK'in İKİLEŞMESİ  söz konusudur. Lenin bunda diyalektiğin ruhunu görmektedir. Ve bundan çözüm bekleyen bir takım çelişkiler ve yeni dinamikler doğacaktır.

Bir ürün ancak, üretilen şeye, üretici ile tüketici arasındaki ilişkiler gibi, iki kişi ya da  iki topluluk arasındaki bir ilişki bağlanınca mal olur. Bunlar artık tek ve ayni insanlar değillerdir. İşte, daha işin başında karşımıza bir örnek olarak bir olay çıkmış bulunuyor. Bu olay burjuva ekonomistlerinin kafasını allak bullak etmiştir: Ekonomi şeyleri değil kişiler arasındaki; ve de son tahlilde, şeyler arasındaki ilişkileri inceler. Oysa; bu ilişkiler daima şeylere bağlıdır; ve şeylermiş gibi görünür.

Görülüyor ki daha hareket anında (başlangıçta), bu "yabancılaşmanın" bilincine erdiğimizde  "şeylerde çelişki olmadığını ileri süren ve şeyler şeylerdir" diyen ampirizm ve pozitivizmle bağları koparmış oluruz. Görünüşlerin üstüne çıkıp, meydana gelenden (constitue), meydana getirene (constituant) yükselen Marx, malda insanların ve karşı karşıya gelen sosyal sınıfların durumlarıyla ilgili bir taraf keşfetmiş; ve bunun sonucu olarak pozitivist tasvirlerden insan ilişkilerinin gerçek diyalektiğine geçmiştir. Böylece; Marx, insanlarla şeyler ve insanlarla insanlar arasındaki gerçek ilişkileri keşfetmiştir.

Malın, kendi  içinde taşıdığı çelişkilerin itkisi ile mal ekonomisinde bazı yeni dinamikler ortaya çıkar.  Mübadelenin genelleştirilmesi ile malın ihtiyaçları karşılayan kullanım değeri yararlılığıyla bunların mübadele için faydalıkları birbirinden ayrılır. Fakat mübadelelerinin sayısının  basit nicel artışı her hangi bir mala muadil işlevinin  verilmesini maddi ve teknik bakımdan imkansızlaştırır. Bunun için işlev  öyle bir mala verilmelidir ki  bozulmazlık, bütünsellik, taşınma kolaylığı.. gibi  kendi özgü nitelikleri ile şu ya da bu tarzda mübadele değerini temsil  etsin. Bu mal da, PARADIR.

Marx, Kapital'de para için şöyle der: "Para, emeğin çeşitli ürünlerini eşitleştiren ve bunun sonucu olarak bunları mal haline getiren mübadelelerde kendiliğinden şekillenen billurdur."

Böylece, mübadele işlemlerinin basit birikimi zamanla nitel yenilikte bir gerçeği doğurur: Bu da malın mal ve para olarak i k i l e ş m e s i d i r. Kullanım değeri ile değişim değeri arasındaki çelişki tarihsel ve pratik olarak sosyal hayatta "hareket edebilecekleri biçimi" yani parayı yaratarak çözümlenmiştir.

Para ile mal arasındaki karşıtlıktan doğan yeni çelişkiler sermayeyi meydana getirerek para ekonomisinin yeni biçimlerini yaratır.

Başlangıçta para, gerçekten malların dolaşımının evrensel bir aracından başka bir şey değilken malların değeri para biçimine bürünerek mallar ile karşıtlaşınca  toplumda yeni imkan ve dinamikler doğar. "Altın ve gümüşten dalgalı nehir kabarıp aktıkça para denilen bu mal öteki mallara oranla büyük bir özerklik kazanır. Bütün zenginliklerin ifadesi olduğu gibi, bunun sonucu olarak da üreyip artabiliyor.  "Böylece değer, kendiliğinden, itici bir cevher, yani durmadan tomurcuklanan, sürgün salıveren para ve bu niteliğiyle de sermaye oluyor."

Burada da paradan sermayeye geçişte tıpkı daha önce maldan paraya geçişte olduğu gibi nicel bir birikim nitel bir değişime varır: Para, bütün öteki mallara oranla özerkliğinin kazanmak suretiyle, üreticinin ihtiyaç duyduğu şeyi elde etmek için, ihtiyacı olmayan şeyi sattığı geleneksel mal dolaşımına oranla yeni ve orijinal  bir fonksiyon edinir.  Artık bundan sonra ihtiyaçtan kopma tamama ermiş bulunmaktadır ve hareket tersine dönebilir: Kapitalist, üretim araçları, ham maddeler, el emeği gibi.. kendisi için ihtiyaç duymadığı şeyleri satın alır ve gittikçe elindeki artan fazlayı satışa çıkarır. Bu fazlanın, artık-değerin ortaya çıkışıyla hareketin üçüncü bir biçimi meydana gelir. Artık bu ne malın ne de paranın hareketi olmayıp sermaye hareketidir.

Sermayenin bu hareketiyle birlikte yeni çelişkiler de belirir bu çelişkiler kapitalist sistem dağılmaya,  parçalanmaya doğru sürükleyerek toplumda yeni gelişme yasalarıyla birlikte yeni bir tarihsel biçim doğurur.  "Bir üretim tarzı ile buna denk düşen sosyal kuruluşu dağılıp değişmeye sürükleyen biricik yol, bunların özündeki çelişkilerin tarihsel gelişmesidir."  İşte bilimsel sosyalizm ana tezi budur. 

Peki; Marx'a göre DEĞER  ve  ARTI-DEĞER nedir ve  nereden doğar? 

Bu sorunun Aristotales'e kadar uzanan bir cevabı vardır. Aristo şöyle der: "Eşitlik olmadan değişim, ortak bir ölçü ile ölçülebilirlik olmadan da eşitlik olmaz" , " Sahip bulunduğumuz her şeyin iki türlü kullanımı söz konusudur.. Örneğin, bir çift ayakkabı giymek için de kullanılır değişim amacıyla da.. bunların ikisi de ayni ayakkabının kullanımlarıdır." Ama; Aristo temellerini atmış olduğu "kullanım değeri" ve "değişim değeri" hakkında bir teori geliştirememişti. 

İktisat tarihinde bir malın değerinin bu malın üretimi için harcanan emekten doğduğunu  ve bu değerin kendisini meydana getiren emeğin harcanma süresi ile ölçülmesi gerektiğini ilk belirten iktisatçı Sir William Petty (1623-1687) olmuştur.  Daha sonra gelen iktisatçılardan Adam Smith (1723-1790) ile David Ricardo (1772-1823) da   DEĞER TEORİSİ'ne katkıda bulunmuşlardır.  Marx ise önünde hazır bulmuş olduğu DEĞER TEORİSİ'nin yanlış ve eksik taraflarını  geliştirmek üzere işe koyulur; ve kendi DEĞER TEORİSİ'ni üretir. 

Marxist Değer Kuramını doktora tezi yapan ve bu çalışmasından da yararlanmış olduğum değerli iktisatçı Mehmet Selik kitabında şöyle yazar: " Marx, genel olarak toplumların, özel olarak da kapitalist toplumun evrimi meselesi ile ilgilidir. O, toplumların evrimi meselesini üretim biçiminin  (mode of production) değişiminde görür. (..), Gelişme derecesi veya üretim biçimi ne olursa olsun, her toplumda temel toplumsal faaliyet ekonomik faaliyettir. Bu ekonomik faaliyetin  temeli de üretim faaliyetidir. Toplumdaki temel üretim ilişkisi ise mülkiyet ilişkisidir, dolayısıyla  bölüşümü üretim tayin eder. " 

"Toplumun bütünü açısından baktığımızda, gelişme seviyesi ne olursa olsun her toplum, yararlandığı tabi kaynaklar ve  teknolojik imkanlar veri olmak kaydıyla, maddi üretimle ilgili iki temel problemle karşı karşıya bulunur: NE ÜRETİLECEK? ve NE KADAR ÜRETİLECEK? Tabi maddi üretim söz konusu olunca akla hemen bu sorunların gelmesi normaldir. Oysa, bunlardan da önemli bir sorunun şu olması gerekmez mi: NE İLE ÜRETİLECEKTİR?" 

"Marx iktisat analizine mal ile başlar  ve buradan mallar arası ilişkilere geçer. Mallar arasında değişim ilişkilerinin kurulmasıyla birlikte DEĞİŞİM DEĞERİ söz konusu olur. Marx'a göre, her hangi bir mal, kendisinde belli miktarda toplumsal emek mevcut olduğu için  ve sürece, bir değerdir." 

"Değer her şeyden önce, söz gelişi hız ve ağırlık gibi, soyut bir kavramdır. Biz değerle, ekonomik bakından bir iş ürününün, bir malın kendini bazı görünüm biçimleriyle ortaya koyan bir özelliğini anlatmaya çalışırız. Değer, ayni zamanda tıpkı mülkiyet gibi toplumsal bir kategoridir. İnsanlar arası bir ilişkiye yol açmasa biz malın değerinden söz edemeyiz. (..) Örneğin, biz, normal şartlar altında, hava verip bunun karşılığında bir mal elde edemeyiz. Biz ancak bir iş yaparak meydana getirdiğimiz malı vererek bir başka malı, yani farklı ve başka bir iş ürünü olan diğer bir şeyi elde edebiliriz. Bu, bir anlamda, işimizi bir başkasının işi ile değiştiriyor olmamız demektir. Bunu gerekli ve mümkün kılan şey, benim işimin ve yabancı işin, benim malımın ve yabancı malın, kullanım değerli olarak görünüş farklılıklarıdır."

Marx değerin izini yakalamak için soyutlama yönteminden yararlanır. İş dediğimiz belli ve özel bir biçimde harcanmış insan emeğinin, faaliyet haline geçmiş ve harcanmış insan iş-gücünün faydaya ilişkin yönünü, kullanım değeri yaratan bir üretken faaliyet olma yönünü, bir yana bırakır, sırf yalın değer yaratıcılığı yönüne ulaşır." 

"Üretken faaliyet, aldığı özel biçim yani emeğin fayda niteliği bir yana bırakılarak, harcanmış insan işgücünden başka bir şey değildir. Nitelikçe farklı faaliyetler olmakla beraber terzilik ve dokumacılığın her ikisi de insan beyninin, kaslarının, sinirlerinin, elin, vs.nin üretim amacıyla kullanıp harcanmasıdır ve bu anlamda her ikisi de insan emeğidir (işidir). Bunlar, insan işgücünü harcamanın sadece iki değişik yoludur."

"Görülüyor ki üretken faaliyetin ürünü mal ise, malın kullanım değeri somut emeğin, (değişim) değeri ise soyut emeğin ürünleridir. Diğer bir deyişle, malın kullanım değeri ve (değişim) değer, olma özellikleri, aslında, emeğin özellikleridir. Malda bunlar bir arada bulunurlar; birincisi tüketimle, diğeri değişimle gerçeklik kazanır."  

Öyleyse artı-değer'in meydana gelmesine imkan veren nedir? 

Toplum, emeğin verimliliğine (çalışma verimi) bağlı olarak, insanların en zorunlu ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek miktardan  daha fazlasını üretebileceği bir  gelişim aşamasına, üretim kapasitesine,  ulaştığında bir üretim fazlasına sahip olur. Bu fazlaya toplumun artık-ürünü denir. Ama, bu artık-ürünün ya da artık-emeğin kime ait olacağı; artığın başkalarına ürün olarak mı yoksa belli bir iş-zamanı süresince harcanacak emek olarak mı bırakılacağı tamamen egemen üretim ilişkilerine ve üretici güçlerin gelişme düzeyine bağlıdır. Burada, üretim  güçlerindeki gelişme tayin edicidir. 

İnsan emeği tarihsel olarak çeşitli biçimlerde harcanmıştır. Köleliğe dayanan toplumlarda kölenin bizzat kendisi bir başkasına ait olduğu için kölenin bütün zamanına ve çalışmasının ürünlerine tamamen köle sahibi el koyar. Burada ürün fazlası  veya fazladan çalışan zaman açık olarak görülmez. Buna karşılık feodal toplum düzeninde üretilen ürünün ve harcanan emek zamanın bir kısmına başka biri tarafından açıkça el konur. Kapitalist toplumda ise bu olay son derece sofistike  ve görünmez bir biçimde olur. Bunun nedeni, kapitalist üretimde, emeğin ücretli-emek biçimini almış olmasıdır. Kapitalist üretim biçimi esas olarak işte bu yönüyle  kendinden önceki üretim tarzlarından ayrılır. 

Marx kapitalist üretim biçimini ve buna dayanan toplum düzenini diğer üretim düzenlerinden ayıran temel farkı bizatihi emek-gücünün diğer tüm mallar gibi alınıp satılabilen bir mal haline gelmesinde görür. Emek-gücünün mal haline gelmesiyle yeni bir dönem başlar Bu dönem kapitalist üretim dönemidir. Kapitalist üretim mal üretimidir. Ama sadece mal üretimi değil ayni zamanda artı-değer (değer fazlası) üretimidir. Ürünler artı değer elde etmek üzere mal olarak, mal biçiminde, üretilir. 

Mahiyetinde ücretli işçi çalıştıran bir kimse (patron), üretim ve tüketim ihtiyaçlarını; ve/ile işçilere ödeyeceği ücreti  üretilen malların satış hasılatından karşılar. Öyleyse; işçilerin buna yetecek büyüklükte bir şey (değer ve artı-değer) üretmeleri  gerekir. O yüzden, bir kimse (patron), başkalarını işçi olarak çalıştıracaksa ancak bu koşulu yerine getirebildiği için ve getirebildiği sürece çalıştırır. Aksi halde bir kimsenin başkasını çalıştırmak için bir sebebi olmazdı. Demek ki, işçi, kendisini çalıştıracak olan patrona kalacak olan bir "fazla" yaratamamış olsa iş bulamayacak, çalışamayacak ve aç kalacaktır. 

Tabi; merak edilebilir, bir kişi  nasıl oluyor da, sırf ve sadece, kendi emeğinin fazlasını kendini çalıştıran adama (patron) bırakmaya razı olabiliyor diye ? Bunun cevabı, toplumda, bağımsız olarak üretim yapma imkanlarından  yoksun olan  insanların bulunmasıdır. Kapitalizm öncesi basit mal üretiminde her üretici kendi üretim araçlarına (iş aletleri, hammadde, tecrübe ve bilgi, vb..) sahipti ve bir başkası için çalışmak; emek gücünü satmak zorunda değildi. Emeğinin ürünü de kendisine aitti. Burada hiç kimse için bir başkasının işçisi ve patronu olmanın olanağı yoktu. Oysa; kapitalist üretim, üretim araçlarından  yoksun kimselerin emek-güçlerine dayanır. Ve artı-değer olmadan kapitalist üretimden bahsedilemez.

Kapitalist üretimin ilk nüveleri 15.yüzyılda Batı Avrupa'da görülmeye başlamıştır. Zamanla toplum, esas itibariyle, işçiler ve kapitalistler olmak üzere  iki sınıfa ayrılmıştır. İşçilerin hayatlarını kazanabilmek için bir tek imkanları kalmıştır, o da  emeklerini üretim araçları sahiplerine satmak. Yani kapitalistler için çalışmak. İşçi kendi varlığında mevcut emek gücünün, çalışma kapasitesinin sahibi olmasına rağmen bunu kendi kendine ve  kendisi için kullanabilecek durumda değildir. Çünkü bir kullanım değeri veya değişim değeri üretebilmek için gerekli olan üretim araçlarının hiç birine sahip değildir. Yani; kendi emek-gücünün kullanım değerini kullanamaz; bunu ancak  bir değişim değeri olarak bir başkasına (patron) satmak zorundadır.  

Hal böyle olunca bir ürün nasıl başkalarına satılmak için üretildiğinde mal haline geliyorsa bunun gibi işçinin kendisi kullanmadığı ve bu yüzden başkalarına satmak zorunda kaldığı emek gücü de (çalışma kapasitesi)  bir mal (meta) haline gelmiş olur. İşçi bundan böyle, ihtiyaç duyduğu tüketim araçlarını elde edebilmek, yani hayatını devam ettirebilmek için ancak bir tek şey yapabilecek durumdadır: Sahip bulunduğu tek malı yani emek gücünü satmak.   

Bu mala yakından baktığımızda, onun kullanım-değerinin, mübadele edilebilir değere sahip olma gibi bir meziyete sahip bulunan özel  bir mal olduğunu görürüz.   Öyle ki bu malı tüketmekle, emek meydana getirmiş; ve bunun sonucu olarak da değer yaratmış olursunuz. İşte bu mal, her insanın canlı varlığında, kafasında ve bedeninde mevcut bulunan  EMEK-GÜCÜ'dür. Marx Kapital'de emekgücünü şöyle tarif eder: "EMEKGÜCÜ ya da çalışma sağlayan güç dediğimiz zaman insanın canlı varlığında mevcut olan ve onun her hangi bir kullanım değeri üretirken kullandığı fizik ve zihin yeteneklerinin bütününü anlıyoruz."  Emek gücü her insanda olan üretkenliğin kaynağıdır. Hiç kimse, yeteneklerinden ve iş yapabilme kapasitelerinden yalıtılamaz. 

Marks Genel İşçiler Birliği olan l.Enternasyonelde 1865 yılında iki oturumda  ÜCRET, FİYAT VE KAR üzerine bir sunum vermişti, bu sunumda Marx şöyle  der: "Siz, hepiniz, her gün sattığınız şeyin işiniz olduğunu, bu itibarla işin bir fiyatı bulunduğuna ve , bir metaın fiyatı onun değerinin paraca ifadesinden başka bir şey olmadığına göre, mutlaka işin değeri  bir şeyin bulunması gerektiğine kesinlikle inanırsınız. Oysa kelimenin alelade manasıyla işin değeri diye bir şey yoktur. 

Gördüğünüz gibi , bir metanın değerini teşkil eden şey, o metanın içinde billurlaşmış olan zaruri iş miktarıdır. Fakat, bu değer nosyonunu kullanmak suretiyle, mesela on saatlik iş gününün değerini nasıl tayin edebiliriz? Bu iş gününün içinde ne kadar iş vardır? On saatlik.. On saatlik bir iş gününün değeri on saatlik işe, ya da ihtiva ettiği iş miktarına eşittir dersek  bu totolojik ve hatta üstelik saçma bir söz olur. 

İşçinin sattığı, doğrudan doğruya 'i değil fakat işgücüdür. O bunun tasarrufunu geçici olarak kapitaliste bırakır. Şayet bir insanın,  işgücünü sınırsız bir süre için satmasına izin verilmiş olsa idi kölelik derhal yeniden kurulmuş olurdu. Bu türlü bir satış, mesela, işçinin bütün bir ömrü için yapılmış olsaydı, bir anda onu hayatı boyunca patronun kölesi haline getirirdi. 

İngiltere'nin en eski ekonomistlerinden ve orijinal filozoflarından biri olan Thomas Hobbes (1588-1679) Leviathan adlı eserinde bütün kendisinden sonra gelenlerin gözünden kaçan bu noktayı, daha o zamandan, insiyaki olarak belirtmişti. Hobbes şöyle diyordu : "Bir insanın değeri, diğer bütün şeyler için olduğu gibi, onun fiyatıdır: yani onun gücünün, kuvvetinin kullanılması için verilen karşılıktan ibarettir."

Şu halde işgücü'nün değeri nedir? ( Yazı boyunca kimi zaman işgücü kimi zaman emek-gücü terimlerini  kullandık. İŞGÜCÜ dediğimizde, canlı insan gücünün-faaliyetinin yaratmış olduğu değer'in  nitelikçe belli olan yönü, veçhesi ( terzilik, boyacılık.. müzik öğretmenliği, oto tamirci, lastik fabrikası işçisi.. gibi),  EMEKGÜCÜ dediğimiz ise, değişim değeri yaratan ve  sırf miktarca ölçülen iş kastedilmektedir.. 8 saatlik saatlik, 10 günlük, 3 haftalık, 6 aylık.. harcanan emek, çalışma süresi-miktarı.. gibi.. yani;  ne emeği olduğuna aldırış etmeden, ne ve hangi emek  olursa olsun, önemli olan  sırf ve sadece emek harcama faaliyeti, soyut emek anlamında...  Ama her ikisi de bir ve tek ayni gücün ifadesi aslında .İş, niteliğe (somuta), emek ise miktara (soyuta) vurgu yapıyor. Türkçemizde, "iş" yapılır; "emek"  harcanır. Harcanan emeğe de " çalışma " denir.  

İşgücünün değeri, tıpkı her hangi metaınki gibi, onun üretimi için zorunlu iş miktarı tarafından tayin olunur. Bir insanın iş gücü, ancak onun canlı bireyselliğinde mevcuttur. Gelişebilmek ve hayatını sürdürebilmek için onun belirli bir miktar geçim araçları tüketmesi gerekmektedir. Fakat, birey de makine gibi aşınır, onun yerine bir başkasının konulması icap eder. Kendi geçim ve muhafazası için muhtaç olduğu miktarda  temel zaruri mallardan başka, iş piyasasında kendisinin yerini alıp işçi nesillerini devam ettirebilecek çocuklar yetiştirmek için, ona bu en temel zorunlu ihtiyaç maddelerinden bir miktar daha lazımdır. Üstelik, işgücünü  geliştirmek ve belli bir maharet  elde etmek için, onun yeni bir miktar değer daha sarf etmesi gerekir.  

