25 Şubat 2010 Perşembe

topuk selamı

Arkadaşlar bu gün pazar ya beni yine güneşe çıkardılar. Malum; burada haftanın bir günü güneş veriyorlar bize  ona da yok sizin olsun diyecek halimiz yok tabi. Güneş bu can kaynağımız! Tuhaf ve komik olan  neden böylesi bir güneş kısıtlamasına gidiyor olmaları ve insanları güneşten koparmaları... Allahtan yanımda bizim mahalle bakkalı meraklı ve neşeli  Ömür var. Ben ve Ömür güneşe her çıktığımızda müthiş seviniriz; birbirimize sorular sorar gökyüzünün ne kadar geniş ve mavi olduğuna şaşar; ve güneşin dünyayı ısıtan fokurdayışına hep hayran kalırız. Biliyor musunuz bizim kuvvetimiz aslında bu dünyada yalnız olmamaklığımızdan gelir. Çok şükür dünya ve insanları bilim sayesinde bir sır ve bir esrar değildir bize.

Pazar günleri sınıf mücadelesinin tatil günü olduğundan, ben de sizlere bu güneşli pazar günü yakında yayınlanacak olan 'Müstafi Bir Yüzbaşının Tuhaf Hatıraları' adlı kitabın "Müruru Zamana Uğrayanlar" bölümündeki, 'Topuk Selamı' ndan söz edeyim dedim. Bilmem iyi etmiş miyim; anlarız şimdi. 

Baş-aşağı toplum düzenlerinde  şu topuk selamının da  ücretli kölelik sistemi gibi artık müruru zamana uğraması gerekir. Vakti geçmiş bazı şeylerin bu dünyada işi yok artık! Tıpkı 21 gün boyunca yumurtanın içindeki civcivin gelişimine hizmet eden 'yumurtanın  kabuğu'nun 22.günden itibaren artık gerici olması gibi.. Bilirsiniz, yumurtanın kabuğu, 21 gün boyunca civciv açısından ilerici ve geliştirici bir işlev görürken, 22.gün yumurtanın kabuğu gerici olur. o yüzden 22. günün erken saatlerinde şiddetli ve çatırtılı bir kalkışma olur yumurtada ve 21 günlük civciv, artık gerici olmuş kabuğunu, şiddetle kırarak özgürleşir; ve bu dünyadaki piliçlik ve tavukluk hayatına merhaba der.

Sırtına semer vurulan sıpa da öyle.. Sıpa büyüdükçe semer artık küçük gelmeye başlar. Sıpa, kocaman bir anıran eşek olduğunda ise o sıpalık çağının semeri eşekte komik durmaya başlar ve eşeğin eşekliğiyle bağdaşmaz olur artık. O yüzden; kavga çıkmasını istemiyorsanız, - fark ve çelişki varsa kavgasız hayat olmuyor ki ama!- her çağın yakışanını, bağdaşanını bulmak ve yapmak gerek; yoksa, sırtınıza semer vuran çok olur ve daralır durursunuz, bizden söylemesi.

Demek ki, nerede insan hayatının gelişmişlik düzeyine ve kapasitesine uygun olmayan bir ilişki biçimi (kabuk) ve ortam varsa, orada devrimci eğilimler ve dinamikler hazırlık yapar ve ortaya çıkar. Kategorik anlatımıyla buna "içerik-biçim" meselesi derler; içerikle biçimin 'çelişkili birliği' yani.. Bu birlik'te, içerik belirleyici olandır. İçerik ile biçim arasında uzlaşmaz zıtlaşmalar olduğunda hayat, özgürlük için, tarihsel gelişimin ebesi olan 'devrimci kalkışmayı' göreve çağırır. Gerekli hazırlığı yapıp bu çağrıya kulak verip devrimi gerçekleştirenler hayatın ve tarihin tıkanıklıklarını açmış olurlar. Bu süreç, gündelik ve ömürlük yaşantımızın muhtelif ilişkilerinde ve boyutlarında hep karşımıza çıkar; mesele, böyle anlarda ve durumlarda, devrimci bir tutum takınıp takınamamaktadır; zorunluğun bilincine varıp özgürleşip özgürleşememektir. O yüzden tarihte ilerici-gerici  olma meselesi,  esas itibariyle, "müruru zamana uğramış" ilişkilerden ve kurumlardan kurtulma meselesidir. 
  
Bu vesileyle; varlığı, yaratıcı ve özgür eylem olarak koyan, büyük burjuva hümanizminin temsilcisi olan klasik Alman felsefesinden idealist filozof Fichte'yi anmadan edemeyeceğim: Fichte, bugünkü durumu, gelişme halindeki geleceğine bağlı olarak koyar: ne idim ve bu gün neyim; bunların anlamı ancak ne olacağım ile ilgili olarak vardır. Sanki bizim "ne oldum demeyeceksin; ne olacağım diyeceksin" atasözünün açıklaması  gibi değil mi? Demek ki varlık hiç bir zaman bir veri değil; bir fiil'dir; bir yaratmadır; sürekli olarak 'kendi kendini' yapmaktır. Onun için varolmak demek bir şeyler yapmak; yaratmak demektir. Bu eylem, bu yaratma, daha önce yaratılmış olanı sürekli olarak aşar; ve daha eski olan eseri, birden bire ortadan kaldırmaz; iptal etmez. Onu, yeninin içinde, yeniyle birlikte bir süre daha yaşatır. Ta ki; eskiyi bünyesinde muhafaza eden yeni, yeni bir senteze ulaşsın. Onun için asıl gerçek, varlıkta değil; eylemdedir. Bunun içindir ki, Fichte, tarihi, 'tamamlanmış bir gerçek' olarak kabul etmemektedir. Kendini 'tarihin terminus'u (başlangıcı ve son durağı) yapmaya Fichte' nin ihtiyacı yoktur. O, konmuş olan sınırları, sonu olmayan biçimde, sanki; sonsuz(luk) kendini çağırıyormuş gibi, sürekli olarak yadsır ve aşar. Bu arada, yaşasın 21.gün sonunda yumurtasının kabuğunu zorunlu olarak kıran özgür civcivin eylemi ..!

Bu zorunlu açıklamadan sonra hepinizi, fiyakalı topuk selamımla selamlarım.. ufff!! çok sert vurmuşum galiba;  ökçeli topuk sesinden koridor inledi de, gardiyanlar duymamıştır inşallah, sessizliği bozmak suçundan  o soğuk karanlık dar hücreye tekrar girmek istemiyorum.

Arkadaşlar, malumlarınız olduğu üzre, karıncalar gibi insanlar da birbirlerini selamlarlar. Hatta karıncalar her karşılaşmalarında selamlamadan birbirlerini geçemezler. vaktiniz olursa onların bu halini bir seyredin derim. Bizim burada bayağı vaktimiz oluyor onları incelemeye. Hatta bazı ziyaretçilerden yanlarında karınca getirmelerini istiyoruz. Doğayla bağ kurmak huzur vericidir.   

Selamlama, insanlık tarihimiz kadar eski bir toplumsal adetimiz ve alışkanlığımızdır. Dikkatinizi çekerim, bakın  şu an, tarih'e giriyorum ve 'tarih' ile açıklıyorum. Bu devirde "tarih" ile açıklayan adam bulmak öyle kolay bir şey değil, varsa da yoksa da "gerçeği" ideoloji ve mitoloji  ile açıklama! o yüzden Tarihin kıymetini bilelim biraz. Çünkü; tanrılar tanrısı Zeus yaratması Pandora Hanım'ın kutusundaki melanetler gibi, tarihin dışında, kendi başına (per se), yalıtılmış, saf, tam ve mutlak olarak; tümel bir selam yoktur. Selam tarihsel ve kültüreldir. Aksini söyleyenin başına Sisyphus kayası yuvarlansın. 

Selam, daima, toplumsal gelişimin belli bir aşamasındaki selamdır; ya da tarihi gelişim süreci boyunca verilen çeşitli selamlardır:  Başta Allah'ın selamı olmak üzere  pre-historik mağara adamı selamı, neolitik adam selamı; büyük İskender selamı, Romalı Sezar selamı, Bizans İmparatoru selamı.. köylü selamı, asilzade selamı; padişah selamı,  baş selamı, el selamı, topuk selamı; gemi düdüğü selamı, silistre selamı; gemi sancağı selamı,  kabadayı selamı, Sadri Alışık selamı; Bektaşi selamı, Yunus Emre selamı, Mevlana selamı;  muhtelif ideolojik selamlar, İslami selam, komünist selamı, Hitler ve Musolini'nin faşist selamı, mason selamı, milli güvenlik konseyince bir türlü yasaklanamayan tarikat-cemaat selamı;  ağa selamı, işçi selamı, patron selamı... gibi daha çok çeşitli selamlar vardır. Zaten; 'gerçek' dediğin, hem tarihsel olacak; hem de çeşit çeşit, katman katman çok olacak! Ama bütün bu selamlar içinde ben nedense en çok Halikarnas Balıkçısı'nın o "hurra..!!" der gibi  "merhaba" selamı ile Nazım Hikmet'in Türkiye işçi sınıfına selam' ını severim. Hatırlayalım mı o selamı biraz:

"Türkiye işçi sınıfına selam /selam yaratana! / Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selam! / Bütün yemişler dallarınızdadır./ Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir / haklı günler, büyük günler / gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan/ ekmek, gül ve hürriyet günleri./ (..) /  Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selam / paranın padişahlığını / karanlığını yobazın / ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selam./ Türkiye işçi sınıfına selam/ selam yaratana!"

Bu arada kurucu-devrimci halkçı selamları da unutmamak lazım: Garibaldi selamı, Bismark selamı,  Bolivar selamı; Bolşevik Devrimi önderi Lenin'in selamı; saltanatı yıkan anti-emperyalist Mustafa Kemal'in cumhuriyetçi-devrimci selamı, Çin Devrimi önderi Mao'nun  selamı, Amerikancı diktatör Batista'ya karşı Castro'cu  "ya vatan ya ölüm" selamı gibi.. 

Bir de, meğer ölmemiş; hala  içimizde  yaşayan şu Natocu Kenan Evren'den sonra türetilen  'tak-şak' paşaların devrine ( İktidar sahibi  tak diye emreder ben de şak diye yaparım devri  ) kadar sürmüş daha sonra  sivillere tevarüs ederek iyice yozlaştırılmış; ve dalkavukluk ve maskaralık  selamı olmuş olan adına "tak-şak" emredersiniz! denilen bir topuk selamı vardır.  

Aslında, toplum yoksa 'topuk selamı' da yoktur. Robinson Crusoe ıssız adasında Cuma'sına topuk selamı veremezdi mesela; doğa insanı ormanlar kralı Tarzan da öyle.. çünkü; her ikisin de ayağına giyebileceği doğru dürüst bir topuklu kösele ayakkabıları bile yoktu. Hem sonra hangi hayvan topuk selamından anlar ki!? Her şeyden önce topuk selamı tesisi için ortalıkta ona uygun toplum ilişkiler  olmalıydı, değil mi,  filler, aslanlar, zürafalar değil.!  Birlikte yaşanan bir toplum olmayınca selamlama ihtiyacı da hasıl olmuyordu tabi.. Oysa; topluluk halinde yaşayan cilalı taş devri insanı olan Cilalıibo, selamsız yapamazdı. Muhakkak; her sabah herkesi, o güzelim ilkel ünlemli sesiyle selamlardı. Anlayacağınız, Paleolitik zamanlardan modern zamanlara insanlar birbirlerinden selam almış, birbirlerine selam vermişlerdir..

Rüşvet değildir diye selamların alınmaması çok sonraki devirlere uzanır. Divan şairimiz fukara Fuzuli'nin  "selam verdim rüşvet değildir diye almadılar" demesi  boşuna değildir. Fuzulinin yaşadığı zamanlar toplumsal ortam ve ilişkiler bozulmuş; bu günkü gibi rüşvet muteber olmuş. Oysa şu iki günlük dünya pazarında  insanlar birbirlerine sadece metalarını değil; hünerlerini, olgunluklarını, erdemlerini de sunabilirdi diye buyurmuş Fuzuli:

"Dehr bir pazardır her kim metaını arz eder/ Ehl-i dünya sim ü zer ehl-i hüner fazl u kemal. 

Günümüz siyasileri yeni-ortaçağı kendilerine örnek alacağını fukara Fuzuli'yi örnek alsalarmış ya.

Bu arada rüşvet demişken tarih nam yapmış en büyük  rüşvet alıcısı, adalet bakanlığı da yapmış olan  Francis Bacon'ı anmadan olmaz. Bacon, rüşvete tutulmuş ve rüşvet bağımlısı birisiymiş. Nedense, devletin en üst makamlarında bulunduğu halde hediye ve rüşvet almadan memurluk yapamazmış, zafiyet işte! (-Demek ki bu rüşvete bulaşma sadece bizdeki siyasilere ve memurlara özgü değilmiş, emeğin metalaştığı sömürü ve yozlaşma düzeninde rüşvet  oluyor işte.    Dünyada kapitalist sömürü düzeni topyekun kaldırılsın bakalım rüşvet kalıyor mu ortalıkta? ) Uzun yıllar tam bir rüşvet-sever  olarak yaşamış; ve sonunda rüşvet almaktan ömür boyu hapse mahkum olmuş; ancak, kralın insafı ve inayetiyle hapse girmekten kurtulmuştur. Bacon, yazmış olduğu Yeni Atlantis adlı ütopik romanında  insanlığın nasıl olması gerektiği hakkında ideallerini anlatmıştır. Yeni Atlantis'te hayali bir ülkede yaşayan  Ben Selam halkının adet ve ahlakını anlatırken de "rüşvet alan memurlar için iki defa ücret alıyor derlermiş" diye rüşvete vurgu yapmış gene. Demek ki rüşvet o kadar kanına işlemiş adamın! 

Neyse biz şu topuk selamımıza dönelim, topuk selamından bahsederken, bireysel gelişimimin belli bir aşamasındaki topuk selamından da bahsetmek gerekir. Geçen gün hesapladım, 16 yıllık üniformalı hayatımızda, tatilleri saymazsak, günde ortalama 5 topuk selamından, toplam 7920 topuk selamı vermişim; dile kolay! Ne topuk selamları vermişim zaten yoktular!

Sevgili okur, neler nelere değmiyor ki, mesela zıt uçlar bir birine değer. Evet hayır'a; olumlu olumsuza; esaret özgürlüğe; kimya biyolojiye, fizik kimyaya; devrim karşı devrime; sevgi nefrete;  iyi kötüye; güzel çirkine; doğru eğriye; dişi erkeğe.. hatta kendinden hareketli miniminnacık kuarklar bile  habire birbirlerine değip duruyor. Elbette topuklar da birbirine değecektir.. Hatırlayacak olursak, topuk selamı, teknik olarak geniş açıyla işleri olmayan askeri zevatın ayakkabı ökçelerinin V olmuş, dar açılı, saat 10'u 10 geçiyor selamıdır. Ve baş, selamlanacak kişinin önünde, ani olarak aşağı iner ve kalkar. Maazallah eğilen baş ya bir daha kalkmazsa.. Başın öne eğik; yeri öper yaşar durursun, ve iyileşmez beden eğilmesi ve yamulması sendromuna tutulursun. Tabi; başı mütemadiyen öne indirip kaldırmak da iyi bir şey değil; o zaman da salla baş olursun ve önüne konanları imzalar durursun.

O yüzden; nizami ve ideal bir topuk selamında dikkat edilecek hususlar şöyledir :

1- Öncelikle, topuklar birbirine değdirilirken, 'topuk selam açısı' dediğimiz ökçeler
arası açı, ne çok dar, ne de çok geniş olmalıdır. Bir 'siyasi iktidar mesafesi' açıklığında olmalıdır. Bu tabi ki, terfi meselenizle ilgili olamaz. 

2- 'Topuk selam desibeli' dediğimiz ökçelerin şraaak-taaak diye çarpma şiddeti, selamlanacak sahsın amaç ve beklentilerine; hatta mizacına uygun olmalıdır. Bazıları çok şiddetli topuk selamından hoşlanabilir; topuklarıyla ezmekten haz duyabilir.. Tuhaftır; örneğin askeri darbeler döneminde, asker olmadıkları halde bir çok bürokrat, nedense, koridorları inletecek kadar şiddetli topuk selamı verirler generallerine. Hatta bazı parlamentolarda, toplu halde verilen topuk selamları, askeri topuk selamlarından çok daha şiddetli olduğundan yurdun bir çok köşesinden duyulur; yoksulun, işsizin korkulu rüyası olur. Günümüzdeyse nedense tersi oluyor.  (Yüksek Askeri Şuraya olan nezaketlerinden  olsa gerek !) Askerler sivillere topuk selamı veriyor. Askere verilen  bir çeşit ince ayar diyorlar buna.. 

3-Topuk selamında kösele ayakkabının önemi çok büyüktür. İyi bir topuk selamı demek, Beykoz işi iyi bir kösele ayakkabı ökçesi demektir.. Ama nerde şimdi o canım Beykoz kundura fabrikası ? Babalar gibi sattılar; ne Sümerbank kaldı; ne Tekel..! Cumhuriyetin nesi varsa sattılar; sattılar derken belirsiz özne kullanmam doğru olmaz. Kim sattı ise açıkça söylemem gerekir; satanın yanına kar kalıyor sonra. Gerçi adı Hasan olmuş, Recep olmuş; Emin olmuş fark etmez; hepsi de emek-can sömürüsüne istikrar sağlıyor sonuçta. Evet, ne diyorduk, kösele ayakkabı ökçesi çok önemlidir; çünkü; topuk selam desibeli, kösele ayakkabı ökçesiyle doğru orantılıdır.

4- Malumunuz; topuklar olmazsa topuk selamı da olmaz. Topuklar, toplumun en alttakileri gibi insan bedeninin en alt,  en ezilen, en kahırlı, çilekeş bölümü olduğundan topuklarımızın, daha fazla nasırlaşmasına, topuk dikeni çıkarmasına, yıpranmasına izin vermemeliyiz. Bu yüzden, hafif koşar adım, komutanlara birerli kol mesafede, sağ ayak sabit; sol ayak darbesiyle halkın en alt ve en yoksul kesimlerinde  çok şiddetli ses getiren  topuk selamlarından kaçınmak gerek. Zira; mevcut Anayasayı tağyir, tebdil ve ilga suçundan  ve sıkıyönetimlerden bu halk çok çekti. Anayasal bir hak olan özgürce düşünmek ve fikrini ifade etmek iktidara zarar derecesine göre bir suç sayılmış ve Ceza Kanununun konusu olmuş. Anayasa Gerçi  bazı 'sol' ayak darbelerinin  tarihte demokratik devrimlere şifa verdiği söylenir ama gene de ister sol ister sağ olsun ayaklı darbelerden uzak durun derim. Halka gitmek varken ne diye darbelerden medet umarız,  Burkina Faso ya da Uganda mıyız biz?

5- Topuk selamı daha ziyade şapkasız verilen selamdır. Kafada şapka varken elle selamlama esnasında ökçelerini birbirine taaaak ve şırraaaak diye vurarak şiddetli ses getirmek isteyenler, genellikle, komutana yaranan her devrin adamıdır.  Bu gibi kimseler, 'geriye dön' komutuyla çok rahat bir şekilde geriye U dönüşü yapabilirler. Tabi kimse tanzimatın Efruz Efendisi ile Fransız Devrimi'nin ve Napolyon'un gözdesi muhteşem kusursuz dönek Joseph Fouche kadar bu U dönüşünü iyi yapamaz! Fakat;  'darbe Anayasası çöpe!!' diyen bizim mahut  "yetmez ama evetçi" liberallerimizin  o muhteşem U dönüşlerini de unutmamak gerek.

6- Son dönemlerde askeriyeye alınan kadınlarımızın giymiş olduğu yüksek topuklu ayakkabılar hakkında nas bulunmadığından ve Diyanet'in bu konuda fetvası olmadığından kadın subaylar topuk selamı vermekten muaf tutulmuştur. Malum orduda hiyerarşik düzen esastır. Hiç bir kadın subay yüksek ökçe topuklu ayakkabılarıyla   komutanlarına tepeden bakamaz!!  Yüksek topuk-alçak ökçe ikiliğine ve bozgunculuğuna hiç bir orduda yer yoktur! Ordu milletin ordusudur. Aslolan emir komuta zincirindeki hiyerarşik erkek-topuk selamıdır! Anlaşıldı mı!!?? (anlaşıldı komutanım!!!) Gördüğünüz gibi, her ne kadar müstafi yüzbaşı olsak da  askeri jargonu unutmamışız. İliklerine kadar işlememişse askerlik olmaz. Nihayetinde düşman geldiğinde vatanı savunacak olan da ordudur. 

Peki bu topuk selamı tarihte ilk kez ne zaman görülmüş dersiniz ?

Topukla selamlama, tarihte ilk kez, Hatay amik ovası höyüklerinden, toppukana höyüğünde bulunan çok sayıdaki V şeklindeki demir topukluklardan anlaşıldığı kadarıyla erken demir çağ yerleşimi olan Toppukana'da görülmüş ve uygulanmıştır. Asur Tabletlerine göre de, bu V şeklindeki demir topukluklar, kutsal ayinlerde ayaklara giyilerek ve çaaat çaaat diye sesler çıkartılarak hem topluluk selamlanırmış hem de kötü ruhların kovulurmuş. ( ruhun kötüsü iyisi mi olurmuş demeyin; tarihte oluyor işte )

Geç Hitit kralı Şapşalşapşulişişi zamanında, kralın huzuruna çıkan elçiler de topuk selamı verirmiş. Şapşalşapşulişişi bunun selam olduğunu bir türlü anlayamazmış. Çünkü; Hitit'te selam topukla  değil el veya kafa ile verilirmiş. Yunan site devletleri de, topuk selamını bilmezmiş; zira, topuk selamı, zafiyet göstergesi ve uğursuzluk getirir mülahazasıyla site devletlerinde yasaklanmış. Kahramanlar kahramanı; cengaverler cengaveri, Akkalı yenilmez ve efsane Achilles'in vucudunun en zayıf halkası olan topuğundan okla vurularak yere serilmesi henüz bu toplumlarda unutulamamış. Demek ki mesele, en zayıf halkayı bulmakmış! Yenilmez sanılan her güç en zayıf halkasından yere serilebiliyormuş! Bu arada size bir soru: Bilin bakalım kapitalist emperyalizmin Aşil Topuğu neresidir? Ve bunun sınıf mücadelesi açısından ne önemi var? Hemen cevap vermek zorunda değilsiniz. 

Roma döneminde ise, Roma imparator Marcus Antonyanus Toppukianus, senato konuşmalarına topuk selamıyla başlarmış. Fakat ayağında sandalet olduğundan hiç ses getirmezmiş (Gel de Beykoz işi altı kösele kundurayı arama! Alçak özelleştirmeciler!!). Senatoya ses getirsin diye yanında kurulu düzen asisi Koçero'yu değil; hatip Çiçero'yu getirirmiş. Baksanıza; şu tarihte neler oluyor !? Ama, şu tarihte neler oluyorsa, hiç biri de kendi kendine olmuyor doğrusu, insanların ve sosyal sınıfların , ihtiyaç-amaç ve çıkarlarına göre oluyor. ve belli bir tasarım ve plan sonucu oluyor. Ama Tarihi kim seyre dalarsa tarih olur. Çünkü; Tarih, 'bu gün hava yağışlı ya da parçalı bulutlu' gibi seyirlik meteorolojik bir hadise değildir. Hava durumunda bile ısı, basınç, su buharı, nem, rüzgar .. gibi belirli meteorolojik unsurların bir birbirlerine nazaran  üstünlük mücadelesi ve geçici hakimiyetleri vardır.  Tarih, kendi kendine olan bir şey değil; bilakis belirli koşullarda amaçları peşi sıra koşan insanların eseridir.  İnsanların yaptığı tarihten başka kendi başına bir tarih(leri) yoktur, olamaz zaten.  

Bizans'ta imparator Kuntakuzanas dönemini saymazsak Bizans'ta entrikalardan topuklanacak kimse kalmadığından topuk selamı kullanılmazmış.

Anadolu Selçukluda ve Osmanlı'da selam Allah'ın ve peygamberin selamı olduğundan, padişaha saygısızlık olur mülahazasıyla topuk selamı katiyen yasaklanmış; bu konuda, meşhur Ebusuud Efendinin fetvaları hala arşivlerde durur. Kim arşivlere gidip araştıracak ki şimdi;  işin yoksa Osmanlıca öğren gidip Ebusuud Efendiyi  araştır. Yok ya..! Hayatta daha eğlenceli ve zevkli şeyler var kardeşim.  Hem sonra araştırıyorsun da ne oluyor; kıymetini bilen mi var; "bizden " değilsen hak ettiğin yere gelemiyorsun; doçent, prof olamıyorsun  zaten. 

Ortaçağ Avrupa'sında ise kilise babaları ( "kadınlar uyanın artık; Kilise'nin şu erkek egemen, babacı tutumuna bir son verin artık!! nerede kilise anaları!?" demeyeceğim; böyle bir tuzağa, yapay didişmeye düşmeyeceğim! İster kilise babası ister kilise anası olsun kilise gerici bir kurum olarak yaşayacak ya ve yeniden üretilecek ya ben ona bakarım. )  topuk selamı gerçek mi gerçek değil mi diye yıllarca süren  skolastik tartışma yapıp durmuşlar. Ve sonuçta kimi kilise babası  topuk selamını bir addan ibaret saymış ve onun gerçek olmadığını söyleyerek  aforoz edilmesini istemiştir. Oysa topuk mu gerçek yoksa topuk selamı mı diye tartışmış olsalardı meseleyi rahatlıkla çözebilirlerdi, çünkü topuksuz insan yoktur, kendi topuklarına baksınlar yeter. Kilisenin yüksek çıkarları nedeniyle her halde böyle bir tartışma işlerine gelmemiş olsa gerek.  Zaten; orta çağda aforoz çağı olarak bilinir. Nerdeyse; insan hayatı bile aforoz edilmiş. Neymiş efendim bütün kötülüklerin kaynağı cadılarmış. Binlerce kadın, içine cadı kaçmıştır diye diri diri işkencelerde ve ateşte can vermiştir.  Bir de utanmadan  hala 'yeni-ortaçağı' getirmeye çalışıyorlar. Belirsiz özneyi anladınız umarım.(kim/kimler getiriyor, niçin getiriyor? bu soruları cevaplayın siz) 

Fransız ihtilali ile birlikte, burjuvazi yükselen sınıf olarak ayaklanmalara önderlik ettiğinden topuk selamı, krallara ve kilise doğmalarına karşı atını mahmuzlayarak sürüp gidenlerin deeeh demesi gibi, hayatı ileriye doğru 'topuklama'yı temsilen, yeniden, toplumsal bir selamlama adeti olmuştur. Özellikle,  ihtilalin önderlerinden Robespier ile Danton arasında sonu giyotine varan, devrimi 'topuklama' yarışmaları olmuştur.  Tabi; tüm bu olup bitenler  baldırı çıplak "yurttaş" yerine Napolyon'a yaramıştır. Peki ama; baldırı çıplaklar (sans-culottes) bu  devrimi Napolyon iktidar olsun diye mi yapmışlardı? Devrimciler, hiç olmazsa bundan sonraki devrimlerden biraz ders alsalar bari.. Baldırı çıplaklar bundan böyle ses getirmek istiyorlarsa  öncelikle topuklarında bir çift sağlam kunduraları olmalı ve yere sağlam basmalı. 

Topuk Selamı,  Fransız ihtilali geleneğiyle, Anadolu'da emperyalist işgale karşı direnen uzun konçlu bazı kuvva-yı milliye çetelerinde de "kuvvacı topuklama" adıyla yaygın bir uygulama alanı bulmuştur.  Makedonya'da kolağası ve geyik sever Resneli Niyazi ve kıdemli binbaşı Enver ve Eyüp Sabri  beyler, Harekat Ordusu cengaverleriyle birlikte Abdulhamit'in sarayını sert devrimci  topuklarıyla çınlatmış saltanatı sarsmıştır.  ve  bu gelenek  ittihatçılarla, müdafaa-yı hukuk cemiyetleriyle ve Mustafa Kemal Atatürk ile Anadolu'ya geçmiş; bir devrimle saltanatı yıkmış Cumhuriyeti kurmuştur.

Günümüzde, Nato hesabına gizli hükümetler kurmak ve  devlet içinde devlet olmakla görevli  bir cemaatin ( ne cemaati kardeşim; anlamadınız mı hala   tarikat bunlar, tarikat.!! Hani Atatürk'ün o meşhur sözü var ya "Türkiye şeyhler, müritler, tarikatlar, mensuplar ülkesi olamaz " diye, işte o ünlü sözde geçen tarikat! bunlar;  onlara cemaat demeyi bırakın artık!) devletin kurumlarına sızmak için  pek itibar ettikleri ve özendikleri topuk selamı, topuk düşmanı mafyanın da dikkatini çekmiş; ve mafya-sözü dinlemeyenlere karşı  'topuğuna sıkma' cezası yeniden uygulamaya sokulmuş.    İktidarın  bu mafyatik ortama sessiz kalması yüzünden insanlar iflah olmaz kırık-topuk kemiği (kalkaneus) sendromuna yakalanmış; ve bu mafya -tarikat toplumda yaygın yürüyüş bozuklukları, eğrilikler  ve amansız topuk ağrıları baş göstermeye başlamış; ve burada da masal bitmiş.

Daha evvel katil Nato tarafından Muavenet zırhlısına  yapıldığı gibi bir güdümlü mermiyle topuğuma sıkılmadan ve topuk-taklat (tepe taklat gibi bir şey işte..) gitmeden, burada keseyim bari; gerçi daha yazacak çok şey vardı ya.. hepinize, afili bir topuk selamı çakıyor ve soldan dönüyorum. Unutmayın; bir asker olarak iktidar sahibi sivil otoriteye topuk selamı veriyorsanız geri dönerken sağdan  döneceksiniz. Maazallah soldan dönerseniz solcu diye adınız çıkar askeri şuraya sokmazlar; terfiden olursunuz, terfi düşkünlüğünüz varsa tabi.

Başka bir güneş zamanında görüşmek üzere..  bir kez daha gökyüzünün ne kadar geniş ve mavi olduğuna  şaşmak ve hayran kalmak üzere.. 

Hitit Tavanannası Puduhepa'ya Yazılan Bir Tablet Bulundu.

"sözlerime başlamasaydım hiç bir şey başlamıyacaktı;ama başladı(m) işte !"
Taklid-i Ebla Tableti*




Başlangıçta "başlangıçsızlık" vardı ya da Tanrı, maddeyi (nesnel-gerçeği) yarattı hadi bana eyvallah dedi. Ne yani; gündelik hayatınızda her şeyin bir başlangıcı ve sonu var diye başlangıçsızlığı yok mu sanıyordun? İyi; öyle sanmaya devam edin bakalım; yanıldığınızı bir gün anlayacaksınız elbette, ama bu metafizik ve mitolojik kafayla değil! Bakın anlatayım size niye?

Bu dünyayı hiç yok sayabilir misiniz ? Sayamazsınız değil mi !?  Çünkü var; ve biz onsuz yaşayamayız ve o olmadan ona dair her hangi bir soru cümlesi dahi kuramayız. Bu dünyayı yok sayarsak kendimizi de insanlık geçmişimizi de yok saymamız gerekecek.  Ama unutmayın ki; dünyayı, güneşi, yıldızları, galaksileri, şu sınırsız evreni istediğin kadar yok farz edin  siz onları yok farz ediyorsunuz diye gerçekte yok olmayacaklardır. Denemesi bedava!

Peki "Başlangıçta ne vardı?"  diye sormakla,  a priori olarak, yani; sadece aklın ilkelerine dayanarak ve sınamadan,  kafanda, henüz hiç bir şeyin olmadığı  bir "başlangıç" hali ve zamanı kabul etmiş olmuyor musun? Bu önvarsaydığın "başlangıç" haline ve zamanına ulaşabilmek için de, öncelikle bu dünyayı, evreni ve kendin dahil  her şeyi,  soyutlama yoluyla düşüncende bir bir yok sayman gerekmiyor mu? Gerekiyor değil mi, ama  nedense yok farz ettiğin  bu dünyada  düşünmeye, soyutlama yapmaya ve soru sormaya  devam ediyorsun.  

Bir düşünsene: Bu dünya var olmasaydı, sen var olabilir miydin ? Senin hayat kaynağın olan şu dünyayı, diğer gezegenleri, güneşleri, galaksileri, hasılı nesnel gerçekliği hiç bir şeysizliğe(!) ulaşıncaya kadar düşüncende, düşüne düşüne, yola yola, tek tek yok ediyorsun; ama sen, hala yaşamaya devam ediyorsun. Bu nasıl iş!? Her şey bir bir ve bütün olarak yok edilirken sen nasıl var olmaya ve hala düşünmeye ve soru sormaya devam edebilirsin!? Bencillik olmuyor mu bu biraz?

Peki; bu dünyayı düşüncende yok farz edince ve yok farz ediyorsun diye  bu dünya 'gerçekten' yok oluyor mu ? olmuyor değil mi? Nasıl ki, kendini yok farz edince yok olmuyorsan  öyle.. Ama sen, sırf hiç bir şeyin olmadığı bir zamana ulaşabilmek için düşüncenin bir sonucu ve ürünü olarak yok ettiğin bir şeyi   gerçekte de yok olmuş gibi kabul ediyorsun; yani; hiç bir şeyin olmadığı bir zamanın olabileceğini düşüncende önceden varsayıyorsun zaten. Dahası; soyutlama yoluyla hiçliğe(!) ulaşmış olmana rağmen, nedense, kendi kendini de artık var olmayan bir şey olarak düşünmüyorsun. Yani; önce, hiçliği, düşüncende soyutlama yoluyla var ediyorsun, sonra da, hiçlik varken, sen hala var olmaya devam edip "başlangıçta ne vardı?" diye bana soru sorabiliyorsun.

Her şeyi düşüncende yok ede ede, soyutlama ürünü olarak hiçliğe, hiç bir şeyin olmadığı bir zamana ulaşırsan, elbette böyle her şeyin "doğuş belgesi" olan bir "başlangıca(!)" ulaşırsın. Oysa; tutarlı olman gerekirdi. Her şeyi yok farz ettiğin ve hiçliğe ulaştığın anda,  artık senin de yok olman; ve bana "başlangıçta ne vardı?" diye sor(a)maman gerekirdi. Bu soruyu sormakta hala ısrarcı olursan, "başlangıca", yani, her şeyin "doğum belgesi"ne  ulaşmak için yapmış olduğun soyutlamanın da hiç bir değeri kalmaz. Çünkü; kendi mantığını, kurgunu kendin inkar etmiş olursun.

Sonuç olarak,  nesnel gerçeği, kendi ön kabulüne  uydurma gayretine giriyorsun. Yanılgın burada işte! Düşüncenin sonucu ve ürünü olan bir şeyi, "gerçek" sanıyorsun. Düşünce somutu/düşünülmüş somut ile "somut" arasındaki nesnel "farkı" fark edemiyorsun. Dedim ya; metafizik ve mitolojik kafayla olmaz diye...

Oysa; basit olarak şöyle düşünebilirdin: Bu dünyadaki mevcudiyetini kime borçlusun, anne ve babana değil mi?  Eğer onların  cinsel üreme eylemi olmasaydı sen bu dünyada  olmayacaktın. Seni doğuran kim ? Annen; peki; anneni doğuran ? Anneannen.  Anneanneni doğuran ? Onun annesi...Demek ki, ortada, somut olarak, gözle görülebilir, insanın insanı doğurduğu; insanın, insandan doğduğu, kendiliğinden bir  üretme eylemi, hareketi  var. İşte; bu somut gerçek, yani; kendi kendini oluşturma süreci, kendi başına meseleyi açıklayıcı olmasına rağmen  nedense, seni tatmin etmiyor ve ta "ilk insanı ve kainatı kim yarattı'ya varan bir "başlangıç"  hali arıyorsun. Her şeyi tek tek ve bir bütün olarak zihninde yok saya saya hiç bir şeyin olmadığı bir zamana ve yere ulaşıyorsun.-neresiyse o  'yer' ve 'zaman' ?- Zamanın yani maddenin ve hareketin olmadığı bir andaki zaman(!) mı yoksa !? Sonra da, soyutlama yoluyla elde etmiş olduğun o 'hiç bir şeysizliği', 'hiçlik'i'   "başlangıç" olarak kabul edip; evreni ve evrendeki her şey için gerekli olan enerjiyi o varsaymış olduğun hiçlikten üretmiş oluyorsun. Pes doğrusu!!

Oysa; her  başlangıç daima başka  şeyleri bir ön varsaymaktır. Nerede ne zaman ne ile başlarsanız başlayın bu böyledir. Sıfırdan başlarsanız (-) sonsuza ve (+)  sonsuza kadar olan bütün sayıları önvarsaymış olursunuz. İnsandan başlarsanız, bu evreni ve dünyayı; canlıları, toplumu, tarihi, ekonomiyi, siyaseti, kültürü, sanatı, ideolojiyi; dini, felsefeyi, ahlakı, eğitimi, estetiği, bilimi, tekniği, savaşları... önvarsaymış oluruz; onlar olmadan ve onlardan ayrı kendi başına yalıtık bir insan yoktur.  Yani;  Büyük Patlama denilen Big Bang dahil nerede, ne zaman, ne ile başlarsanız başlayın mutlaka başladığınız zamanı ve mekanı ve onun öncesinde olan bitenleri muhakkak önvarsaymış olursunuz. Nesnesiz, olaysız, hareketsiz, değişimsiz bir zaman olmaz/olamaz/olmamıştır çünkü.  

Zeytinyağlı fasulyeden başlıyorsanız olsanız bile belli bir mekan ve zamandaki fasulyeyi, zeytinyağını, soğanı, tuzu, domatesi, tencereyi ve ateşi, yemeği pişireni; ve yemeği pişirene dair muhtemel her şeyi ve onun öncesini ön varsaymışsınız demektir. Hangi başlangıcı kabul ederseniz edin; ve gidebileceğiniz en uzak geçmişe gidip bir başlangıç kabul edin  onun öncesini önvarsaymak zorundasınız. Çünkü nesnel gerçeklik öncesiz ve sonrasız bir gerçekliktir. Her olgu süreç bir önceki koşul-ortam-ilişki ve etkileşimin sonucudur. Nereye ve hangi zaman giderseniz gidin daima nesnel olgu-olay-süreç ve ilişkiler-etkileşimler ile yani madde ile karşılarsınız; hiçlikle değil!!

Einstein'e göre enerji maddenin tezahürüydü; ve madde olmadan enerji olamazdı.  Latin şair ve filozof Lucretius'un altın sözleri nasıldı: nil posse creare de nihilo, yani, "hiçlikten hiç çıkar."

Evet; sözlerime başlarken ne diyordum: Başlangıçta "başlangıçsızlık" vardı.. Peki ama öte yandan  gündelik ve ömürlük hayatımızda  her olayın da bir başlangıcı var. Çevrenize şöyle bir bakın, eş zamanlı sayısız çoklukta ve çeşitlilikte olaylar başlayıp olmakta; ve son bulmakta.. -sayın okur, bu kadar da sayısız çoklukta ve çeşitlilikte olay olur mu demeyin; oluyor işte, ben ne yapayım !? Olayların çoğulluğu ve çeşitliliğinden daha büyük gerçek olabilir mi diyecektim ama gerçeğin büyüğü küçüğü olmaz diye vazgeçtim.

Alın size bir "gerçek" daha: Bundan 15 milyar yıl önce, güya, evrende büyük bir patlama(Big Bang) olmuş(muş); öyle diyorlar. Bu muhteremlerin çoğunluğuna  göre, büyük patlamadan önce, ne madde varmış, ne kainat; ne de zaman. Ama; gel zaman git zaman, her nasılsa, zamansız bir  patlama olmuş işte. Peki; bu gerçekten gerçekse; kainatın neresinde olmuş bu büyük patlama (Big Bang) ? Aha, evrenin şurasında olmuş diyebilecek; kerteriz alıp mevki koyabilecek bir babayiğit bilim(!) insanı var mı? Eğer, evrenin şurası'nda olmuşsa, peki o zaman evrenin orasında, burasında; ötesinde, berisinde hiç bir şey olmamış mı; yok muymuş evrenin gerisi!? Yoksa; evren, sadece 'şurası' denen şeyden mi ibaretmiş ? Evrenin 'şurası' varsa, orası, burası; ötesi, berisi yok muymuş  peki ? Yani Evrensiz (mekansız) bir patlamaymış mı bu Bing Bang? 

Hadi; bir an için, şu sözü edilen büyük bir patlama olmuş diyelim; bunun bir patlatanı yok muydu peki? Patlatan da kim demeyin ? Sana şimdi bir tane şaplak patlatırsam o zaman patlatanı da, patlayanı da, patlamayı da anlarsın. Daha da ileri giderseniz, sizi, teorime uydurmak için, kendisini, kendi kendisinden, kendi kendine, kendiliğinden üreten 'ne değilse o olan' ve 'ne olacaksa o olan' ak-karanlık madde'ye veririm ha..! Böylece; ne "başlangıç" kalır ne   "büyük patlama!" ne de bu konuda en ufak bir patırtı!

Azizim, (gerçi, bazı büyük adamlar, mektuplarında muhataplarına böyle seslenirler, "Azizim Kugelman.. Aziz Peder Don Para...gibi" ama, burada, öylesine  havaya söylenmiş bir sesleniş işte), bence,  başlangıçta(!), birbirleriyle bağlantılı olayların çoğulluğu ve çeşitliliği vardı.  Ve bu olaylar sürekli doğan ve ölen mini minnacık kuantum deryasında yüzen zerrecik adacıklardı sadece. Aksi halde; tek bir şeyden evren, ne kadar sıkıcı olurdu. Bir an için, evrenin, sırf ve sadece, "armut"tan olduğunu; armuttan başladığını  bir hayal etsenize.. Her bir şey "armut" ve onun türevleri.. ve bizlerde olsaydık eğer  "armut kafalı" olurduk herhalde. Ne kadar bayağı ve çekilmez bir evren değil mi şu "armut(tan)-evren"? Gerçi armuttan başka bir şeyin olmadığı bir yerde ve zamanda 'armut' belirlenimini, tanımını neye göre yapacaktık, o da ayrı mesele tabi. 'Armut-değil' olsun ki armut da onlara göre tanımlansın değil mi? Karşıtların birliğidir hayat. Spinoza o meşhur tezinde  bu gerçeği dile getirmiştir: "determinatio est negatio",  yani her belirleme, sınır koyma, olumsuzlamadır. Bir çeşit "ben, sen (ben değil)  değilim" hali. Dünya armutsa ya da armuttansa mesela, artık kavun, karpuz, incir, üzüm vb. değildir. Somut olarak  'armut-olmayan'  diğer tekil meyveler olmasaydı armut da olmazdı. Bu gerçeği akılda tutmak lazım..

Evet; dediğim gibi, her şey, aslında, her zaman çeşitlilik ve çoğulluk varken hayat buldu.  Axiomatik (kendiliğinden apaçık ilke, önerme);  olarak bu hep böyle idi. Öyle olmamış olsa idi, ben şimdiye kadar çoktan size anlatacağım konuma  başlamış olurdum zaten. Baksanıza; nasıl tereddütteyim;  neye ve hangisine  nasıl başlayacağıma dair bir türlü karar veremiyorum, ortada bunca çeşit ve çoğulluk varken hem de! Bir karar vermiş olsam, başlamış olacaktım. Aklım mı tutuldu yoksa?!

Rüzgar esiyor, güneş doğuyor, kumrular gugu guk, gugu guk, serçeler cik cik; köpek havhav diyor; seyyar satıcı İbrahim Abi: "hala mı 100 bin ? tereyağlı kurabiyelerim" var diye bağırıyor; Aysel saçlarını tarıyor; ücretli emek ile sermayenin tarihi ilişkisi hala devam ediyor; gemi gidiyor; bilim ve sanat harikalar yaratıyor; esnaf iş başı yapıyor; bebek ağlayarak mutsuz olma hakkını kullanıyor; kediler çiftleşerek  kediliklerini sürdürüyor;  denizler köpürüyor, nehirler taşıyor, yağmur yağıyor; emperyalizm camdan bakıp korkudan hıçkıra hıçkıra ağlıyor; Nato haydutluğa devam ediyor; milli bağımsızlık ve devrimci Atatürkçülük düşman ilan ediliyor. Ağaçlar yapraklarını döküyor, tavşan kaçıyor tazı tutuyor; gece gündüz, gündüz gece oluyor; galaksiler doğuyor galaksiler ölüyor..  Biz göremezsek de kuarklar ortalıkta cirit atıyor... anlayacağınız olayların çeşidi ve çoğulluğu saymakla bitmez. Ama; ben hala başlayamıyordum. Birinden başlamış olsam, diğerlerini, yani, geriye kalan sayısız çokluğun hatırı kalacaktı sanki. Ama; öte yandan; hepsiyle de ayni anda başlamak; hiç birini de küstürmek ve  gavurun simultaneously dediği "olayların eş-zamanlılığını"  ıskalamak istemiyordum. Zaten sırf bu yüzden sinema ya da tiyatro yönetmeni olamadım. çünkü; bir ve tek sahnede çok çeşitli olayları ve ilişkileri ayni anda vermek istiyordum, tabi bu fikrimi kimseye kabul ettiremedim. ( İsabet olmuş! Seyircinin onlarca gözü yok ki; ayni anda hangi birine yetişsin. Belki geleceğin insanı yapay zeka becerebilir bunu.)

Bu kadar "ben-değil" arasında hala kendi kendimi bir türlü sınırlayamamamın yaratmış olduğu  gerilim ve çelişki, beni eylemsiz ve işsiz bırakıyordu. Oysa; 2,5 milyon yıl önce yaşamış ve ilk taş aletleri yapmış homo habilis denilen becerikli insanımsı atalarımızın yaptığı gibi, iki ayağımın üstünde dimdik durabilir; elimi dünyaya, gözümü belirli olaylara değdirerek kendimi sınırlayabilirdim. Öyle yaptım; gittim en yakınımdaki dünyayı elledim ve bir olayı gözüme kestirdim. Artık; benim tarafından ellenmiş bir dünya; gözüme kestirilmiş bir olay; ve anlatılacak bir öyküm  vardı. Çok şükür; kendi kendimi sınırın ötesindekiler ve berisindekiler diye sınırlandırabilmiştim. Ve ne mutlu bana Ben-değillere nazaran bir 'Ben' olmuştum. İşte sana bir "determinatio est negatio" hali daha!

Başlamam için hiç bir engel kalmadı. Ne güzel; artık "ben"  olarak başlayabiliyorum : 

Yuh bana, bir kölem bile yoktu! Oysa; uygarlığın kaynağı kölelik icat edileli binlerce yıl olmuştu. Gerçi, bir köle sahibi olmak öyle herkesin harcı değildi ama, en azından benim de Robinson'un Cuma'sı gibi bir kölem niye olmasındı. Zira, bende de beş on köleye yetecek kadar iş aleti ve onları karın tokluğuna besleyecek kadar birikmiş besin ve para vardı. Ama, bense, ne iştir, hala bir köle sahibi olamamıştım; uygar insana yakışıyor muydu bu hiç? Bu devirde hiç kölesi olmamak ne ayıp şey değil mi!? Doğrusu, kendimi, kölesiz  ziyadesiyle eksik-insan  hissediyordum. Kendimi tamamlamak için bir an önce  köle sahibi statüsüne terfi etmek istiyordum.