Fakat bu işgücünün kullanılması ancak işçinin faal enerjisi ve fiziki kuvveti ile sınırlandırılmıştır. Bir atın muhtaç olduğu gıda ile onun süvarisini sırtında taşıyabileceği süre nasıl birbirinden tamamıyle ayrı şeylerse, işgücünün  günlük veya haftalık değeri de bu gücün  günlük veya haftalık işleyişinden tamamıyla farklıdır. İşçinin işgücünün değeri'ni sınırlandıran iş miktarı, hiç bir suretle onun işgücünün yapabileceği iş miktarının  sınırını teşkil etmez.  
 
İplik işçisi işgücünü her gün yenileyebilmek için günde 3 şilinlik bir değer yar<tması gerektiğini gördük. O, bu 3 şilinlik değeri günde 6 saat saatlik işiyle yaratmaktadır. Fakat, bu, onun günde 10 - 12 saat veya daha fazla  çalışmaktan alıkoymaz. Kapitalist, iplik işçisinin iş gücünü günlük veya haftalık değerini ödemekle bu iş gücünün bütün gün  veya bütün hafta kullanmak hakkını elde etmiştir. Şu halde, kapitalist, işçiyi mesela günde 12 saat çalıştıracaktır. Bu hale göre, iplik işçisi, kendi ücretinin, yani işgücünün  değerinin muadilini üretmek için zorunlu olan 6 saatin üstünde olarak, fazla iş saatleri adını vereceğim, bir diğer altı saat daha çalışmak zorunda kalacaktır ki, bu fazla iş bir artı-değer  ve bir fazla ürün halinde gerçekleşecektir.  Eğer iplik işçimiz mesela günde  6 saatlik işiyle pamuğa, ücretinin tam karşılığını oluşturan 3 şilinlik bir değer katıyorsa, 12 saatte pamuğa 6 şilinlik bir değer katacak ve buna denk düşen bir iplik fazlası üretecektir.  

İşçimiz, emekgücünü kapitaliste sattığına göre toplam değer, yani, yaratmış olduğu toplam mahsül,  belirli bir süre için onun emek-gücünün sahibi durumunda olan kapitaliste aittir. Şu halde, kapitalist 3 şiling ödemek suretiyle 6 şilinlik bir değer gerçekleştirmiş olacaktır, çünkü içinde 6 saatlik iş billurlaşmış bulunan bir değer ödeyerek, karşılığında, içinde 12 saatlik iş billurlaşmış bulunan bir değer elde edecektir. Kapitalist bu süreci her gün tekrarlarsa, her 3 şilin ödeyerek  cebine 6 şilin indirecek demektir ki, bunun bir yarısı yine yeni ücretler ödenmesinde kullanılacak, öbür yarısı ise kapitalist tarafından hiç bir suretle karşılığı ödenmeyen artı-değer'i teşkil edecektir. İşte; kapitalist üretim, yani ücretlilik sistemi, sermaye ile işgücü arasında bu türlü bir mübadele temeli üzerine; neticede işçiyi işçi, kapitalisti de kapitalist olarak durmadan yeniden meydana getirmesi bir zorunluk olan bu mübadele temeli üzerine kurulmuştur. 

İşçi, ücretini ancak iş sona erdikten sonra aldığından ve kapitaliste verdiği şeyin hakikatte kendi işi olduğunu düşündüğünden, iş gücünün değeri veya fiyatı ona, zorunlu bir biçimde, bizzat işin fiyatı veya değeri olarak görünür. İşçinin işgücünün fiyatı eğer içinde 6 iş saati gerçekleşmiş olarak , 3 şilin ise ve o eğer 12 saat çalışıyorsa, işçi bu 3 şilini zorunlu olarak 12 saatlik işin değeri  veya fiyatı olarak anlar. oysa ; bu 12 saatlik iş 6 şilinlik bir değeri temsil etmektedirç.Bundan iki sonuç çıkar: 

1. İş gücünün değeri veya fiyatı haricen bizzat işin fiyatı veya değeri görünüşünü alır, oysa aslında işin değeri veya fiyatı sözünün hiç bir manası yok.

2. İşçinin günlük işinin sadece bir kısmı ödendiği, öbür kısmı ise ödenmemiş olarak kaldığı; ve artı-değer'in veya kar'ın oluşumuna yol açan fon işte bu karşılığı ödenmemiş kısımdan veya fazla iş!den ibaret bulunduğu halde, sanki işin tümü ödenmiş iş miş gibi görünür. 

İşte, ücretli iş'i işin diğer tarihi biçimlerinden ayıran bu kafa bulandıcı görünüşüdür.   Ücretlilik sisteminin temelinde, karşılığı ödenmemiş iş bile, ödenmiş iş olarak görünür. Oysa köle için durum tamamiyle tersinedir.: kölenin işinin ödenmiş kısmı dahi görünüşte ödenmemiş iş gibidir. Kölenin çalışabilmek için elbette yaşaması  ve işlediği iş gününün bir kısmının kendi bakım  ve  varlığını sürdürmesime yaraması lazımdır. Fakat köle ile efendisi arasında yapılmış bir pazarlık bulunmadığı, iki taraf arasında ne alım ne  de satım olduğu  için, kölenin bütün işi bir hiç karşılığında verilmiş gibidir. Kölenin varlığı adeta efendisine armağan  edilmiştir.

Beri yandan  Avrupa feodal düzeninde, serf durumundaki köylü mesela 3 gün kendisine ait olan veya kendisine tahsis edilmiş olan tarlada çalışmakta, müteakip 3 gün gün de senyörün malı olan arazide mecburi ve bedavadan iş yapmaktaydı. Demek oluyor ki, burada ödenen iş ile ödenmeyen iş gerek zaman gerekse mekan içinde gözle görülür biçimde bir birinden ayrılmış bulunuyordu. 

Aslında, bir insanın haftada 3 gün kendi hesabına kendi tarlasında, 3 gün de senyörün malı olan arazide çalışması ile fabrikada veya atölyede günde 6 saat kendisi için, 6 saat de patronu için çalışmadı arasında -bu sonraki halde işin ödenen  ve ödenmeyen kısımları ayrılmaz biçimde birbirine karışmış olmasına ve bütün bu ameliyenin mahiyeti, araya mukavelenin girmesi ve hafta sonlarında yapılan ödeme dolayısıyla tamamen maskelenmiş bulunmasına rağmen- bir fark yoktur. Ödenmeyen iş bu hallerden birinde gönül rızasıyla verilmiş, diğerinde ise zorla  alınmış gibi görünür. Bütün fark  bundan ibarettir.  

Ayrıca;  çeşitli sanayilerde kullanılan işgüçlerinin değerleri nasıl birbirinden farklı ise, farklı kalitelerde iş kuvvetlerinin üretim masrafları da öylece birbirinden farklıdır. Bu itibarla, ücretlerde eşitlik olmasını istemek, bir hataya, hiç bir zaman telafi edilemeyecek akılsızca bir arzuya dayanmaktadır. Bu isteğin kaynağı, öncüllerini kabul ettiği halde bunlardan çıkan sonuçlardan kaçınmağa çalışan yanlış ve yüzeysel bir radikalizmdedir. 

Ücretlilik rejiminde işgücünün değeri başka herhangi bir metaın değeri gibi tayin olunur. Ve farklı iş çeşitlerinin farklı değerleri olduğuna, yani bunlar üretimleri için farklı iş miktarları gerektirdiklerine göre, iş piyasasında farklı fiyatlara sahip olmak zorundadırlar.  Ücretlilik rejiminde eşit veya hatta adil bir karşılık, ücret, istemek, kölelik rejiminde özgürlük istemekle birdir. Bundan dolayı, sizin haklı ve adil saydığınız şey bahis konusu olamaz. Mesele şudur: belli bir üretim sistemi içinde zorunlu ve kaçınılmaz olan nedir? Bu söylediklerimizden görülüyor ki, işgücünün değeri, işgücünün yeniden üretimi, geliştirilmesi, korunması, idamesi için gerekli olan en zorunlu malların değeri tarafından belirlenir. 

Friedrich Engels "Adilane bir iş günü için adilne bir ücret" isimli makalesinde şöyle yazar: " (..) Adilane bir ücret  nedir ve adilane bir iş nedir? Bunlar, toplumun gelişme yasalarınca nasıl koşullandırılmışlardır? Bu soruyu yanıtlamak için ne ahlak veya hukuk ilmine, ne de her hangi bir " insaniyet", adalet ve şevkat duygusuna başvurmamız gerekir. Yasalar bakımından ahlaki veya adilane olan şey sosyal bakımdan henüz adilane olmaktan uzaktır. Sosyal bakımdan adilane olan veya olmayan şeyi yalnızca üretimin maddi olaylarına dayanan bir bilim, yanızca ekonomi-politik bilimi tespit edebilir.

Öyleyse, ekonomi-politiğe göre adilabe bir ücret ve adilane bir iş günü nedir? Bu sadece, serbest piyasada kapitalist ile işçi arasındaki rekabet tarafından koşullandırılmış ücret seviyesi ile işin bir günlük yoğunluk süresidir. 

Normal hal ve şartlarda, adil bir ücret, işçinin işçinin çalışmaya devam etmesini ve nesil yetiştirmesini mümkün kılacak vasıtaları, kendi ortam ve memleket koşullarına göre, elde edebilmek için  muhtaçolduğu meblağdır. Gerçek ücret, sanayideki dalgalanmalar dolayısıyla, bazan bu ortalamanın altında bazen de üstünde olabilir.

Adilane bir iş günü, işçinin bütün işgücü tarafından her gün bir fiil sarf edilen ve bir sonraki gün de ayni miktarda işi sarf etmekten onu aciz hale getirmeyen iş süresi ve uğraşıdır.

Durmadan yinelenen bu devreyi şöyle anlatabiliriz: İşçi, kapitaliste olanca işgücünü verir, yani bu gücü ona, kapitaliste yani, devamlı olarak verebilecek halde kalmak için ne kadar vermesi mümkünse o kadar verir. Bunun karşılığında, o, kapitalistten, ayni mesaiyi her gün yeniden yapabilmek için ne kadar lazımsa  o kadar -fazla değil- geçim vasıtaları alır. Garip bir adalet!

Fakat meseleye daha yakından bakalım . Ekonominin öğrettiklerine göre madem ki ücreti ve işi koşullandıran rekabettir öyleyse iki tarafın da bir iş sözleşmesi yaptıkları sırada eşit şartlar içinde ve ayni durumda olmaları adaletin icabı imiş gibi görünür.  Oysa, hal böyle değildir. Kapitalist, işçi ile anlaşamazsa, bekleyebilir ve sermayesine dayanarak yaşayabilir. İşçi böyle yapamz. O, ancak ücretiyle yaşayabilir; bunun için, işi en kötü şartlar içinde kabul etmek zorundadır. Açlık onu korkunç bir şiddetle sıkıştırır. Buna rağmen, burjuva sınıfların iktisatçıları bunun halis adalet olduğunu iddia eder.

Fakat, bu daha bir şey değil. Yeni üretim araçlarının üretimde kullanılmaya başlamas  bazı insanları işsiz bırakır. ve bu işsiz bırakış sanayinin artık gereksiz hale gelmiş isgüçlerini yeniden istihdam edebilmesine nazaran çok daha hızlı bşr şekilde olur. İşsiz kalan bu iş kuvvetleri sermayeye yedek iş ordusu sağlarlar. Piyasa konjoktürü kötü olduğu zaman işçi isterse açlıktan ölebilir, dilencilik, hırsızlık yapabilier. veya hatta "iş evine" gidebilir. Konjoktür elverişli ise, üretimi artırmak için çalışmak zorundadır. rekabet ücretler üzerinde baskı yaparak bunları ezerken, bir yandan da işe karşı mücadelesinde sermayenin kudreti, yedek ordunun mevcudiyetiyle büsbütün artar. Sermaye ile rekabetinde işçi sadece açlık tarafından mahmuzlanmakla kalmaz üstelik bir de ayağına perçinlenmiş bir gülleyi sürüklemek zorunda kalır. İşte, Kapitalist ekonomiye göre adalet denilen şey budur. 

Şimdi, sermayenin bu "adilane" ücretleri ne ile ödediğini araştıralım. Elbette yine sermaye ile.. Fakat sermaye hiç bir şey değer hasıl etmez. Toprak hariç biricik servet kaynağı emek (iş) dir. Sermaye biriktirilmiş emeğin (işin) meyvesinden başka bir şey değildir.  Demek oluyor ki, işçilerin üçretleri iş ile ödenmekte; işçi bizzat kendi işinin meyveleriyle ücretlendirilmektedir.  Geçerli adalet anlayışına göre, işçinin ücreti, emeğinin (işinin)  meyvelerinin  tümünden müteşekkil olmak gerekir. Fakat; ekonomi politiğe göre adilane olan bu değildir. Bilakis, işçinin işinin meyvalaruına kapitalist tarafından el konulur  ve işçi ancak zorunlu olan geçim araçlarını alır. Ve bu tamamıyle "adilane" rekabet neticesinde, çalışanların mahsulleri çalışmayanların ellerinde birikerek, bu biriken serveti meydana getirmiş olanların hepsine kölelik zincirleri vurmanın en güçlü vasıtası haline gelir. İşte adile bir iş için adilane bir ücret!"

Şu halde işçiler bu eski savaş narasını gömerek onun yerine daha iyisini koymalıdırlar: " Üretim araçları, hammaddeler, fabrikalar, makinalar emekçi halkın ellerine devredilsin!".

Adilane ücret talepleri ve ancak ücretle yaşamak zorunda olan emekgücü sahiplerinin  varlığı  bizlere ayni zamanda  sermayenin bir şey, bir nesne olmaktan çıkarak bir sosyal ilişki olduğunu gösterir: Üretim araçlarının sahibi ile bunlara sahip olamayan ve fakat yaşamak için yalnız emek gücünü-çalışma yeteneğini ve çalışma kapasitesini özgürce satabilenler arasındaki  İLİŞKİ..

Tek bir bütün, bir şey gibi görünen sermayenin çelişik bir ilişkisi halinde böyle kendi özünde  ikileşmesinden  derece derece, basamak basamak    bir çok çelişkiler meydana  gelmiştir: Bir kutupta zenginliği, öteki kutupta yoksulluğu toplayan genel birikim yasasını, karın azalmaya eğilim yasasını, devri  krizler ve nihayet emeğin kolektif bir karakter taşıdığı bir ekonomik ve sosyal düzen içinde özel mülkiyetin doğurduğu temel çelişkinin devrimci bir yoldan çözümü. 

Her kullanım değeri kullanıldıkça aşınıp eskiyip tükenmesine rağmen Emek-gücü tüketildikçe Nasreddin Hoca'nın doğuran kazanı gibi artı-değer doğurmakta, peki bu nasıl olmakta? Anlatalım: Emek-gücü satın almak, işçiyi belli bir süreliğine  çalıştırma hakkını elde etmek anlamına gelir. Satış anlaşması ile işçi, ücret karşılığında başkası için çalışmaya razı olmuş demektir. Daha önce belirtmiş olduğumuz gibi emekgücü, diğer mallarda olduğu gibi,  iki türlü değere sahiptir: kullanım değeri, değişim değeri.. Ücret emekgücünün değişim değeri kısmını temsil eder. Bir malın satışı ile, yani  değişim değerinin alıcısının eline geçmesiyle malın kullanım değeri alıcısına ait olur. 

Ayni şey mal-emekgücü için de geçerlidir. Kapitalist, işçiye malının, yani emekgücünün-çalışma kapasitesinin,  değerini ödemekle bu kullanım değerini bir süreliğine elde etmiş olur. Yani bu; işçi, kapitalist hesabına belli bir süreliğine çalışacak demektir. Çünkü; emek-gücünün kullanım değeri  bu güç harcandıktan sonra, çalışma sonrası ortaya çıkar.  Bir malın değişim değeri satış ile, kullanım değeri ise tüketim veya  kullanımla geçekleşir. Malın ne şekilde ve nasıl tüketileceği ve kullanılacağı satıcısını ilgilendirmez. Bana sattığın sütü ister yoğurt  ister peynir yaparım; hatta sokak kedilerine bile  verebilirim, buna malın satıcısı karışamaz. 

Kapitalist (patron) bir işçiyi bir iş günü için kiralamış olsun. Böylece, onun işgücünü  bir iş günü yani 8 saatlik kullanma hakkını elde etmiş olsun. İşçi 8 saatlik sürede kapitalistin üretim araçlarını yeni bir mala çevirir. Bu malların değeri, tüketilmiş bulunan malların değerleri ile işçinin 8 saatlik sürede bu değerlere eklediği yeni değerden meydana gelir. İşçi tarafından yaratılan ve mevcut değerlere eklenen bu yeni değer, işgücünün kendi değeri kadar ise,  diğer bir ifadeyle, işçiye ödenen ücrete eşit bir değerse, işçi yaratığı değerin tamamını kendisi alıyor, yani 8 saati kendisi için çalışıyor demektir.  Bu durumda, kapitalist için işe devamın hiçbir anlamı yoktur.  Yok, eğer işçi bundan daha büyük bir değer yaratıyorsa, bu, kendi işgücünün karşılığı olan değeri 8 saatten daha kısa zamanda üretiyor olması demektir ki, bu da geriye kalan zamanda kapitalist için çalışıyor ve kapitaliste kalan bir "fazla" yaratıyor olmasından başka bir şey demek değildir. Bu alış verişte,  İşçiye işçinin işgücünün değeri tam olarak ödenmiş olduğundan kapitalistin satın almış olduğu iş gücü malını  kullanma hakkından doğan "fazla" artık işgücü satıcısını (işçiyi)  ilgilendirmez. 

Marx şöyle der: " Kapitalist, mal değişimini yöneten kanunlara uygun hareket etmektedir.. Para sahibi, bir günlük işgünün değerinin karşılığını ödemişse, ..işgücünün bir günlük kullanımı, yani işgücünün bir gün boyunca harcanışı, para sahibine aittir. İş gücünün bir günlük muhafaza ve bakımının örneğin sadece bir yarım işgününe mal olması iş gücünün tam bir gün.. çalıştırılması ve.. kullanımı ile bir gün boyunca kendi değerinin iki katı bir değer yaratılmasına rağmen, alıcı için özel bir şans olmakla beraber, satıcısı için asla bir haksızlık ve adaletsizlik değildir.

Demek oluyor ki, işçi, bir işgününde, kendisine ödenen ve işgücünün değerini temsil eden ücrete eş bir değeri, söz gelişi,  4 saatte üretebiliyorsa, geriye kalan 4 saatte ürettiği değer, artıdeğer olarak, kapitaliste  kalabilir. 

Böylece, artı-değerin üretim sürecinde meydana geldiğini; ve işgücünün değeri ile iş gücüne bu değer karşılığında yarattırılan daha fazla değer arasındaki farka dayandığını görmüş oluyoruz. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: İşçi işgücünün bir kısmını kendisi için, kendisine verilen ücrete eş bir değer yaratmak için, geriye kalan kısmını kapitalist için çalışır." 

Marx, işgünün işçinin  kendisi için harcadığı kısmına gerekli iş zamanı,  bu zaman boyunca harcadığı emeğe gerekli emek, geriye kalan kısmına artı-iş-zamanı, artı iş zamanı boyunca harcadığı emeğe artı emek adını verir. Artı değer, daha önceki üretim biçimlerinde de söz konusu olan artı emek ürününün kapitalist üretim biçiminde büründüğü şekildir. Daha önce de belirtmiş olduğu gibi, kapitalist üretim biçimini diğer üretim biçimlerinden ayıran şey, istismar olgusu değil, fakat bu istismar olgusunun aldığı şekildir. "Demek ki, kapitalist dönemi belirginleştiren şey, bizzat işçinin kendi gözünde işgücünün kendisine ait bir mal biçimini alması; ve dolayısıyla emeğin ücretli emek biçimine dönüşmesidir. Diğer yandan emek ürünlerinin mal biçimini alışı ancak bu andan itibaren genelleşir."       

 Marx’a göre, insanlar, hayvanlardan, bilinçle, dinle, ya da herhangi bir başka şeyle ayrılabilir. İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlamış olurlar. Bu onların kendi fiziksel örgütlenişlerin sonucu olan bir ileri adımdır. İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken dolaylı olarak kendi maddi yaşamlarını ve duyuş-düşünüş-davranış biçimlerini de üretirler.