Neyse; bulutsuz düz bir ovada oturmuş, doğuştan köle olanları düşünüyordum. Özellikle hani şu  anasının karnında ayakları prangalı alnına köle yazılmış kara derili olanları.. Gerçi Jan Jak Rousso ( şu jan jak'taki  janjanlı ses güzelliğine bakın hele!) "insanlar hür doğar hür yaşar" demiş ama bence insanlar ancak masallarda hür yaşar. Bir köle çocuğu köleliğin istikrarı ve teminatı için vardır. Peki ama bir zenciyi köle yapan neydi? Zenci, zenci olarak doğduğu için mi  köle oluyordu  yoksa köle olduktan sonra mı zenci oluyordu? Ya da önce zenci doğup sonra, yaşam-ortasında mı  köle oluyordu. Orasını çözememiştim bir türlü. Eğer üçüncüsü doğruysa, yani önce zenci doğup sonradan yaşam-ortasında köle oluyorsa, zenci ne zaman ve nasıl gönüllü olarak köle oluyordu? Yoksa anasının sütüne kölelik ilacı mı katıyordu köle sahibi dış güçler? Uffff.. bütün bunları düşünerek ne diye ağrımaz başımı ağrıtıyordum ki sanki!? Önemli olan, bir köleye ihtiyacım olduğunda, ben onu köle pazarından özgürce satın alabiliyorum ya, hukuken buna hakkım var ya, daha ne olsun!  Param var -senin de olsun- (ben senin de olmasın demiyorum ki!) harcıyorum ne var bunda? Ha pazardan balık almışım ha köle.. Kimse bunu vicdansızlık olarak görmesin lütfen. Toplum piyasa olmuşsa ben ne yapayım?

Biliyor musunuz şu köle milletinin çok acayip huyları var:  Duyuyordum, bazı köleler, gözleri doymak bilmez bir halde, o kadar çok değişik işlerde kölelik yapabiliyorlarmış ki, hem de çalışmaktan geberinceye kadar.. Bu kadar da 'kölelik aç gözlülüğü' fazla ama! Ne gerek var buna canım; kölelik kaçmıyor ki; herkese yetecek kadar var! Tuhaftır; "ne köleliği olursa yaparım abi" hali öylesine yaygın ki toplumda ; adeta köleliğin altın çağında yaşıyoruz insanlık olarak. 

Bir yandan da, çok farklı işlerde kölesi olan köle sahiplerine imreniyordum; ve ne yalan söyleyeyim, bazen, onlara 'insafın kurusun' diyordum. Zira; bazılarının bir köy, bazılarının küçük bir belde, hatta kasaba ve kent nüfusu kadar kölesi olabiliyordu. Adeta köle tekeli oluşturmuşlardı o iş alanında. Kısmet işte!

Derken; ovada, çoook uzak bir geçmişten haber vermeye hazır  şişkin bir toprak parçası gözüme değdi. ona  "şişkin toprak " adını verdim. Fakat; o şişkin toprak diye sakın her toprağı şişirilmiş sanmayın, bu sıfat tamlamasını onu size anlatabilmek, sizin daha iyi algılayabilmeniz için yapmıştım. Yoksa doğada 'şişkin' diye bir şey yok, bana 'şişkini' göster desem gösteremezsiniz.  Ama şimdi şu toprak sayesinde  kolayca gözünüzde canlandırabilirsiniz şişkin toprağı artık. Fakat ben nedense şu sömürülen 'ücretli köleler' diyorlar ya bir türlü gözümde canlandıramıyorum  bu çeşit sıfat tamlamalarını.  Şimdi sömürü ne, ücretli kölelik ne ? bunlar şişkin toprağa benzemiyorlar ki?.  Aslında; doğadaki toprak, şişkin ve toprak diye iki ayrı parçaya bölünmemiştir tabi. O bölme, ayırma işlemini biz zihnimizde, soyutlama yoluyla yapıyoruz. Neyse biz konumuza dönelim. Bu kadar şişkin olduğuna göre kim bilir tarihte nice pırlanta kentler, nice ücretsiz-köle-hayatlar, yüce ve soylu mal-uygarlıkları, bu şişkin toprağa kadavra olmuştur diye hüzünlendim ( buna da hüzünlenilir mi demeyin; hüzünlenilir elbet; herkesin hüznü kendine!) . Artık; mazi olmuş çocukluğumuz ile kayıp tarihsel belleğimiz, bu şişkin toprağın altında daha fazla kalsın istemiyordum. "Sınırlanmış"   belamı arayacaktım ya, şişkin toprak höyük- insanı'nın  macerasını gün ışığına çıkarmaya karar verdim. Ve böylece 'zaman-laboratuvarı' na daldım. (Ha bir de 'zamanın aynası' vardır, kendini tanımak isteyen insan arada bir ona baksa iyi olur. Bu arada duyuruyum, sanayide oto tamircisi şair arkadaşımın ilerde çıkacak olan kitabının adı da "Aynası Zaman",  nasıl imge ama!?)

Böylece; o toprağı kimler  şişirmiş, nasıl ve neden şişirmiş anlayabilecektim. Eğer; şu  höyük insanı'nın isteyerek veya istemeden, bu şişkin toprakta, yer altında bıraktıkları bir şeyler varsa bunları keşfedebilecektim. Ve artık gerçeğin aydınlanması için relatio refero; yani; var olana (söylenene) referansta bulunabilecektim. Ve Ben bu denli medeni olmama rağmen kendimce bir kent yaşamı kuramamıştım henüz (hadi, sıkıysa, bir kent yaşamı kur da göreyim seni.); ama, hiç olmazsa tarihte, şu şişkin tepede kurulmuş kenti bulup; olup bitenlere bir anlam verebilecek; insan-çocukluğuma ve belleğime kavuşabilecektim.

Tabi bu kazı sayesinde  tarihe gömülmüş olanlar ışığa kavuşacak; ve çocukluk geçmişimiz yorumlanacaktı. Ama; minimum yaşama ücretli  'çocuk işçiler' de sanayide çalışmaya devam edecekti. Sizler de çocukları hala çok sevmeye devam edin bakıyım!. Şimdi bu bağlamda "çocuk işçi"lere ne gerek var; hem sen köle düşkünü değil miydin  diyebilirsiniz. Ama birader insanın vicdanı sızlıyor; o kadar anlatıyorum şu çocuk işçiler meselesini kimse dinlemiyor ki madem öyle   ben de bağlam dışı konularda zınk  diye araya sokayım bari; belki biraz ilgi duyan birileri çıkar dedim.  Ayrıca; "çocuk işçi" diyorum daha ne diyeyim, bunun bağlamı-mağlamı mı olurmuş; adı üstünde işte, ücretli çocuk işçi.. sizin çocuğunuzun, çocukluğunuz ücretli olsun da göreyim bakıyım sizi. 19.yy'da Vahşi kapitalizm yatağı İngilterede bir kaç peniye çalışan suratlı isli çocuk baca işçilerini görseniz yüreğiniz kalkar. 

Rahmetli 3.Tutmosis gibi, obelisk(dikili taş) ve  heykel başını Nil nehrine taşıyan bir köle ordusuna sahip olamadığımdan; ve tabi, ücretli mevsimlik işçim de de bulunmadığından, kızgın güneş altında kavrulan ovadaki şişkin toprak höyüğünün katmanlarını gezemiyordum. Üzücü tabi.. Baktım; karşıdan, genellikle adları Ökkeş olan ve kayıt dışı çalışan Darendeli Pamuk Attırancılar geliyor. "Yok mu pamuk attıran; pamuk attırancı geldi.. pamuk attıran .." diye diye yanımıza kadar geldiler; selam verdiler, aldım. İçlerinden ikisini, özellikle kaytan bıyıklısını gözüm tutmamıştı. Mahiyetimde çalışmış olsalardı iş akitlerini derhal, ihbar ve kıdem tazminatsız, çoktan fesih etmiştim.. Nasıl olsa iş yasaları ve mevzuat benim lehimeydi; ondan sonra uğraşsın dursunlar mahkemelerde.. Yok işe iadeymiş; yok haksız fesihmiş; ya da fesih yetkisini kötüye kullanmakmış.. bir yığın hukukun üstünlüğü meseleleri işte! Zaten bir iş davası en az beş yıl sürüyor, hangi hukukun üstünlüğü, düpedüz patronların üstünlüğü bu!    Neyse.. konuya dönecek olursak,  diğerleri ise köle yapılmaya elverişli kimselerdi. Var mısınız 'belirli süreli iş sözleşmesi' yapmaya dedim; "ama senin attırılacak pamuklun yok ki" dediler. "Olsun" dedim, "bana sizin köleliğiniz, pardon, pamuk attırma yeteneğiniz ve iş yapma kapasiteniz, yani pamuk attırma olasılığınız lazım."  ve "benim için çalışın!!" diye bağırdım; (rahmetli babam da bana bağırırdı çocukken; alışkanlık işte; babamdan tevarüs etmiş...Oğlan babadan kız anadan görmeyince kulağa küpe olmuyor..). "Ne bağırıyorsun lan" diyemediler tabi ve pamuk attırma olasılığına da bir anlam veremediler.

"Kardeşlerim (bakmayın 'kardeşlerim' dediğime;  ne kardeşiymiş!? Köleden hiç kardeş-mardeş olur mu!?)  karnım doysun para kazanayım demiyor musunuz; işte size iş; karşımızda gördüğünüz şu şişkin toprakta koca bir tarih yatıyor; işte onu katman katman hallaç pamuğu gibi atacaksınız; sizleri 'açmacı' yaptım; kazmacılık kürekçilik  yapacaksınız; 10x10m'lik kare çukurlar açacaksınız" dedim. "De git işine bizimle eyleşme, biz sadece, topaklanmış pamuğu açarız; topaklanmış tarihi değil! " dediler. İçlerinden Ökkeş'e benzeyeni:  "Biz anamızdan yolcu doğmuşuz; omzumuzda hallacımız elimizde tokmağımız yol ve nehir boyları seyyar gezer şehirlere kavuşur rızkımızı çıkarırız. Buraya doğru gelirken aha şu şişkinliğin oralarda ayağımıza bir taş takıldı, üstünde çiviye benzer işaretler vardı ayağımızı kanattı.. Tarih diyon madem, al şu çivili taşı biraz da  sen oyalan  onunla.. bizim yolumuz daha uzun" deyip yola koyuldular. Yanımızdan uzaklaştıkça "pamuk attırancı geldi; yok mu pamuk attıran" sesleri  ovadaki serseri rüzgara binmiş yankılanıyordu.

Hemen; bir uzman  ücretli-köleye ihtiyaç bile duymadan, bu işler için hazırlanmış olan tarihi gözlüğümü taktım; heyecan ve merakla, dudaklarımda paleopsikolojik bir ıslık (ateşi üflerken tesadüfen bulunmuş bir şey; prehistorik dönemden kalma bir alışkanlık işte), çivi yazılı belgeyi okumaya başladım : Yazı hakikaten çivi yazısıyla yazılmış bir Asur tabletiydi ve sıkıştırılmış bir yazı tekniğiyle yazılmış 2gb (ciga bayt) kapasiteli bir tabletdi, 8 sıfır veya 8 bir'in bir araya gelmesiyle 1 baytlık veri elde edinile biliniyorsa,  siz artık tasavvur edin, kim bilir ne kadar veri depolanmıştır 2gb'lık asur tabletinde-. Heyecandan, sırtım kaşınmaya başlamıştı. Genellikle ellerim terlerdi ama bu sefer sırtım kaşındı. Gittim; şişkin toprak höyüğündeki ağaca (sizi ayrıntıya boğmamak için ağacın ne ağacı olduğunu söylemedim) sürttüm. Bu arada, eşzamanlı olarak, Attila İlhan'ın "şahane serseri"'sindeki rüzgar gibi, tarihin rüzgarları da, kendini höyükten höyüğe vuruyordu ovada. Rüzgarın özgürlüğü de bu işte; ne diyebilirsin ki?

Tabletteki yazı, günümüzden yaklaşık 3300 yıl önce,  korsanlık yaparak geçimini sağlayan Fenike'li bir kaptan tarafından Hitit Tavananna (kraliçe)'sı  Puduhepa hatuna yazılmış bir mektuptu. Tarihe ışık tutan bu mektubu, köle emeğine ihtiyaç duymadan, olduğu gibi, ilk kez sizlerle burada paylaşıyorum (bana referans vermeden bu mektubu sanki sizinmiş gibi başka bir yerde kullanmayın aksi takdirde yaptığınız plagiarism'e girer ve  Doçentliğinizden olursunuz maazallah. ) :

" Hatti Ülkesinin Elbistan güzeli  ve Atta a-na kentinin tavananna'sı 3.Hattuşili'nin biricik karısı Hurri-Kizzuwatna kökenli Puduhepa hatuna

Sözlerime başlamadan önce, dirayetli ve ferasetli imparatoriçeliğinizin devamı için, sedir ağaçları ülkesinin tanrıçası yüce "Hepat" adına, sizi ve halkınızı,  tanrıça  İştar'ın tılsımlı sözleriyle üç kez, "sausga, sausga, sausga" diyerek selamlarım.  Ayrıca; Size, 100 kez yedi Hitit aslanı gücü ve basiretinizin bağlanmaması için de 3 Mukish (amik ovası) tilkisi kurnazlığı dilerim.  Ünü, Mezepotamya'da ve Unki diyarında dillere destan topuklarınıza kadar uzanan siyah saçlarınız; içine çift badem sığmayan dar ağzınız; güz elması yanakta siyah üzüm gözleriniz, ak gerdanda tombul memeleriniz, ve ana tanrıça yüce 'Hepat'ınız, her daim  var olsun; ve sizinle yaşasın !

Bu vesileyle; Kraliçemiz olarak, 8 mart dünya kadınlar gününüzü de kutlarım. Gerçi; "kendinde, kendi başına (per se), mutlak, izole, saf ve tam bir kadın var mı ki  'kadınlar günümü' kutluyorsunuz, ben her şeyden önce bir kraliçeyim; gidin siz emekçi kadınların gününü kutlayın diyebilirsiniz, ama olsun, siz de erkek-Fatma bir imparatoriçe olarak,  erkek imparatorlar gibi, kraliyet mührü taşımanız hasebiyle kadınlar dünyasının  medarı iftiharı sayılırsınız. 

Atta a-na'da  ikilik yaratmak isteyen bazı cingöz  kadınlar, 'kadın kadındır; hangi kesimden sınıftan olursanız olun, sadece kadın olduğunuz için ezilebilir ve sömürülebilir; hatta şiddete bile maruz kalabilirsiniz' demek suretiyle, sizi, tebaanız köle kadınlarla bir ve ayni tutuyor olabilirler. Aman; siz siz olun, köle sahibesi bir Tavananna olduğunuzu sakın unutmayın. Biricik kocanız 3.Hattuşili (M.Ö.1267-1237), size el kaldırıyor; şiddet uyguluyor olabilir.. Gerçi kocanız 3.Hattuşili'ye gerçek bir sevgi ve empatiyle bağlı olduğunuz ve çok iyi geçindiğiniz malumumuzdur. Ancak; siz yine de, dikkatli olun; bedeniniz üzerinde, imparator eşinizin keyfine göre bir hakimiyet kurulmasın. Sulu tarıma elverişli bölgenize öyle  olur olmaz zamanda girilmesin. Geniş ovalarınız üzerindeki engebeleriniz hoyratça aşındırılmasın. Ben imparatoriçeyim, bana bir şey olmaz demeyin. Sayın İmparatoriçem, bunlar erkek milleti değil mi; imparator da olsalar ayni.. Canları bir kez istemeye görsün, hiç bir mümbit arazinizi bırakmazlar alimallah!

Bildiğiniz gibi, Hatti ülkesinde, Hatti ülkesinin birliğini sağlamış olarak yerli halk ve kültürüyle kaynaşıp gül gibi yaşayıp giderken; ve siz bir tavananna olarak Atta a-na'da  hüküm sürerken, Atlantikten gelen o pis deniz kavimleri, gerçi deniz pislik tutmaz derler ama demek ki bunların pisliğini 7 deniz bile temizleyememiş, krallıkları bir aslan gibi yere vuran ve yok eden büyük kral  Labarna  gibi, Alahtum kentinize saldırmış; birliğinizi sarsmış; sizi ve kentinizi tarihten silmek istemiştir. Ayrıca; Frigler'in meşhur frig pilavını saymazsak, Mısır, Akkad, Asur ve Mittani diyarına kadar ünü ulaşmış geç-Hitit mutfağınızı pisleterek; bütün yemek tariflerinizi yakmış; ve bu akınlar sırasında bir tat cambazı olan aşçıbaşınız Mutluşililin'in ölmesiyle de sarayınız o nefis narlı kuzu kızartmasından mahrum kalmıştır.  vah vah vah...vah ki vah.. narlı kuzu  ağıtları yakılmıştır.

Yetkilerinizi kısmen sınırlayan ve sizi denetleyen  Pankuş'unuzda, Atlantikten gelen istilacı pis deniz kavimleriyle  iş birliği yapan ve onlara yaranmışlık satan  Da-m-At F-er- İt Paş-Şa-la-rr ve Va-h-de-Tin-le-rr ve Ne-m-rut M-us-Ta- P-aŞ-şa-larr... gibi  bazı hainlerin olduklarını tespit ettik.   Ülkenizin birliği ve geleceği için, derhal, bu hainleri geçenlerde açılışını yapmış olduğunuz Hayınlar Müzesine konması sizin bir tek emrinize bakar. İç düşmanlara karşı Fenikeli  Devrimci Amazon Kadınlar(FDAK)'ın da her zaman yanınızda olduğunu belirtmek isterim.

Bir ara, memleket meseleleriyle uğraşmaktan ve  yorgunluktan beş on kilo vererek fıstık gibi olmuş; Asurlu ve Mısırlı tüccarların yazılı tabletlerinde aşk şiirlerine bile konu olmuştunuz. Bu şiirlerin Palaca, Luvice ve Akkadca'ya da çevrilmiş olduğunu bilmem duymuş muydunuz ? Gerçi; imgeyi esas alarak çeviri yapan sarhoş tebanız C-an-ımli Yüjjjj-el'i saymaysak, şiir çeviriye gelmez derler ya.. Ama, nedense  C-an -ımli Yüjjjjj-el'de, çeviri-şiiri sevdiren, insanı şiirle kaynaştıran  bir tılsım var sanki. Çeviriyi, "ha sen söylemişsin ha ben" diliyle ya da Al-i-celi-Vel-i-celi  sokak ve meyhane diliyle yapıyor. Belki de, bu yüzden belli bir  "şiir-lezzeti" yaratıyor Can-ımli Yüjjjj-el.

Ey  esmer  tenli, kekik kokulu Puduhepamız, yüce Hazzi dağı çakşır otunun cinsel kudreti ile uğur böceği kolonilerinin uğuru daima sizinle olsun. Dizlerinizin  bağı, yönünü hiç şaşırmayan kutsal Skarabe (Bok Böceği)lerin   bokunu yuvarlarken kullanmış olduğu arka ayaklarının itici kuvvetiyle sağlamlaşsın ve düşman karşısında hiç çözülmesin. Bu vesileyle bir endişemi izninizle sizle paylaşmak isteriz. Bir gün,  Silyupus dağı ötücü kuşlarının henüz uyanmadığı bir vakitte, güneş tanrıçası "Arinna", "kaynak bitti; artık; ısıt(a)mıyorum lan; ne haliniz varsa görün!"  diyebilir. Böyle bir durumda  bu tanrılar kızdırılmaya gelmez; onların gönlünü hoş tutmak lazım . Lütfen, her yılki haracınızı şey yani adağımızı  ve şükranlarınızı sunmayı sakın ihmal etmeyin. Yoksa; biricik kocanız 3.Hattusili'nin kral 3.Mursili'ye yaptıkları başınıza gelebilir. (sahi ne yapmıştı ki!? ben bile hatırlayamadım şimdi; üzerinden o kadar çok zaman geçti ki..)

Bu sene, Mukish'te hasat iyi olacağa benziyor. Hadi gene küpünüzü doldurursunuz artık. Ama Unutmayin ki, Ege-Mezopotamya ve Anadolu ticaret yollarının kavşağında olan Atta a-na toprakları her daim çok bereketli idi. (Mukish  diyarı tarım işlerinde çalışmak için Atta a-na'ya  giden anneler, çocukları "nereye gidiyorsun ana?" diye sorduklarında kısaca Atta'ya derlermiş.. İşte o gündür bu gündür "Atta"ya gitmek, evden uzağa gitmek manasında çocuk dilinde kullanılır olmuş. Aslında, Akadca'da Atta: "tarım diyarı" demekmiş. "a-na" da bildiğimiz anne imiş. Atta a-na, anaların gittiği tarım ülkesi demekmiş.).Ve bu bereketli topraklara, her zaman, göz koyanlar olmuştur.  Amorit, Mısır, Hurri-Mitanni.. gibi  bölgesel güçlerin tehdidi hiç eksilmemiştir. Ama biz  şimdi sizin canınızı karamsarlık tellallığı yaparak sıkmak istemiyoruz. Size,  gelecekten güzel bir şiir okumak istiyoruz : 

Fahriye Abla

Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı , boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgarda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye abla

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya
Bilmem şimdi hala bu ilk kocanda mısın
Hala dağları karlı Erzincan'da mısın
Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hatırada kalan şeyler değişmez zamanda
Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye abla

Aman; bu şiirden genç kocanız 3.Hattuşili'ye haber vermeyin. Mazallah, ülkenizde, kıskançlıktan  karışıklık çıkabilir. Vaktiyle, Halep kralı   İlim-İllima'nın oğlu İdrimi(M.Ö.1460-1400)'nin, genç yaşlarda  başına gelenler sizin de başınıza gelebilir, ülkenizi ailenizle birlikte terk etmek zorunda kalabilirsiniz. Malumunuz, İdrimi, baba evi Halep'te çıkan karışıklıklar nedeniyle anne tarafından yakınlarının bulunduğu Emar Kentine sığınmak  zorunda kalmıştı. Bu sığıntı yaşamına tahammül edemeyince, atı ve seyisiyle çölleri aşarak  7 sene kalacağı Kuzey Kenan'daki Ammiya'ya gitmiş; orada,  mülteci  olarak yaşamaktansa ata  yadigarı milli değerlere sahip çıkarak yaşamak yeğdir diyerek kendine bağlılık duyan ve Mittani hükümdarı Barratarna'ın gazabından  kaçan mültecileri  örgütleyerek   Mukişh'e gitmek üzere gemiler yapmıştı. Ve yapmış olduğu gemilerle Casius dağının yakınlarındaki  Orontes nehrinin deltasında karaya ayak basmıştı. Ancak; İdrimi, Alalakh'a kral olmak istediğinden, önce, hükümdar Barratarna'ya bağlılık yemini etmesi gerekiyordu.. Bağlılık yeminini ettikten sonra, İdrimi,  düşmanının üzerine yürüyerek    Mukish diyarının başkenti Alalakh'a kral olmuştu.. Alalakh'a saldıran düşmanların cesetlerini üst üste koyarak atalarının öcünü aldı. Hatti diyarına saldırarak bir çok kenti haraca bağladı;  ganimet ve esirlerle Alalakh'a döndü. Sonra muhteşem bir saray yaptırarak ailesi, kardeşleri ve  yakınlarıyla  sefa sürdü. İdrimi, Mittani krallığının vasalıydı ama asla; kukla bir kral olmayı kabul etmedi. Ve 30 yıl boyunca istediği gibi Alalakh'ı yönetti.