Gerçi; hayvan da üretir. Arı, kunduz, karınca vb. gibi, kendine bir yuva, barınaklar kurarlar. Ama o sadece kendisi ya da yavrusu için dolayımsız ihtiyaç duyduğu şeyleri üretir; tek yanlı biçimde üretir, oysa insan evrensel bir biçimde üretir; hayvan araçsız fiziki gereksinme egemenliği altında üretir; oysa insan fiziki gereksinmelerinden bağımsız olarak bile üretir ve ancak ondan bağımsız olduğu zaman gerçekten üretir. Hayvan sadece kendi kendini üretir, oysa insan tüm doğayı yeniden üretir; hayvanın ürünü doğrudan doğruya kendi fiziki bedenin bir parçasıdır, oysa insan kendi ürünü ile özgürce karşı karşıya gelir. Hayvan sadece kendi türünün ölçü ve gereksinmelerine göre yapar, oysa insan her türün ölçüsüne göre üretir ve nesneye her yerde kendi iç doğasını uygulamayı bilir; demek ki insan güzellik yasalarına göre de üretir.

Hayvan kendi dirimsel faaliyeti ile doğrudan doğruya özdeştir. Kendini ondan ayırmaz. O, bu faaliyettir. İnsan kendi dirimsel faaliyetinin kendisini, kendi irade ve bilincinin nesnesi(konusu) durumuna getirir. Onun bilinçli bir dirimsel faaliyeti vardır. Bilinçli dirimsel faaliyet, insanı hayvanın dirimsel faaliyetinden doğrudan doğruya ayırır. Hayvan hiç bir şeyle "ilişki içinde değildir", kısaca hiç bir ilişki bilmez. Hayvanın öteki hayvanlarla olan ilişkisi kendisi açısından bir ilişki değildir. Benim bilimcim beni çevreleyen şey ile ilişkim olduğuna göre, bilinç, demek ki  daha baştan toplumsal bir üründür, ve insanlar mevcut oldukları sürece böyle kalır.

İnsanın da hayvan gibi ihtiyaçları vardır bu ihtiyaçlar insanı hem doğaya bağlar hem de doğanın karşısına çıkarır. İnsan, hayvan gibi kendini doğaya uyduracak yerde, emeğiyle, çalışmasıyla doğayı değiştirir. doğayı kendi amaçlarına elverişli, uygun  hale getirir. İnsan tarihi, ilk aletle, insan ihtiyaçlarının  giderilmesine yarayan araçların üretimi ile başlar. İnsanlık ortamı, doğanın bir varisi olmayıp şu ya da bu kertede değiştirilen insanlaştırılan doğadır (Doğanın insanlaştırılmasıdır). Tarih ile coğrafya karşılıklı olarak birbirlerini belirlerler ama daha ziyade tarih coğrafyayı belirler. İnsanın doğa ile ilişkisi aktif bir bağdır.  İnsanlar var oldukça doğanın tarihi ile insanların tarihi birbirlerini karşılıklı olarak koşullandıracaktır.

İnsanlar ihtiyaçlarını karşılarken  ve ihtiyaçlarını karşılamak için yeni araç gereçler üretir. Bu yeni araç gereçler  yeni ihtiyaçlar doğurur. İnsanların böyle yeni ihtiyaçlar yaratarak yaşaması insanı bütün öteki hayvanlardan ayırır. Hayvanların ihtiyaçları hemen hemen hep ayni kaldığı halde insan ihtiyaçları durmadan çoğalır;  genişler.

Marx, en kötü mimarı arıların en iyisinden ayıran  şeyin ne olduğunu da  Kapital’de şöyle anlatır:

“Biz işi(çalışmayı), münhasıran insana ait olduğu şekil içinde düşünüyoruz.  Örümcek, dokumacının çalışmasını andıran faaliyetlerde bulunur; arı, petek hücrelerini yaparken bir çok mimarı utandırır. Ama, en kötü mimarı arıların en iyisinden, daha işin başında,  ayırt eden bir şey vardır: mimar, hücreleri petek haline getirmezden evvel, kafasında kurmuş bulunur. İş-sürecinin sonunda, bu sürecinin başında zaten işçinin tasavvurunda yani düşünce halinde mevcut olan sonuç ortaya çıkar. İşçi, sadece, üzerinde çalıştığı doğal maddeye sekil değişikliği vermiş olmakla kalmaz; ayni zamanda, bu doğal şeyde, kendi faaliyetinin yapılış ve yürütülüş biçimini bir kanun olarak belirleyen;   ve kendi iradesini tabi kılmak zorunda olduğu, kendisinin bilincine sahip bulunduğu , bir amacını da gerçekleştirmiş olur.”

Marx, 1844 El Yazmalarında, Adam Smith'in Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenleri Üzerine Araştırma adlı eserinden alıntı yaparak,  Adam Smith'in hayvanların kendi aralarında "değişim" yapamadıklarını, insanlar gibi kendi türlerinin değişik niteliklerini birbirlerine katamadıklarını; ve birbirlerinin ortak yarar ve rahatlığına hiç bir katkıda bulunamadıklarını belirttiğini vurgular:

"Doğal olarak, zihinsel ve bedensel yetenek bakımından, bir filozof bir hamaldan, bir bekçi köpeğinin bir tazıdan, bir tazının bir İspanyol köpeğinden, ve bir İspanyol köpeğinin de bir çoban köpeğinden olduğunun yarısı kadar bile farklı değildir. Bunun birlikte, bu çeşitli hayvan soylarının, ayni türden olmalarına karşın, birbirlerine hemen hemen hiç bir yararı dokunamaz. Bekçi köpeği tazının hafifliğinden yararlanarak kendi gücüne bir şeyler ekleyemez.. Bu çeşitli yetenek ya da zihinsel derecelerinin sonuçları, bir alışveriş ya da değişim yeteneği ve eğilimi yokluğu yüzünden birleştirilemez, türün yarar ya da ortak rahatlığına en küçük bir katkıda bulunamazlar. Her hayvan kendi başına ve öbürlerinden bağımsız olarak kendini yaşatmak ve savunmak zorundadır, ve doğanın kendi benzerleri arasında dağıtmış bulunduğu o yetenekler çeşitliliğinden en küçük bir yarar sağlayamaz. İnsanlar arasındaysa, bilakis, en uygunsuz yetenekler birbirleri için yararlıdırlar. Çünkü her birinin değişik çalışma alanları(sanayi) ve çeşitli ürünleri evrensel değiş-tokuş ve alışveriş sayesinde, her insan, kendi ihtiyacına göre, başkalarının çalışma ürününü satın alabilir. İş bölümüne yol açan şey değişim yeteneği olduğuna göre, bunun sonucu bu işbölümünün artışı her zaman değişim yeteneğinin genişliği ya da bir başka değişle pazarın genişliğiyle sınırlanmış bulunması  gerekir."

Marx,   “iş sürecinin basit unsurlarını, belli bir amaca yönelmiş faaliyet, yani işin kendisi, üzerinde çalışılan nesne ve bu iş sırasında kullanılan araç ve gereçler” olarak belirtir. "Çalışan bir kimsenin sahip olduğu  ilk şey çalışma nesnesi değil, çalışma aletidir." İnsan alet yapan emeğiyle insanlaşmıştır. İnsan aletsiz emek harcayamadığından  onun elinden aletlerini alırsanız onu kolaylıkla köleleştirebilirsiniz. 

Toprak, en bakir biçimiyle insandan bağımsız olarak vardır ve insan emeğinin üzerinde çalıştığı genel nesnedir. İnsanın yaşaması için gerekli olan yaşama araçlarını ona kullanıma hazır olarak sunar.

“Yeryüzü, daha hayatın başından itibaren, insanın nasıl azık deposu olmuşsa, ayni şekilde iş-aracı yani alet deposu da olmuştur. Yeryüzü insana, örneğin, fırlatıp atma, sürtme ve ufalama, bastırıp ezme, sürterek kesme ..vs işlerinde kullandığı taşı vermiştir. Yeryüzünün kendisi bir iş-aracıdır; ama, tarımda iş-aracı olarak kullanılmaya başlanınca, yeniden bir dizi diğer iş-araçlarını ve iş-gücünün artık nispeten yüksek bir gelişme düzeyine ulaşmasını gerektirmiştir. İş süreci, genellikle, az da olsa, bir gelişme geçirir geçirmez, özel olarak hazırlanmış iş araçlarına ihtiyaç duyulur.

İnsanların çok eskiden yaşamış oldukları mağaralarda taştan yapılmış alet ve silahlar buluyoruz. İşlenmiş taş, tahta, kemik ve deniz hayvanlarının kabuklarıyla birlikte ehlileştirilmiş ve ayni zamanda emek harcanarak belli amaçlar için değiştirilerek yetiştirilmiş hayvanlar insanlık tarihinin daha başlangıcında iş-araçları olarak baş rolü oynamışlardır. İş araçlarının kullanımı ve yapımı bunlar embriyo halinde bazı hayvan türleri arasında da  görülmekle beraber insanın yürüttüğü spesifik iş sürecinin belirleyici niteliğidir; ve bundan dolayı , Franklin insanı “alet yapan bir hayvan” diye tanımlar.

Fosil halindeki kemik kalıntılarının bulunup bir araya getirilmesi, nesli tükenmiş hayvan türlerinin yapılarını anlamak için nasıl bir önem taşıyorsa, alet, yani iş araçları kalıntıları da, tarihe karışmış ekonomik toplum biçimleri üzerinde yapılan incelemeler ve varılacak sonuçlar için ayni önemi taşır.

Ekonomik çağları birbirinden ayırt eden şey, yapılmış olan maddeler değil, bunların nasıl ve hangi iş araçları ile yapılmış olduğudur. İş-araçları, sadece, insan iş-gücünün geçirmiş olduğu gelişmenin derecesini ölçen şeyler olmakla kalmaz, ayni  zamanda, bu iş-gücünün hangi toplumsal şartlar altında kullanılmış olduğunu da gösterirler. Üretimin kemikleri  ve kasları diyebileceğimiz mekanik nitelikteki  iş araçları, üretimin damar sistemi diyebileceğimiz ve çalışma malzemesini sadece korumaya yarayan borular,  fıçılar, sepetler ve küplere göre daha kesin ayırt edici nitelikler taşır.

Demek oluyor ki insan faaliyeti iş sürecinde, iş nesnesi yani üzerinde çalışılan  malzemede başlangıçta belirlenmiş bir değişikliği iş-aracının yardımı ile meydana getirir. Süreç ürünle son bulur. Sürecin ürünü bir kullanım değeridir, şekil değişikliği ile insan ihtiyaçlarını gidermeye yaralı hale getirilmiş bir doğal maddedir. Emek, üzerinde harcandığı nesneye, malzemeye girmiş, onunla yek vücut olmuştur. Emek yani iş-gücü, gerçeklik kazanmış, malzeme ise işlenmiş, değiştirilmiştir. 

İşçi yönünden   bakıldığında, işçide hareket şeklinde görülmüş olan şey, ürün yönünden bakıldığında, şimdi üründe, bir maddi varlık şeklinde, hareketsiz, sakin bir özellik olarak görülür. İşçi ördü, ürün bir ağ oldu.”

Marx, tüm insan varlığının ve dolayısıyla tüm tarihin basit açıklamasını, “insanlar yaşayacak durumda olmalıdırlar  ki tarih yapabilsinler” önermesinde bulmuştu. Ama, yaşam, başka her şeyden önce, yemek, içmek, barınmak, giyim.. daha başka bir çok şey demektir.. Onun için, ilk tarihi hareket, bu ihtiyaçları karşılayacak araçların üretimi, yani maddi yaşamın kendisinin üretimidir. Bu, gerçekten, binlerce yıl önce olduğu gibi günümüzde de, yalnızca insan yaşamının sürdürülmesi için saati saatine, günü gününe yerine getirilmesi gereken tarihi bir hareket ve bütün tarihin temel koşuludur. Maddi üretim söz konusu olunca da akla hemen ne üretilecek, ne kadar üretilecek; ve ne ile üretilecek soruları gelir.

Marx, Kugelmann'a yazmış olduğu 11 Temmuz 1868 tarihli mektubunda  maddi üretim konusunda şunları yazar:

"Her çocuk bilir ki, bir ulus, bir yıl demeyeceğim, bir kaç hafta bile çalışamayacak olsa, yok olur. Keza; her çocuk bilir ki; farklı ihtiyaçlara cevap veren ürün miktarları toplumun toplam emeğinden farklı ve miktarca  belli (çalışma gücü olan) insanları gerektirir. Toplumsal emeğin belirli oranlarda dağılımı ile ilgili bu zorunluluktan toplumsal üretimin belli bir biçimi ile kurtulmanın  mümkün olamayacağını;  fakat ancak bu zorunluluğun kendini belirtiş, kendini açığa vuruş biçiminin değişebileceği apaçık bir şeydir. Doğal kanunların hiç birinden kurtulamazsınız. Farklı tarih koşulları altında değişebilen şey, bu kanunların kendilerini duyuruş, kendilerini ortaya koyuş biçimidir.. ve toplumsal emeğin iç-ilişkisinin kendisini bireysel emek ürünlerinin birbirleri arasındaki  özel değişimleri ile ortaya koyduğu bir toplum biçiminde, emeğin bu orantılı dağılımının kendisini gösteriş biçimi işte bu ürünlerin değişim değeri'dir."
       
Marx, Kutsal Aile' de Tarih'in, kendi öz amaçları peşinden koşan insanın faaliyetinden ve eyleminden başka bir şey olmadığını söyler.. Ancak bu tarih keyfi bir biçimde yapılmaz. Marx, Louise Bonapart'ın 18 Brumaire'i adlı yapıtında : " İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar; fakat kendilerinin seçtikleri koşullarda ve duruma egemen olarak değil; doğrudan doğruya verilmiş  ve geçmişin mirası olan koşullarda yaparlar." diye yazar. Felsefenin Sefaleti'nde ise Marx"M.Proudhon, bütün tarihin, insan doğasının sürekli bir dönüşümünden başka bir şey olmadığını bilmiyor" der.

Engels de, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu adlı eserinde, "insanlar kendi tarihlerini yaparlar ve bunu yaparken de her biri bilinçli olarak istediği kendi gayeleri peşinden gider; ve tarihi teşkil eden şey de işte bu farklı yönlerde davranan bir çok iradenin ve bunların dış dünya üzerindeki çeşitli etkilerinin bileşkesidir." der ve şöyle devam eder:  "Şu halde, söz konusu olan şey yine birçok    münferit kişilerin istekleridir. İradeyi tayin eden ihtiras veya düşüncedir. Fakat ihtirası ve düşünceyi doğrudan doğruya tayin eden manivelalar çok değişik mahiyettedirler. Bunlar bazı dış objeler olabileceği gibi, ideal neviden bazı saikler --ikbal hırsı, "hakikat ve adalet aşkı", şahsi kin yahut da tamamen bireysel neviden her çeşit kapris-- de olabilir. Fakat, bir taraftan, gördüğümüz gibi, tarihte etkin olan çok sayıda bireysel iradeler çoğu halde elde edilmek istenenden tamamen farklı ve genellikle bunun tam tersi sonuçlar doğurur; bu itibarla, bu iradeleri tayin eden saiklerin nihai sonuc bakımından ancak ikinci derecede bir önemi vardır."

Marx, Alman İdeolojisi'nde şöyle yazar:

"Tüm insan tarihinin ilk öncülü canlı insan bireylerinin varlığıdır. Şu halde saptanması gereken ilk olgu bu bireylerin fiziksel örgütlenişleri ve bu örgütlenmenin sonucu olarak ortaya çıkan doğanın geri kalan bölümüyle ilişkileridir. Burada, doğaldır ki, ne bizzat insanın fizik yapısını ne de insanların tamamen hazır buldukları doğal koşulları, jeolojik, orografik, hidrografik, klimatik ve öteki koşulları  derinliğine inceleyemeyiz. Her tarih yazımı, bu doğal temellerden ve tarih boyunca insan eyleminin bu temellerde meydana getirdiği değişiklerden hareket etmek zorundadır."

" İnsanlar, hayvanlardan, bilinçle, dinle ya da herhangi bir başka şeyle ayırt edilebilir.  İnsanlar kendi geçim araçlarını üretmeye başlar başlamaz, kendilerini hayvanlardan ayırt etmeye başlıyorlar, bu, onların kendi fiziksel örgütlenişlerinin sonucu olan ileri bir adımdır. İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşamlarını da üretirler." 

“ Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır. Şu halde onların ne oldukları, üretimleriyle, ne ürettikleriyle olduğu kadar, nasıl ürettikleriyle de örtüşür. Demek ki bireylerin ne oldukları üretimlerinin maddi koşullarına bağlıdır." 

"Maddi yaşamın üretim biçimi(bir yanda üretici güçler, öte yanda da, üretim ya da mülkiyet ilişkileri..) genellikle, sosyal, siyasal, fikri hayat süreçlerini belirler. Fikirlerin, kavramların ve bilincin üretimi, başlangıçta, insanların  maddi faaliyetleri ve maddi ilişkileriyle, gerçek hayatın diliyle  ile doğrudan doğruya iç içedir.  Ayni şey bir halkın  siyasal, hukuki, ahlaki, dinsel ve metafizik dilinde ifadesini bulduğu biçimiyle, zihinsel ürünler için de geçerlidir. 

Bilinç, asla bizzat bilinçli varoluştan başka bir şey olamaz ve insanların varoluşu onların gerçek yaşam süreçleridir. Eğer bütün ideolojide insanlar ve onların içinde bulundukları şartlar camera obscura***'da olduğu gibi baş aşağı görünüyorsa, bu olgu, onların tarihsel yaşam sürecinden ileri gelmektedir; tıpkı nesnelerin göz retinası üzerine ters düşmesinin onların fiziksel yaşam süreçlerinden ileri geliyor olması gibi. 

Gökten yere inen Alman felsefesinin  tam tersine, biz burada yerden göğe çıkıyoruz. Yani bu demektir ki biz, etiyle kemiğiyle insana varmak için, ne insanların dediklerinden, tasarladıklarından veya düşündüklerinden ne de insanlar hakkında söylemiş, düşünülmüş, tasarlanmış veya kavranmış olan şeylerden hareket ediyoruz; biz gerçek, etkin insanlardan hareket ediyor ve onların gerçek yaşam süreçlerinden kalkarak bu yaşam süreçlerinin ideolojik yansılarının ve yankılarının gelişmesini gösteriyoruz. İnsan beyninde oluşan hayaller de, deneysel olarak saptanabilen ve maddi önkoşullara bağlı olan zorunlu yücelimlerdir. Dolayısıyla ahlak, din, metafizik ve diğer ideolojiler ile bunlara karşılık düşen bilinç biçimleri artık özerk bir varlık olma görünümlerini kaybederler. Onların tarihi yoktur; maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirirken, gerçek varlıklarını, düşünüşlerini ve düşünüşlerinin ürünlerini de değiştiren insanların kendileridir. Hayat bilinç tarafından değil; bilinç, hayat tarafından belirlenmiştir. 

Demek ki; gerçek hayatta, spekülasyonun bittiği yerde  müspet bilim, yani insanların pratik faaliyetlerinin, pratik gelişme süreçlerinin ortaya konulması başlar. Bilinç üzerine lafazanlık sona erer; gerçek bilgi onun yerini almak zorundadır. Gerçeğin göz önüne serildiği yerde felsefe bağımsız bir bilgi dalı olarak varoluş ortamını yitirir. Onun yerini alsa alsa, en genel sonuçların özetlenmesi, insanların tarihi gelişimlerinin gözlenmesinden çıkan soyutlamalar alır. Gerçek tarihin dışında, kendi başlarına, bu soyutlamaların hiç bir değeri yoktur.  Sadece tarihi malzemeyi bir düzene sokmaya, tarihi malzemenin ayrı ayrı tabakalarının izlediği sırayı göstermeye yardımcı olurlar. Ama hiç bir surette, felsefe gibi, tarih çağlarını dertop etmeye yarar bir reçete ya da şema sağlamazlar. Bilakis; asıl güçlük işte o zaman, ister geçmiş bir çağa, ister günümüze ait olsun elimizdeki tarihi malzemeyi inceleyip düzene sokmaya -gerçekten göz önüne sermeye- başladığımız zaman kendini gösterir."


Nihayetinde, bilinç de sosyal bir üründür. İnsanlar yaşamları için gerekli araçlar ve sosyal ilişkiler ürettikleri gibi felsefi, ahlaki, iktisadi, politik, dini, estetik...fikirler de üretirler. Bundan üç sonuç çıkar: 1-Egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir. 2- Belirli bir zamanda devrimci fikirlerin var olması önceden devrimci sınıfın var olmasını gerektirir. 3-sonucun neden üzerine etkisinde olduğu gibi bilinç ile bilincin içinde doğmuş olduğu koşullar arasında daima bir karşılıklı etki vardır.

Marx, 28 Aralık 1846'da Rus edebiyatçı ve eleştirmen P.V.Annenkov'a  yazdığı ve küçük burjuva ideologlardan P.J.Proudhon'u eleştirdiği  mektubunda söyle yazar :

"Biçimi ne olursa olsun, toplum nedir?  İnsanların karşılıklı eylemlerinin ürünü. Ve İnsanlar kendileri için şu ya da bu toplumu seçmede asla özgür değildirler. İnsanların üretici güçlerinin belirli bir gelişme amasını alırsanız, belirli bir ticaret ve tüketim biçimi elde edersiniz. Üretimde, ticarette ve tüketimde belirli gelişme aşamaları alırsanız, buna tekabül eden bir aile, zümreler ya da sınıflar örgütü, tek sözcükle, buna tekabül eden uygar toplum elde edersiniz. 

Belirli bir uygar toplumu alırsanız, uygar toplumun yalnızca resmi ifadesi olan belirli politik koşullar elde edersiniz. (..) Dolayısıyla, insanlar, kendi tarihlerinin temeli olan kendi üretici güçlerini seçmekte de özgür değildir. Çünkü, her üretici güç edinilmiş bir güçtür. Daha önceki eylemlerinin ürünüdür. Üretici güçler bundan ötürü pratik insan enerjisinin sonuçlarıdır; ama bu enerjinin kendisi insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o ana dek edinilmiş üretici güçlerle, kendileri var olmazdan önce var olmuş, kendilerinin yaratmadıkları, bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullanmıştır. 

İnsanın üretici güçleri ve bundan ötürü de toplumsal ilişkiler daha da geliştikçe, insanlık tarihi, her zamankinden daha çok bir insanlık tarihi biçimine bürünür. Böylece, bunun sonucu olarak, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olmasalar da, kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla. İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerinin temelidir. Bu maddi ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettirler. 

(..) Demek ki; insanların içinde üretim, tüketim, ve değişim yaptıkları ekonomik biçimler, geçici ve tarihseldirler. Yeni üretici yeteneklerin elde edilmesiyle insanlar , üretim biçimlerini ve üretim biçimiyle birlikte bu belirli üretim biçiminin  zorunlu sosyal  ilişkilerinden ibaret olan tüm ekonomik ilişkileri değiştirirler." 

"(..)İnsanlar yeteneklerine göre, kumaş, keten bezi üretirken, bu arada, toplumsal ilişkiler de üretirler. Toplumsal ilişkilerin maddi üretkenliklerine uygun olarak üreten insanlar, düşünceler, kategoriler, yani, bu ayni toplumsal ilişkilerin soyut ideal ifadelerini de üretirler. Ve bu düşünceler ve kategoriler ifade etmiş oldukları ilişkilerden daha ölümsüz değillerdir. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir." 

Marx, Artı-değer Teorileri birinci kitabında kapitalizmin toplumsal sistemine dair  şunları yazar:

"Bir filozof, bir şair dizeler, bir rahip vaazlar, bir profesör ders kitapları, vb. üretir. Bir suçlu suç üretir. Fakat bu son üretim dalı ile toplumun bütün üretici faaliyeti biraz daha yakından incelenirse, insan bir çok önyargısını terk etmek zorunda kalır. Suçlun yalnızca suç değil, ayni zamanda ceza hukukunu da üretir, ceza hukuku dersleri veren profesörü, hatta ve hatta profesörün içinde derslerini piyasaya satılık bir mal olarak çıkardığı kaçınılmaz ders kitabını da üretir. Bizzat yazarının bile kendi ders kitabından aldığı zevkten tamamıyla  ayrı olarak, maddi servette bir artış meydana gelir. 

Ayrıca; suçlu bütün polis ve ceza mahkemesi  aygıtını, dedektifleri, cellatları, mahkeme kurullarını (jüri), vb.'yi üretir ve toplumsal iş bölümünün bunca kategorisini oluşturan bütün bu farklı meslekler, insan ruhunun farklı farklı yeteneklerini geliştirirler; yani ihtiyaçlar ve onları giderecek yeni yollar yaratırlar. Bizzat işkence, işkence aletlerinin üretiminde çok sayıda dürüst işçi çalıştırarak en zekice mekanik icatların yapılmasına imkan vermiştir. 

Suçlu bazen ahlaki, bazen acıklı bir izlenim yaratarak  halkın ahlaki ve estettik duygularını harekete geçirmekle bir "hizmet" görmektedir. O , ceza hukuku üzerine ders kitapları ve bizzat ceza hukukun kendisini ve böylece kanun koyucuları üretmekle kalmaz ayni zamanda, sanat, edebiyat, romanlar ve (..) trajik oyunları da üretir.  Suçlu, burjuva yaşamının tekdüzeliğini ve güvenliğini bozar. Böylece onu durgunluktan korur ve yokluğunda bizzat rekabet uyarısının körleneceği o dur durak bilmez gerilimi, ruh hareketliliğini yaratır.. Bundan dolayı üretici güçlere yeni bir itilim verir. Suça karşı açılan savaş fazla nüfusun bir parçasını emerken, suç, emek pazarından ayni nüfusun bir başka parçasını çekip alır; işçiler arasında rekabeti azaltır ve bir dereceye kadar da ücretlerin asgarinin altına düşmesini önler. Bundan dolayı suçlu, tam bir denge sağlayan ve bütün bir "yararlı"  meslekler  perspektifi açan doğal "dengeleyici" güçler" den biri olarak görünür.  

Suçlunun üretici güçlerini gelişmesine yaptığı etki ayrıntılı olarak gösterilebilir.  Hırsızlar olmuş olmasaydı çilingirin zanaatı bugünkü yetkinliğine ulaşılabilir miydi? Kalpazanlar olmuş olmasa, banknot yapımcısı bu günkü üstünlüğüne erişebilir miydi? İmza taklitçileri olmasa mikroskop günlük ticari yaşama girer miydi? Uygulamalı kimyanın gelişmesi, dürüst üretici çabaların hilesini bulmak üzere girişilen gayretlerden ötürü değil midir? Suç, mülkiyete durmadan yeni yeni saldırı araçları geliştirmesiyle yeni savunma tedbirlerinin doğmasına yol açar ve onun üretici etkileri, grevlerin makinelerin icadını uyarıcı etkileri kadar büyüktür. 

Kişisel suçları bir yana bırakalım ; ulusal suçlar olmasa bir dünya pazarı olabilir, bizzat uluslar varolabilir miydi?. Ademden bu yana günah ağacı ayni zamanda bilgi ağacı da değil midir?"

Felsefenin Sefaleti'nde ise Marx şöyle yazar:

"(..)Toplumsal ilişkiler üretici güçlerle çok yakından ilişkilidir. Yeni üretici güçler elde ederken insanlar üretim biçimlerini, geçimlerini sağlama yollarını da değiştirirler; bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. El değirmeni size feodal  beyin  bulunduğu bir  toplumu, buharlı değirmen ise sanayi kapitalistinin bulunduğu toplumu verir. 

Maddi üretim güçlerine uygun toplumsal ilişkiler kuran ayni sanlar, ayni zamanda toplumsal ilişkilere uygun ilkeler, yasalar ve kategoriler de yaratırlar. Böylece, bu fikirler ve kategoriler, ifade ettikleri ilişkilerden daha fazla ebedi değildirler. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. 

Üretici güçlerin büyümesi, toplumsal ilişkilerin tahribi, fikirlerin oluşması yönünde sürekli bir hareket vardır: soyut hareket dışında hiç bir şey değişmez değildir.- mors immortalis-(ölümsüz ölüm)**"

Marx, kimi çevrelerce kendisine atfedilen her şeyi ekonomiye bağlayan, her şeyi ekonomiden çıkaran  "ekonomik determinizm"i şöyle eleştirir:  "Tarih, mistik, soyut, dıştan bir zorunluluğa tabi kılınarak açıklanamaz. Çünkü; Tarih, 'dışında bulunan bir norma göre' gelişmez. İç zorunluluk kanunlarının keşfi , sabırlı ve kılı kırk yararcasına bütün belirlenmelerin incelenmesiyle mümkün olur; yoksa önceden doğruluğu kabul edilmiş a priori bir şemanın yansıtılmasıyla değil. Bu araştırmaya, her özel halde, yeniden başvurulmalıdır. " 

Engels, Conradt Schmidt'e yazdığı 5 Agustos 1890 tarihli mektupta: "Bizim tarih anlayışımız her şeyden önce bir inceleme yoludur, yoksa Hegelci'lerde olduğu gibi, bir takım yapılar kurmak için bir lövye değildir." 

Engels, 21 Eylül 1890 tarihli Joseph Bloch'a yazdığı mektupta ise: 

"Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken, son aşamada, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne  de ben, hiç bir zaman daha fazlasını iddia etmedik. Eğer; sonradan, herhangi biri, ekonomik etken tek belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu, boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama, çeşitli üst yapı öğeleri, -sınıf mücadelesinin siyasal biçimleri ve sonuçları-, savaş bir kez kazanıldıktan sonra, kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb.-hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek mücadelelerin mücadeleye katılanların beynindeki yansıları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, din anlayışları, ve bunların daha sonraki dogmatik sistemler halinde gelişmeleri, hepsi de tarihsel mücadelelerin gidişi üzerinde etki   yapar ve bir çok durumda ağır basarak onun biçimini belirlerler. Bütün bu etkenlerin, etkisi ve tepkisi vardır, öyle ki ekonomik hareket bu etkenlerin bağrında, sonunda, bir zorunluluk olarak, sonsuz bir rastlantılar yığını arasından kendine yol açmaya başlar. Yoksa, teorinin herhangi bir tarihsel döneme uygulanması, kanımca, birinci dereceden basit bir denklemi çözmekten daha kolay olurdu.

Kendi tarihimiz kendimiz yapıyoruz, ama her şeyden önce belirli öncüllerle birlikte ve çok belirli koşullar içerisinde. Bütün öteki koşullar içerisinde en sonunda en belirleyici olanlar, ekonomik koşullardır. Ama siyasal koşullar, vb., hatta insanların beyinlerine musallat olan gelenek bile, kesin olmasa da, gene bir rol oynar." Ama ikici olarak şu da var ki: tarih, son sonucun, her zaman sayısız bireysel iradelerin atışmalarından açığa çıkması suretiyle gerçekleşir, bu iradelerin her biri de, o bulunduğu haliyle, bir yığın özel varlık koşulları kalabalığı tarafından yaratılmıştır; demek ki burada karşılıklı olarak birbirlerine karşı koyan sayısız güçler vardır, bu güçlerin meydana getirdikleri sonsuz bir paralel kenar grubu vardır, ki bu gruptan, bir bütün olarak bilinçsiz ve kör bir biçimde işleyen bir kuvvetin ürünü gibi görülebilecek bir bileşke --tarihsel olay-- ortaya çıkar. Çünkü her bireyin istediği şeyi, başka herhangi bir birey engeller ve sonuçta ortaya çıkan şey, hiç kimsenin istememiş olduğu şeydir. 

İşte böyle, tarih, günümüze dek, bir doğa süreci gibi akar gelir ve , öz olarak, doğa ile ayni hareket yasalarına bağlı bulunur. Ama --her biri kendi fizik yapısının, dış koşulların , son tahlilde ekonomik koşulların , ya kendi kişisel koşullarının ya da genel toplumsal koşulların kendisini ittiği şeyi isteyen-çeşitli iradelerin istedikleri şeye ulaşamayıp genel bir ortalamada, ortak bir bileşkede kaynaşmalarından, bunların sıfıra eşit oldukları gibi bir sonuç çıkarmaya hakkımız yoktur. Bilakis; onların her biri bileşkeye katkıda bulunur; ve bu sıfatla onda içerilmiş durumdadır. "

Keza, Engels 25 Ocak 1894'te Starkenbourg'a şöyle yazacaktı mektubunda: "İnsanların kendilerini koşullandıran bir ortam içinde, kendi tarihlerini yaptıkları yolundaki ana fikrin, tarihte yalnız ekonominin gölge oyunlarından, "ekonomik durumun otomatik bir etkisinden" başka bir şey olmadığı yolundaki diyalektiğe taban tabana zıt, kaba ve mekanik bir materyalizm anlayışından doğan görüşle karıştırılmaması gerekir."

Tarihsel gerçekler kendini sonsuz tesadüfler arasından bir iç zorunluk olarak gösterir. O yüzden Marx, Paris Komünü'ne ilişkin Kugelman'a yazdığı 17 Nisan 1871 tarihli mektupta:

" Dünya tarihi, eğer mücadele sadece şaşmaz biçimde lehte olan şanslarla kabul edilseydi, kuşkusuz çok kolay yapılırdı. Öte yandan "tesadüfler" hiç rol oynamamış olsaydı, bu çok mistik(esrarengiz) bir şey olurdu.  Bu tesadüfler, gelişimin genel seviyesine tabii olarak saçılırlar ve yine başka tesadüflerle dengelenirler. Fakat hızlanma ve gecikmeler böyle "tesadüflere"  çok bağlıdır, bunda hareketin başlangıcında, başında bulunan kişilerin karakterlerinin de 'tesadüfleri' de vardır."

Tarihsel Maddeciliğin başlıca temasına göre,   İnsanlar kendi tarihlerini  kendileri yapar, ama, bu tarih, insanların kendi seçtikleri  koşullara göre ve keyfi olarak  değil; önceki kuşaklardan devraldıkları ve hazır buldukları koşullara göre yapılır. Öyleyse; artık,  insanların kendi tarihlerini, seçmiş oldukları  koşullara göre yapma zamanı gelmiştir; ve insanın üretkenliğini ve yaratıcılığını eşyaların gücüne ve ücrete tabi kılan bu son kölelik zinciri, Kapitalist Üretim Tarzı,  parçalanarak tarihin sınıflı toplum müzesine kaldırılmalıdır.

Kapitalist Üretim Tarzının bu günkü aşamasında sosyalizmin  zorunlu olduğunu söylemek, biz ne yaparsak yapalım er geç sosyalizm kurulacaktır anlamına gelmez. Bu, Kapitalizmin çelişkileri öyle bir hal almıştır ki, ancak üretim araçlarının kapitalist mülkiyetinin ortadan kaldırılması ve sosyalizme geçişle çözümlenebilir.. Fakat biz bu zorunluğun farkına varmaz ya da bu bilincin gerektirdiği ödev ve sorumluluklardan kaçarsak, hatta bu bilince ermiş ve ödevlerini yerine getirmiş olsak bile üst üste stratejik ve taktik hatalar yaparsak, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki çözümlenmemiş olarak kalır; ve bu çözümlenmemiş çelişkiden  zorunlu olarak doğan krizler, kendini toplumsal yozlaşma ve çürüme, savaşlar, açlık, sefalet, işsizlik,  ölümler.. gibi  insanlık trajedileri olarak  kendini gösterir.

Marx, 1848’de Engels ile birlikte kaleme aldığı  Komünist Manifesto’da,  bütün insanlık tarihinin, -Engels ilkel insan toplulukları hariç diye düzeltecektir ilerde-  sınıf mücadeleleri tarihinden ibaret olduğunu belirtir. Sömürülen ve ezilen sınıf-proletarya-  ayni zamanda bütün toplumu  her türlü sömürüden ve baskıdan ve sınıf ayrılıklarından, sınıf mücadelelerinden,  bütün gelecek için kurtarmadıkça, sömüren ve hakim sınıfın-burjuvazinin-  hakimiyetinden kendisini kurtaramaz.

Marx, insanlık tarihini sınıf mücadeleleri tarihinden ibaret görür ama 5 Mart 1852'de dostu Joseph Weydemeyer'e yazdığı mektupta şu hususu belirtmeden de geçemez: "(…) Ne modern toplumda sınıfların varlığını ne de sınıflar arasındaki mücadeleyi bulma şerefi bana aittir. Benden çok önce burjuva tarihçiler bu sınıfların mücadelesin tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da, sınıfların ekonomik yapısını açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım şey: 

1) Sınıfların varlığının sadece üretimin belli tarihsel  gelişme  aşamalarına bağlı bulunduğunu;  2) Sınıflar mücadelesinin zorunlu olarak proletarya  diktatoryasına  götürdüğünü;  3) Bu diktatoryanın  da  tüm sınıfların ortadan kalkması ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak oldu. "

Marx'a göre, proletarya diktatörlüğü işçi sınıfının demokrasisidir.  Gotha Programının Eleştirisi'nde şöyle yazar: "Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da siyasal bir geçiş dönemi tekabül eder,  burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz."

Hangi Devlet biçimini alırsak alalım, Devlet, esas itibariyle (egemen) bir sosyal sınıfın Devletidir ve sosyal sınıf  mücadelelerinin  ürünüdür. Egemen sosyal sınıf,  ezilen sosyal sınıfı sömürürken Devlet organını bir araç olarak kullanır. Toplumlarda sınıf mücadelesi keskinleştikçe Devletin baskı ve şiddeti de  keskinleşir. Hasılı, Devlet, her zaman sosyal sınıf  d i k t a t ö r l ü ğ ü n ü n   bir aracı ve biçimidir. O yüzden; İşçi Sınıfı İktidarı da, kendiliğinden ve zorunlu olarak, "proletarya diktatörlüğü" biçimini alır.

Proletarya diktatörlüğünün amacı sosyal sınıf çelişkilerine ve sınıf mücadelesine son vermektir. Proletarya, kendisiyle birlikte sosyal sınıfları ve sosyal sınıf egemenliğini  tarih sahnesinden sildiği zaman  Devlet de kendiliğinden sönümlenmiş ve diyalektik olarak aşılmış(aufheben) olacaktır.

Engels, 18-28 Mart 1875'de August Bebel'e yazdığı mektupta şöyle der: " İşçi sınıfının devlete olan ihtiyacı sürdükçe o bunu, özgürlük için değil, hasımlarını alt etmek için kullanacaktır. Ve özgürlük' ten söz edilmesi mümkün olduğu gün devlet, devlet olarak ortadan kalkışmış olacaktır."

Yaratıcı Markscılığın öncüsü ve temsilcisi Lenin de, Devlet ve Devrim adlı kitabında,  devletin kaçınılmaz olarak sönümlenip gideceğini; bu sürecin uzun bir döneme yayılacağını ve komünizmin üst aşamasının gelişme hızına bağlı olacağını; devletin sönümlenmesinin ne kadar zaman alacağı ve hangi somut biçimlere bürüneceğinin ise şimdiden kestirilemeyeceğini; devletin tümüyle sönümlenip gitmesinin ancak toplum 'herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar' kuralını benimsediği zaman mümkün olabileceğini belirterek şöyle devam eder:

" İnsanlar toplumsal ilişkilerin temel kurallarına uymaya öylesine alışmışlardır ve emekleri öylesine üretken hale gelmiştir ki, herkesin gönüllü olarak, yeteneğine göre çalışacağı bir aşamaya varılmıştır.

İnsanı bir Shylock (  Shakespeare'ın Venedik Taciri oyunundaki gözünü hırs bürümüş tefeci)'un kalpsizliğiyle, başka birinden yarım saat daha fazla çalışıp çalışmadığını ya da daha az ücret alıp almadığını hesaplamaya iten dar çerçeve, yani 'burjuva hukukunun dar ufukları' geride kalmış olacaktır. O zaman toplum, ürünlerin paylaşımı sırasında, herkesin alacağı ürünün miktarını ayarlama ihtiyacı duymayacak, her kes özgürce 'ihtiyacı kadar' alacaktır.

Burjuva bakış açısından, bu tür toplum düzeninin 'tam bir ütopya' olduğunu söylemek ve bireylerin emeği üzerinde hiç bir denetim olmadan, herkese istediği kadar yer mantarı, araba, piyano, vb.. alma vaat ettikleri için sosyalistlerle alay etmek kolaydır. Bu gün bile burjuva bilginlerinin çoğu bu şekilde alay etmenin ötesine geçemiyor. ve böylelikle hem cehaletlerini hem de kendi bencil çıkarları için kapitalizmi savunduklarını ele veriyorlar."

Marksist anlayışa göre, burjuva "eşitlik" toplumunun temeli, egemen sınıfın ezilen sınıftan artık-değer emme mücadelesidir. Sınıf mücadelesinin özneleri olan insanlar, bu sınıf mücadelesini bir mücadele olarak kavrayamazlar. Çünkü mücadele, hep bu mücadeleyi gizleyen ideolojik kurumların ve ideolojik kamuflajın ardında cereyan eder.  İşlevi sınıf mücadelesini gizlemek olan ideoloji, tanımı gereği bu mücadeleyi daima gizler, maskeler. Bu toplumun üyeleri gerçekleri ters yüz eden ideolojik görme bozukluğu ile malul olduklarından, yanılsamalı ve aldatıcı bu dünyada, sınıfsal sömürü ilişkilerini ve piyasa düzenini sürekli yeniden üretirler.

Bu sömürü düzeninde, üretim, tarih dışı,  A'yı B'ye çevirme gibi basit bir teknik süreç değil, verili toplumsal ilişkilerin ve toplumsal önvarsayımların yeniden üretimidir. Bu toplumda sömürünün ve baskının kaynağı  malların bölüşümü  düzeyinde değil bizzat üretimin yapılış tarzındadır. Tüm toplumsal ilişkileri, tarihi dönüşümleri ve sömürüyü, temel bir veri kabul edilen üretim olayının dışında, üretilmiş olan malların paylaşımı için verilen kavgalar olarak görmek ve o düzeyde çözümlemeye çalışmak sonucunu doğurur. Toplumda sınıflar, ezilenler, yoksullar varsa, bu haksızlıkla, zorbalık ve istilalarla, dümenlerle, yasalarla, devlet iktidarıyla, toplumsal geleneklerle, psikolojik nedenlerle vb., açıklanır. Bu arada işin temeli olan üretim yapısının kapitalist --dolayısıyla zorunlu olarak sınıfsal mantığı yeniden üreten-- içeriği göz ardı edilir. ve işte  o zaman bölüşümün yapısı ve değişmeleri de anlaşılmaz olur.