Zaten, Millet ne çekiyorsa  şu  kukla krallardan çekiyordu. Hayat pahalılığı da, işsizlik de kukla gibi oynatılan  krallar yüzündendi.. Kukla krallar tam bağımsız olamadıkları için,  ülke kaynakları ve değerleri düşmanın eline geçiyordu. Sadık tebaanız olarak  biz burada belirtmek isteriz ki, sömürgeci düşmanlarınızın, anayasa değişikliği dahil, her türlü alicengiz oyunlarına karşı,  Attaana Pankuş'unda kamufle olmuş ikinci kuvva-yı milliye savaşçılar olarak, sizlere olan sadakatimizi göstermeye her zaman hazırız.

Ayrıca; Mukish bölgesindeki arsenopiritlerinizi özelleştirme marifetiyle sömürmek isteyen ve milli bağımsızlığınızı yok etmek isteyen dahili ve harici düşmanlarınıza boyun eğmeyeceğinizden ; gerekirse, Mukish diyarınn bağımsızlığı için, Re-s-n-el-i N-iy-a-zi'ler gibi,  Hazzi dağına çıkıp Atlantikten gelecek olan o pis deniz kavimlerine ve Hurri-Mittani kralliklarina karşı, kahramanca ve fedakarca mücadele edeceğinizden; ve vakti geldiğinde 2.Meşrutiyeti de, (yani 2.Pankuş'u da ) ilan edeceğinizden tanrıça Hepat ve Atta a-na'nın  sahibesi tanrıça  İştar kadar kuşkumuz yoktur.

Ey uyduruk Uruk kralı Lugal Zaggesi'in beşik kertmesi, Akad kralı Sargon'un platonik aşkı; ve gümüş dağlarımızın ince bilekli zarif ceylanı olan asil Puduhepa'mız! Ceylanların tedirgin su içtiği Mukish diyarı gümüş derelerin mücevheri!

Bildiginiz gibi, Asur'lu tüccarlar, sizin yerinize bir kukla kraliçeyi iktidara getirmek için ülkenizde bazı "pis mikrop" toplum kuruluşlarını devreye sokmuş bulunmaktadırlar. Kaniş harabelerinin altın ve gümüşleriyle beslenen bu PMTK'lar, güya insan hakları ve demokrasi mücadelesi veriyoruz diyerek aslında sizin altınızı oyacaklar. Bu yüzden, Asur'lu tüccarlara çok dikkat etmelisiniz; ve onlara güvenmeyin. Çünkü onlar, Hatti ülkesindeki Karum denilen Asur koloni kentleri sayesinde, her zaman Atta a-na kentinin egemenliğini ele geçirmek ve bağımsızlığınızı kontrol etmek; ve sizi taşaron kuvvet olarak kullanmak isteyeceklerdir. Bu konuda, feraset sahibi bir tavananna olarak, 1.Şuppiluliuma gibi akıllıca ve açıkgöz davranacağınızı bekleriz.

Epey bir zamandır, malumunuz, Asur'lu tüccarlar, mallarını eşek kervanlarıyla taşıyorlar. Kervanların Asur'dan yola çıkıp Hatti ülkesine varıncaya kadar yaklaşık 1000 km yol alması gerekiyor. Eşeklerden oluşan bu kervanın bu yolu gidip gelmesi 3 ay alıyor. Buna malların satılması ve yeni mal alınması da eklenince bu süre 5 ayı buluyor. Tefeci bezirgan Asur ticaret sömürüsü altında ezilen Hatti halkı, artık bu boyunduruktan kurtulmak; Asur eşek kervanlarının anırmalarını işitmek istememektedir.  Özellikle, yontulmamış kütük kervanlarının Hatti ülkesine girmesine izin verilmemesini; ve Karum'ların derhal devletleştirilmesini istemektedirler.

Puduhepamız, çatal karam nar tanemiz, bu yaz sarayınızda çok fazla oturmasanız iyi olur diyoruz; zira halkınızdan zaman zaman yakınmalar almaktayız. Tahtınıza düşkün olduğunuzu söyleyenler, hakkınızda dedikodular üreterek ve sarayınızda dinlemeler yaparak, tahtınızı zayıflatmak istiyorlar. Güya; sarayınızda dinlenmeyen yokmuş; ve  "ne var yani bunda, ben bile dinleniyorum" diyen yılışık edalılar çoğalmaya başlamış.  O yüzden her sene yapılan, ay ve yıl bayramına; sonbahar ve ilk bahar bayramına; geyik bayramına, gök gürültüsü bayramına; yaşlı adamlar ve kutsal adamlar bayramlarına.. bu kez muhakkak halkın katılımını sağlayın. Ayrıca; bu yaz, güneş tanrıçası adına şölenler düzenleyin; halkın arasında görünün; güneşin dik geldiği saatlerde sokağa çıkın biraz siz de canım, sokağa.. Hem de ince bileklerinizden  D vitamini almış olursunuz. Hem sonra bir çingene atasözü, "hep sarayda oturanlar erken ölür " der. Sarayda oturarak politika yapılmaz ki! Salıdan salıya halka seslenmekle de iktidar olunmaz ki! Mitingler düzenleyin biraz da.. Yabancı ve yerli taş-tabletler'e demeçler verin. Güzelliğinizi ve zekanızı da biraz  halkınıza verin.  Göreceksiniz, bu halk, varlığınızı ve hatıranızı uzun yıllara taşıyacak ve yaşatacaktır; hatta efsane bir tavananna olarak halkın bağrında yaşayacaksınız. Bu sıralar, Hurri- Mittani dolaylarından  'bir insan ömrünü neye vermeli' türküsünü ne kadar dinleseniz azdır.

Hatırlayacak olursanız siz tahta çıktığınız vakit, kral Telipinu (bu kaçıncı Telipinu'ydu acaba? bilen varsa bana whats app'tan yazsın) zamanındaki gibi ordunuzla aranız açık, işler karışık değildi. Baş kaldırma ve iç isyanlar patlak vermemişti henüz. ama; tahtınıza ve geleceğinize göz koyan hainler yüzünden, ne olduysa oldu işte, Atta a-na kentindeki birliğiniz kısa bir sure sonra zayıflamaya ve dağılmaya başladı. Çünkü; ordunuzu, f harfi tipi hançerleriyle arkadan hançerleyen f- kavminin, balyozlu  saldırılarına maruz kaldınız. Bu yüzünden orduyla aranız açılmıştı. Unutmayın ki ordusuz,  iktidar ve devlet olmaz. Ordunuz olmadan   birliğinizi ve egemenliğinizi  koruyamazsınız. Hatta; ülkeleri istila edip sömüremezsiniz. Ama siz de, büyük ve başarılı kral Mutavalli gibi meydan muharebelerine girmekten sakınmadınız; düşmanı çatlatarak dostu sevindirerek başınızın  üstünde taşıdığınız tuçenizle zafer kazandığınızı meclis koridorlarında fiyakalı yürüyüşleriniz  ve nergis  kokulu parfümünüzle ilan ettiniz.. Tabi bu zaferde, tanrı kadın İştar'in da büyük yardımlarını görmüştünüz. orası ayrı tabi. Malum; tanrısız zafer kazanılmıyor; o yüzden tanrı kadın İştar'ı kızdırmaya gelmez.

Ey güzel ve akıllı muhteşem tavananna Puduhepa, arsenopiritlerimizin sahibesi, sedir ormanlarımızın altın değeri; dağ yollarının ceylanı, tuzlu yoğurtlarımızın ekmek üstü lezzeti! ayni zamanda vefalı komşu Fahriye ablamız ! Mukish bölgesinin ve Unki ülkesinin dillere destan Elbistan güzeli biricik Tavanannamız!

Bu yaz,  yüzey araştırması görevlilerinden İndiana Jones Kamil Amca ve Agamemnon suratlı Mittanili Kimyasalalili yolunuzu dört gözle bekliyor olabilirler. Aman siz siz olun ; kalkolitik çağ zenginliklerinizi el aleme kaptırmayın; ağaçlardaki ballı incirleri ve yağlı zeytinleri halkınızla paylaşın. Biliyorsunuz, bu günlere hiç de öyle kolay gelmediniz. Atalarınızın "hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır o satıh bütün vatandır" günlerinden geliyorsunuz. " ya istiklal ya ölüm" diyerek bağımsızlığınızı kazandığınız günleri sakın ve asla unutmayın. Hatti ülkesinin birliği ve bütünlüğü, her şeyin üstündedir.

Ey Hatti ülkesinin Elbistanlı tavanannası Puduhepa hatun, 600 milyon yıl önce karaları istila eden sürüngenleri ve onların bir kolu olan memelilerin evrimini saymazsak, Hatti Ülkesinde  en erken insan hayatı bir milyon  yıl öncesine dayanıyor. Bu topraklarda yaşayan uzak atalarınız, 500 bin yıl hiç üretime geçmeden, bitki ve böğürtlen ne varsa yiyerek yaşamış; fakat; ateşi ve insanlığın geleceğini aydınlatmayı bir kez keşfedince, artık arkası gelmiş. 5 milyar yaşındaki dünyamız insan eli ve gözü ile ışımaya başlamış. İşte siz böylesi kadim bir kentin tavananna'sısınız.

Hazzi dağı kadar yüksek ve Orontes nehri kadar bereketli ve kumsallarınızın denize koşan caretta'ları kadar yaşam dolu  kupaba'miz, tavananna Puduhepa hatun,

Hatırlarsanız; o pis deniz kavimleriyle savaş sırasında Attaana kentine yardımcı olan büyük Hurri tüccarlarından ve dünürünüz Arslan Yürekli Tonyiupuli ve sevimli eşleri Lerriupama, bana, lüks bir yelkenliyle Ugarit ve Mısır'a, dostunuz 2.Ramses'e, mavi bir gezi yapmak istediklerini; benden de şöyle denizci ve konforlu bir yelkenli ayarlamamı rica etmişlerdi. Bunun üzerine Hatti Ülkesine döndükten sonra Karia bölgesine ve Milletli, Klazomenia'lı dostlara, tanıdıklara haber saldık.

Sonuç : 1- Liman batı rüzgarlarına açık olduğundan, Ugarit'ten yolcuları almak mümkün değil. 2- yolcuların ancak Al mina veya Sabuniye'deki   iskelelerden  alınabileceği. 3- Kunulua'ya ve Rhosus'a yarım günlük kısa bir turistik gezi düzenlenebileceği; 4-Bildiğiniz gibi, vaktiyle, Alalakh Kralı Yari-Lim'in Gritteki Knossos sarayına benzer bir saray yaptırması ve  bu sarayın uçuşan otları ve boğa başı freskleriyle dillere destan olması  Ugarit kralının dikkatini çekmiş  o da bu saraydan bir tane yaptırmıştı. İşte; Ugarite gidildiğinde mutlaka bu sarayın da ziyaret edilmesini;  5-Mısır'a yolculuk için kumanya ve şarap testisi alabilmek için yeterli şekelin obsediyen kredi kartıyla ödenmesini,   6-Herkesin kendi bitter çikolatısını yanında getirmesini.. dostunuz ve dünürünüz Hurrili Tonyiupuli' ye bildirirseniz; ve sonuçtan beni, 3'lü uçurulan şarabi maverdi, 2'li uçurulan aynalı şami postacı güvercinleriniz ile haberdar ederseniz, siz muhteşem tavanannaya  zahmet vermiş olmayız inşallah.

Sizleri Atta a-na'daki işlerinizden daha fazla alıkoymamak için daha 2kb (kilo bayt) olmayan sözlerime şimdilik son veriyorum : Hitit aslanlarının kudreti, 7 ırmağın kokusunu fark eden Unki tilkilerinin zekâsı ve Hatti ülkesinin bin tanrısı  hep sizinle olsun; bahtınız açık; yolunuz kutlu; işleriniz kutsal Hazzı dağı uğur böceği kolonileri kadar halkınıza uğurlu olsun.

Suda balık gibi yüzen, dalgalarda kuş gibi uçan, balık kuyruklu ve kuş burunlu ahşap gemilerinizin korsan kaptanlarından sadık tebaanız ve Hattilima'nın biricik eşi Fenikeli Kadmos Cannikokili.

*Taklid-i Ebla Tabletleri : İsa peygamberin değil Tekel işçilerinin direnişinden 4 bin 500  yıl önceden kalma Ebla Tabletleri, dinler tarihi açısından çok önemlidir. Yaklaşık 20 bin adet olan ve çivi yazısıyla yazılan bu tabletlerde ilk defa ilahi kitaplarda bahsedilen 3 peygamberin de adlarının geçmesidir. Bu isimler : ab-ra-mu, iş-ma-il,da-u-dum dur. Bu günkü Halep'in 55 km güney batısında bulunan Ebla kentinde yaşıyan Eblalılar, devlet arşivi oluşturan, kütüphane kuran; ve yazılı ticari sözleşmeler yapan bir medeniyetin sahibiydiler. İşte; Anadolu'da milli bağımsız cumhuriyetin kurulmasından 3000 yıl önce Kenan diyarında yaşayan Taklidiler de, meşhur Ebla Tabletlerinin 5 bin  adet taklidini çıkararak Hatti ve Mezopotamya diyarında, tarihi tahrif edecek olan, "Taklidiler" dönemini başlatmışlardır. Taklidilerin bir kolu daha sonraları Anadolu'da Osmanlı'ya kadar ulaşarak Tanzimatileri oluştururlar. Tanzimatiler Avrupa'dan çok sayıda taklitlikler aktararak Osmanlıya mal etmişlerdir. Tanzimatiler daha sonraları, Çanakkale savaşları ve Anadolu'da bağımsızlık savaşları sırasında, İstanbul'da Mandaperveriler olarak varlıklarını bir süre daha sürdürmüşlerdir. Tanzimatilerin en büyük temsilcileri Efruziler Tarikatı'nın kurucusu Efruz Bey ile Ahrariler  Fıkrasının kurucusu Prens Sabahattin dır. Efruz bey, taklidicilikte, Türklerin, Amerika'dan Anadoluya gelmiş olduklarını ileri sürecek kadar ifrata varmış olması itibariyle tanzimatilerin en liyakatlisidir. Dahası, Efruz Bey, Napolyon'un gözdesi, kusursuz dönekliğin ve ikiyüzlülüğün timsali olan Joseph Fouche kadar etkili olmasa da, 'her devrin adamı' olması bakımından türünün emsalsiz gerçek temsilcisidir.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Benim "*Dead Man" im: II.Nebukadnezar'dan William Blake'e

Tekel İşçisi Direniş Çadırları
Tekel işçilerinin direnişinden 2620 yıl önce idi.. Fırat ile Dicle bereket ve uygarlık nehri olmuş akmakta iken, II.Nebukadnezar, Aşağı Mezopotamya'da Babil (Babylon) derler bir şehir devletinde tanrı kayırmasıyla tahta çıkmış; ve 43 yıl hüküm sürmüş  bir hünkar idi. Öteki dünyayı bilmem; bu dünyada tanrısız yaşanmıyor ya, Marduk ve İştar isimli iki kutsal güç, Babil ile hünkar II.Nebukadnezar'ın   tanrıları idi. Marduk  bir tanrı idi amma, ne de olsa adam-akıllı bir erkek-baş tanrı idi; ve   tanrılık hukuku gereği ne yapsa, ona, sınırsız hak ve özgürlük  idi.
,
II.Nebukadnezar(İ.Ö. 634-562) 

Marduk, patron tanrı olarak II.Nebukadnezar'a ait yedi katlı ziggurat'ın göğe bakan en üst katında kira vermeden oturur; ve tanrılık soyunu sürdürmek için aşk ve seks tanrıçası İştar ile çift eşeyli özgür üreme yoluyla  döllenmiş yumurta hücresi(zigot) yapardı. Doğacak çocuklarının kendisine benzemesi için de, tanrıça İştar’dan habersiz, olasılıkçı ilahi determinizm[1] hesaplarıyla eğlenceli gen kombinasyonu denemelerinde bulunmaya bayılırdı. İştar ise, bir tanrıça duyarlığıyla sezdiği Marduk’un bu alengirli bencil hesaplarına  bir türlü akıl sır erdiremez; ve olup bitene, çaresiz, katlanmak zorunda kalırdı. Tanrıça Kaderi işte!


Tanrı Marduk
Aslında tanrıça-kaderi, ağlarını, daha İştar doğmadan önce örmeğe başlamıştı. Doğacak çocuğun cinsiyeti belli olur olmaz, Marduk’un tanrı-babaları, İştar’ın ailesine bir beşik gönderip söz kesmişlerdi. İştar, işte bu beşik kertmesi  olan tanrı Marduk’a, daha Diş Hediği Töreni'nden beri bir türlü ısınamamış; onu sevimsiz ve çirkin bulmuştu. Ama; Tanrıça İştar'ın bir erkekte asıl aradığı, güzellik çirkinlik değil; güç ve şairane bir ruhtu. Tabi; burnu büyüklüğü değil ama, haşmetli ve heybetli  bir burunu da bunlara dahil etmek gerekir. Zira; İştar’a göre burun, bir erkeği ele veren en önemli erkeksi kişilik-çıkıntısıydı. Ama; Burun kılları dışarı taşmış bir erkek, ölümlüler aleminin  en yakışıklısı Adonis bile olsa, İştar’a, itici ve tahammül edilemez gelirdi.   

Tanrıça İştar'ın ataları boşuna, "atta karın yiğitte burun" dememişlerdi. Eh o da bizim Tanrı Marduk'ta ziyadesiyle vardı. Öyle ki; Marduk ile birlikte Marduk-burunlu tanrılar dönemi başlamıştı Babil’de. O yüzden; Tanrı Marduk’un, zamanla, İştar’ın gönlüne burnunu sokması, yani onun gönlünü çelmesi hiç de zor olmadı. Ve  egemen-baba tanrılık baskısına gerek kalmadan  İştar ile  Marduk  evlendi, ne mutlu onlara ki, nihayetinde, burunları birbirine değdi. Darısı bütün tanrı çiftlerin başına! 

Malumunuzdur herhalde, değilse de, malumunuz olsun artık: Babil Yaratılış Destanı'na göre ta paleolitik(eski taş devri)'den beri kadın, Sümer hanedanlığının biricik tanrıça kraliçesi Kubaba gibi, bereket, doğurganlık ve güzelliğin timsaliydi; erkek ise gücün kuvvetin. Bu doğal-ilahi iş bölümünde, Tanrı Marduk ile Tanrıça İştar cehennemin dibine gidecek değillerdi ya, kutsal hayatlarının idamesi için,  Tanrı Marduk, atalarından kalma özel mülkiyet ve miras hukukunun yüzü suyu hürmetine, egemen kutsal gücüyle, kah geyik avlayacak; kah kullarından haraç, pardon,   besin  toplayacaktı; Tanrıça İştar ise, emzirtmek için yaratılmış o bereketli ve çoğul memeleriyle erkek-soylu kutsal tanrılık soyunun sürmesine, çoğu zaman istemese de, hizmet edecekti.

Tanrıça İştar'a göre, Tanrı dediğin, ayni zamanda sakallı da  olmalıydı. Hem de; Marduk'unki gibi şöyle harbiden sakallı. Tanrıça İştar'ın, öyle takma sakallı, tanrı taklidi yapan erkeklerle hiç bir işi olamazdı. Tanrı Marduk'un, onu sakallı tanrılar panteonunda öne çıkaran; ve  gerçekten insanda onu elleme arzusu uyandıran bayağı uzun abanoz sakalları vardı. O yüzden; Tanrı Marduk, günlük tanrılık işlerini yaparken eli devamlı sakalına gider; ve  uzun sakallarını sanki bir tanrı-tiki varmış gibi habire ellemeden duramazdı. Ama Tanrıça İştar, tanrısal yaşam  ve yorucu boş zaman şartlarının  bir sonucu olarak gördüğü bu sakal elleme tikinden fena halde rahatsız olurdu. Hatta, ilerde, bu tikler Tanrı Marduk'ta herhangi bir nörolojik bozukluğa yol açmasın diye, tanrılar katında,  nöro-psikiyatrı sağlam ve tanrılık-psikolojisi’nden anlayan psikolojik savaş uzmanı bir tanrıya   gidip danışmayı bile düşünür olmuştu. 

Müsaadenizle sevgili dikkatli okur, güvenilmez bir anlatıcı  olarak şu sakal konusuna burada dahil olmak isterim: Öncelikle belirtmek isterim ki, yukarıda "sakallı tanrılar" derken gerçekte bir totoloji[2] yaptığımızın farkındaydık. Peki öyleyse bu tanrı-tamlaması’nı niye yaptık. Anlatalım: Malumunuz; ölümlü-insanlığın erken erkek dönemlerinde mitolojik ve antropomorfik kafalılar sınıfı mensubu bazı egemen  sakallı filozoflar, sözleri geçmediğinden olsa gerek, “sakalsız-tanrıları  tanrıdan saymayız” deyince, tanrılar arasında haliyle bir sakal bırakma telaşı ve modası başladı. Zira; "sakalım yok ki sözüm dinlensin" çağında takdir edersiniz ki bir tanrı, sakalsız tasavvur edilemezdi. Her gördüğü sakallıyı dedesi sanan kul bakışına göre sakalda keramet vardı. Rüyalarımızı süsleyen keramet sahibi dedelerimize bir bakın; hep o ak-sakallılar değil miydi? Öte yandan; Tanrı-Sakalı da olsa, nihayetinde, sakal sakaldı. Gerçi; doğada kendi başına, "kendi halinde"; sırf ve sadece, "sakal olarak sakal" yoktur derler; ama biz, bir an için var olduğunu farz edelim, işte; o "sakal olarak sakal"a nazaran, tanrı sakalının kul sakalına hiç bir üstünlüğü yoktur; zira her ikisi de sakalına göre tarak ister; ve her ikisinin de eninde sonunda sakalına kar yağacaktır. 

Tanrı Marduk'un, bazen, sonsuz çeşitlilikteki usandırıcı tanrı-işleri'ne dalarak   sakal bakımını yaptırtmayı ihmal ettiği olurdu. Bilirsiniz (nereden bileceksiniz ki!?); bakımsız sakallar bir tanrıçanın hemen dikkatini çeker. İşte; böyle zamanlarda, Tanrıça İştar'ın, Marduk'a, dudaklarıyla uzaktan bir  öpücük işareti yapması yeterdi. "Bana yanağında bir İştar’lık-öpücüklük- yer aç" manasına gelen bu zarif işareti alan Tanrı Marduk, kullarına daha güzel ve inandırıcı görünmek için  Fırat'ın sularına sakalını foşş diye daldırarak güzelce bir yıkar; ve muhteşem abanoz sakallarını patlıcan kurusu gibi  güneşte kuruttuktan sonra şimşir taraklarla hizmetçilerine taratırdı. Ne demişler: her başarılı Tanrının arkasında bir Tanrıça vardır. Ama; bunun tersi doğru mu; ondan emin değilim işte.