Dolayısıyla sömürü düzeninin  bütün pislikleri ve yaldızlı sefaleti  aslında sermaye (kapital) - ücretli emek ilişkisine dayanan Üretimin eseridir. Öyleyse  bölüşümün yapısı, üretimin yapısına göre açıklanması gerekir.  Fakat genel anlamda  üretimden burjuva iktisatçıları üretimi arttıran , hızlandıran, kolaylaştıran koşulları anlar. İyi ya da kötü bu koşularda mallar üretildikten sonra kimin ne pay alacağına, tarih, zümreler arası çatışmalar, gelenekler, vb., karar verir.

Marksizmin sınıfsal özünü tahrif etmek isteyenlere karşı Lenin ironik biçimde şöyle der: "sınıflar üstü bir siyasetten ve sınıflar üstü bir sosyalizmden bahseden birini, fazla uğraşmadan, hemen bir kafese koyup, bir Avustralya kangurusuyla ya da benzeri bir şeyle bir kafese koyup yan yana sergilemek gerekir."

19.yüzyıl Avrupa'sında, sömürgen ve baskıcı sınıf olan burjuvazinin iktidardan alaşağı edilebilmesi için Marx ve Engels  Komünist Manifesto'da çağrı yaparlar: Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin!". Bu ateşli enternasyonalizm çağrısı proletaryanın "ulus haline gelme " özlemiyle hiç bir biçimde çelişmez. Çünkü; her Ülkelin tarihsel yazgısı işçi sınıfının sorumluluğu ve yükümlülüğündedir. Proletaryanın burjuvazi üzerindeki zaferi ayni zamanda bu gün çeşitli halkları birbiri karşısına diken ulusal ve sınai çatışmalar üzerindeki zaferdir de. Proletaryanın burjuvazi karşısındaki zaferi ayni zamanda tüm ezilen uluslar için bir özgürlük işaretidir.

Marx, Komünist Manifesto'da "Burjuvazi, tarihi bakımdan son derece devrimci bir rol oynamıştır" diye  yazar ve şöyle devam eder:

"Burjuvazi, egemen olduğu her yerde, bütün feodal, ataerkil (patriyarkal), asude ilişkilere son vermiştir. İnsanı "doğal üstlerine" bağlayan karmaşık feodal zincirleri hoyratça koparıp atmıştır. İnsanla insan arasında salt kişisel çıkardan, duyarsız "nakit para" bağından başka hiç bir ilişki  bırakmamış; ve dinsel coşkunluğun, şövalye duygusallığının, gözü yaşlı "küçük adam"(filisten, ham ervah) duyarlığının yüce heyecanlarını, bencil hesapların buzlu sularında boğmuştur. Bireyin onurunu değiş-tokuş değerine çevirmiş;  ve yok edilemeyecek sayısız beratlı özgürlüklerin yerine o yegane, vicdansız özgürlüğü getirmiştir : serbest ticaret.  Tek kelimeyle, dini ve siyasi aldatmacalar ardında gizlenen sömürünün yerine yalın, dolaysız, kaba ve hayasız sömürüyü geçirmiştir.

Burjuvazi o güne dek el üstünde tutulan, baş tacı edilen, saygı duyulan ne kadar meslek varsa hepsinin kutsal halesini yolup atmıştır. Hekimi, hukukçuyu, rahibi, şairi, bilim adamını kendisinin ücretli işçisi yapmıştır.

Burjuvazi, ailenin yüzünü örten yıvışık peçeyi yırtmış, aile ilişkisini salt bir para ilişkisi derekesine indirmiştir. İnsan faaliyetinin nelere kadir olduğunu ilk ispat eden burjuvazidir. Mısır piramitlerini, Roma su kemerlerini  ve Gotik katedralleri fersah fersah aşan harikalar yaratmıştır; daha önceki bütün kavimler göçleri ve haçlı seferlerini gölgede bırakan seferler yönetmiştir. Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte bütün toplum ilişkilerini sürekli değişikliğe uğratmaksızın var olamaz.

Oysa eski üretim tarzlarının değişmeksizin korunması, tam tersine ondan önceki bütün sanayici sınıfların başta gelen varoluş koşuluydu. Üretimin sürekli değişikliğe uğratılması, sosyal koşulların aralıksız alt üst edilmesi, sonu gelmez kararsızlık ve çalkantı, burjuvazi çağını önceki bütün çağlardan ayıran özelliktir.

Durağan, kaskatı donmuş bütün ilişkiler, peşleri sıra çekip getirdikleri yıllanmış saygıdeğer önyargılar ve fikirlerle birlikte süpürülüp gitmekte, yenileri ise daha kemikleşmeye vakit bulamadan  çağ-dışı kalmaktadır. Elle tutulur, gözle görülür ne varsa yoğa karışmakta, kutsal olan her şey ayaklar altına alınmakta; ve insanoğlu, gerçek hayat koşullarını ve hemcinsleriyle ilişkilerini nihayet ayık kafayla görmeye zorlanmaktadır."

Komünist Manifesto’da, Marx, sosyal sınıf gerçeğini şöyle ifade eder:   “Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen sınıflar daima birbirlerine karşı açık ya da gizli kesintisiz bir mücadele sürdürmüş, bu mücadele ya bütün toplum yapısının devrimci bir dönüşümüyle ya da mücadele eden sınıfların hep birlikte çöküşüyle sonuçlanmıştır.” Yani; Marx'a göre sınıf mücadelesinin tarihsel olarak alacağı biçim  sosyalizm olmak zorunda değildir; top yekun bir toplumsal çöküş de olabilir. Bu  tamamen sınıf mücadelesinin tarihsel koşullarına, niteliğine ve yürütülme biçimine bağlıdır.

Felsefeni Sefaleti adlı eserinde Marx, işçi sınıfının kurtuluşunu sınıfsız yeni bir toplumun yaratılmasında görür:

"Ezilen bir sınıf, uzlaşmaz sınıf karşıtlığına dayalı her toplumun hayati bir koşuludur. Bundan dolayı ezilen sınıfın kurtuluşu, zorunlu olarak yeni bir toplumun yaratılmasını gerektirir. Ezilen bir sınıfın kendi kendisini kurtarabilmesi için, mevcut üretim güçlerinin ve mevcut toplumsal ilişkilerin artık yan yana bir arada yaşamaya devam edemez olmaları gereklidir. Bütün üretim araçları içerisinde en büyük üretici güç, devrimci sınıfın kendisidir. Devrimci öğelerin bir sınıf olarak örgütlenmesi, eski toplumun içinde gelişebilecek olan bütün üretici güçlerin var olmasını öngörür. Bu, eski toplumun  yıkılışını, kendisini yeni bir siyasal güçte ifade eden yeni bir sınıf egemenliğinin mi izleyeceği anlamındadır? Hayır; tıpkı, "üçüncü tabaka" (soylular, ruhban ve avam üçlüsünden avam tabakasını anlatır.)'nın, burjuva zümresinin kurtuluş şartının bütün tabaka ve zümrelerin ortadan kalkması olduğu gibi, işçi sınıfının kurtuluş şartı da bütün sınıfların ortadan kalkmasıdır." 

Marx, Alman İdeolojisi'nde, "Devrim, yalnızca, egemen sınıf başka türlü devrilmediği için değil; fakat ayni zamanda onu deviren sınıfın geçmişin biriken pisliklerinden kurtulabilmesi ve toplumu yeniden kurabilmesi ancak bir devrim içinde mümkün olduğu için zorunludur." der.

Felsefenin Sefaleti'nde ise, Marx, şunları yazar:

"Nasıl iktisatçılar burjuvazinin bilimsel temsilcileri iseler, sosyalistler ve komünistler de proletaryanın temsilcileridirler. Proletarya, kendisini bir sınıf olarak ortaya koyacak kadar gelişmediği sürece, dolayısıyla proletaryanın burjuvaziyle olan mücadelesi siyasal bir nitelik kazanmadığı ve bizzat burjuva toplumu içinde, üretici güçler, proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kurulması için gereken maddi şartların varlığını işaret edecek kadar gelişmediği sürece bu teoriciler, ezilen sınıfın acısını dindirmek için hemencecik sistemleri geliştiren ve ıslah edici bir bilim peşinde koşan Ütopyacılar olarak kalırlar..

Fakat tarih, akışını sürdürdükçe ve proletaryanın mücadelesi daha açık bir biçim aldıkça bunlar artık kendi kafalarında bir bilim aramak zorunda kalmazlar; sadece gözlerinin önünde olup bittiğini gözlemlemeleri ve kendilerini onu açıklamanın aracı olarak kullanmaları gerekir. Bir bilim aradıkları ve sistemler yaratmaya çalıştıkları, mücadelenin başlangıcında oldukları sürece, sefalette yalnızca  sefaleti görürler; fakat bunun eski toplumu yıkacak olan devrimci ve yıkıcı yanını fark etmezler. Fakat bu andan itibaren tarihsel hareket tarafından yaratılmış olan ve kendini bilinçli olarak bu hareketle birleştiren bilim doktriner olmaktan çıkar ve devrimci hale gelir."

İşçi partisi söz konusu olunca, Marxizm ilkelerinden çıkan sonuçla, onun gerçekleştirilmesinin tarihsel koşullarından doğan durumunu birbirine karıştırmamanın önemini bir kez daha tekrarlamak gerekir. Marx, devrimin öznel yanının birbirinden ayrılmaz biçimde tarihsel hareketin teorik bilinci ve kitlelerin tarihsel inisiyatifi olduğunu kabul etmiştir. Marx, hiç bir zaman , teorik bilinç ile kitlelerin kendiliğinden hareketini birbirinin  karşısına koymamıştır. Onun için kendiliğinden hareket, bilincin karşıtı değildir. Kendiliğinden hareket karışık bir bilinçtir.

Marx, kitlelere "dışardan" ve "yukardan" devrimci bilinç getirme iddiasında olan her türlü parti anlayışına kesinlikle karşıdır. Wilhelm Bracke'e yazdığı 17 Eylül 1879 tarihli mektubunda şöyle diyordu :

"Enternasyonal'in kuruluşu sırasında, savaşımızın sloganını da formüle ettik: İşçi sınıfının özgürleşmesi, bizzat işçi sınıfın kendi eseri olacaktır. Öyleyse, işçilerin kendi kendilerini kurtarmak için çok cahil olduklarını ve yukardan özgürleştirilmeleri gerektiğini açıkça söyleyen kişilerle ortak bir yol izleyemeyiz."

Marx'a göre Genel olarak devrim,  -mevcut hakim gücün devrilmesi ve mevcut toplumsal ilişkilerin çözülmesi-  siyasal bir eylemdir. Devrim olmaksızın sosyalizm gelişemez. Sosyalizm, devirme ve çözmeyi gerektirdiği gibi, bu siyasal eylemi de gerektirir. Fakat onun örgütleme faaliyeti başlar başlamaz, kendine özgü amacı ve ruhu öne çıkar çıkmaz, sosyalizm bu siyasal örtüyü üstünden atar.

Günümüz bakımından önemli olan asıl mesele, sofistike biçimlere bürünmüş olan bu gizli mücadele biçimlerini ortaya çıkarıp ifşa etmek olmalıdır. Lenin’in 1916 İrlanda Paskalya Ayaklanması’nı bir darbe olarak değerlendiren Plekhanov’a verdiği cevapta şöyle der:

“saf bir toplumsal devrim (sınıf mücadelesi) bekleyenlerin ömrü hiçbir zaman bunu görmeye yetmeyecektir.” Zira; belli bir toplumsal sınıf, meydan savaşlarında ve siper savaşlarında mevzilenen ordular gibi,  belirli  bir yerde mevzilenerek “biz işçi sınıfıyız, biz sosyalizmden yanayız”,  diğer sınıf da başka bir yerde saf tutup mevzilenerek,  “biz de emperyalizmden yanayız, burjuvayız”, diyerek birbirleriyle savaşmayacaktır.  Böyle bir sınıf mücadelesi ve toplumsal devrim asla gerçekleşmeyecektir.

Marx,  Alman İdeolojisi'nde, " Komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir idealdir.. Sadece, bu günkü duruma son verecek gerçek harekettir komünizm. Bu hareketin koşulları şu an var olan öncüllerden doğar.(..)Komünizm, ampirik olarak, ancak egemen halkların 'hep birden' ve eş zamanlı hareketi olarak olanaklıdır, bu da üretici gücün evrensel gelişmesini  ve buna bağlı olan dünya ilişkilerini (Weltverkehr) varsayar. (..) Pratik materyalist, yani Komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü biçimde dönüştürmek (revolutionieren), varolan  duruma pratik olarak saldırmak ve onu değiştirmektir." diye belirtir.

Marxist anlamda  Komünist, daha şimdiden başka bir insan, başkalarından farklı, onların yaşadığı çelişkilerden kurtulmuş, yaşanan hakikate sanki gelecekteki gibi katılan, bir tür özsel nitelik, ontolojik öz değildir. Komünizm, gerçekleşebilir bir geleceğe  yönelik hareketle ve hareket içinde tanımlanmış olduğundan bu harekete uygun düşen davranış ve eylemi gösterenler gerçek komünistlerdir. 

Marx, Komünist Parti Manifestosu’nda :  “işçilerin vatanı yoktur onlardan sahip olmadıkları bir şey alınamaz Proletarya her şeyden evvel siyasal hakimiyeti fethetmek ulusal sınıf durumuna yükselmek; kendisi ulusu oluşturmak zorunda olduğundan zaten ulusaldır; ama kesinlikle sözcüğün burjuva anlamında değil.” derken  vatanın ve milletin inkarını kastetmiyordu. Marx, 19.yüzyıl koşullarında, Avrupa’da, tek bir ülkede, işçi sınıfının tek başına iktidara  gelmesini mümkün olarak görmediğinden proletarya devriminin,  Avrupa  kıtasındaki işçi sınıflarının uluslar arası dayanışmasının ürünü olacağına inanıyordu.

Ama; Marksizmi yeterince kavrayamamış olan kapitalizm yolcuları   Manifesto’da geçen bu cümleleri   milletin ve vatanın inkarı olarak yorumladılar. Oysa “işçilerin vatanı yoktur” cümlesinden sonra gelen cümle, bilakis,   işçi sınıfının  millet ve vatanla olan  bağını açıklıyordu. Bir ve tek egemen unsur (sınıf) olarak toplumu yeniden  örgütleyecek  olan işçi sınıfının, vaktiyle burjuvazinin yaptığı gibi, ancak kendini topluma mal ederek;  ulusallaşarak ve uluslaşarak iktidara gelebileceğini belirtiyordu.

Lenin’e göre, Marx, Manifesto’da “işçilerin vatanı yoktur” derken ayni zamanda, uluş devletlerin kuruluşunda proletaryanın özel bir rol oynadığını da söylüyordu. Lenin, arkadaşı İnes Armand’a yazdığı mektuplarda Manifestoda’ki vatan kavramını şöyle ele alır:

“İşçilerin vatanı yoktur” şu anlama gelir: a)Ekonomik durumu(le salariat) ulusal değil, fakat uluslar arasıdır. b) sınıf düşmanı uluslararasıdır. c) Kurtuluşunun şartları ayni şekilde  d) işçilerin uluslararası birliği, ulusal birliğinden daha önemlidir. 

Bundan, yabancı boyunduruğundan kurtulmak söz konusu olduğunda mücadele etmemek anlamı mı çıkar? Evet mi Hayır mı? 

Sömürgelerin kurtuluş savaşları, İrlanda’nın İngiltere’ye karşı savaşı ne olacak? Yani ulusal bir ayaklanma vatan savaşı değil midir?

Lenin, ikinci mektubunda konuya devam eder:

“Vatan tarihsel bir kavramdır. Ulusal boyunduruktan kurtuluş çağında, daha doğrusu sırasında, vatan başka şeydir; ulusal hareketlerin çok geride kaldığı bir zamanda başka şeydir. Komünist Manifesto’da deniliyor ki işçilerin vatanı yoktur. Doğru, ama orada yalnız bu söylenmiyor. Orada ayrıca ulus devletlerin kuruluşunda proletaryanın özel bir rol oynadığı da söyleniyor.

Birinci tez (işçilerin vatanı yoktur)  alınır ve ikinci tezle( işçiler, kesinlikle burjuva anlamda olmamakla birlikte sınıf halinde kendilerini ulusal olarak  kurumlaştırırlar)  bağlantısı unutulursa, bu, temelden yanlıştır.

Bu bağlantı nerededir? Bana göre şurada. Demokratik harekette(böyle bir zamanda, böyle somut bir durumda) proletarya demokratik hareketi(ve bunun sonucu olarak ulusal bir savaşta vatan savunmasını) desteklemeyi reddedemez. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’da, işçilerin vatanları olmadığını söylediler. Ama ayni Marx bir çok kez ulusal savaş çağrısında bulundu.  Bana göre ulusal savaşta ‘vatan savunması’ kesinlikle Marxism’e uygundur.”

Günümüzün bilimsel sosyalistlerinden Doğu Perinçek de "işçilerin vatanı yoktur"u şöyle yorumlar:

“Bu gün  büyük sermaye küreselleşerek vatansızlaşırken emekçiler vatana, bağımsızlığa sahip çıkıyor. Ezilen dünya ülkelerinde vatan, emperyalizmin sömürgeleştirmek  istediği topraktır. Sömürgeleşmenin diğer adı  vatansızlaşmaktır.  Sömürgeleştirmek , ezilen milletin vatanını yok etmektir. Milli devleti yıkmak onu yeniden ortaçağ karanlığına yuvarlamaktır. Vatan, üzerinde devrim yapacağımız topraktır.. Ezilen dünyada vatanseverlik, çağımızın devrimciliğidir.(abç)”

"ezilen dünyada, kurtuluş, sosyalizme ilerleme, vatanseverlikten geçiyordu. Emperyalizm, ezilen dünyaya vatanı ve vatanseverliği dayatmıştır. Ezilen dünya halkları için vatan, emperyalizme karşı savunulacak ya da sömürge olmaktan kurtarılacak topraktır. İster proletarya ister milli burjuvazi önderliğinde olsun, emperyalizme karşı her mücadele, dünya devriminin  parçasıdır. Ezilen milletlerin büyük (emperyalist) devletlere karşı savaşını vatan savaşı olarak kabul etmemek budalalıktır."

Korkut Boratav hoca da, günümüzde,   ‘İşçilerin vatanı yoktur’ kavramının artık tersine döndüğünü ; işçilerin ulusal olmak zorunda bırakıldığını;  asıl, sermayenin vatansızlaştığını;  ve buna da küreselleşme denildiğini  belirtmektedir.

Sonuç olarak, Lenin’in dediği gibi Vatan tarihsel bir kavramdır. Ulusal boyunduruktan, emperyalist güçlerin tahakkümünden kurtuluş çağında, sırasında, vatan başka şeydir, milli bağımsızlık hareketlerin ve milli kurtuluşların çok geride kaldığı bir zamanda başka şey. Tarihi maddeci görüşün bizlere öğretmiş olduğu gerçek budur.

Marx’ın maddeci tarih anlayışının biçimlenmesinin kökleri   Friedrich Engels ile tarihsel maddeci görüşün ilk ögelerini çıkarmış olan Alman iktisatçı Wilhelm Schulz(17897-1860)' a kadar uzanır.  Schulz' un  Üretim Hareketi Yeni Bir Devlet ve Toplum Bilimine Temel Hizmeti Görmeye Özgü Tarihsel ve İstatistik İrdeleme, (1843) adlı yapıtında tarihsel gelişmenin, ihtiyaçlar ve üretimin gelişmesi tarafından koşullandırıldığını; ve üretimin gelişmesinin devletin ve toplumun dönüşümüne olduğu kadar yasamanın dönüşümünü de belirlediğini gösteriyor ; son olarak yeni bir toplumsal örgütlenmenin kuruluşunun, modern büyük üretim rejiminin gelişmesinin zorunlu sonucu olduğunu belirliyordu.

Schulz anılan yapıtında, " Gelecekte makinelerin içerdikleri bilinçsiz doğal güçler bizim kölelerimiz durumuna gelecektir. Her türlü eşitleme görüşüne karşıt olan genel özgürlük ve eşitlik fikri de insanların bilinç ve yaşamında işte ancak böylece gerçekleşebilecektir. Ayrıca, bu fikir zorunlu olarak gerçekleşecektir; çünkü onun gerçekleşme koşulları, üretim hareketinin değişmez yasaları tarafından oluşturulmuş bulunmaktadır.." diye yazar.

Marx, toplum ve devlet biçimlerinin artarda gelişi ile sınıflar savaşımını üretim ve iş bölümünün belirlediği anlayışını Schulz'dan almıştı. Marx, ayrıca, Saint-Simon  ve Adam Smith'te Schulz'un düşüncelerinin desteklenmiş bulunduklarını görüyordu. Ama, Marx'ın  kendi maddeci tarih kuramı, anılan yazarların yapıtlardan alınmış fikirlerin bir çeşit derlemesi değildi. Bu kuramın temel öğesi, Marx'ın Hegel, Feuerbach  ve iktisatçıları eleştiri aracılığıyla açıklığa kavuşturduğu yeni insan görüşüydü. Bu görüş sayesindedir ki, Engels'in, Moses Hess'in ve Schulz'un fikirlerini, onları organik bir birlik ve bütünlük  içinde kaynaştırarak yenileyecekti.

Marx'ın  tarihsel maddeci görüşünün (Tarihsel Materyalizm) en özlü anlatımı  Ekonomi Politiğin Eleştirilmesine Katkı’nın önsözünde yer alır:

“(…) Araştırmalarımdan çıkan sonuç şuydu. Devlet şekilleri gibi hukuki ilişkiler de ne kendi kendileriyle ne de insan zihninin sözüm ona genel evrimiyle açıklanabilir. Tam tersine, bunların kökleri, Hegel’in 18.yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerine uyarak “sivil toplum” dediği maddi hayat şartlarındadır. ”Sivil Toplumun” anatomisi de ekonomi-politikte aranmalıdır.. Bu bilimi incelemeye Paris’te başlamış; ve Guizot’un emriyle sınır dışı edilince yerleştiğim Brüksel’de devam etmiştim. Vardığım ve bundan böyle çalışmalarıma yön veren genel sonuç kısaca şöyle ifade edilebilir:

Hayatlarının(varlıklarının)sosyal üretiminde insanlar iradelerine tabi olmayan, belirli zaruri ilişkiler, (yani) maddi üretim güçlerinin belirli bir derecesine tekabül eden üretim ilişkileri kurarlar. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik yapısını, üzerinde hukuki ve siyasi, bir üst yapının yükseldiği ve kendisine belirli sosyal bilinç şekillerinin tekabül ettiği somut temeli meydana getirirler.

Maddi hayatın üretim tarzı, genellikle, sosyal, siyasi ve fikri hayat sürecini belirler(şartlandırır). İnsanların varlıklarını belirleyen bilinçleri değil; aksine, insanın bilinçlerini belirleyen onların sosyal varlığıdır.

Gelişmelerin belli bir safhasında toplumun maddi üretim güçleri, mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine – o zamana kadar (sınırları içinde) hareket etmiş oldukları mülkiyet ilişkilerine- ters düşerler. Bu ilişkiler üretim güçlerinin gelişme şekilleri iken bunları köstekleyen birer zincir olurlar. O zaman bir sosyal ihtilal devri başlar. Ekonomik temelde meydana gelen değişme az ya da çok hızlı bir şekilde bütün muazzam yapıyı sarsıntıya uğratır.(altüst eder).

Bu tür sarsıntıları incelerken, ekonomik üretim şartlarında meydana gelen- tam bilimsel bir şekilde gözlenebilen- maddi sarsıntı ile, hukuki, dini, estetik, ya da felsefi şekilleri, kısaca, insanların bu çatışmaların bilincine varmalarına ve bunu sonuçlandırmalarını sağlayan ideolojik şekilleri birbirinden ayırt etmek gerekir. Nasıl ki bir kimse hakkında onu  kendisi için beslediği fikre bakarak hüküm verilmezse tıpkı bunun gibi, böyle bir sarsıntı devri hakkında  da onun kendi bilincine bakılarak hüküm verilemez. Aksine bu bilinç, maddi hayatın çelişmeleri ile,  üretim güçleriyle üretim ilişkileri arsındaki çatışma ile açıklanmalıdır. 

Hiçbir sosyal düzen, kendi bağrında taşıdığı bütün üretim güçleri gelişmeden önce ortadan kalkmaz. Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkileri yaratan maddi şartlar bizzat eski toplumun bağrında olgunlaşmadıkça asla öncekilerin yerini alamaz. Bunun içindir ki, insanlar ancak halledebileceği problemleri ortaya koyar; çünkü yakından bakılırsa görülebileceği gibi, problemin kendisi, ancak halledilmesi için gerekli maddi şartlar esasen var olduğu  ya da oluş halinde bulunduğu zaman  meydana çıkar.  

Genel hatlarıyla, Asya tipi, antik, feodal ve modern burjuva üretim şekilleri toplumun ekonomik oluşumlarının ileri dönemleri olarak nitelenebilir. Burjuva üretim ilişkileri sosyal üretim sürecinin son çelişmeli şeklidir. Ve bu çelişme ferdi bir çelişme yönünde değil fakat fertlerin sosyal hayat şartlarından doğan bir çelişme yönündedir. Bununla beraber, burjuva toplumunun bağrında gelişen üretim güçleri ayni zamanda bu çelişmeyi çözecek maddi şartları yaratırlar . Demek ki;  insan toplumunun tarih öncesi, bu sosyal düzenle sona erer."

Marx, bütün bu analizleri ve teorisini maddeci diyalektik yöntem ile yapmıştı. İşte, eylem, davranış ve düşüncelerine yol gösteren  kendi yöntemi olan maddeci diyalektik hakkında 1872 yılında Kapital’in ikinci önsözünde bakın neler yazmıştı:

“Benim diyalektik yöntemim yalnızca esasları bakımından Hegel’den ayrılmakla kalmaz ayni zamanda doğrudan doğruya ona karşıt bir yol tutar. Hegel için insan beyninin yaşama süreci yani düşünme süreci, -Hegel bunu  “İdee” adı altında, hatta kendi başına, bağımsız bir özneye(subject) dönüştürür- gerçek olanın, gerçek dünyanın yaratıcısı, mimarı(Demiurge)’dir; gerçek olan, gerçek dünya, “İdee”nin sadece dışsal görünüş şeklidir. Benim için, bunun tam tersine, “ide”al olan,  gerçek olanın, maddi dünyanın, insan kafasındaki yansımasından ve düşünce şekline girmesinden, gerçek dünyanın düşüncemizde yansımış şeklinden başka şey değildir.

Diyalektik, gerçi, Hegel’de aldatmacaya varır ama, bu onun, hareket ve gelişmenin genel biçimlerini bütünüyle ve bilinçle, ilk kez onun ortaya koymuş olduğu gerçeğini hiçbir biçimde  gölgeleyemez..

Neyleyelim ki, Hegel’de diyalektik alt üst olmuştur; baş aşağı durmaktadır. Mistik kabuğun altındaki akli(rasyonel) çekirdeği bulmak için onu tersine çevirmek yani ayakları üzerine oturtmak gerekmektedir.  

Mevcudu, varolanı, yüceltip şaşaalandırır göründüğü için, diyalektik, mistikleştirilmiş şekliyle Almanya’da moda olmuştu. Oysa rasyonel şekliyle diyalektik burjuvazi ve onun sözcüleri için rezalet ve iğrenç bir şeydir. Çünkü; diyalektikle var olanı olumlu bir şey olarak kavradığımız anda onun olumsuzluğunu, zorunlu olarak yok olacağını da kavrarız. Çünkü; diyalektik her oluşmuş sekli akan bir hareket içinde ve dolayısıyla  bunu  yok olup gidici yanını da gözden ayırmadan kavratır. Çünkü diyalektik üzerinde hiçbir şeyin oturtulmasına izin vermez;   özünde eleştirici ve devrimcidir." 

Marx bizlere Kapital'in mantığını ve Tarihi Maddeci anlayışı miras bıraktı. 

Marx'a göre, Nesnel-Gerçek(lik)'in yapısı ve oluşumu öyle bir özellikte ve karakterdedir ki yalnız ve ancak diyalektik bir düşünüş bunların anlaşılmasına ve bilgisine ulaşılmasına imkan verir. Bu yüzden ; İNSAN MANTIKİ OLARAK ANCAK DİYALEKTİK YÖNTEME GÖRE DÜŞÜNEBİLİR. Diyalektik, gerçeğe giden yoldur. O yalnızca düşünüş mantığı değil; ayni zamanda nesnel-gerçeğin işleyiş-düzenleniş biçimidir(mantığıdır).

Lenin, Felsefe Defterleri'nde, Marx'ın Kapital'inin, özellikle birinci kitabın, Hegel'in Logic(Mantık) kitabını okuyup tamamıyla sindirmeden tam olarak anlaşılamayacağını söylemiştir. Engels de Conrad Schmidt'e yazdığı 1 Kasım 1891 tarihli mektubunda bu konuda şu bilgiyi verir.: "Marx'taki malın sermaye doğru gelişmesini, Hegel'deki varlığın cevhere(essence) doğru gelişmesiyle karşılaştırın, aralarındaki hayret verici paralelliği görürsünüz." 

Marx, Kapital'de, 'fenomenal biçimlerle şeylerin özleri birbirlerine tıpa tıp uysalardı tüm bilim gereksiz olurdu' diye yazmıştı. Damadı Paul Lafargue'ın aktardığına göre Marx: "Bilim bencil bir zevk olmamalıdır. Bilimsel araştırmalara kendilerini verebilecek kadar talihli olanlar bilgilerini insanlığın hizmetine sunmakta herkesten önce gelmelidirler. Bilin adamları, kendilerini peynirin içindeki kurt gibi çalışma odasına  ve laboratuvarına razı olmamalı; çağdaşlarının eleştirisinden kaçınmamalıdır" demişti.

Bir seferinde de damadı Lafargue, yüksek siyasal ideallerinden ötürü Marx'ı övmeye kalkışınca,  bakın Engels mektubunda ona nasıl bir cevap vermişti: " Marx sizin ima ettiğiniz siyasal ideal saptamasına bizzat kendisi karşı çıkardı. Bir bilim adamından, ekonomi bilimcisinden söz edilince (burada artık) ideal sahibi olunamaz, bilimsel sonuçlar değerlendirilir. Dahası, eğer o kişi parti adamıysa bu bilimsel sonuçları pratiğe geçirmek için mücadele eder. Oysa kişinin bir ideali varsa o artık bilim adamı olamaz, çünkü onun önceden belirlenmiş bir düşüncesi vardır." 

Marx, baş-yapıtı Kapital'in birinci kitabının prova düzeltmelerini tamamladığında, 16 Ağustos 1867'de, kadim dostu Engels'e şöyle yazacaktı: " İşte cilt tamamlandı. Bunu yapabilmiş olmayı sadece SANA borçluyum!.. Senin benim için gösterdiğin özveri olmaksızın, üç kitabın gerektirdiği engin çalışmaları yapabilmem mümkün olmazdı. Seni, minnet dolu kucaklarım. Selam, benim sevgili ve değerli dostum!" 

Kapital, Marx'ın bilimsel yapıtının doruğudur. Engels'in dediği gibi: "yeryüzünde kapitalistler ile işçiler var oldukça, işçiler için, Kapital  kadar önem taşıyan bir kitap henüz yayınlanmadı." Marx, British Museum kitaplığında günde on saat, sonra evinde geç vakitlere kadar çalışmıştır.. Hazırlanmak için sadece iktisadi sorunlar değil, tarihi, hukuku, doğa bilimlerini, teknolojiyi, matematiği, yabancı dilleri de irdeleyerek, bin beş yüzden fazla kitap okumuştu. Aklına gelen her fikri, en titiz bir cabayla, tam bir açıklığa kavuşturana kadar çalışıyordu. Konuyu tüm boyutlarıyla incelemeden,  araştırmadan yazmaya karar vermiyordu.

Marx'ın 4 Ekim 1864 günü Carl Klings'e yazdığı mektuba göre, Kapital'i meydana getirmedeki niyeti "burjuvaziye bir daha altından hiç kalkamayacağı teorik bir darbe indirmek"ti.  Marx yanılmamıştı! Kapital'in yayınlanmasından bir kaç kaç ay öncesinde de Siegfried Meyer'e yazılmış 30 Nisan 1867 tarihli mektubunda ise şunlar yazar: " (..) Neden size cevap veremedim? Çünkü kendimi hep ölümle burun buruna gördüm. Bu nedenle, çalışmaya yetenekli olduğum her dakikayı, sağlığımı, yaşama ve aile mutluluğumu adadığım yapıtımı bitirmek için kullanmak zorunda kaldım... Pratik denilen adamlara ve onların bilgeliğine gülerim. Eğer bir vahşi olmak istenirse, kuşkusuz, insanlığın acılarına sırt çevrilerek kendi postu içinde yaşanılabilir. Ama, eğer kitabımı tamamen bitirmeden geberseydim, kendimi aslında pratik olmayan biri sayardım." 

Marx, tüm devrimci niteliklerine sahipti. Siyasete kayıtsızlığın, bayağılığın, ikiyüzlülüğün, ikbal avcılığının amansız düşmanıydı. Marx, ailesine candan bağlı, kişisel ilişkilerinde son derece nazik bir insandı. Tütüne ve şaraba düşkün Marx'ın en sevdiği motto ise Latin komedya yazarı  Terentius (Kartaca, M.Ö.194 - Yunanistan, M.Ö.159) 'un "Homo sum; humani nihil a me alienum  puto", özdeyişidir, yani, "İnsanım; insana dair olan  hiç bir şey bana yabancı değildir." 

Marx,  insanı, çalışmadan ayrı düşünemez. "Sadece bir hayvan olmayı istemeyen bir insan için" der Marx, "çalışamamak ölüm cezasına denktir"

Engels'in, Marx'ın öldüğü gün 14 Mart 1883'te Marx'ın eski yoldaşı olan F.A.Sorge'ye yazdığı mektupta belirtiğine göre, Marx, Epikuros'un  "ölüm ölen açısından değil hayatta kalan açısından korkunçtur" sözünü hiç ağzından düşürmezmiş.

Marx'a göre eğer insanlar kıtı kıtına yaşamalarını sağlayacak kadar üretimde bulunmuş olsalardı, başkalarının emeğini sürekli ve örgütlü biçimde sömürmek için ortada nesnel bir temel olmayacaktı. Çünkü emeğin ürünü, canlı emeğin yaşar kalmasını, yeniden üretimini,  masraflarını ancak karşılıyor olabilecekti. Ayrıca;  "Eğer emekçi, bütün zamanını, kendisi ve soyu için gerekli geçim araçlarının üretimine vermek isterse, başkaları için bedavadan çalışacak zamanı kalmaz. Emeği belli bir üretkenlik derecesine ulaşmadan, kullanabileceği böyle bir fazla zaman olmaz.; böyle fazladan bir zaman olmayınca da, ne artı-emek olur ve bu nedenle de, ne de kapitalistler, köle sahipleri, feodal beyler, tek sözcükle büyük mülk sahipleri sınıfı!"  Göçebe avcılık hayatından yerleşik tarım toplumuna geçişe imkan veren teknik ilerlemelerden  sonradır ki emeğin üretkenliği büyük ölçüde artmış ve emeğin yarattığı ürün fazlasını ele geçirme yolundaki mücadele de  başlamıştı.

Bu sömürünün ilk biçimi kölelik oldu. Burada artık-emek'in ele geçirilmesi çok kolay ve sadedir. Efendi, kölelerin yiyeceğini verir, kölelerin emeklerinin ürünü ise kendine mal eder. Orta Çağa gelindiğinde serflik sistemi de artık-emeğin kaynağını örtbas edememiştir. Derebeyi angaryaya bağladığı serflerinin bedavaya çalışarak meydana getirmiş olduğu  ürün ve hizmetlerine el koyuyordu. Toplum kişisel  bağlılık üzerine kurulduğu için ki bütün sosyal ilişkiler kişiler arasında ilişkiler olarak görünmektedir. Feodal toplum biçiminde Mal üretimi toplumunda olduğu gibi ürünlerin hayali, soyut  ve genel görünüşe bürünmelerine gerek yoktu. Emeğin tabii biçimi ve özelliği neyse  sosyal biçimi de oydu.

Kapitalistin olduğu kadar ücretli işçinin de doğuşuna yol açan başlangıç noktası emekçinin köleliğiydi. Feodal sömürünün kapitalist sömürüye dönüşmesinde ilerleme, bu köleliğin biçiminde meydana gelen bir değişmeden ibaret kaldı. Bu ilerlemenin seyrini anlamak için çok gerilere gitmeye gerek yok. Her ne kadar kapitalist üretimin ilk başlangıçları daha on dördüncü veya on beşinci yüzyılda, dağınık olarak, Akdeniz'in belli kentlerinde rastlıyorsak da, kapitalist çağ on altıncı yüzyıldan itibaren başlar. Kapitalizmin ortaya çıktığı her yerde serfliğin ortadan kalkması çoktan gerçekleşmişti ve Orta Çağın zirvedeki kendi kendini yöneten kentleri çoktan tükenmeye yüz tutmuştu.

İlkel birikimin tarihinde, bütün devrimler, kapitalist sınıfın oluşum seyri içinde ona birer kaldıraç hizmeti gören çığır açıcılardır. Tarımsal üreticinin, köylünün mülksüzleştirilmesi, toprağından ayrılması, bütün sürecin temelidir. Bu mülksüzleştirmenin tarihi, farklı ülkelerde farklı yönler kazanır ve kendi değişik evreleri içinden farklı dönemlerde farklı sıralar izleyerek geçer. Yalnızca İngiltere'de klasik biçimini almıştır. Toplumsal üretim biçimi ne olursa olsun, işçiler ve üretim araçları daima onun temel ögeleri olarak kalırlar; fakat birbirlerinden ayrı kaldıkları sürece yalnızca potansiyel olarak temel ögelerdir. Herhangi bir suretle üretimin meydana gelebilmesi için bunların bir araya getirilmesi  gerekir. Bunların bir araya getirildikleri belirli biçim, toplumun örgütlenişinde farklı ekonomik dönemlerin ayırt edici özelliğidir.

Bütün ekonomik ve sosyal formasyonlarda artık-değer emekçi tarafından yaratılan değer ile bu emekçinin yaşaması için gerekli masraflar arasındaki farktan başka bir şey değildir. Yeryüzünde birikmiş olan bütün zenginlikler bu artık-değerin birikmesinin sonucudur

Fakat Kapitalist üretim biçiminde bu artık-değere el koyma biçimi köleci ve feodal üretim biçimlerinden daha karmaşık ve esaslıdır. Köle sabahtan akşama kadar kendi sahibi, efendisi için çalışıyor gibi görünür, oysa gerçekte günün bir kısmında, yaşaması için gerekli, bakım masraflarını ve kendinin satın alınması için ödenen parayı çıkartmak için bir iş hayvanı gibi çalışır.

Kapitalist Üretim Biçiminde ücretli işçi ise, sabahtan akşama kadar kendisi için çalışıyormuş gibi görünür oysa günün bir kısmında işçinin emek-gücünü bu işçi tarafından yaratılan yeni değerden çok daha düşük bir ücret karşılığında satın alan patronun hesabına bedava olarak çalışmaktadır. İşte bundan ücretin emek-gücünün değil;  emeğin fiyatı olduğu aldanışı doğmaktadır.

Şimdi emek-gücünün karşılığında ödenen paranın emeğin ücreti gibi ; emek-gücü fiyatının, bunun işinin, yani emek-gücünün  fonksiyonunun,  fiyatı gibi görülür. Ücretli emeğin sadece sahte görünüşlerini ifade eden bu biçim, sermaye ile emek arasındaki gerçek ilişkiyi görünmez hale sokmakta ve tam aksini göstermekte. İşte ücretli işçi ile kapitalist patron hakkındaki bütün hukuki kavramlar, kapitalist üretimin hep, öyle olduğundan başka türlü gösterilişleri (mistifikasyon), bütün liberal yanılmalar ve kaba ekonominin kaçamaklı övgüleri bu görünüşlerden doğmaktadır.

"Eger ipekböceği, varlığını bir tırtıl olarak sürdürmek için koza örseydi tam bir ücretli işçi olurdu" der Marx.

Mal değiş-tokuşunun egemen olduğu, insanın kendinin ya da içinde bulunduğu toplumun ihtiyacını karşılamak yerine piyasa için üretim yaptığı bir çalışma düzeninde her insanın emeği kullanım değeri değil mübadele değeri üretir. İnsanın mal haline gelen ürününün insanla ilişkisi kesilir. Bu iki yönde olur.1-İhtiyaçtan ayrılır; çünkü kişiselliği olmayan bir piyasa için yapılmıştır. 2- emekten ayrılır; çünkü mal üreticisi olan emeğin de kişiliği yoktur; bir cinstendir; ancak miktar ile ayırt edilir.

Marx diyor ki: " Bütün mübadele ilişkilerinin niteliği bu soyutlamadır...Artık ortada sadece  bütün çalışmalardaki ortaklaşa nitelik kalmıştır.. Bütün çalışmalar sadece insan emeği, insanın emek gücünü harcaması olarak düşünülür ve bu gücün hangi özel biçimde harcandığı dikkate alınmaz."

"Kapitalist, bir metaı(mal), ne sırf meta üretmiş olmak için, ne de onu kullanım değeri ya da kendi kişisel tüketim için üretmez. Bu üründe gerçekten kapitalisti ilgilendiren şey bizzat somut ürün değil üründeki, üretimi için tüketilen sermayenin değerini aşan değer fazlasıdır.