Tanrıça İştar, Tanrı Marduk ile Fırat nehri boyunca  kol kola yürüyüşlerinde birbirlerini ne kadar sevdiklerini kullarına göstermek istercesine, Asur-Babil ve Hitit şiir antolojisinden seçmiş oldukları aşk şiirlerini, birbirlerine yüksek sesle ezbere okurlar; ve şiir matinesinin kapanışını da, muhakkak, iki taşımlık (tarihin sabrı, olayların birikme derecesine ve yoğunluğuna bağlı olarak hep taştığı için tarihi-sabrın ölçü birimi "Taşım"dır.) tarih-ötesi lirik şairlerden Şirazlı  Hafız 'ın Divan'ından okudukları  bir gazel ile yaparlardı. Tanrı Marduk için "söz", şiir demekti zaten. Kim demiş başlangıçta, sırf ve sadece, ‘söz’ vardı diye!? Marduk teolojisine göre, başlangıçta, birbirine aşık iki kozmik zıt varlığın, tatlı ve acı suyun, çelişkili birliği ve  mücadelesi vardı, yani,  “her şey” vardı.. Ateş ve su; hava ve toprak.. gibi elbette şiir de vardı.  O yüzden Tanrı Marduk'da "söz",  aşka gelir şiir olur; hatta bir şiir ırmağı gibi akar, akar, tarihin duygulu imgesel dipsizliğine dökülürdü. İşte, Tanrıça İştar'ı ona hayran bırakan da Tanrı Marduk'un   bu şairane ırmak ruhuydu aslında.  

Tanrı Marduk, Evreni yaratma  işi bitti diye eleğini duvara asmamıştı. Ama, bulaşıcı bir tanrılık hastalığı olan ve kutsal inanç yoluyla insanlara da geçen "kronik boş zaman sendromu"na yakalanmış olduğundan gündelik tanrısal işlerine geçici olarak ara vermek zorunda kalmıştı. Marduk, hastalığı sırasında, tanrı olmanın  ve sanki cennetteymişçesine hiç mücadele etmeksizin her şeyi elde etmenin; aslında ne kadar can  sıkıcı ve çekilmez olduğunu anlamıştı.  O yüzden; insanların duymayacağı bir şekilde kendi kendine "şu insanlar da cennete gitmekten ne anlıyor sanki; cennete giden dünyayı arar!" diyordu.  Tanrı Marduk, işte böylesi  boş zamanlarında,  Babil'li yoksulların dertlerini ve  iş taleplerini dinler;   onlara öteki dünya için  umut dolu iş ve aş  vaatlerinde bulunurdu. Ama; doğduğunda ağlamasını bile bilmeyen Marduk'un ağlayanın halinden nasıl  ve ne kadar anlayacağını varın artık bir de siz düşünün.. Marduk, yoksullarla olan mecburi tanrılık mesaisi bitince de, yine sıkıntıdan, boş zaman tespihini kozmik bir sabırla çekmeye devam eder; ve "artık şu tanrılığı bıraksam mı, doğa ve kültür güzeli Datça (Knidos)'ya yerleşsem mi acaba?" diye içinden geçirir; tanrılık sonrası için güzel güzel emeklilik hayalleri kurardı. Hayallerden ve tembellikten iyice yorgun düştüğünde ise zigguratının kutup yıldızına bakan balkonuna geçerek ve kendi yaratması olmasına rağmen ayın havada öylece asılı kalışına her seferinde şaşarak,  karısı Tanrıça İştar ile şöyle baş başa güzel   bir tembellik kahvesi  içerdi. Gerçi, tembellik aşkı bozar derler ama, takdir edersiniz ki; bunlarınki tanrısal aşk!

Ziggurat'ının hemen bir alt katında oturan  tanrı naibi   II.Nebukadnezar, Fırat nehri yakınlarında henüz imar izni  olmayan tanrısal-hazine arazisine, biricik karısı Amytis için, yap-işlet-devret modeliyle, dillere destan, kaçak  Asma Bahçeleri yaptırtmıştı.(tanrı-kondu yaptıracak hali yoktu her halde!). Fakat, Tanrıça İştar, Amytis'i kıskandığından olsa gerek, göz koyduğu ve  ilerde içinde fink atacağı ilahların aşkına layık bu kaçak bahçelere tanrı-alım yoluyla bilabedel el koymuştu. Tembellik kahvesi sonrasında, Tanrı Marduk, sevgili karısı tanrıça İştar 'ı mutlu etmek için işte bu Asma Bahçelerinde yürüyüşe çıkarırdı. Bunlar da amma yürüyüşe çıkıyorlar demeyin hemen; bütün gün boyunca miskinlik ve tembellikten canınız çıksın da ben sizi o zaman göreyim. Biliyor musunuz "tanrısal yalnızlık" dan daha fena bir illet yoktur. Yarattığınız evren bile size dar gelir ve ona mütemadiyen  yabancılaşırsınız. Sizi anlayabilecek bir tek arkadaşınız bile yoktur! Hiç bir şeyinizi paylaşamaz; sonunda kozmik ıssızlıkta  mutsuzluktan cinnet geçirirsiniz. (Bir de erken emekli olmak istiyorsunuz;  sakın ha!)

Tanrı Marduk, kalbinin kadını Tanrıça İştar  ile Asma Bahçelerde tanrı-tanrıçaya yaptığı yürüyüşler öncesinde, "yar gelende toz olmasın" diye, bedava köle emeğiyle Fırat nehrinden kovalarla taşıttığı suları, yollara serptirmeyi de unutmazdı. Ne de olsa şair ruhlu bir tanrı idi Marduk!  Tanrı Marduk, kullarının gözlerinden  uzak, gül ve akasya ağaçları altındaki  zulasında, Tanrıça İştar’ın başka tanrılarda gözü olmasın diye, ona, öte-zamandan, Zeki Müren’in “Gözlerinin içine başka hayal girmesin bana ait çizgiler dikkat et silinmesin” şarkısını okur; ve şarkının sonundaki  “benden evvel başkası/sakın seni görmesin/benden evvel başkası/seni görüp sevmesin” kısmını da karşılıklı olarak birbirlerine okurlardı.  Şarkı bitiminde, Tanrı Marduk, Tanrıça İştar'ın adem elmasına iç gıcıklatıcı küçük ısırıkçıklar atar; ve o çok hoşlandığı köprücük kemiğinden başlayarak taa  leğen kemiğine kadar uzanan  o engebeli bölgede ellerini hoş bir naziklikle gezdirerek titreşen arzu sağanakları uyandırır; ve ‘anan aşşaa-baban yukarı[3]’ erken erkek egemenliğini ilan ederdi.

Şu ana kadar Tanrı Marduk ile karısı Tanrıça İştar'dan bu kadar bahsetmiş olmama bakmayın siz. Onlar, bu anlatının esas kahramanları değil aslında; şimdilik öylesine onları anlatıyorum işte.. Zeki Müren’in o unutulmaz hicaz şarkısındaki gibi, nasıl olsa her şeyin zamanla sonu yok muydu, ömür dediğin küsecek kadar çok muydu, o halde; göreceksiniz; onlar da, tanrısal ömürlerini tamamlamış olarak birazdan bu anlatıdan kaybolacaklar.. Zira; kafanın ürünü olarak doğanlar yine kafanın ürünü olarak son bulurlar. 04 00-08 00 vardiyasının güvenilmez bir anlatıcısı olarak, zaman zaman siz sayın ve sevgili okurlara, böyle, bazı uykulu açıklamalarda bulunacağım; bilesiniz! Kimi zaman, ideolojik ve felsefi obsesif-kompulsif[4]'liğe kadar varan bu uçuk açıklamalarımı umarım hoş görürsünüz.

Tanrıça İştar
Aslında; gücü bilgeliğinde saklı olan Tanrı Marduk,  'yoksul sever ve kötüyü cezalandırır'  bir tanrı olmasına rağmen, nedense, Asma Bahçelerini inşa eden kölelerin emeğini hiç ağzına almamış; ve Asma Bahçeleri için Fırat nehrinden kovalarla bedava su taşıtılmasına da hiç ses çıkarmamıştı. Keza; II.Nebukadnezar'ın inşa ettirdiği  dünyanın yedi harikasından biri olan İştar Kapısı’nın inşası sırasında da ayni tutumunu sürdürmüş; eşdeğeri verilmeden çalıştırılan kölelerin emeğinin çalınmasına da  göz yummuş idi. Oysa; Babil'de, Hammurabi'den kalma yazılı kanunlar uyarınca, tanrı Marduk’un ve hükümdarın  fikri’ni çalmaya yeltenmek dahil, her türlü teolojik intihaller[5] ve hırsızlık yapmak suçtu. Özellikle, Tapınak'taki hükümdara ait hazineden hırsızlık yapanlar ölümle cezalandırılırdı. Gerçi, bu Hükümdar(ın) Hukukuna göre böyleydi. Ama; ayni hukuk, tarım işçilerini sömüren ve toprağın bereketini çalan hırsız hükümdarların ve avanesinin cezalandırılması söz konusu olduğunda   geçersiz olurdu.   Babil Panteonu'nun en baba(can) sakallı tanrısı unvanına sahip olan Marduk'un, hırsızlık yapan hükümdarları kollaması  ve kayırması gerçekten  şaşırtıcıydı. Babil'de  İlahi Adalet dedikleri bu muydu yoksa!?


Hammurabi ve Kanunları
Tanrı Marduk'un hükümdarları kayıran bu tutumunun altında, yıllar önce, Babil İmparatoru Hammurabi'nin, sakallı-tanrılar katında bir   katakulli ile "darbe" yaparak Tanrı Marduk'u tanrılar hiyerarşisinde "en yüce sakallı-tanrı" mevkine getirmiş olması yatıyordu. Böyledir bu işler; eğer, Tanrılar tanrılıklarını ta başından beri hükümdar-insanlara borçlu olurlarsa, tanrıların dediği değil; hükümdarların dediği olur elbette! Bir darbe sonucu hükümdarlar tarafından  iş başına getirilmiş bir tanrı bile olsan,  hükümdarlara katiyen eyvallah etmeyeceksin! O yüzden, Tanrı Marduk, sonsuz güç ve isteğiyle, yoksulların yanında yer almak istedikçe, uygarlıklar diyarı Babil ve Mezopotamya'da açlık, sefalet, kan, göz yaşı ve savaşlar hiç bitmiyor idi. Ve halk, çaresiz, yoksuların ve kimsesizlerin tarafında olan  gerçek bir tanrı arıyordu kendine.

Babil'de insanlar ve ihtiyaçlar  çeşit çeşit ve sınıf sınıf idi. Hükümdar II.Nebukadnezar da kısmen insan olduğundan, bir takım  ihtiyaç  ve arzuları vardı. Kelile ve Dimne ile Şehname destanları henüz yazılmamış olduğundan, Hükümdar II.Nebukadnezar, çocukluğunda annesinden dinlediği Sümerlerin Gılgamış Destanıyla büyümüştü. Onun en büyük arzusu, efsanevi Uruk hükümdarı Gılgamış gibi yarı-tanrı ölümlü bir hükümdar olarak ölümsüzlüğü aramak  idi. Ama; bakalım Tanrıları Marduk ile İştar, hemen yanı başlarında, insanlar aleminden gelen ölümsüz bir kimsenin bulunmasına  izin vermek isteyecekler miydi? Bilirsiniz; Tanrılar, ölümsüzlükleri itibariyle daima "bir ve tek" olmak isterler (Pagan dünyasının bazı iyi niyetli tanrılarını tenzih ederim tabi). 
Gılgamış

Ayrıca; Gılgamış, anne tarafından 2/3 tanrı idi. Gılgamış'ın teyze ve dayı çocukları ise hep "kesirli" topal-tanrılardı. II.Nebukadnezar'ın ise, ne anne  ne de baba tarafından hiç bir tanrı yakını yoktu. Bu da onu ölümsüzlük arayışında ve kayınvalidesinin dırdırları  karşısında  oldukça zayıf düşürüyordu. II.Nebukadnezar, bu kimsesiz haliyle, bir iş kapısına gittiğinde, "Seni hangi tanrı gönderdi" ya da "hangi tanrının kulusun(adamısın)" diye bir soruya muhatap olduğunda vereceği bir cevabı yoktu. Devir, "bana tanrını söyle sana ona göre yardımcı olayım" devriydi. Altta kalanın canının çıktığı böyle bir devirde, ne kötü şeydi şu tanrısızlık!

Gerçi II.Nebukadnezar'ın bir hükümdar olarak  tanrıları dahil her şeyi vardı. Çevresinde kendisine pervane olmuş dönen o kadar çok insandan-kölesi olmasına rağmen, askerleriyle, rahipleriyle ve tapınağında tüm Mezopotamya’yı doyuracak erzak ve hazinesiyle  gene de yalnızlık çekiyor; ve efsanevi  Uruk Hükümdarı Gılgamış'ın arkadaşı Enkidu gibi  bir can-dostu olsun istiyordu. Ve Ölümsüzlüğü arayan efsanevi  hükümdar Gılgamış'a olan hayranlığı, onu, her geçen gün biraz daha kendine yabancılaştırarak 1/3'lük kesirli bir insan olmaya zorluyordu. Çünkü, Gılgamış’ın 2/3'ü tanrı;1/3'ü insandı ve o henüz tam-tanrı sayılmıyordu. Matematiksel olarak, Gılgamış'a benzemek için, insanlığından 2/3'lük bir yabancılaşma ve bölünme, kendine yetiyordu.

II.Nebukadnezar, bir gün, Şurippak hükümdarı Utnapiştim'in ölümsüzlük otu'nu aramak üzere çivi yazılı tabletleriyle ünlü Ugarit'i geçerek  Samandağ (Seleukeia Pieria) yakınlarındaki kudretli otlarıyla meşhur kutsal Hazzi(Kel Dağı) dağına gitmişti. Fakat kutsal dağın doruklarının   scarebe (bok böceği) kolonileriyle kaplı olduğunu görünce ölümsüzlük otunu bulamayacağını anlamış; ve çok fena morali bozulmuştu. Teselli niyetine dağ yamaçlarında yetişen ve cinsel kudret veren çakşır otundan bir kaç kök alarak dönüşe geçmişti. Bu arada, hazır buralara kadar gelmişken, kutsal Hazzi dağının kuzey-doğu yamaçlarında bulunan paleolitikten kalma Üçağızlı Mağarası'na da uğramıştı. Mağara duvarında  görmüş olduğu av sahnesi ve hayvan resimlerinden çok etkilenmiş; ölümsüzlüğü arayan bir hükümdar olarak kendi resimlerinin de ziggurat duvarlarını süslemesini istemişti. Ancak; Demir Çağında, Aşağı Mezepotamya diyarında, henüz; tarih-ötesi'ndeki Diego Rivera gibi usta duvar ressamları olmadığından; II.Nabukadnezar, ta uzak diyarlardan ve Tarihin Ötesi'nden usta bir ressamı ülkesine davet etmek zorunda kalmıştı. .

II.Nebukadnezar, mutsuzluğu sonsuza kadar süren  bahtsız ressam Vincent van Gogh'un ismini öte-tarihte bir yerlerde duymuştu; acaba onu ülkesine çağırsa nasıl olurdu? Ancak; II.Nebukadnezar "mutsuzluğu" değil; "ölümsüzlüğü" arıyordu. Ayrıca; Van Gogh çok sarımtrak bir ressamdı. Sarı ve turuncu renk yoksa mavi de yoktur diye tutturmuştu. Bir de, Van Gogh, dini ibadete ihtiyaç duyduğunda gidip yıldızları ve   hayallerini boyuyordu. II.Nebukadnezar'ın dünyasında, açık-kaçık renklerle hayallerini boyayan ve ruhları sarartan, sarımtrak, 'rengi-sabit' bir ressama yer yoktu. O yüzden; Vincent van Gogh'u Babil'e çağıramazdı; ve  hem sonra, onu, bu haliyle  Tanrı Marduk'a da kabul ettiremezdi. 

Bir ara,  Paris’te duvar süslemeleri de yapmış ünlü  romantik ressam  Eugene Delacroix, II.Nebukadnezar’ın kulağına çalınmıştı; ancak, onun da baba tarafından gayri-meşru olduğunu; ve  “halka yol gösteren özgürlük” resimleri yaptığını  öğrenince ondan da hemen vaz geçmiş; ve öte-tarihteki usta ressam arayışlarına bir süre ara vermişti.
                       
Mutluluğun ressamı Abidin ise henüz anasının karnından doğmamıştı. Hoş; doğmuş olsa bile, II.Nebukadnezar’ın, onu Babil'e  çağırması zaten söz konusu olamazdı. Çünkü; bi vakitler üzerinde orak çekiç işareti olduğu iddia edilen seramikleri sakıncalı bulunup tutuklanmıştı. Dahası, Abidin,  beş parasız bir halde, hükümdarları gerçeğe boyayan  Picasso ve Chagall ile birlikte çamur yoğurmuş; çift "s" li seslere hayran Picasso'nun "topallaması[6]"nı görmüştü. (Sevgili okur hazır yeri gelmişken size bir tüyo vereyim: Picasso'nun uzak ataları Anadolulu olmalı. Çünkü; çift "s"li seslerin kökeni  Anadolu'nun en eski yerli halklarından Luvilere (M.Ö.2300) kadar uzanır. Bir küçük çocuğa gezmeğe gidelim, dışarı çıkalım anlamında  "hadi attaya gidelim" dediğimizde,  "atta", Luvice'de "dışarı" demek olan "atti" den gelmeymiş. Anne de Luvice anni'den gelme.. Bir harf aşınmış haliyle Luviceyi günümüzde bile kullandığımıza göre,  kadim Anadolu'da Tarih, bir zamanlar Luvice konuşmuş olmalı).Ve ondan kendi topallamasını öğrendikten sonra, herkesin "topallaması" kendine deyip; hakiki-insan’ın peşine düşmüştü. Ayrıca; "ölüm mü; ama ne muhteşem icat!" gibisinden bir şeyler  diyerek ölümle eğlenmiş; ve gerçek'i alnından öperek sadece "mutluluğun" resmini yapar olmuştu. O yüzden; bin kez yarı tanrı hükümdar olarak dünya gelmiş olsa bile, II.Nebukadnezar'ın, Abidin ile hiç bir  işi olamazdı.

Bütün bu arayışlardan sonra, ‘hünkar-tasarrufu’ statüsündeki baş  kahininin tavsiyesi ve zigguratındaki kadrolu duacılarının ısrarı ve ayni zamanda iyi bir rüya tabircisi olan baş mabeyincisi aziz Daniel'in telkinleriyle, II.Nebukadnezar,  gelecekte ölümsüz ünlü bir   şair-ressam olacak olan William Blake'i, hiç tereddüt  etmeden, ta İngiltere'den ülkesine davet etmeye karar verdi. Ona kim ne diyebilirdi ki! Her şeyden önce, O, Tanrı Marduk'un hünkarıydı; ve her ne kadar iltimasla kesirli-tanrı(eksik-tanrı) olmuşsa da nihayetinde efsanevi hükümdar Gılgamış gibi yarı tanrı bir hükümdar olmuştu. Ve Tanrı Marduk'un oğlu sayıldığından tanrılık mirasının  bir ve tek varisi ve temsilcisiydi. İşte bu özel mülkiyet kuvvetiyle II.Nebukadnezar, Tanrı Marduk gibi, her an ve canı istediğinde Tarih'in derinliklerine inip çıkabiliyor; ve Tarih'in ötesine-berisine geçip ideolojik öteberi alabiliyordu. Gerektiğinde, “tanrı kuvvetinde ferman(lar)[7]” çıkartarak, Aşağı Mezepotamya Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Kararı  olmadan, şu meşhur Solomon Tapınağının içine bile tükürebiliyordu. Boru değil; Tanrı naibi  bu yahu ; daha ne olsun!

Ancak; II.Nebukadnezar yarı tanrısal hükümdar  olmasına rağmen bir küçük kusuru ve eksikliği vardı. Gerçi tanrılar kusursuz  ve eksiksiz olur ama; II.Nebukadnezar, malumunuz, insandan-tanrı olduğundan, öyle tam ve kusursuz  bir tanrı değil; yarım ve eksik bir tanrıydı. Ondaki bu yarım yamalak tanrılık hali "tanrılık kompleksi"ne yol açmıştı. Halbuki;  şu iki günlük dünyada "eksik" olmayan ne vardı ki..? Her şey ve herkes, sanki sonsuzluk ve tamlık kendini çağırıyormuşçasına  eksikliğini telafi etmeye ve bütün olmaya doğru koşmuyor muydu zaten? Allah aşkına; komplekse girecek ne vardı yani bunda!? Varlığın doğal durumu yani nesnel gerçeklik kendiliğinden böyle eksik karakterliyse, "telafi duygumuzla", onu tamamlamaya çalışmaktan başka   ne gelebilirdi ki elimizden!?

İşte bu  ‘topal-tanrılık’ komplesi yüzünden, II.Nebukadnezar, hükümdarlık tahsili sırasında, sanatın bütünleştirici ve eksiklik giderici etkisinden olsa gerek, akademik resim derslerine hiç ilgi duymamıştı.. Hatta, bir seferinde, "gelecek-resim" dersinde J.M.William Turner'in Köle Gemisi adlı tablosundaki denize atılan isyankar kölelerin suda yüzen kesik uzuvlarını, prangalı kol ve bacaklarını görünce dersi terk etmek zorunda kalmıştı. Hükümdarlığı sırasında, kendisinin eksikliğini gösteren her türlü resim ve sanat eserlerini bir bir yasaklamış; ve bu konuda Akadca yazılmış her türlü eleştirel taş tabletleri toplatmıştı. Zigguratında, sadece, inşa ettirdiği o görkemli İştar Kapısı gibi, kendi ihtişamını ve yüceliğini sergileyen eserlere  yer vermişti. Onun için, sırf ve sadece, kendi ölümsüzlüğü ve baş kahininin tılsımlı öngörüleri vardı. Anlaşılan; II.Nebukadnezar'ın, kendi halkının gerçek mutluluğu ve ülkesinin ölümsüzlüğü için  ayıracak hiç vakti yoktu. Taş tablet düşmanı bir hünkardan başka ne beklenirdi ki zaten!

Bir akşam, ziggurat'ın en üst katında bulunan  yıldız gözlem evinde, acaba yasa dışı bir faaliyet var mı diye yıldızların ışıltı ve hareketlerini seyrederlerken II.Nabukadnezar, tanrı naibi olarak, ziggurat duvarlarına resim yaptırtma niyetini Tanrı Marduk'a açtı. Ölümsüzlüğün abidesi olarak, ziggurat duvarlarını süslemek üzere, Tanrı Marduk'un  ve kendisinin   resimlerinin yapılmasının iyi olacağını söyledi. Ama Tanrı Marduk, "ben zaten ölümsüzüm; böyle şeylere ihtiyacım yok" diyerek II.Nabukadnezar'ın önerisini reddetti. Ayrıca; zigguratı süsleyecek o resimler sayesinde Tanrı Marduk'un gerçek amorf yüzü ortaya çıkabilirdi. Oysa; Tanrı dediğin buzlu-cam arkası gibi biraz flu ve gizemli olmalıydı. Ve belli belirsiz haliyle resimlere konu olup belirlenmek ve somut olmak Tanrılara yakışmazdı.

Dosya:Abydos Tempelrelief Sethos I. 15.JPG
ana tanrıça İsis'in dizindeki firavun 
Gerçi ; II.Nebukadnezar,  bu niyetiyle Tanrısı Marduk'u bir müstehlik malzeme gibi kendi emellerine alet etmiş olacaktı. Ama, olsun o kadarı da artık! İnsanlı dünyada ve toplumsal hayatta  zaten adet böyle değil miydi? İnsanlar, sırf kişisel çıkar ve amaçları için, birbirlerini ve çeşitli toplumsal bağları ta kalu bela'dan beri bir eşya ya da  bir alet gibi kullanmıyorlar mıydı? Öyleyse, pek ala tanrılarını da kullanabilirlerdi. Şu sağdaki resimde Tanrıça İsis'in dizine oturan firavunun edepsizliğine bir baksanıza! Halkına yaptığı onca baskılar yetmiyormuş gibi Tanrıça İsis'in diz eklem kıkırdağına nasıl da firavunca baskı yapmış! Koca Antik Mısır tanrısı Osiris'in hem kız kardeşi hem de karısı olan  tanrıça İsis bu hallere mi düşecekti?.. Ey firavun hazretleri, insan hiç kendi tanrısına böyle kötü davranır mı; acı çektirir mi? Acaba sen hiç tarihte diz eklem ağrısı  çektin mi? Sarayında ortopedi uzmanı olan bir hekime iltihaplı eklem sıvısı aldırdın mı dizinden? Ne bileceksin tabi!? Şöyle seni koltuk değnekleri ile yürümeye  muhtaç eden amansız diz ağrıların olsun da göreyim bakıyım. Eminim, Firavuni acıya ve  diz ağrısına dayanamayıp bir an önce mumyalığındaki salamura firavun bedenine kavuşmak isteyeceksindir. 