Kapitalist, sermayeyi oluşturan bütün kısımları, yalnızca yatırdığı sermayeyi yeniden üretmek için değil; aslında daha çok, bu sermayeyi aşan bir değer üretmek için, ayni biçimde yatırır. Yatırmış olduğu değişen sermayesinin değerini daha büyük bir değere çevirebilmesi için tek yol, bu değişen sermayeyi canlı emek karşılığında değiştirmek; ve bu canlı emeği sömürmektir. Ne var ki o, bu emeği, bu emeğin işlev yapması için gerekli koşullara, yani emek araçlarına ve emeğin üzerinde işleyeceği konulara, makinelere, hammaddelere ayni anda bir yatırım yapmaksızın, yani sahibi olduğu değerin belli bir miktarını üretim koşullarına çevirmeksizin, sömüremez; çünkü o bir kapitalisttir; ve emeği sömürme sürecine, ancak, emeğin koşullarına sahip bulunan bir kimse sıfatıyla, yalnızca, emek-gücüne sahip bulunan emekçinin karşısına çıktığı için başlayabilir. Sırf üretim araçlarına işçi olmayanların  sahip bulunmaları olgusu nedeniyledir ki,  emekçiler ücretli işçiler halini;  ve işçi olmayanlar kapitalist halini alırlar.

"Bir metaın içerdiği değer, üretimde harcanan emek-zamanına eşittir; ve bu emek miktarı karşılığı ödenen ve ödenmeyen kısımlardan oluşur. Ama kapitalist için bu metaın maliyeti yalnızca bu metada maddeleşen emeğin, kapitalist tarafından karşılığı ödenen kısmından ibarettir. Metada içerilen artı-emek, bu emek emekçiye tıpkı karşılığı ödenen kısım gibi bir emeğe mal olduğu halde ve gene tıpkı karşılığı ödenen emek gibi değer yarattığı; ve metaya değer yaratan bir öğe olarak girdiği halde kapitaliste hiç bir şeye mal olmaz. Kapitalistin karı, karşılığında hiç bir şey ödemediği, satabileceği bir şeye sahip bulunması olgusundan ileri gelir. Artı-değer ya da kar, tamamen, bir metaın maliyet fiyatı üzerindeki değer fazlalığından, yani o metada somutlaşan toplam emeğin, karşılığı ödenen miktarı aşan kısmından ibarettir. Artı-değer kökeni ne olursa olsun demek ki yatırılan toplam sermaye üzerindeki bir fazlalıktır."

Kapitalist üretim tarzında üretim, üretimin içeriğine bağlı bir amaçla yapılmaz. Yani, toplumun ihtiyaçlarını karşılamak ya da sınıfsal statüyü sürdürmek... gibi idealler  kapitalist üretimin saiki değildir. Kapitalistin amacı, sırf ve sadece, değer üretmektir. Hiç bir üretim sıfırdan başlayamayacağına  göre ve daima mevcut-verili üretim araçlarını varsaydığına göre, üretimin hedefini, varolan değeri artırmak ya da sermayeyi yeniden-üretmek ve yatırılan değerin  belli bir yüzdesi kadar kar elde etmektir. İşte; EMEK, toplumsal üretim çabası, ancak bu bağlamda söz konusu olabilir. Emeği emek yapan şey, bu hedefe ulaşmakta bir araç olarak kullanılabilmesidir. Bu hedeften ayrı kendi başına bir emek toplumsal bir katkı haline gelmez; üretken olamaz; yararsız ve gereksiz bir enerji kaybı olark kalır.

Marx, üretken emek konusunda Grundrisse'de şöyle yazar:

"Kapitalistin biri kuzu çevirmek için odun kestirdiğinde, gerek kendisinin oduncuyla gerekse oduncunun kendisiyle olan ilişkisi, basit mübadele ilişkisidir. Oduncu ona hizmetini, yani sermayeyi artırmayan, bilakis tüketen bir kullanım değeri sunar, o da buna karşılık oduncuya para biçimi altında bir başka meta verir. Ayni durum, üreticinin bir başka şahsa doğrudan para karşılığında sattığı ve o şahıs tarafından tüketilen tüm hizmetler için geçerlidir. Söz konusu olan gelir tüketimidir ve bu haliyle her zaman için sermaye dolaşımına değil, basit (meta) dolaşımına girer. Basit dolaşımda her iki taraf da gerçekte sadece kullanım değerleri mübadele etmektedir.

Taraflardan biri öbürünün karşısına kapitalist sıfatı ile çıkmadığı sürece, ifa edilen hizmet üretken emek kategorisine girmez. Orospudan papaya kadar koskoca bir asalak takımı burada sayılabilir. Ama yalnız bunlar değil, namuslu ve "çalışkan" lümpen proletarya da ayni kategoridedir; örneğin liman kentlerinde hizmetlerini sunan hamal vb. kalabalığı vb. Parayı temsil eden taraf hizmeti sadece eline geçer geçmez kaybolacak olan kullanım değeri yüzünden istemektedir; öte yandan hamal da parayı istemektedir ve para veren, meta ile, meta veren de para ile ilgili oldukları için aralarında sadece basit meta dolaşımının iki tarafı olarak bir ilişki söz konusudur; hamalın parayla, yani zenginliğin genel biçimiyle ilgilenen taraf olarak, geçici arkadaşının sırtından para kazanmaya çalıştığını, bunun ise, hele  hizmete bir kapitalist sıfatıyla değil alelade insani zaaflarının bir sonucu olarak ihtiyaç duyduğu düşünülecek olursa, bu "hesap adamına" fena halde dokunduğunu da ayrıca biliyoruz.

A.Smith üretken ve üretken olmayan emek arasında yaptığı ayrımda burjuva iktisadı açısından esasta haklıydı. Öteki iktisatçılar buna itiraz eder, her eylem ne olursa olsun sonuçta bir şey üretir biçiminde, doğal anlamda ürün ile ekonomik anlamda ürünü birbirine karıştırır. Bu bakışla yankesici de, dolaylı olarak ceza hukuku kitapları ürettiğine göre, üretken bir emekçi olur. (en azından bu mantık, hırsızlığa engel oldukları için hakimleri üretken emekçi sayan mantıktan daha kötü değil). Ya da modern iktisatçılar öylesine burjuva dalkavuğu kesilmişlerdir ki birisi burjuvanın kafasındaki bitleri ayıklasa ya da kıçını yalasa, kalın kafasının ertesi gün yazıhanede daha iyi çalışmasını sağlayacağı için bunun da üretken emek olduğunu iddia ve ispat ederler. Aslına bakılırsa, bütün işçiler efendilerinin sermayesini artırdıkları oranda üretkendir; emeklerinin ürettiği maddi sonuç açısından ise işe yaramazlar."

"Üretken emeğin ne olup olmadığı, Adam Smith  bu ayrımı yaptığından beri üzerinde ileri geri çok laf edilmiş olan bu konu, sermayenin farklı cepheleri ayırt edildiğinde kendiliğinden açıklığa kavuşacaktır. Üretken olan tek emek, sermaye üreten emektir. Bay Senior, soruyor: Piyano yapımcısının emeği üretken emek sayılırken, piyanistinki üretken değil demek, piyanist olmadan piyanonun hiç bir anlamı olmayacağına göre, akıl dışı değil midir? (ya da buna benzer bir şey). Tam tersine! Piyano yapıcısı sermayeyi yeniden-üretir; oysa piyanist emeğini sadece gelir karşılığında elden çıkarır. Piyanist müzik ürettiğine, ses duyumuza bir doyum sağladığına göre, o da bir anlamda üretici değil midir? Evet öyle: piyanistin emeği bir şey üretir; ama bu onun ekonomik anlamda üretken emek olduğu anlamına gelmez.-Tıpkı hayaller üreten budalanın emeğinin üretken sayılmayacağı gibi- Emek ancak kendi karşıtını ürettiği ölçüde üretkendir."

Emeğin üretici gücü kapitalist toplumda yatırılan değerin artma gücü olarak tezahür eder. Emeği üretken yapan, onun, yatırılan değeri yeni değer üretir hale getirmesidir, yatırılan değerin emek sayesinde değer üretmesidir. Sermaye, emek sayesinde bu üretkenlik niteliğini kazanan değerdir. Marx'ın ifadesiyle: "sermayenin bileşenlerinden biri haline gelen emek, şimdi onun durağan ve dolayısıyla ölü nesnelliği üzerinde üretken, dölleyici bir canlılık etkisi yapar...Sermayenin bizzat kendisi süreç haline gelir. Emek, sermayeye katılıp onu kabartan mayadır."

" (..) Kapitalist üretim, yalnızca meta üretimi değil, esas olarak artı-değer üretimidir. Emekçi kendisi için değil, sermaye için üretir. Bu nedenle artık yalnızca üretmesi yetmez; artı-değer de üretmek zorundadır. Bir tek kapitalist için artı-değer üreten böylece sermayenin kendisini  çoğaltması ve genişletmesi için çalışan emekçi üretkendir. Gelir karşılığında çalışan ve artı değer üretmeyen, sermayenin çoğalmasına hizmet etmeyen işçi üretken değildir. Satın alınan emek süreci bireysel tüketime hizmet ediyorsa orda kapitalist bir ilişki yoktur.. Satın alınan hizmet artı-değer üretmediği için üretken değildir. Ama satın alınan hizmet başkasına satılıyor ve sermayenin çoğalmasına hizmet ediyorsa üretkendir. Satın alan, müzisyenin müziğini kişisel olarak tüketmiyor başkasına satıyorsa bu ilişki kapitalist ilişkidir ve müzisyenin emeği üretkendir. Keza;  bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcamasının yanı sıra, eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa üretken bir emekçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiç bir şeyi değiştirmez. Demek oluyor ki, üretken emekçi kavramı, yalnızca, iş ile yararlı etki arasındaki, emekçi ile emek ürünü arasındaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmıyor, ayni zamanda, tarihsel gelişmeden doğan ve işçiye, doğrudan doğruya artı-değer yaratma aracı damgasını vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini de anlatıyor. Bu nedenle üretken işçi olmak talih değil; talihsizlik eseridir."

Her üretken işçi ücretli işçidir ama her ücretli işçi üretken işçi değildir. Kapitalist üretim sürecine katılıp değişim sermayesini artırmayan canlı emek sırf kullanım değeri olarak kullanılan ve bir olarak tüketilen emek üretken değildir. Bu ilişkide, kapitalist, işçinin karşısına bir sermayedar olarak çıkmaz ve işgücünü ödemeyi sermayeden yapmaz gelirden yapar. Bir aktör  ya da palyaço ücret olarak aldığından daha fazla emeği patrona veriyorsa üretkendir. Artı-değer üretmiş; sermayeyi çoğaltmıştır. Buna mukabil patronun evine giden basit bir gündelikçi terzi patronunun pantolonunu onardığında, ütülediğinde kapitalist için sadece ve sırf kullanım değeri üretmiş olduğu için üretken değildir ve burada patron sadece gelirinden harcar, tüketim fonundan ücret ödemesi yapar.

Marx diyor ki: "Palto Paltodur ama paltoyu sırf kişisel kullanımımız için terziye yaptırır ve kendi gelirimizden ödeme yaparsanız Asyatik ilişkiler ve ortaçağ var demektir. ve buna uygun düşen zanaatçı biçimi vardır. Ama sermayenizden ödeme yapar sermayenizi çoğaltmak için terziye yaptırırsanız bu kez ortada kapitalist üretim ilişkileri ve modern çağ vardır. Yani palto iki üretim ilişkisi içinde üretilebilir. Palto, kapitalistin fabrikasında üretileceği gibi eve çağrılan bir terzi tarafından da üretilebilir.. Her iki durumda da palto üretiliyor ama farklı üretim ilişkileri içinde üretiliyor. Fabrikada 190 saat çalışan işçi  terzilik yeteneğin ve kapasitesini satarak palto-meta üretir ve artı-değer üreterek sermayeyi çoğaltır. Kapitalist meta-paltoyu pazarda satar para sermayesine dönüştürür ve kar eder. 

Ama ücretlilerin sınıfsal yapısını tasnif ederken bunlar değer veya artı-değer üretiyor mu diye, bu açıdan, bakmamak gerekir. Yaşam koşulları itibariyle artı-değer üreten işçi sınıfına  hangi ölçüde yakın diye bakmak gerekir. Yük treninde çalışan makinist nakliye edilen mala değer kattığından işçi, yolcu treninde çalışırken değer katmadığından işçi sayılmayacak mı?  Kimler işçi sınıfına dahil değildir? Başkalarının emeğini sömürerek yaşayan, geçinen asalaklar, rantiyeciler, üst düzey bürokratlar ve bakanlar; askerler, üretken olmayan kadınlar, yaşlılar, çocuklar.. Kapitalist toplumda üretimin özü, var olan değerin değer üreticilik niteliğini kazanmasıdır. Üretimi gerçekleştiren, var olan değerin bu gücüdür, yani sermayenin üretici gücü..

Üretimin temel yapısı, nesnelleşmiş olmuş bitmiş, ölü emeğin, değer sahibi nesnenin, canlı insan emeğini kullanarak nesne üretme gücüne kavuşmasına dayanır. Emek, üretim sürecinde kendi ürettiklerine köleleşir ve nesnenin kendini artırma sürecinin  iradesiz bir hizmetkarı olur. Emeğin, kendi emeğini, karşısında kendine hükmeden bir güç olarak bulması tamamıyla sermayeye dayalı üretim biçimine bağlıdır."

Marx
'a göre, "Sermaye üretken midir sorusu budalacadır. Sermayenin üretimin temelini oluşturduğu, dolayısıyla kapitalistin de üretime kumanda etmek mevkiinde olduğu yerde emek ancak sermaye tarafından özümsendiği ölçüde üretken olabilir. Tıpkı metaların ortak mübadele değerinin parada elle tutulur bir varlık kazanması gibi, emeğin üretici gücü de sermayenin üretici gücü haline gelir. Sermayenin dışında, işçinin  şahsında kendi başına duran emek yani dolaysız varoluş halindeki emek, bir şey üretemez. Sadece biçimsel bir dönüşüm getiren  basit dolaşım sürecine girmekle  de emek üretken hale gelmez. Sermayeye üretkenlik atfetmenin olayı tersyüz etme olduğunu öne sürenler, sermayenin zaten özünün bu tersyüz edişten, bu transferden ibaret olduğunu; ücretli emeğin de, ücretli emek olabilmek için bu sermayeyi varsaydığı; dolayısıyla bizzat kendisinin bu tepetaklak dönüşten başka bir şey olmadığını; işçinin kendi üretici gücünü kaçınılmaz bir şekilde kendisine yabancı bir güç haline getirme sürecinden başka bir şey olmadığını unutmaktadırlar. Ayni zamanda hem ücretli emeğin korunmasını hem de sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, demek ki, kendi içinde çelişkili ve kendi  kendini çürüten bir taleptir."

"Emek, işçi için mübadele değeri, kapitalist için kullanım değeridir. Sermaye ile mübadeleye girip, para karşılığında satılmakla, emek bu özgül işlevi yüklenmiştir. Bir şeyin kullanım değeri satıcısını değil alıcısını ilgilendirir. İşçi, zenginlik üretici güç olarak emeğini elden çıkarır; sermaye emeği bu niteliğiyle elde eder. Emeğin ürün üzerindeki mülkiyetten, emeğin zenginlikten kopması, demek ki daha mübadele olayında varsayılmıştır."

Marxîn Kapital'de John Bellers (eğitimci teorisyen, Quaker)'in daha 1696 yazmış olduğu şu satırları alıntıyı yapar: " Bir insanın elinde yüzbinlerce acre toprak, bir o kadar para, bir o kadar hayvan olsa ve emekçi olmasa, bu zengin adam emekçi olmaz da ne olur? İnsanları zengin eden emekçi olduğuna göre, ne kadar fazla emekçi olursa kadar çok zengin olunur.. yani yoksulun emeği, zenginin madenidir."

"İşgücünün değerini ve bedelinin in ücretine ya da değerine, bedeline dönüştürülmesi... İşte; emekçinin ve kapitalistin bütün hukuki tasavvurları, kapitalist  üretim biçiminin bütün mistifikasyonları (gerçeği çarpıtma ve esrarengizleştirme), bütün özgürlük hayalleri, gerçek ilişkiyi örtbas eden ve ters yüzünden gösteren bu olguya dayanır. Dünya tarihi, emeğin ücretinin sırrına erebilmek için çok zamana gereksinme duyabilir. Oysa; bu olgunun varlık nedeni çok kolay anlaşılabilir. Sermaye ile emek arasındaki değiş-tokuş, başlangıçta aynen öteki malların alım satımı gibi gözükür. Alıcı belirli bir para öder satıcı da paradan başka bir şey verir. Hukuk bilinci burada olsa olsa bir kumaş farkı sezer. Bunu da kalkar hukuken şöyle formüle eder : DO UT DES ( veriyorum ki veresin diye.. meta mübadelesi), DO UT FACİAS (veriyorum yapasın diye.. hizmet karşılığı para ödeme), FACİO UT DES ( yapıyorum ki veresin .. para karşılığı hizmet), FACİO UT FACİAS ( yapıyorum yapasın diye..)"

"Sınırları içinde emek-gücü alım satımının gerçekleştiği dolaşım veya mal alışverişi evreni, doğuştan gelme insan haklarının gerçek cennetidir. Burada hüküm süren şey, özgürlük, eşitlik, mülkiyet ve Bentham'dır. Özgürlük! Çünkü; bir malın, söz gelimi emek-gücünün, alıcısı ve satıcısı  serbest iradeleriyle hareket eder. Onlar, özgür ve hukuken eşit haklara sahip kişiler olarak sözleşme kurarlar.  Sözleşme, onların, yasal iradelerinden başka bir şey değildir.  Eşitlik! Çünkü; onlar birbirleriyle yalnızca mal(metaı) sahipleri olarak ilişki kurmakta; ve eşdeğeri, eşdeğer ile değiş değiş-tokuş etmektedirler. Mülkiyet!  Çünkü; onların her biri yalnızca kendisine ait olan şey(mal) üzerinde tasarrufta bulunmaktadır.  Bentham!  Çünkü; onların her biri yalnızca kendi çıkarını gözetir. Onları bir araya getirip ilişkiye sokan biricik güç bencillikleri ve öz çıkarlarıdır. Ve böylece herkes salt kendisini düşünür; geri kalanları umursamaz. Ve böyle yaptıkları için de,  hepsi de, önceden kurulmuş bir uyum gereği ya da kadiri mutlak ve takdiri ilahi ile herkesin mutluluğu ve yararı uğruna, kendi  karşılıklı  çıkarları adına, el birliğiyle çalışırlar."

Marx, Kapital'de yararlılık ilkesinin Jeremy Bentham(1748-1832)'ın bir buluşu olmadığını yazar:

"Yararlılık ilkesi Bentham'ın bir buluşu değildir. O, yalnızca, Helvetius ile başka Fransızların daha 18.yüzyılda ve hem de espri ile söylediklerini kendi sıkıcı anlatımı ile yinelemekten öte bir şey yapmamıştır. Köpeğe neyin yararlı olduğunu bilmek için köpeğin niteliğinin incelenmesi gerekir. Bu niteliğin kendisi, yararlılık ilkesinden çıkartılamaz. Bunu insana uygularsak, insanın bütün hareketlerini, eylemlerini, ilişkilerini vb. yararlılık ilkesi açısından incelemek isteyen bir kimse, önce insan doğasını genel bir çerçeve içerisinde, sonra da her tarihsel çağda değişmiş biçimiyle ele almak zorundadır.  Bentham, bu işi, kısa yoldan çözümlüyor. Kupkuru bir saflıkla, modern bir bakkalı, özellikle İngiliz bakkalını normal bir insan olarak alır. Bu acayip normal insan ve onun dünyasına yararlı olan her şey, mutlak yararlıdır.  Sonra da bu ölçütü geçmişe, bugüne ve geleceğe uyguluyor. Söz gelişi Hristiyan dini, "yararlıdır", çünkü, onun din adına yasakladığı ayni kusurları, ceza yasaları da hukuk adına yasaklamaktadır. Sanat eleştirisi zararlıdır, çünkü, değerli ve soylu kimselerin Martin Tupper'den  ve benzerlerinden aldıkları zevki bozmaktadır. Eğer dostum Heinrich Heine'in yürekliliği bende olsaydı, Bay Jeremy 'ye burjuva budalalığının dehası derdim."

Marx, 9 Ocak 1848'de Brüksel Demokratik Birliğinde 'Serbest Ticaret Sorunu Üzerine' yapmış olduğu konuşmada: "Ücretli emeğin sermaye ile ilişkisi var olduğu sürece ve var olduğu için, meta değişiminin yer aldığı koşullar ne denli elverişli olursa olsunlar, ortada her zaman sömürülecek bir sınıf var olacaktır." der; ve şunları ekler: "Baylar! Soyut özgürlük sözcüğünün sizi aldatmasına izin vermeyin. Kimin özgürlüğü? Bu, bir kişinin bir başka kişi karşısındaki özgürlüğü değil; sermayenin işçiyi sömürme ve ezme özgürlüğüdür." 