Tekel İşçisine Destek Mitingi
II.Nebukadnezar da, her ne kadar yarı-tanrı olsa da, ölümlü her imparator ve firavun gibi gibi  o da tarihe kazık çakmak ve Gılgamış gibi ‘ölümsüzlük otu’nu bulmak istiyordu.  Ama; Tekel İşçilerine (Emek ve vatan mücadelesini birleştiren vatan bekçisi Tekel İşçilerini unutmuştunuz di mi, demek ki arada bir hatırlatmak gerekiyor sizlere) destek mitinglerinden  1710 yıl önce Antakya'da da bir kaç yıl hüküm sürmüş olan reformcu Roma İmparotoru Diocletian(MS 244-313)’i tenzih ederim. Adam,  “bütün İktidar, ömür boyu, Diocletien’e!” dememiş; Koca Roma İmparatorluğunu lahana gibi ortadan ikiye bölmüş; İktidarını paylaşarak dörtlü yönetim(tetrarşi) sistemini kurmuş; ve vakti gelince de Roma İmparatorluğundan kendi rızasıyla emekli olmayı bilmiş(en üst imparatorluk derecesinden emekli olduğuna göre kim bilir  ne kadar emekli-imparator ikramiyesi geçmiştir eline siz tahmin edin artık!); Dalmaçya sahilindeki sarayının bahçesinde, gün akşamlı ya, hayatının akşamını geçirmek üzere bahçıvanlık ve çiftçilik yapmış; sebze, meyve yetiştirmiştir. Ve bir kez olsun saksıda-bahçecilik yapmamış; hep toprağa bağlı kalmıştır. Kendisine yapılan imparatorluğa geri dön çağrılarına da, elleriyle yetiştirmiş olduğu lahanalarına bağlılığı yüzünden ret cevabı vermiştir. Kendini imparator sanıp iktidar koltuğuna yapışanlar, heeey sizlere sesleniyorum, bir nebze olsun, şu kendi rızasıyla emekli olan İmparator Diocletian'dan ders alsanız  ya!

Neyse; uzattık galiba.. Anlaşılamamış bir sanatçı olmakla ünlenmiş olan esas oğlan  William Blake'in yüz yılların ötesinden Babil'e, II.Nebukadnezar'ın huzuruna  davet edilmesi konusuna dönelim biz (ha şunu bileydun güvenilmez anlatıcı kardeşim, "sadede gelmek" diye bir şey var değil mi şu dünyada, ne diye konuyu habire sündürüp duruyorsun ki sanki? Ne anlatıyordun nerelere geldik! Daha konunun başında sayılırız; anlaşılan, işimiz var seninle. Ayrıca bu arada William Blake'i de esas oğlan yaptın ya!)

Tekel İşçisi Direniş Çadırları
İsa'dan Sonra değil, Ankara'nın yağmurlu soğuğunda teneke kutularda ateş  yakıp direniş çadırlarında Aşık Mahzuni Şerif'in "mevlam gül diyerek iki göz vermiş bilmem ağlasam mı ağlamasam mı" türküsünü söyleyen  Tekel İşçileri'nin 78 günlük şanlı direniş ve mücadelesinden 255 yıl önce idi.. Her yer ücretli kölelik düzeninin sefaletiyle inim inim inlerken, henüz ortalıkta, ne "dünyanın bütün işçileri birleşin" diyen kimseler vardı ne de Avrupa'da dolaşmaya çıkmış bir "Komünizm Heyulası”. Hoş; "Dünyanın bütün işçileri birleşin" demekle, işçiler öyle hemen ve kolayca birleşecek de değillerdi ya. Hele şu eli armut toplamayan “mabut-emperyalizm" varken dünyanın bütün işçileri nasıl ve nerede  birleşecek; varın artık siz bir düşünün.                                                       

İşte; Allahın “Zaman”ının ücrete tabi olduğu böyle bir zamanda, anlaşılamamış bir şair ve ressam olan; ve dikkatli bir okur'un "hani nerede kaldı şu William Blake; gelecekse gelsin artık" dediği William Blake, henüz daha ortalıklarda yoktur. Onu, en erken, 8 yaşlarında, Londra'nın sisli ve hülyalı sokaklarında melekleri ve tanrıları kovalarken görürüz. Çocuk ya; güçlü hayal dünyası ona, meleklerle dolu bir ağaç gördürür. Sırf bu yüzden, "ben sana artık melek görme demedim mi hınzır oğlu hınzır" diyen babasından iyi bir dayak yer. Ve bu dayak ona iyi bir ders olur; okumaya merak salar. Annesinin  antik kitapları arasında büyürken, bir gün, II.Nebukadnezar'ın sürgündeki resmini  görür (II.Nebukadnezar, peşpeşe kazanmış olduğu zaferlerin sarhoşluğuna kapılarak bir ara, kendini Tanrı Marduk sanmaya başlayınca,  Tanrılar Kurulunun  kararı ile  "aklını başından alma" çezasına çarptırılmış; ve yedi yıllığına, vahşi bir hayvan hayatı yaşamak üzere bir mağara kovuğunda sürgününe gönderilmişti).  William Blake, işte II.Nebukadnezar'ın o  vahşi bir hayvana benzeyen resmine bakarken kendiliğinden ağzından "yüzü ışıldamayan hiç bir zaman yıldız olamaz" diye bir laf çıkar. Ve nasıl olursa, II.Nebukadnezar'ın yüzünden aniden saçılan yıldız-ışıltısına çarpılır. Birden bire,  yaratıcı ve hayal kurucu dünyası kamaşır. Ve insiyaki olarak, kendini, bir ressam-gravürcü olarak bulur. Ve hemen II.Nebukadnezar'ın  bir mağara kovuğunda Gılgamışvari 1/3'lük "kesirli-insan" resmini  gravür tekniğiyle yapmaya koyulur.
                       
Sevgili okur, "amma da yaptın sen de!!" deme hemen; zira; Tarih'te, bazen, bazı şeyler William Blake hızıyla büyüyüp erken gelişebilir. Tarihin Otodinamizmi denen bir şey var di mi şu dünyada; ona da çelme takacak halimiz yok her halde! Hem sonra, Tarih ile inatlaşmanın, onunla boy ölçüşmenin   bir alemi de  yok! Ne o öyle; boyuna; Tarihi, ideallerimize uydurmaya çalışıyoruz.  Yahu; ideallerin anti-tezi yok ki Tarih, ideallerine uysun! Bu yöntemi terk etmemiz gerek artık. Unutma; eğer sen yaparsan Tarih olur; yapmazsan, Sen tarih olursun. Hani; "bakarsan bağ bakmazsan dağ  olur" derler ya, işte öyle bir şey Tarih biraz.

Böylece William Blake, yarı tanrı hükümdar II.Nebukadnezar'ın tarihin iki taşım(Tarih'in hepten sabrı taştı mı devrim oldu demektir; ona göre!) berisinden   gelen iş teklifine de icabet etmiş olur. Şu iki günlük ücretli-köle dünyada kıyamet kadar işsiz varken böyle tarihi bir iş teklifini geri çevirmek olmaz tabi!  O zamanlar henüz  bir "iş kanunu" olmadığından, aralarında yazılı bir iş sözleşmesi yapılmaz. Gerçi II.Nebukadnezar'ın atası olan Hammurabi(adamın ne hoş bir ismi var değil mi; Hammurabla desen olmuyor işte.) Babil ülkesini aslında  tanrı sözü olan yazılı kanunlarla yönetmiş; "göze göz dişe diş" nispeten adil bir hükümdar idi. Yani göz çıkaranın gözü çıkarılır; ve birinin özgürlüğünü kısıtlayanın özgürlüğü kısıtlanırdı(nerde o günler..?).  Ama, nedense, o da, tarih ötesi zamanlarda olduğu gibi, kölelerin haklarını ve menfaatlerini gözetecek bir iş kanunu  bile çıkarmamıştı. Kölelerin fazla çalışma ve ücretli yıllık izin; efendi ve tanrı değiştirme hakkı, kölelik iş akdi feshi ve işe iade; hükümdar sandığı primleri; ikinci el köle-emeği; kölelerin birliği... gibi efendi-köle ilişkilerini düzenleyen hususlara, bir hükümdar fermanıyla olsun, değinmemişti. Dahası; Hammurabi, ceplerine para ve akademik unvan dolduran "cin-bilim(demonoloji)" alanındaki o intihalci filozof ve teologları da görmezden gelmişti. Ayrıca; köle hakları ve köle-iş mevzuatı konularında ‘hakemli-ilahi-hükümdar-tabletleri’ne eleştirel  bir  görüş   yazmak isteyenleri ise gazabıyla engellemişti. Hammurabi bu, ülbesi tülbesi belli olmaz hükümdar!
William Blake'in  II.Nabukadnezar Resmi

Willim Blak hava-civa grevleri nedeniyle gecikmeli de olsa ta Tarih Ötesi'nden Babil'e avdet edip maceralı yolculuk    yorgunluğunu üzerinden attıktan sonra, II.Nebukadnezar'ın huzuruna çıkarak Nebuko (göbek adı Nebu'ya izafeten) ismini vermiş olduğu II.Nabukadnezar'ın1/3'lük kesirli-insan resmini  takdim eder.  II.Nebukadnezar, William Blake'in yapmış olduğu dört ayaklı 1/3'lük kesirli-insan Nebuko'yu  gördüğünde, sanki öte-tarihten Gabriel Marquez'in "büyülü gerçeklik"iyle (gerçeğin büyülüsü de mi oluyormuş; benim bildiğim gerçek sadece nesneldir.) ile karşılaşmışçasına  uzunca bir süre gözlerini gravür baskıdaki  kendi büyülü vahşi gözlerinden alamaz; ve "Nebu ya!" diyerek kendi-kendiyle konuşmaya başlar.

II.Nebukadnezar, tarihin göbek çukuruna uzanan yarı-tanrısal sakalı ve ellerin ön-ayaklaştığı  tersine-evrim-aletsiz-beden-emeklemesi’yle, kendi vücut geometrisini "golden ratio[8]" ilkesine göre  parçalı beden kaslarıyla böylesine  uzun-tırnaklı-vahşi-mağara canavarı-sürüngen- doğalorganizma biçiminde  estetize eden sınırsız düş gücü sahibi ve imgelem ustası William Blake'e acayip bir  hayranlık duyar; ve adeta ona bir resimde aşık olur. (II.Nebukadnezar'ın bu masum-somurtkan ruh hali, ilerde, Bir Resimde Yaktın Beni operetine bile konu olacaktır). William Blake’in mistik diyalektik anlatımı ve  gizemli sanatsal yaratıcılığı ve insan ruhunda naif diyalektik titreşimler yaratan romantik kişiliği karşısında, II.Nebukadnezar, "ben artık Enkidu'mu buldum" diyerek, krallığından ve yarı-tanrılığından  vaz geçmeye karar verir.  Sevgili okur, bunu sakın hafife almayın ha! Bir hükümdar için, gücünün zirvesindeyken öyle kolay bir iş değildir iktidardan vaz geçmek. Nice hükümdarlar, imparatorlar gördük iktidar koltuğuna yapışık. Hadi sen, tahtını ve yarı  tanrılığını, hazinelerini, bir şaire ve ressama olan aşkın uğruna terk et de görelim bakalım. Acaba hanginiz, aşkınız ve özgürlüğünüz uğruna, "özel mülkiyet bana ağırlık yapıyor", artık;  şu "tarihi safra"dan gerçekten kurtulmalıyım der?
            
II.Nebukadnezar, "ben de artık kendimce William Blake' im” diyerek, (ya  ben de kendimce Bedreddin'im deseydi Tarih'in hali ve seyri nice olurdu sonra? Herhalde, ortalık, ilk islam komüncüleri Karmatiler gibi,  malda, mülkte "ortaklaşmacı" olan Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa'lardan geçilmez idi, fesupanallah; ne günlere kalacaktık desenize!!), "bir kum taneciğinde dünyayı görebilen" William Blake'e katılır. Ve William Blake'li II.Nebukadnezar olur artık. Bu ne demek? Çifte kavrulmuş lokumlu bisküvi  demek. Şaka,şaka.. William Blake neredeyse; artık, II.Nebukadnezar de orada demek. Hani; gel zaman git zamanda bazı işçi sendikaları vardır ya, "başkan nerede biz orada"  (ne demekse o!?)  diye slogan atarak işçi haklarını ararlardı ya, işte onun gibi bir şey..

Ama; önce yapması gereken bazı işleri vardır II.Nebukadnezar'ın : Özel mülkiyet rejimi kapsamındaki koca tahtını, tapınaktaki erzak deposunu ve hazinesini; yıllarca sıla  ve sevgili hasreti çeken karısı Amytis'i, Amytis için yapılmış olan Asma Bahçelerini;(sahi bunların hiç çocukları yok mu yahu? hayır yani; çocukları varsa onları da terk etmesi lazım da...Yoksa; onların özel hayatları bize ne ilgilendirir.) ve dahası; tanrıları Marduk ile İştar'ı arkasına bakmadan terk eder. Hani ozanın dediği gibi : "yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir"  William Blake'in peşinden... Sahi nasıldı  öte-tarihten  Atilla İlhan’ın  o "şahane serseri" şiiri :

"yolumdan çekil yavrum
bağlasalar duramam
demir asa demir çarık dedim
neyleyim!
yolculuk dedim
ağaçlara tünedi yine akşam  kargalarla bir
rüzgar kendini yerden yere vuruyor
kırık dökük yıldızlar belirli uzaktan
telsiz mevceleri ardım sıra koşturuyor
anamdan yolcu doğmuşum
yedi dağın yolları kalbimden geçer
salkım salkım mısralar gelir içimden
dudaklarımda yağmur damlaları
alır beni yollar beni alır gider

anamdan yolcu doğmuşum
nehirlerle birlikte denizlere kavuştum
akşam dedim
şu koca dünya dedim
ağlasam dedim
yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir
ekmeğin ve şarabın peşinden
turnaların peşinden
büyük şehirler büyük aşklar
çığlık çığlığa terk edilir
ben
çocuklar gibi sevdim devler gibi ıstırab çektim
damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları
harblere açlıklara yalnızlığıma rağmen
anamdan yolcu doğmuşum
neyleyim
gurbet dedim
vatan dedim

hürriyet dedim."

Sevgili okur, biraz sabır lütfen; anlatımıza ve II.Nabukadnezar'a, bırakmış olduğum yerden devam edeceğim; bundan emin olabilirsiniz. Yalnız; hazır yeri gelmişken, şu şiirin bir dizesi hakkındaki samimi duygularımı sizlerle paylaşmak isterim :

Şu "rüzgar kendini yerden yere vuruyor" dizesi var ya, ne müthiş bir dizedir o öyle. Hem zevk algınızda hem de zihin gözünüzde bir canlandırın bakalım o hali. Bizim deli oğlanın da kafası  böyle  eser bazen demeyin sakın. Başlı başına şiir var o imgede.  Rüzgarın o her şeyi allak bullak eden  muazzam kalkışması katiyen bir "cinnet" hali değildir. Kendi dalgalarında ve dalgalarıyla boğulan hırçın ve azgın bir denize de benzemez onun eylemi. Kendini yerden yere vuran eylem biçimiyle rüzgar, bizlere, "neyleyim; öyle kasırgalar gibi esmesem delirecektim" der adeta. Hani "yazmasam delirecektim" diyen Sait Faik gibi.. İnsan yüreğinin derinlerinden volkan gibi  fışkırıp gelen o ateşli kalkışmalara, gayeli adanmışlıklara,  bir imreniş, bir özeniş saklıdır rüzgarın o kuvvetinde.  Bir ömür boyunca aşkın ve özgürlüğün peşinden gidenlere karşı öyle meltem gibi mülayim esemezsin artık. Madem ; büyük aşklar ve  tutkular adına,  "bu yaylaları yaylamak" ve "bu rüzgarları toplamak" istiyorsun  öyleyse es esebildiğin kadar benden izin sana!! der gibidir.(yoksa bütün bunlar bana mı öyle geliyor? iyi ya; işte gerçek şiirin gücü ve zenginliği de tam da bu noktada, yani; herkeste ve her bir kimsede kendine özgü ve farklı bir şiir zevki ve algısı yaratmasında değil mi zaten? Tıpkı, tek ve ayni ışık kaynağı olan güneş karşısındaki her bir farklı  nesnenin, o ışık kaynağının ışığından kendine göre  pay alıp renklenmesi, gölgelenmesi  gibi..)

İşte döndüm o rüzgarlı tepelerden sayın okurlar; umarım sizleri çok bekletmemişimdir. Aslında; kendi şahsi görüşlerimi bu anlatıda ifade etmem ne kadar doğru bilemiyorum ama, ne yapıyım oluyor işte bazen böyle şeyler. Anlayışınız için gerçekten sağ olun. Sözümde durmuş olmamın huzuruyla devam edebilirim şimdi. Nerde kalmıştık; ha evet, tamam;  yola bir düştü mü ömrü boyunca giden II.Nebukadnezar'ı anlatıyordum sizlere. Devam edelim kaldığımız yerden: II.Nebukadnezar, 1/3'lük kesirli insan hayatını, artık,   William Blake ile yaşamaya başlar. Efsanevi hükümdar Gılgamış ile Enkidu'nun birlikte yapmış oldukları yolculuklar gibi, II.Nebukadnezar'ın da yolculuğu kendi Enkidu'su olan William Blake ile böylece başlamış olur.  Ve dilinden hiç düşmeyecek olan o William Blake şiirini, Masumiyet Kehanetleri’ni (Auguries Of Innocence), okumaya başlamıştır bile: 

"Görebilmek bir kum taneciğinde  dünyayı ( To see a world in a grain of sand )
Yabani bir çiçekte ise cenneti, ( And a heaven in wild flower )
Sığdırabilmek avucuna sınırsızlığı, ( Hold infinity in the palm of your hand )
Ve tek bir anımızın içine sonsuzluğu ( And eternity in an hour )”

Aslında, II.Nebukadnezar'a göre, William Blake, ideolojlik ve siyasi bakımdan  öyle pek muteber biri sayılmazdı. Niye derseniz, William Blake,  Amerikan Bağımsızlık Savaşına ve Bağımsızlık Bildirgesine karşı hayranlık duyan radikal bir asiydi. Coşku ile desteklediği Fransız  Devrimi'nin meleği yakışıklı Saint Juste'e, eski bir melek sever olarak özel yakınlık duymuş; ve onun “özgürlüğün istibdatını istiyoruz” fikrini benimseyerek kendisi de azılı bir "taht" düşmanı olmuştu. Ayrıca; o, yoksulluğu ve sefaleti kaldıracak olan Fransız Devrimi hakkında  sansürlenecek uzun bir şiir bile yazmıştı. William Blake, Robespier'in (o Robespier ki, ondan hatıra olarak sadece kırık bir traş kabı kalmıştır koca Paris'e ve bir de gölgede kalmış bir metro  istasyonuna verilen ismi; ama Danton’un heykelini Paris’te Odeon’a dikmişler!) giyotin sepetine giden başıyla sahipsiz kalan pantolonsuzlar(sans-culottes) hareketinin Napolyon Diktatörlüğüne dönüştürüldüğünü görünce hayal kırıklığına uğramış; ama yine de, özgürlüklerin ışkınlıyacağı geleceğin yeni toplumundan umudunu kesmemişti.  

William Blake, daha sonra, üretim ve insan ilişkilerinde, manevi bir arınma ve aydınlanma  ile doğal yaşam biçimine geri dönüşü,  serbest aşkı(free love) ve masumiyetin diyalektiğini savunmaya başlamış; ve Klise tarafından Londra'da, Tanrının yaratıcı kudretinden ve yeterliliğinden  kuşku duyuyor diye,  aforoz edilmişti. (sıkıysa İngiltere kralı VIII. Henry'i aforoz et de görelim bakalım!). İşsizlik ve boğazına kadar beş parasızlık artık canına tak ettiğinden; ve bi hayli öte-tarihten Fikret Mualla gibi Paris'te bohem hayatı sürdürmeyi de kabullenemediğinden  gazetede gördüğü bir ilan üzerine muhasebeci olmaya karar vermiş; ve modern-çıkın olan bavulunu hazırlayarak, henüz medeni[9] bir batı olmadığından, "tek dişi kalmış" vahşi batıya gitmek üzere yollara düşmüştü. Tabi; yanına aldığı  o  meşhur Nebuko renki-baskı-resmi  ile..

Sevgili okur, tabi ki dikkatli okuru kastediyorum, şimdi diyeceksiniz ki bu  Nebuko resmi de nereden çıktı? Hani, konuları gereksiz yere çoğullaştırdığım; bir türlü sadede gelmediğim için  haklı olarak beni yukarıda eleştirmiş; Ockham’ın Usturası'nı kullanmıştınız ya, sadede gelmesine geleceğim de; ama şu Nebuko konusuna   bir açıklık getirmezsem olmaz. Takdir edersiniz ki, cilalı taş devrinden kalma alışkanlıkları olan yarı-tanrı bir hükümdarı, pratik sıkıntıları olacağından, öyle ulu-orta çocuk gibi yanınızda taşıyamazsınız değil mi? William Blake de, hayatının bir parçası yapacağı  ve serüvenine dahil edeceği tarihi bir kişiyi vakti geldiğinde serbest bırakmak üzere, işte o Nebuko isimli gravür resmin içine koyar.

"Hadi canım sen de!!" desenize, anlattığımız serüvene okur olarak sizler de en azından ünleminizle katılmış olursunuz. Çünkü; bizim anlatı türümüzün adı Katılımcı Demokrasi değil; "Katılımcı Deneme"dir. Katılımcı Demokrasi'lerde Egemen Gücün İktidarına  ve uzun ömürlü Piyasa Sisteminin istikrarına halel gelmediği sürece, benden izin sana, neye katılmak istiyorsan ona katılmakta serbest ve özgürsün. İstersen, Bastille ve Taksim meydanlarında 1 Mayıs'lara ve grevlere katıl fark etmez; yeter ki iş-gücü'nün, bir mal gibi özgürce alınıp-satıldığı serbest piyasa düzen(leniş)i ölmesin. Ama bizim "Katılımcı Deneme"de, bir piyasa mekanizması ve İktidar ilişkisi  olmadığı için,  Okur gerekli gördüğü zaman ve yerde, elindeki bilgi ve belgelerle; referans vererek ve gerekçesini   göstererek, yaratıcılığı ve üretkenliğiyle, Anlatı'nın gidişatına müdahalede bulunabilir Yani; Anlatı'ya katılma ve Anlatı'yı "değiştirme  hakkı"na sahiptir. Bu anlatı sadece benim değil ayni zaman da sizin de anlatınız olduğundan, Güvenilmez Anlatıcı olarak belirtmek isterim ki, bu çeşit okur katkılarına Anlatı'da yer verileceğinden emin olabilirsiniz. Zira bu sizin "özgür-birey" olma hakkınız. Tabi, "özgürlük" derken bizim burada kastettiğimiz "soyut özgürlük", yani bir kişinin başka bir kişi karşısındaki özgürlüğü; yoksa, sermayenin işçiyi sömürme ve ezme özgürlüğü olan "somut özgürlük" değil.