Marx'a göre ÖZGÜRLÜK kavramı, tarihsel ve SINIFSAL bir kavramdır. Her özgürlük anlayışı, sosyal sınıf durumunu ifade eder. EGEMEN SINIFLAR sınıfsal ayrıcalıklarını elinde tutmaya, çıkarlarını savunmaya ÖZGÜRLÜK adını verirler.

Marx, Alman İdeolojisi'nde şöyle yazar: "Bir Amerikalı İngiltere'ye gelir, bir sulh yargıcı, kölesini kırbaçlamaya yasaklar. Bunun üzerine Amerikalı köle sahibi, "insanın kendi zencisinin cezasını veremediği bir ülkeye özgürlük ülkesi adı verilebilir mi!?" diye bağırarak tepki gösterir.

Sermaye sahibi sınıf için özgürlük, sömürü ve baskı düzenini sürdürmek suretiyle sermayeyi ve egemenliğini yeniden üretmek özgürlüğüdür. Proletarya için özgürlük ise, örgütlü sınıf mücadelesi ile bu sömürü ve baskı düzenine son verme özgürlüğüdür.. Egemen sınıflar daima, kendi sınıf çıkarlarının ve ayrıcalıklarının ortadan kaldırılmasına, özgürlüğün yok edilmesi derler. Çünkü; her sosyal sınıf, özgürlüğü, kendi sınıf çıkarlarının savunulmasıyla bir tutar.

Kapitalist toplumda her mal satıcısı ve alıcı kendini özgür sanır, oysa; her ikisi de farkında olmadan değer kanunu boyunduruğuna girer. Emek-gücü (mal) satıcısı, ne esir gibi her hangi bir efendiye, ne de serf gibi toprağa bağlıdır; kendini istediğine satmakta özgürdür, serbesttir. Fakat ve eğer, bir kimsenin emek-gücü veya çalışma kapasitesinden ibaret olan malı alıcı bul(a)mazsa, bu acayip özgürlük düzeninin katı zorunluğu altında kendisi olduğu gibi ailesi de açlıktan ölmekte serbesttir, özgürdür.

Marx Kapital'de,  kapitalist toplumda mal biçimini almış olan ve hem ücretli köleliğin hem de özgürlüğün  kaynağı olan    emek-gücünü ya da çalışma sağlayan gücü/işin yapılabilmesi için gereken kapasiteyi ( Arbeitskraft oder Arbeitsvermögen)  şöyle tanımlar:

"Emek-gücü ya da çalışma sağlayan güç dediğimiz zaman, insanın canlı varlığında mevcut olan ve onun herhangi bir kullanım değeri üretirken kullandığı fiziki ve zihni yeteneklerinin bütününü anlıyoruz."

Öyleyse; emek-gücü, her insanda olan üretkenliğin kaynağıdır. Romalı şair ve filozof Lucretius(M.Ö.99- M.Ö.55), "nihil posse creari de nihilio (yoktan hiç bir şey var olmaz)" ilkesi yeterince açıktır. Emek-gücü olmadan bir şey yaratamayız, üretemeyiz. Emek-gücünün kendisi ise her şeyden önce insan organizması halindeki nesnel maddenin gücü, kuvveti anlamına gelir. Değer yaratımı işte bu (maddesel) emek-gücünün(labor) harcanarak  iş(work) yapılması sonucunda ortaya çıkar.

Marx, Kapital'de  şu dipnotu düşer: " Demek ki kapitalist dönemi belirginleştiren şey, bizzat işçinin kendi gözünde emek-gücünün kendisine ait bir mal biçimini almış olması; ve dolayısıyla emeğin ücreli emek biçimine dönüşmesidir. Diğer yandan emek ürünlerinin mal biçimini alması ancak bu andan itibaren genelleşir." 

Kapitalist  dönemi ve düzeni diyalektik olarak aşacak olan sosyalizmi Marx, Kapitalde şöyle tanımlar: "Sosyalist düzen, ortaklaşa sahip oldukları üretim araçlarıyla çalışan ve çeşitli bireysel güçlerini danışarak hazırlanmış bir plana göre harcayan özgür insanların toplumudur." Peki; bu özgür insanlar toplumunda artık sosyal sınıflar, yani, tarihin dinamosu olan sınıf mücadeleleri olmayacağına göre bir yerde tarihin sonu gelmiş olmayacak mı?

Marx'a göre, hayır; Tarihin sonu olmayacak. Çünkü; kapitalist toplumun aşılması ile sona erecek  olan, sadece, sosyal üretim sürecinin son çelişkili biçimi olan burjuva üretim ilişkileri ve  bireylerin kapitalist sosyal yaşam koşullarından doğan çelişkileridir. Kapitalist üretim tarzının bağrında gelişmekte olan üretici güçler bu çelişkileri ortadan kaldıracak olan maddi koşulları yaratarak  sosyalizm öncesi kapitalist-emperyalist çağa, insanlığın, hayvanca tarih öncesi çağına son verir.

Marx, Gotha Programının Eleştirisi adlı eserinde komünist topluma dair şöyle yazar:

"Üretim araçları üzerinde ortak mülkiyete dayanan komünist bir toplum içinde, üreticiler ürünlerini değiş-tokuş etmezler. Ürünlere harcanan emek de bu ürünlerin değeri olarak özgü bir maddi özellik diye görünmez. Çünkü; artık, kapitalist toplumda olduğunun tersine, münferit emek, dolaylı yoldan değil de doğrudan doğruya toplam emeğin ögeleri olarak mevcut bulunmaktadır. Her yana çekilmeye elverişli anlamı yüzünden, bu gün eleştirilmeye mahkum "emek hasılası"  deyimi, böylece anlamını büsbütün yitirmiş olur.

Burada ele aldığımız toplum, kendi temelleri üzerinde gelişmiş bir komünist toplum olmayıp, tersine, kapitalist toplumun bağrından henüz çıkma bir komünist toplumdur. Yani her açıdan, ekonomik, ahlaki, entelektüel bakımlardan, kucağında doğduğu eski toplumun kalıntılarını taşıyan bir komünist toplumdur.

Şimdi her bir üretici, kesintiler çıktıktan sonra topluma ne verdiyse ise onu geri alacaktır Topluma verdiği şey ise, onun somut emeğinin tutarıdır.

Toplumsal işgünü, bireysel iş saatlerinin toplamından oluşur. Her bir üreticinin bireysel işinin süresi, toplumsal iş gününün onun tarafından gerçekleştirilmiş olup, ona düşen bölümüdür.

O, toplumdan, ortak fonlar için emeğinden gerekli kesintiler yapıldıktan sonra, şu kadar saat çalıştığına dair bir belge alır. Ve bu belge ile de toplumun tüketim araçları stokundan, emeğinin tutarıyla eşdeğerde mal çeker. Böylece, topluma belirli bir biçimde verdiği emeğin tutarını başka bir biçimde geri almış olur.

Burada, eşdeğerlerin değiş-tokuşu söz konusu olduğu ölçüde, mal değiş-tokuşunu düzenleyen ilke de yürürlükte kalır. Yalnızca öz ve biçim değişmiştir. Çünkü değişen koşullar altında, hiç kimse, emeğinden başka bir şey veremez. Öte yandan, bireysel tüketim araçlarından başka hiç bir şey de bireyin mülkiyetine geçemez. Yalnızca, bireysel tüketim araçlarının münferit üreticiler arasındaki üleşidir ki, eşdeğerli malların değiş-tokuşuna egemen ilkeye bağlı kalır; belirli tutarda ve belirli biçimde bir emekle, ayni tutarda ama farklı biçimde bir emekle trampa edilir. Eşit hak, işte bu yüzden hala, ilke olarak, burjuva hakkıdır.

Şu var ki, mal alış-verişlerinde, eşdeğerlerin değiş-tokuşu, pratikte her bir olay için değil de yalnızca bir ortalama olarak  işlediği halde, şimdi artık ilke ile pratik arasındaki uyumsuzluk ortadan kalkmıştır. Bu gelişmeye karşın, söz konusu eşit hak da hala burjuva sınırları içerisinde kalmaktadır. Üreticilerin hakları, harcadıkları emekle düz orantılı kalır.

Buradaki eşitlik, eşit bir ölçü biriminin (standart), "emeğin", esas alınmasından doğar. Oysa, emekçilerden biri, ötekinden maddeten ve manen üstün olabilir; ayni süre içinde daha fazla emek harcayabilir veya daha uzun süre bir emek harcayabilir. İşte bu nedenle de emek, bir ölçü birimi(standart) olabilmek için, söz konusu yoğunluğa veya süreye göre belirlenecektir. Aksi halde emek , ölçü birimi olmaktan çıkar.

Demek ki, burada söz konusu olan  'eşit hak' da, aslında eşit olmayan emek için eşit olmayan bir haktır. Herkes sırf emekçi olduğu için, gerçi sınıf ayrımı tanınmamaktadır ama üstü kapalı biçimde de  olsa, emekçiler arasındaki bireysel beceri ve yetenek ayrımları doğal ayrıcalıklar olarak pekala tanınmaktadır. Öyleyse, bütün haklar gibi, bu hak da, özünde  eşitsizliğe dayanan bir haktır.

Hak, niteliği gereği, ancak ayni ölçüt (standart) kullanıldığında söz konusu olabilir. Ne var ki aslında eşit olmayan bireyler ( eğer bireyler eşit olsalardı zaten her biri ayrı nitelikler taşıyan münferit(ayrı ayrı) bireyler olmazlardı), ancak ortak bir tabana oturtulduklarında ve salt belirli bir yanları ile ele alındıklarında, örneğin salt(sırf) emekçi olarak kavrandıklarında, ayni ölçüye  vurulabilirler.

Emekçilerin biri evli olabilir, ötekisi bekar. Birinin ötekinden fazla sayıda çocuğu olabilir v.b. Şimdi, eşit emek harcandığında ve buna bağlı olarak toplumsal tüketim fonundan eşit pay alındığında bile,  emekçilerden biri pratikte ötekinden fazla alır; biri ötekinden daha zengin olur v.b. Bütün bu çarpıklıkları önleyebilmek için, hak, eşitliğe uygun olacak yerde, aslında eşitliğe aykırı olması gerekirdi. Gelgelim, söz konusu çarpıklar, kapitalist toplumdan uzun doğum sancıları ile fışkıran komünist toplumun ilk evresinde önü alınamaz çarpıklıklardır. Unutulmasın ki hukuk, hiçbir zaman, toplumun ekonomik yapısından ve bu yapı tarafından belirlenmiş olan kültürel gelişimden daha yüksek bir yerde olama.

Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireyler iş bölümünün esaretinden kurtulduklarında ve buna bağlı olarak, beden işçiliği-fikir işçiliği karşıtlığı da ortadan kalktığında, emek, salt yaşamın aracı olmaktan çıkıp da yaşamın temel ihtiyacı (amacı) durumuna geldiğinde, bireylerin çok yönlü evrimiyle bir arada, üretici güçler de gelişip büyüdüğünde  ve toplumsal zenginliğin bütün kaynakları gürül gürül aktığında, işte ancak o zaman, o daracık burjuva hukuk ufku büsbütün aşılabilir ve toplum, gönderine şu bayrağı çekebilir: Herkesten yeteneklerine göre; herkese ihtiyaçlarına göre..."

Sosyalizm(Komünizm), doğrudan doğruya, insanca bir tarihin başlangıcıdır. Bu Tarih, daha önceki sosyal düzenlerde olduğu gibi, kanlı savaşlardan, vahşice kavgalardan, kaba duygulardan, sömürü ve baskılardan ve sınıf mücadelelerinden meydana gelen bir tarih değildir artık. Özgürlüğün egemenliği altında insanlara sonsuz mücadele ve gelişme alanlarının açılmış olduğu; ve insanların tarihin ve evrenin gerçek özneleri ve efendisi olduğu yepyeni ve bambaşka bir hayatın başladığı bir tarihtir bu.

Bu yepyeni toplum düzeninde,  çalışma(emek harcama),  sadece  bir geçim aracı değil ayni zamanda insanın  başlıca ihtiyacı, özgürlük ve mutluluk kaynağı olacaktır. Bunun için, elbette, öncelikli olarak, emek-gücünün bir meta olarak özgürce alınıp satıldığı kapitalist üretim tarzının tamamen sonlanması, diğer bir deyişle,  ücrete kölelik/ ücretli kölelik sisteminin devrimci, diyalektik-inkara (aufheben) uğratılması gerekmektedir. Sonrasında,  üretici güçlerin alabildiğine geliştiği,  herkesin yeteneğine göre topluma ve üretime katıldığı; ve  toplumsal üretimden ihtiyacı kadar pay aldığı; yeteneklerin sınırsızca geliştiği, özgürlüklerin alabildiğine fışkırdığı bolluk toplumu, yani,  herkesin kendince tatmin ve mutlu olduğu; ve  "bu dünyaya gelişim yaşamaya değdi" diyebileceği BÜTÜNSEL  İNSAN TOPLUMU gelecektir.

Bütünsel İnsan Toplumunu Karl Marx Alman İdeolojisi'nde şöyle tasvir eder:

"(..) İş paylaştırılmaya başlar başlamaz herkesin kendisine dayatılan ve  kaçıp kurtulamadığı, yalnızca kendine ait belirli bir faaliyet alanı olur.  O kişi ya bir avcı, ya bir balıkçı ya çoban ya da eleştirmendir. Ve eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa öyle kalmak zorundadır. Oysa kimsenin tek bir faaliyet alanının içine sıkışıp hapsolmadığı, herkesin canının istediği faaliyet alanında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bu gün bu işi yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiç bir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak imkanını yaratır"

Bu toplumda, artık; çeşitli toplumsal bağlar, bireyin karşısına, sırf kişisel amaçlar ve  çıkarlar  uğruna kullanılacak araçlar olarak çıkmaz; ve birey, "eşya/şey" derekesine düşürülmez; bilakis; kelimenin gerçek anlamıyla, bir şahıs (kişi/person) olur. Ve kendisinde  "Leonardo da Vinci yeteneği" olan herkes, kendisini özgürce geliştirebilmenin imkanını bulur; ve  böylece her yerde "şair ruhlu insanlar" serpilip gelişir; Maksim Gorki'nin dediği gibi, Estetik, geleceğin Etik' i olur.

MARX-ENGELS' in birlikte kaleme aldığı Komünist Manifesto' da belirtildiği  gibi:

"Tarihsel gelişmenin akışı içinde, sınıf karşıtlıkları ortadan kalktığı ve bütün üretim hep bir araya gelen bireylerin  elinde toplandığı zaman, kamu iktidarı da siyasal niteliğini yitirecektir. Siyasal iktidar, aslında bir sınıfın başka bir sınıfı baskı altında tutmak için örgütlenmiş gücüdür. Eğer burjuvazi ile mücadelesi sırasında proletarya, koşulların baskısıyla, kendisini bir sınıf olarak örgütlemek zorunda kalırsa, eğer bir devrim ile kendisini egemen sınıf kılar ve bu sıfatla da eski üretim ilişkilerini zorla ortadan kaldırırsa, işte o zaman, bu üretim ilişkileri ile birlikte, sınıf çelişkilerinin ve genel olarak sınıfların varlık nedenlerini de ortadan kaldırmış ve böylece kendi sınıf egemenliğini de gidermiş olacaktır. O zaman sınıfları ve sınıf çelişkileri ile eski burjuva toplumunun yerini öyle bir birlik alacaktır ki, bu birlikte, 

HER BİR İNSANIN ÖZGÜRCE GELİŞMESİ, BÜTÜN İNSANLARIN ÖZGÜRCE GELİŞMESİNİN KOŞULU OLACAKTIR."

Marx, işte bu yüzden, insanlığın geleceği ve umududur. 



Şimdi Highgate  mezarlığında  yatan bu yüce gönüllü adamın, "BÜTÜNSEL İNSAN"ın,  cenaze töreninde vaktiyle  sadece 11 kişi vardı. Ama şimdi, milyonlarca insan, minnet ve hayranlık duyguları içinde, ona  bağlılık ve yakınlık duyuyor; ve onun özgürleştirici aydınlık yolundan yürüyor.

Onun insanlığın ufkunu açan  tarihsel mirası ve anısı, toprağa serpilmiş devrimci bir tohum gibi, dipdiri, işçi sınıfının, sömürüsüz ve  sınıfsız bir dünya özleminde ve    kavgasında daima yaşayacaktır.

Yüzyılların sakalı ağarsa da, insanlık var oldukça,  biz yine, "her insanı bir 'insan' yani YARATICI yapmak" isteyen o gümrah abanoz sakallı adamı özlem ve hayranlıkla anmayı sürdüreceğiz.



* Proletarya sözcüğü, eski Roma'da orduya katılabilecek kadar mülkü olmayan; dolayısıyla topluma tek katkısı çocuk doğurup nüfusu artırmaktan ibaret olan proletarii'den gelir.

**Bu sözcükler Romalı şair ve filozof Lucretius ( Pompeii M.Ö.99- Roma M.Ö.55)'un Şeylerin Doğası Üzerine (De Rerum Natura) adlı epik şiirinden alınmıştır. Mortalem Vitam Mors İmmortalis Ademit (ölümsüz ölüm, ölümlü yaşamı gasp etti)

*** Ortaçağda çok yaygın bir araç. Aynalar yardımıyla düz bir yüzeye bir manzaranın görüntüsünü yansıtmaya yarardı. Bu araçta görüntü başaşağı görünürdü.

YARARLANILAN  KAYNAKLAR :

HEGEL, Tinin Görüngübilimi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları 1986
HEGEL, Mantık Bilimi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları 1991
G.W.F.HEGEL Seçilmiş Parçalar, Çev.Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi 1986
K.MARX, GRUNDRISSE (Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma), Çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, 1979.
K. MARX, Kapital, Birinci Cilt İkinci Kitap, Çev.Dr.Mehmet Selik, Sol Yayınları, Nisan 1966
K.Marx, Kapital, Birinci Cilt, Çev.Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, 4.Baskı, Kasım 1993
K.Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirilmesine Katkı, Çev.Orhan Suda, May Yayınları, 2.basım, Kasım 1974
KARL MARX, Demokritos ile Epikouros'un Doğa Felsefelerindeki Ayrım, Çev. Saffet Babür, Ayraç Yayınevi, Ocak 2001
K.MARX, Felsefenin Sefaleti, Çev.Ahmet Kardam, Sol Yayınları, Ocak 1979
KARL MARX, Ücret, Fiat ve Kar, Çev.K.Sahir Sel, Sosyal Yayınları, 1966
KARL MARX, Kugelmann'a Mektuplar, Çev. İ.Hakkı Gün, Köz Yayınları, Nisan 1975
K.MARX, Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları 1997
K.MARX-F.ENGELS, Devlet ve Hukuk Üzerine,Derleyen Rona Serozan, May Yayınları, Ocak 1977
K.MARX, Sosyoloji ve Felsefe, Çev. Ardeşes Margos, May Yayınları, Ocak 1975
K.MARX-F.ENGELS, Siyaset ve Felsefe, Öncü Kitapevi Yayınları. Nisan 1978
KARL MARX, 1844 Elyazmaları, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, Temmuz 1976
K.MARX-F.ENGELS, Kutsal Aile ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi Sol Yayınları. Ekim 1976
K.Marx-F.Engels, Alman İdeolojisi(Feuerbach), Çev.Sevim Belli, Sol Yayınları,4.baskı, 1999
K.MARX-F.ENGELS, Din Üzerine, Çev.Kaya Güvenç, Sol Yayınları, Nisan 1976
FRİEDRİCH ENGELS, Anti-Duhring, Çev.Kenan Somer, Sol Yayınları, Mart 1977
V.İ.LENİN, Karl Marx, Çev.Ferit Burak Aydır, Agorakitaplığı, Eylül 2010.
J.D.BERNAL, Marx ve Bilim, Çev.O.Arman, Bilim ve Sosyalizm Tayınları, Kasım 1974
D.Riazanov, K.Marx/F.Engels (hayat ve eserlerine giriş), Çev.Rağıp Zarakolu,Belge Yayınları, Ocak 1978
George Cogniot, Çağdaşımız Karl Marx Çev.Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Nisan 1975
H.Lefebre, Marx'ın Sosyolojisi, Çev. Selahattin Hilav, Öncü kitapevi 1968
R.Garaudy, Karl Marx’ın Fikir Dünyası, Çev.Adnan Cemgil,  Altın Kitaplar Yayınevi, 1969
H.KIVILCIMLI, Marx-Engels Hayatları, Sosyalist Kütüphanesi, Mayıs 1989
Dr.Mehmet Selik, Marksist Değer Teorisi, Doğan Yayınları, 1969
MARX kimdir Marksizm nedir? Derleyip düzenleyen T.Kakınç, KİTAŞ, Haziran 1968
S.Özbudun-G.Uysal, 50 soruda antropoloji,Bilim ve Gelecek Kitaplığı, Şubat 2012
Bilim ve Ütopya, Aylık Bilim, Kültür ve Politika Dergisi, Ocak 2014, Sayı 235.