İşte bu  Nebuko Resmi sayesinde William Blake, hem II.Nebukadnezar'dan ayrılmamış olur; hem de William Blake, yapacağı o uzun yolculukta, şaş-zaman (anakronik) hükümdar arkadaşı yüzünden  insanların ilgi odağı olmaktan kurtulmuştur. Tabi; gönüllü bir birliktelik bu, kimse, bu ilişkiyi, öyle  kölelik  hapis ilişkisi  gibi bir şey sanmasın. 


William Blake'in bir  resmi(canlı canlı
 kaburgalarından dar ağacına asılmış zenci köle)
Zaten; William Blake, oldum bittim, her renkten insanın, bir "mal ilişkisi"ne  hapis edilmesine ve köle ticaretine kapatılmasına karşıdır. O, on binlerce siyah derili insanı kaburgalarından canlı canlı dar ağaçlarına asan; ve Tumberio denilen ölü taşıyıcı gemileriyle köle ticareti yapan sömürgecilere karşı,   hep, özgürlük mücadelesi verenlerin safında yer almıştı. Peki; ya siz olsaydınız William Blake'in yerinde ne yapardınız?  Allahın zencisini, köle-zenci, mal-zenci yapan şu  toplumsal-tarihsel şartlara seyirci mi kalırdınız? Bu dünyaya köleliği ve "para"yı sevmeye gelmediysek eğer,  bir şeyler yapmalıyız değil mi? Köle sahibi efendiler tarafından dünyaya bakmak işinize geliyorsa, kölelik ilişkileri hep sürüp gitsin istersiniz. Ama; insan ilişkilerindeki köleliği hayatın her alanında sıfırlamak ve  insanı "özgür" kılmak isterseniz, bu sefer de, köle sahiplerinin olmadığı bir dünya yaratmanız gerekir. William Blake gibi, siz de seçin safınızı öyleyse!

William Blake’in maceralarla dolu Vahşi Batı yolculuğu çok uzun bir tren yolculuğu ile başlayacaktı.. Çünkü; muhasebeci arayan Dickinson maden-metal işletmesi, Amerika'nın en batısındaki Machine kasabasındasydı. William Blake, tek serveti olan şiirlerini ve Nabuko'da gizlenmiş olan şaşzaman yol arkadaşı II.Nabukadnezar'ı, yolculuk boyunca çok sıkı olarak kucağında taşıdığı bavuluna koymuştu.. Ve trendeki eli silahlı  haydut kılıklı sakallı adamların varlığı onu huzursuz ve tedirgin  ediyordu. Gerçi; şu an size her hangi bir akademik referans veremeyeceğim ama, aslında, her sakallı adamı da haydut sanmamak lazım. Zira sakalsız azılı haydutlar da var. Mesela, öte-tarihte, emperyalizmin demokrasisi ve özgürlüğü  adına dünyayı haraca bağlayıp soyan; ve savaşlarla cehenneme çeviren şu bir avuç  ahtapot Dev Şirketlerin Azılı Haydut Devletlerinin Azılı Haydut Yöneticilerine bir bakın bakalım; acaba kaçı sakallı? Onların kaçında sakal vardı acaba işçilerin ve ezilen milletlerin sülük gibi kanını-canını emerken. O yüzden, özellikle, modern haydutlukta Görünüş'e aldanmamak ve muhtevadaki Öz'ü göstermeyen görünüşlerden sakınmak gerek! 



Medeni Batının Büyük Keşifler Çağı
Ama sömürgeci keşifler çağının ve papalık müessesesinin haydutları nispeten sakallı haydutlardı. Şu kadarını söyleyebiliriz belki :  Büyük Keşiflerin, yani  "sömürgecilik" çağının hristiyan-medeni(!) Batı’sını yaratan haydutları, katilleri, aylarca süren zorlu deniz seferleri yorgunluğundan ve kana susamış korsanlıklarından olsa gerek, genellikle, buruşuk suratlı, kirli sakallı,  paslı dişli, ekşi gülüşlü ve kanca kollu olurlardı. (Kolayını bulmuşsun gene, "genelleme" yap yap dur. Sıkıysa, özel bir konuda, öte-tarihten devrimci Hikmet Kıvılcımlı, Niyazi Berkes ve Doğan Avcıoğlu gibi orijinal bir tez yaz da görelim bakalım. Dikkatli Okur Sataşması var gene konuya dönme vaktim geldi galiba).

William Blake, hayatında, ne tek bir bufalo avlamış; ne de kan görmüştü. Bu onun hassas romantik masum  ruhuna aykırı bir durumdu zaten. Trendeki eli silahlı haydut kılıklı adamlar yol boyunca ova Kızılderililerinin ana besin kaynağı olan  bufalolara zevk için ateş ettikçe William Blake'in yufka yüreğinde korku, endişe ve  vahşet duygularıyla karışık anaforlar oluşuyor; ne kadar vahşi bir Batı’ya geldiğini yeni yeni anlıyordu. William Blake’in o tedirgin bakışlarını  ve adeta masumiyet karinesi  haleli yüzünü  gören tren makinisti, onu, Machine kasabasına gitmemesi konusunda; ve kötü şöhretli Dickinson'ların yanında çalışmaması hususunda dostça uyarma ihtiyacı duymuştu.

Tren Machine kasabasına geldiğinde, William Blake, elinde bavulu Dickinson Metal-Maden Company'e giderek 'işte ben geldim' der. Ama; maalesef artık çok geçtir. Çünkü; bu pozisyon için bir muhasebeci işe alınmıştır. William Blake hayal kırıklığı içinde "ama  nasıl olur; bu iş için en çetrefilli ve en  alengirli muhasebe hesaplarını bile öğrenmiştim " der. (gerçi öğrendi mi öğrenmedi mi bilemeyiz. kendisinin açık beyanı böyle, kabul etmek durumundayız. Vahşi Batı kayıt dışı ekonomilerinde adet böyle ya!) ve şirket sahibi, yani patron olan Bay Dickinson ile görüşmek ister.

Bu arada belirtmeden geçmeyelim, Gerçek’e düşkün Güvenilmez bir Anlatıcı olarak, biz,  ‘patron’a ‘işveren’ diyenlerden değiliz. Bize yıllardır Angelina Jolie gibi ("angel of goodness") “iyilik meleği” diye yutturulan “işveren”in, aslında, özbeöz, kamufle edilmiş emek-gücü sömürgeni-patron olduğunu açıklamak zorundayım: Ne o öyle; sanki adamın pileli pantolonunun para-cebinde ‘işler’ varmış da; sıraya geçmiş duruyor da; adam da o leri,  cebinden çıkarıp çıkarıp iş bekleyen  işsizlere veriyormuş(!). Sen onu benim külahıma anlat. Friedrich Engels(1820-1895)'in dediğine göre, böylelerine, yani Alman iktisat jargonuna göre, para karşılığı başkasını çalıştırana "işveren", ücret karşılığında işgücü satın alınanlara da  "işalan" diyen birine Fransa'da deli muamelesi yaparlarmış. Çünkü iş(travail) kelimesi günlük hayatta çalışma (occupation) anlamında kullanılırmış Fransa'da. Kapitaliste (Patron'a), "çalışma-veren";  işçiye de "çalışma-alan" demek, ancak aklından zoru olanların işi olabilir. "İşveren" gibi sahte ve yalan söyleyen uyduruk kavramlarla işimiz olamaz bizim! İşveren de neymiş; halkın gözündeki ve dilindeki yılların patron'u  ne zaman işveren oldu!? Şimdi; ben, yılların artı-emek emicisine, artı-değer sömürücüsüne "işveren" diyerek  milleti mi kandırayım!?  Biz ısrarla, bu büyük insanlık davası var olduğu sürece, onları,  "Patron" diye halka mal olmuş adıyla çağıracağız. Bunu yazın bir tarafa!  

"Her labirentin bir ejderhası vardır" derler. ( gerçi bu güne kadar ben kimsenin ağzından böyle bir söz duymadım ama,  demek ki varmış! Acaba; farkında olmadan, yazarken, bunu ben uydurmuş olamam mı? Çünkü; oluyor böyle şeyler bazen.. olmuşsa lütfen mazur görün artık. Gerçi adımız gerçeği çarpıtan sözüne güvenilmez anlatıcıya çıkmış ama..). Neyse.. herkesin labirenti ve ejderhası kendine.. Kim bilir cinsel, dinsel, ahlaksal, psikolojik, sosyolojik ve ideolojik.. ne labirentlerimiz olmuştur şu fani hayatta..  Ama; eğer sizi  labirentinizden  çıkaracak  bir Ariadne İpi[10]' niz yoksa, labirentin dolambaçlı  çıkmazlarında sizi bekleyen ejderhalara  yem olmanız kaçınılmaz  demektir. Keza; eğer tarihte bir kez millet olmuşsanız ve hazır millet olmuşken tarihten de silinip gitmek istemiyorsanız milletlere dünyayı dar eden emperyalizmin sömürü labirenti ve   ejderhası (minotaur) dev tekeller karşısında çıkış yolunuzu gösterecek bir  Ariadne İpi'ne ihtiyacınız var demektir. Ama önce ne yap et  bir labirente düşme! ve kendi eyleminle kendi labirentini üretme! Unutma; labirentler ejderhasız olmaz; labirent varsa Ariadne'nin İpi de var demektir.

Peki şu Bay Dickonson denilen adam aslında kim? Şirket sahibi değil mi, yani; mahiyetinde bir sürü ücretli-adam çalıştıran  biri. 

Sevgili dikkatli okur, “sizin de hiç bir şeye dikkat ettiğiniz  yok ya..” diyesim geliyo, ama...Yani; ben sizi uyarmasam sesiniz soluğunuz çıkmayacak hani! Yav ‘şirket sahibi’ diyorum; yanında bir sürü “ücretli-adam” çalıştıran diyorum, bir allahın kulu dikkatli-okur çıkıp da bir dakika,  bir dakika deyip dikkatimizi çekmiyor!. Bir de "dikkatli" okur olacaksınız! Kendime mukayet olup; "hay senin dikkatli okurluğuna.." demeyeceğim şimdilik.. Sayın okur, dikkat ettiyseniz, bi zahmet dikkat edin artık,  bu cümleyi  bizlere yadırgamaya mahal vermeden  çok rahat bir şekilde kurduruyorlar. Peki, biz  buna rıza gösterecek miyiz? Nasıl oluyor da adamın biri, onlarca, yüzlerce, binlerce, milyonlarca insanı kendi mahiyetinde "ücretli" olarak çalıştırabiliyor!? diye sormayacak mıyız? Lütfen bir düşünün; nasıl oluyor da insanın doğuşundan gelme çalışma yetisi ve gücü, ücrete tabi olabiliyor?

Benim bildiğim tarladaki domatesin doğada kendi başına bir fiyatı yok. Ama, pazarda görüyoruz manav bir etiket asmış  şu kadar lira diyor. Sorum şu: Allah'ın tarla domatesini domates fiyatı haline getiren ne? Ayıp olmuyor mu hiç, insanın çalışma yeteneğini, domatesin fiyatı gibi, ücretin konusu yapmak? Adam emeğinin karşılığını, hakkını, aldıktan sonra ne var bunda diyebilirsiniz. Fakat unuttuğunuz bir şey var; adamın aldığı ücret emeğinin karşılığı değil ki; ve olamaz zaten! Adamın aldığı ücret, yaşayabilmek ve çalışır halde kalabilmek  için bir miktar harçlıktır sadece. Çünkü; adam,  Bay Dickonson'a emeğini, yani hazır, bitmiş bir işini, hizmetini satmıyor,  emek-gücünü satıyor. yani her insanda bulunan üretkenliğin kaynağını satıyor. Hem sonra bütün ücretli adamlar emeklerinin hakkını alıp giderse Bay Dickonson'un hali nice olur?  Piyasa düzeninin istikrarı ve üretimin düzeni  nasıl sürecek.  Üretim araçları ne ile yenilenecek ve geliştirilecek? Bütün bunlar  artı değerin büyütülmesine bağlı olan şeyler  değil mi?  

Emek gücü, bir kunduracının kundura üretirken kullanmış olduğu fiziksel ve zihinsel  yeteneklerinin bütünüdür. Emek-gücü harcanmadan kundura üretilemez, herhangi bir  iş yapılamaz. Çalışmak, emek harcamaktır. Bir iş yaptığımızda çalışmış oluruz.  Ama emek gücünün harcanabilmesi için ortada ham madde ve üretim aracı olması gerekir, bunlar olmadan üretim olmaz. Üretim aracı ve hammadde de Bay Dickonson'da var. Ne yapsın şimdi ücretli-adam; gidip ölsün mü? yaşayacak ve çalışacak elbette! O da gider kendi başına iken hiç bir işe yaramayan emek gücünü, iş yapabilme kapasitesini, ücret karşılığında özgürce Bay Dickonson'a satar. Böylece, Ücretli adamın emek-gücü ve çalışma kapasitesi, onu çalıştıran  sermayedar Bay Dickonson'un malı, özel mülkü olur. Yani; artık, çalışma sonucu olan ürünün  asıl sahibi sermayedar Bay Dickonson'dır; ücretli-adam değil! Bu durumda, eğer ücretli-adam, emeğinin hakkını, karşılığını alıyor olsa idi kendi çalışması sonucu üretmiş olduğu ürünün tamamını alıp götürmesi gerekirdi. Oysa; ücretli-adam, çalışması karşılığında, sadece asgari insanlık düzeyinde yaşamasına yetecek kadar bir miktar ücret alır. Demek ki; mesele ücretli adamın emeğinin hakkını, karşılığını  alıp almaması değil; emeğinin üstünde hiç bir hakkı olmamasıdır. Bu hak sadece Bay Dickonson'a aittir. 

Özel mülkiyet hukuku gereğince sahibi olmadığın ürün ve mal  üzerinde her hangi bir hak iddia edemezsin. Aksi takdirde polis ve mahkemeler ve ceza evleri, yargıç ve savcılar, avukatlar.. işin içine karışır. Bay Dickonson'un yaptığı bu alışveriş piyasa düzenini ve  özel mülkiyet rejimini  varsayar. Eğer, toplumda, yaşamak için emek güçlerini  satışa sunmak zorunda olan  insanlar olmasaydı sermayeye dayanan üretim ilişkileri de olmayacaktı. İnsanların, içinde yaşadıkları ve bir parçası oldukları toplumu üretmek için yapmış olduğu işler ve birbirleriyle kurmuş oldukları ilişkiler, esas itibariyle, sermaye ve ücretli emek ilişkisine göre biçimlenmeseydi, özel mülkiyet hukukuna gerek kalmayacaktı. 

Sen parasını ödeyerek sütçüden satın almış olduğun süt ile ister çökelek yap ister yoğurt; ister sokak kedilerini besle; kime ne!. Satılan bir  malın nasıl kullanılacağı satıcısını ilgilendirmez, satıcı  alacağı paraya bakar. Çalışan-adam da sermayedara, yani Bay Dickonson'a  ücret karşılığında satmış olduğu emek-gücü üstünde hiç bir hakka sahip değildir. Satın alınan Emek-gücü üzerinde her türlü  tasarruf tamamen mal sahibine yani Bay Dickonson'a aittir. Şimdi; eğer emek-gücü sahibi bu alış verişte emeğinin karşılığını ve hakkını alıyor olmuş olsaydı, ham madde ve üretim araçlarının sahibi olan Bay Dickonson, bu işten zararlı çıkmış olurdu.  Çünkü; hem üretim araçları aşınacak ve hem de  ham maddesi tükenmiş olacaktı. Anlayacağınız Bay Dickonson bu alış-verişten  herhangi bir kazanç elde edemeyecek; karlı çıkamayacaktı. Bay Dickonsun'un bu alışverişteki yegane çıkarı,  emek-gücünün  kullanım değerinden değişim değeri elde etmektir. Yani emek gücü sahibine  mümkün olabildiği kadar "artık-emek" ürettirerek  "artı-değer" elde etmektir. 

Toplumda sömürüyü ve ahlaksızlığı niye başka yerde arıyoruz ki? Sömürünün ve ahlaksızlığın daniskası, çalışmayı "ücretli-çalışma" şekline sokmak; ve "ücretli-çalışma" yı kutsamak  değil midir.?  Ne kadar elverişli koşullarda gerçekleşirse gerçekleşsin ücretli-adam çalıştırarak üretim yapmak, esas itibariyle emeğin sermayeye olan köleliğini ve sömürü düzenini yeniden üretmek ve sürdürmek anlamına gelmeyecek midir? Öyleyse; hiç kimse, toplumdaki haksızlıkların, baskıların, adaletsizliklerin, zorbalıkların, işsizlik  ve yoksulluğun, hayat pahalılığının ve her türlü sömürünün  kaynağını başka yerde aramasın. Bütün bunlar ücrete kölelik sistemine dayanan üretimin ve onun dölü emperyalizmin  eseridir. Oysa;  insana, kendi eserinin kölesi olmak değil efendisi olmak yakışır değil mi?  Öyleyse; emek ürünleri ve eşyalar değil; emekçiler efendi olmalı!..

Neyse; sevgili okur, biraz geç oldu ama ben anlatmaya devam ediyorum,  uyumuyorsunuz değil mi? Zira "uyuyanlar uyandıramaz!" Sizi bilmem; ben kendi adıma, bir deneme yazarı olarak bu memlekette sabah oluncaya kadar uyumayacağım, ülkemin ve dünyanın aydınlanmasına hizmet edeceğim. O yüzden bana "hadi uyu" demeyin ortalık karanlıkken; uyuyamam zaten!. Bizim  babamız da böyleydi. Genç cumhuriyete kanat gerenlerden.. Devletin bir kuruşunu bile çarçur etmedi ilkokulunda. Her gün erkenden kalkar, bir kaç kez kullanmış olduğu nacar marka jiletini bir bardak suda keskinleştir; tıraş sabununu tıraş fırçasıyla köpürtüp tıraşını olurdu. Derken kahvaltısını yapar; kravatlı mutat takımını giyip evden çıkar ve ötelerdeki ilk okuluna yayan olarak giderdi. Bunu aksatmadan tam 35 sene yaptı. Üç çocuklu ailesiyle epey bi süre kirada oturmuştu.. Rahmetli Ayşe teyzem tarladan pamuğu kaldırttıktan sonra ne zaman elin müsait olursa  ödersin diyerek 10 bin lira vermişti. Ayni şekilde, tütün eksperi iyi kalpli Ali Amca'dan da 10 bin, etti sana 20 bin, Öğretmenler Bankası'ndan da 10 bin lira borç çekince yıllarca oturduğu ve miras olarak bıraktığı o bahçeli evi 1963'da, tasarrufu olan 2 bin lira ile birlikte, 32 bine öyle almıştı. Benim babam dürüst ve namuslu adamdı, Cumhuriyeti yobazlara yedirtmezdi. Fakat o zehirli Amerikan yardımı süt tozlarının ilkokul çocuklarına verilmesini engelleyememişti.

İşte; bir devrimle saltanatı yıkıp Cumhuriyeti kuran; malda mülkte gözü olmayan  fedakar kuşakların torunlarıyız bizler! Yani;  "Arkadaş! yurdunu alçaklara uğratma sakın/ siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın" geleneğinden gelenlerin; ve Mustafa Kemal Atatürk'ün yolundan gidenlerin torunları.. Ey sevgili okur, sen de katıl bu yaşam ve vatan savunmasına. Yüzyıllarca şu uğursuz emperyalist sömürü düzeni sürsün diye insanları felsefi, dini, kültürel, ahlaki, hukuksal, eğitimsel, bilimsel, sanatsal .. diyerek ideolojik masallarla yeterince mışıl mışıl uyutmuşlar zaten, daha ne uykusu!?. Kalkın bakıyım; üretkenlik kaynağımız emek-gücü herkesin kendi gözünde bir meta olmuşken  ve bu kabul görmüşken uyuyamazsın!

"Her labirentin bir ejderhası vardır" demiştik  ya, Vahşi Batı'daki Machine kasabası labirentinin ejderhası da, gaddarlığı ve öfkesiyle meşhur, Metal-Mine Company(metal ve maden şirketi)'nin sahibi ateşli silah imalatçısı, Bay Dickonson'dır. Bu kasabada  Bay Dickonson ne derse o olur. Ne doğru ne yanlış; kim haklı kim haksız; iyi kim kötü kim.. bunların hepsine Bay Dickonson karar verir. Hani, Fransız Devrimi’nden bu yana, "egemenlik kayıtsız şartsız milletin" di, meğer Bay Dickonson'unmuş!

Bay Dickonson, çalışma ofisine William Blake'in girdiğini görünce, alışıla-geldik  ilişki ve bağ kurma biçimi “silahlı” olduğu için, elindeki kendi imalatı olan uzun namlulu silahını ona doğru doğrultarak, William Blake’i, tahtalı köye göndermekle tehdit eder. William Blake daha gençtir; tahtalı köyü ne yapsın, Bay Dickinson'un çalışma odasını terk etmek zorunda kalır.  Yozlaşmış Şirket çalışanlarının   alaysı kahkahaları arasından geçerek; ve elinde hiç bırakmadığı  o bavuluyla kendini o cehennem  işletmenin dışına zor atar. Tabi bütün bu olup bitenlere, William Blake'in geçim sıkıntısına ve işsizliğine, Bay Dickonson'un uzun namlulu silahına, şirket çalışanlarının o yozlaşmış şaşzaman kahkahalarına.. Nebuko'daki II.Nebukadnezar, hiç bir anlam veremez. Ama tarih sahnesindeki rolü henüz gelmediğinden resimdeki II.Nebukadnezar  olarak kalmaya devam eder.

William Blake yaşadığı şaşkınlığı üzerinden atamamış bir halde kendini kasabanın barında buluverir. Henüz kredi kartı icat edilmemiş olduğundan en yakın bankamatikten para da çekemez. Çaresizlik içinde, yelek cebinde kalan son meteliğe de  bir şişe cep içkisi alarak sokakta yudumlamaya koyulur.  O esnada; kağıttan çiçekler yapıp satan çiçekçi bir kız, bardan çıkmakta olan bir sarhoş tarafından itilerek barın önünde yere düşer.( Dikkatli Okur hadi size yine iş düştü: Düşünün bakalım, bu sahneye nasıl bir fon müziği gider acaba, henüz ben bulamadım da).. Kimsesiz bir halde yerde yatmakta olan çiçekçi kızın ıslak kömür gözleri, ansızın, "dün gece  yar hanesinde yastığı  gene taş"   olan William Blake'in "ben yandım seni bilmem" diyen gözlerine değer.

Şimdi burada,William Blake'in yerinde rahmetli  Atilla İlhan'ın o çöp gibi incecik oğlanı olsa idi; ve çiçekçi kızın o  ıslak bakışları çöp gibi incecik oğlanın gözlerine değse idi, eminim ve kuvvetle muhtemel, hatta bahse girerim ki, güvenilmez bir anlatıcı olarak, benim de, felaketim olur; ağlardım. Bakmayın; aslında ben çok sulu göz bir güvenilmez anlatıcıyım. “Aman sen de,  şu ağladığın  şeye bak!?” diyebilirsiniz; ama garip bir şekilde, nedense, anlatı da olsa, kendi kahramanlarımın  tanıdık bir şiir kahramanıyla bile olsa, göz göze gelmesine tahammül edemiyorum işte. İsterseniz kıskançlık deyin ya da ne derseniz deyin. Ne var yani; güvenilmez bir anlatıcı olarak, kendi kahramanımı  kıskanamaz mıyım!? Gerçi; şimdi, o çöp gibi incecik oğlan kim bilir hangi tarihi çöplükte kimlerle çöpleniyordur. İşi yok da,  ta tarih ötesi çöplükten kalkıp gelerek; benim anlatıya maydanoz olacak; öyle mi!? Geç bunları anam babam; bu vesveseyi artık kafamdan atsam iyi olacak galiba. Yoksa, anlatıya devam edemeyeceğim. Ne güzel; sizler de “oh be!” dersiniz o zaman! 

En iyisi mi biz William Blake'e geri dönelim: "Acıyı bal eğlemiş" Çiçekçi Kız, ikinci göz ağrısı olacak olan William Blak'e : "kör olasın demiyorum kör olma da gör beni" diyerek Hasan Hüseyin'den bir dize ile seslenir. Fakat William Blake şaşkınlıktan bakan kör olduğundan cevap veremez. Talihsiz Çiçekçi Kız bu kez: "ne bakıyorsun öyle; yoksa portremi mi yapacaksın; yardım et bari" der. William Blake, öküz, sığır, camız, boğa...(ayı da dememi bekliyorsanız daha çok beklersiniz) değil ya; kağıttan çiçekler yapan kızın yerden kalkmasına yardımcı olur; ve çiçekçi kıza kendi  üç kuruşluk içkisinden yudumlatır. Ve birlikte çiçekçi kızın kalmakta olduğu eve doğru, beş parasız (şu paranın gözü kör olsun emi!!), yürümeye koyulurlar. O esnada, yakın-tarih öncesinden, nağmeleri sokağa taşan eski bir taş plakta Johann Sebastian Bach’ın do-major çello soloları çalmaktadır. (yaylı çalgı ailesinden viola da gamba ustası olduğunu söyleyen ve  kulağına müzik kaçmış örnek bir dikkatli okurum diyor ki: Bach’ın kadın biçimli enstrümanlara olan özel ilgisi nedeniyle, söz konusu eserini, sadece çello için değil, ayni zamanda kadınsı tüm yaylı çalgılar grubu enstrümanları için bestelemiş. “Elbet  bir gün sizin de kulağınıza müzik kaçabilir; klasik gerçeği lütfen çarpıtmayın!” diye de eklemeyi unutmamış.)  

Kağıttan çiçek yapan kızın kalmakta olduğu çiçeklerle dolu odasına gelindiğinde, “ ne memeler vardı zaten yoktular ” demeyeceğim, kızın kahraman memeleri varmış, William Blake'in gözüne çarpar; ve kendini madalyalı memelerin akışına bırakır. Ne yapsaydı yani; işsiz-güçsüz diye kağıttan kokusuz çiçek  yapacak hali yok ya! William Blake ile çiçekçi kız aşna fişne yapmak üzere tam yatağa sere serpe uzanmış ve  kızın pembe puantiyeli entarisi iyice sıyrılmışken "dank" diye kapı açılır.

(Ulan kapıyı çalsana; Gringo'nun Irak'taki ahırına, Yankee'nin Afganistan'ına mı giriyorsun!? Yoksa kendini  Kaddafi'nin Libya'sına saldıran işgal kuvveti Nato mu sandın!?  Kibar ol biraz kibar!! Bak sana “milli bayrak” gösteririm ha!!!! Diploması denen bir şey var değil mi şu küresel piyasalarda? Hiç olmazsa onu gözet biraz. Bir kadının odasına ve Milli Devletin hanesine öyle kapıyı çalmadan  tekme ile giremezsin! Ne ayısı be; "tek dişi kalmış" muteber vahşi batı  herif seni!! Neymiş Demokrasiymiş.. Arkana almışsın işgalci askeri gücü ondan sonra demokrasi de dur. Yav Demokrasi kim sen kim!? Hem sonra; seninle ne diye iyi geçinmek ve serbest ticaret yapmak zorundaymışım ben !? Sıkıysa askeri gücünle bana da demokrasi getir bakıyım da göreyim seni.  Bak; işte o zaman görürsün milli devlet neymiş! Hem sonra; her kes ağzına almış bir demokrasi sakızı; ağzını yayarak ‘demokrasi, demokrasi’ diye diye çiğneyip duruyor şu Vahşi Batı’da, ama kimse "nasıl bir demokrasi" bu diye konuşmuyor. Sen önce hele şu ağzındaki sakızı at bakıyım da ne dediğin anlaşılsın bir! Yoksa; senin demokrasi dediğin bir avuç çokuluslu dev-tekellerin egemenliği ve sınıfsal sömürü sisteminin istikrarı mı?)

O da ne!? (Resimli çizgi anlatı baltalı Zagor’daki Çiko Gonzales gibi  caramba! ya da  vay canına! deseydin daha şık düşerdi, kovboy sahnesi ya. Bak böyle dikkatli okur uyarılarına can kurban!). Bir kovboy ve elinde bir hediye paketi.. çiçekçi kıza geç kalmış aşkını ilan etmekte.. ama  nafile! Artık; hediye için çok geçtir. Gazozuna ilaç atılmamış Çiçekçi kız kovboya ilgi duymadığını söyler. Aşk böyledir işte vakitlice üretilmezse hep ayni trajedi! Aldatılmış ve gururu kırılmış bir kovboy ne yapar; kısa namlulu silahına davranır; namusunu(!) temizler değil mi? (Zaten şu  kovboylar, vahşi Batı’da, oldum bittim  insanlarla ‘silahsız-bağ’ kuramazlar ya..)  kovboyumuz da aynen öyle yapar. Burası vahşi Batı’ydı ya; zevk için buffaloları öldüren, William Blake'i mi öldürmeyecek ?! fakat şans işte; William Blake ölmez; yaralanır; çünkü kovboyun ateş ettiği esnada çiçekçi kız kendini  fedakarca mermilere siper eder ve hayata veda eder.. Çiçekçi kız dersin değil mi, ama daha yeni tanıştığı bir adam için "cehennem olsa gelen"  göğsünü siper edebiliyor işte.

Sıkılan mermilerden bazıları  William Blake'in bavuluna isabet etmiştir. ve bavulun kapağı açılır; bu bavul pandora’nın o meşhur kutusu olmadığından ortalığa sadece mukavemet şiirleri saçılır; ve bu çağ dışı ve şaşzaman(anakronik) hengamede artık tepkisiz kalamayacağını anlayan Nabuko'daki II.Nabukadnezar, Tarihe izinsiz ve iradi bir giriş yapar. Ve Tarihte Birey'in müdahil rolü başlar.. ( tarihte bireyin, seyirci rolü, figüran rolü, oyuncu  aktör rolü ; ve  ebe rolü gibi çeşitli rolleri vardır. Tarih gebe kalırsa ebeye iş düşer). Ölen çiçekçi kız nezdinde ölen bütün çiçekçi kızlar adına, yerdeki bazı mukavemet şiirlerinden gözüne ilişen Pablo Neruda’nın “buğdayın türküsü” şiirini, Antik Mezepotamya dillerinden Akadca dışında başka bir dil bilmemesine ve mutlak-monarşist bir hükümdar olarak sadece çivi yazılı kil tablet okuma-yazması  olmasına rağmen, okumaya başlar. (bak sen şu işe; II.Nabukadnezar için, bütün bunlar hiç hesapta yoktu! Ama Hayat böyledir işte; bazen,  rakı şişesinde balık olmaya özlem duyan Orhan Veli'nin o şiirindeki gibi, her şey "birdenbire" oluverir:

Her şey birdenbire oldu.
Birdenbire vurdu gün ışığı yere;
Gök yüzü birdenbire oldu;
Mavi birden bire.
Her şey birdenbire oldu;
Birden bire tütmeye başladı duman topraktan;
Filiz birden bire oldu; tomurcuk birdenbire
Yemiş birden bire

Birdenbire;
Her şey birden bire oldu.
Kız birden bire, oğlan birdenbire;
Yollar kırlar kediler insanlar…
Aşk birdenbire oldu
Sevinç birdenbire…)

II.Nabukadnezar’ın odada “birdenbire” yankılan o davudi Mezopotamyatik sesi karşısında, adeta, taraflar arasında, geçici bir ateşkes yapılmış gibi,  şiir matinesi  molası verilir. (Keşke, halkları birbirine kırdıran savaşlarda, şiir, ateşkes olsa; ve "savaşma şiir oku" sloganı savaşların  beyaz bayrağı olsa da savaşlar hiç olmasa!)

Buğdayın Türküsü

"Halkım ben, parmakla sayılamayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sesliği aşmaya yarayan

Ölü, yiğit, gölge ve buz, ne varsa
Tohuma dururlar yeniden
Ve halk, toprağa gömülü
Tohuma durur bir yerde
Buğday nasıl filizini sürer de
Çıkarsa toprağın üstüne
güzelim kızıl elleriyle
sessizliği burgu gibi deler de

Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde".

Bu kez, “Hiç bir vakit tam karanlık değil gece” diye başlayan Paul Eluard'ın Aydınlık şiiri gelmiştir eline. Ortamdaki şaşkınlık ve suskunluktan yararlanarak onu da okur. Daha sırada Robert Desnos, Nikola Vaptsarov,  ve "vatan işgal altındaysa mutlu aşk yoktur" diyen Aragon…gibi bazı mukavemetçi ozanlar vardır sırada ama onlara dili dönmediği için okuyamaz. Fakat; Nazım Hikmet'in "ateşi ve ihaneti gördük" dizeleriyle başlayan Kuvayı Milliye Destanı'nı görünce dili hemen çözülür: 

"Biz ki İstanbul  şehriyiz/ seferberliği görmüşüz:/ Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin/ vagon ticareti, tifüs, ve İspanyol nezlesi/ bir de İttihatçılar/ bir de uzun konçlu Alman çizmesi/ 914'ten 18'e, yedi bitirdi bizi. (..) Biz ki İstanbul şehriyiz,/ Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan/ bir de Yunan./bir de zavallı Afrika zencileri/yer bitirir bizi bir yandan,/ bir yandan da kendi köpek döllerimiz:/Vahdettin Sultan/ ve damadı Ferit/ bir de İngiliz muhipleri/ ve mandacılar./ Biz ki İstanbul şehriyiz/ Yüce Türk halkı/ malumun olsun çektiğimiz acılar.. (..) Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat, / " hey gidi gönlüm," dedi, / "akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, / ya İSTİKLAL ya ÖLÜM!" dedi.

Bu  gaipten ansızın gelen şiir matinesi  ve ortaya saçılan mukavemet şiirleri, bizim tek dişi kalmış medeni kovboyumuzu iyice afallatır. William Blake, bu fırsattan yararlanarak; yastığın altındaki çiçekçi kızın tabancasıyla kovboya rastgele ateş açar. Henüz;  biraz-öte-tarihten yedi samuray'ın silahşörü Yul Brayner ustalığında olamadığından iki karavana, bir boynundan isabet; kovboy ölür. Ama; Çiçekçi Kız gibi, öldüğüyle kalmaz. “Çiçekçi kız da kim” demeyin sakın! Çiçekçi Kız'ı ne çabuk unuttunuz öyle! Oysa, az önce o, geçimini sağlamak üzere barda kağıttan çiçekler satıyordu.  Ben hatırlatmasam unutup gitmiştiniz. Lütfen, gavurun "ordinary people" dediği sıradan ve garip  insanlara biraz vefa, biraz vefa lütfen...onları hor görmeyi bırakalım artık!. William Blake ve Şarlo  gibi "düşmüşlere" el uzatmasını bilelim. Yoksul ve kimsesiz insanları, öyle belli belirsiz bir fonda yaşıyorlarmış gibi görmekten vaz geçelim artık! Bu dünya hep "esas oğlan"ların dünyası olarak mı kalacak? Ne yani; Efendisine  "atlar hazırdır efendim" dedi diye uşaktan vaz mı geçelim?

Ölen kaba kovboy, çiçekçi kız gibi, öyle öldüğüyle kalmaz. Çünkü;  o kimsesiz ve yoksul biri değildir; kasabanın patronu, maden-metal şirket sahibi bay Dickinson’un  oğludur.(Gerçi; İki taşımlık Öte tarihte, Spartaküs gibi, bağımsızlık ve özgürlük uğruna al kanlara bulanarak “öldükleriyle kalmayanlar[11]” da olmuştur. Ama nedense onları pek hatırlamayız). Bilirsiniz; ‘bırakınız sömürsünler, bırakınız ezsinler’ liberal-merhametsiz Şirketler dünyasında ve Vahşi Batı'da,  çaylarınız gibi  duygu ve düşünceleriniz; yani hayatlarınız da şirkettendir.  Nereye kadar nasıl bir hayat  süreceğinize hep onlar karar verir.. Bay Dickonson ile yapılan kiralık katillik iş anlaşmasına göre, şirket namına çalışacak  olan kiralık seri katiller, medeni vahşi batı hukukuna uygun davranarak  en kısa zamanda Bay Dickonson’un  oğlunun katilini  yani William Blake’i, ölü ya da diri yakalayıp; sermayeye tahsisli özel görevli bağımsız mahkemelerde yargılatacak; ağır cezası kesilecek; ve Şirketin adalet işlerine bakan memurları da “çok şükür adalet” yerini buldu diye tempo tutacaktır.

William Blake, kendini bekleyen akıbetten habersiz, yaralı bir halde, kağıttan çiçeklerin  ve mukavemet şiirlerinin bir kısmını  sokağa saçarak; elinde Nebuko ile pencereden atlar. Ve bu kez, eski bir taş plakta çalan Johann Sebastian Bach değildir. Yanık bir  uzun hava kişnemesi’ dir . Sayın okur gene "ne kişnemesi" dediğinizi duyar gibiyim, ne kişnemesi olacak; tabi ki bir at kişnemesi. Her kes bilir ki, At kişner; eşşek anırır, horoz üürür, hatta, mevzu o değil ama, affınıza sığınarak göt de ossurur (bu vesileyle, Picasso gibi biz de çift “ss” kullanalım biraz dedik). Hiç, attan başka, kişneyen bir hayvan var mı şu hayvanlar aleminde? Hani kişneyen tavşan ya da kişneyen kaplan gibi oksimoronlar mesela.. Hem sonra, attan ayrı olarak, kendi başına (per se), nesnesi olmayan özne halinde, yani herhangi bir ata ait olmayan   bir ‘kişneme’ de olamaz! Zira;  her kişneme daima belirli bir ata ait kişnemedir; öyle  değil mi?

William Blake yaralı bir halde benekli atın terkisinde kasabadan uzaklaşır. Yol boyunca, sadece bir kez, benekli ata musallat olmuş  at sineklerinden kurtulmak için  at kestanelerinin bulunduğu bir dere kenarında biraz mola verir. Moladan istifade, aşağıda kaç benekli at var bilin bakalım?

Bay Dickonson'un benekli atları

Şimdi diyeceksiniz ki, ( "ne diyecekmişiz bakıyım?" Yeter artık ama bizi yönlendirdiğiniz! Her seferinde nereden çıkarıyorsun bizim "ne diyeceğimizi"?  Sayın güvenilmez anlatıcı abim, bizim de dikkatli bir okur olarak neyi söyleyip neyi söyleyemeyeceğimiz hususunda birazcık tasarrufumuz olsun değil mi? Gerçi biz ne desek boş; güvenilmez anlatıcı olarak sen gene bildiğini okuyacaksın ama; olsun;  hiç olmazsa bu ikide bir yaptığın  anlatı numaralarını yutmadığımızı  bilmiş ol istedik), William Blake'in Nebuko ile birlikte dıgıdık dıgıdık kaçmasına yardımcı olan ve bir taş plakta çalan kişnemeyle dikkatleri üzerine çeken  o benekli atı oraya kim koydu ? "Kim koyduysa koydu canım" diyerek konuyu geçiştiremeyiz. Zira; ortada, bir gerçek var; ve   bu gerçeği sahipsiz bırakmak doğru olmaz değil mi? Cinnet geçiren tek dişi kalmış medeni-kovboy ile eski sevgilisi çiçekçi kızın cesetleri  henüz soğumamışken Gerçeği aydınlatmak zorundayız. Elbette; Gerçek'in kim için, kime göre, kim tarafından aydınlatıldığı çok önemli. Devrimci demokrat yazar Saltıkov Şçedrin'in Büyüklere Masallar'ındaki kurdun gerçeği  ile kuzunun gerçeği ayni midir? Bir kez kuzuyu yemeyi aklına koymuş kurt için kuzunun derenin neresinden su içtiğinin ne önemi var! Zira egemen bir güç olarak gerçeği tayin ve tarif edecek olan kuzu değil; kurttur. Gücü gücüne yeten Vahşi Batı'da da "gerçek", egemen gücün çıkarlarına ve amaçlarına hizmet eden şey demektir. Hadi; biz de bir ucundan tutalım şu iki kutuplu gerçeğin; bakalım bizi nereye götürecek? 

Kişneyen Benekli Atı oraya koyan fail(ler)i bulmadan "yüce adalet" yerini bulamayacağına göre, biz de güvenilmez anlatıcı olarak  şu yerini bir türlü bulamayan "yüce adalete" biraz yardımcı olalım bari: Önce, kapsamlı bir şekilde "suçu" planlamamız ve iyi kurgulanmış bir senaryo dahilinde, Bay Dickonson İktidarının yok edilmesini istediği hedefteki  bazı insanlar’ı, kanun önünde ‘suçlu bazı-insanlar’ haline getirmemiz lazım.

oval at pisliği
Bu iş için, suçlanmak üzere önceden tespit edilmiş bazı malum ve makul hedef kişileri, sanki makul şüphelilermiş gibi göz altına alarak işe başlayabiliriz. Yani; işi kolaylaştırıp ‘failden fiile’ gidebiliriz.. Nasıl yani demeden yöntemimizi anlatalım: At pisliği fiil, kişneyen benekli at da fail olsun. Amacımız da, hedefteki kişneyen benekli bir atı, sehven değil kasten, uydurulmuş ve imal edilmiş  sahte delillerle  "suçlu"  ilan etmek olsun. Çünkü, kurgumuza göre kişneyen benekli at, makul şüpheli ‘suçlu at’ rolünde. Kendi özel imalatımız olan at pisliğini delil diye bir şekilde kişneyen benekli ata mal edersek meseleyi büyük ölçüde halletmiş oluruz. Bütün dava, bu "pisliği", yani fiili, faile bağlamak ve mal etmek için bir dizi alengirli pis işler yapmamızda. Yoksa; hangi "at pisliği" kendi kendine, herhangi bir ata gidip de, "meğer; ben senin pisliğinmişim" der, di mi?

Bu mübarek ve hayırlı özel pis(lik)-iş için, önce, sanki başka bir yerden alınmış süsü verilerek Bay Dickonson'un haralarındaki atlara ait benekli beneksiz  at pislikleri örnekleri toplanır. Bay Dickonson'ın benekli atlarının pisliğinde mavi boncuk değil saman sarısı küçük benekler olduğundan, benekli pislikler tasnif edilir; beneksizlere ise benek kondurulur. İçlerinden irice ve oval biçimli olanlar özel oval kaplara konarak güzelce ayıklanır; ve zamanı geldiğinde kullanılmak üzere derin donduruculara yerleştirilir. Ancak, şunu unutmayın ki,  benekli at pisliğinin oval olması şart! Çünkü; suçlanacak kişneyen-benekli-atın pisliği, Vahşi Batı'da ayni oval   merkezden, oval-pislik kafalılarca standart olarak imal edildiği için  oval olmak zorunda.
                         
Şayet; pislik imalat deponuzda yeterince oval at-pisliği kalmazsa sakın üzülmeyin ve endişelenmeyin. Pislikten çok ne var şu Vahşi Batı’da. Malum şu pislik uzmanlar(ı) sayesinde her çeşit pisliği tappuşlayıp ovalleştirebilir; ve üzerine sarı benek kondurabilirsiniz. Burada önemli olan şey, kullanım sırasında, depodaki mevcut at pislikleri ile diğer pislikleri birbirine karıştırmamak; ve her çeşit pisliği üstünüze başınıza bulaştırmamak. Faraza, eğer At pisliği alıyorum diye sehven eşşek ya da tavşan pisliği alırsanız başınız ağrıyabilir. Zira tavşan pisliği, keçi bokugiller familyasından olduğu için yuvarlaklığıyla hemen ayırt edilir ve ovalleştirmeye pek gelmediğinden özel imal edilmiş delil olma evsafını yitirir. Ayrıca; kasaptaki ete soğan doğramayanlar  gibi, tavşan pisliği de ne kokar ne bulaşır. Dolayısıyla,  “tavşan kaç tazı tut” tarzı dalga operasyonlarında  “tavşanın korktuğu için mi kaçtığı yoksa kaçtığı için mi korktuğu pek belli olmaz. Öte yandan; örgütlü tavşan pislikleri üzüm salkımı gibi toplu halde olduğundan, kokusuz olmasına rağmen örgütün bir ve her  numarası hemen tespit edilebilir.

Eşek pisliği derseniz o da ovalleştirmeye gelmez. Çünkü; çoğu zaman vıcık olurlar. Gerçi bu oval(leştirme) pislik işlerinde yeterince deneyimli ve birikimli pislik herifler, yani pimpis uzmanlar varken niçin onların pislikleri bu pis işlerde kullanılmaz o da ayrı konu. Ama siz de haklısınız; elinizde onca hazır oval at pisliği varken ne diye eşek pisliğiyle uğraşıp eşşeklik edesiniz ki?

Buraya kadar anlatılanlarda bir pislik yoksa devam ediyorum. Sonra; malum pislik planımızın bozulmaması için, oval at pisliğini  at sineklerinin gelemeyeceği  bir sandığın veya torbanın içine koyarak bu pisliğin sahibi olacak olan benekli atı bulmak üzere Vahşi Batı Başkanlık Oval Ofisi’nden, “deeeh!!” diyerek,  Benekli Oval At-Pisliği Operasyonunu başlatırız. Operasyona katılan şerifin adamları da, sadece, bu pis işleri yaparken etrafa pisliklerinizi saçmamaya dikkat etsin yeter. Zira; istenmeyen biri, kazara pisliğin üzerine basarsa, onu da bu pisliğe, yani Yüce Adalet'e bulaştırmış olursunuz ve foyanız meydana çıkabilir.

Sandık ve torbalardaki kimyasal muhtevası kayıt altına alınmış ve pislik envanterlerine geçmiş seri imalat at pisliklerini, uygun göreceğiniz operasyonlarda kullanmak üzere, karlı bir kış günü, Zırvalama Vadisi'nde, Poyrazlı Mavalköy'de ve Gölbaşı Zulası mevkisinde önceden işaretlenmiş ve birkaç kerterizle kolayca bulunabilecek belli bir yere iz bırakmadan gizlice ve bulunmayı bekler bir halde gömmekte yarar var. Böylece; pisliğe ihtiyaç duyduğunuz zaman adına “gazeteci” denilen özel görevli psikolojik savaş elamanların gözleri önünde kazılar yaparak "aha bak gördünüz mü Şerifim, burada ne pislikler varmış" diyerek "delil" olacak pisliğinizi mis gibi, tap taze, sanki kendi elinizle koymuş gibi bulabilirsiniz. "Delil" haline getirmiş olduğunuz o at pisliklerini, artık,  o pisliğe uygun gördüğünüz makul ve malum  suçlu kişneyen benekli bir atın altına kanun namına bırakmak suretiyle o atı 'basbaya-suçlu' kişneyen benekli at haline getirmiş olursunuz. Bundan sonrası artık sizin için peynir ekmek. Özel  İmalatınız olan  malum ve makul şüpheliyi  tutuklanmak üzere  kolayca göz altına alabilirsiniz artık. Ve böylece o çok özlenen ve beklenen Yüce Adalet de kısmen yerini bulmuş olur.

Gözaltına alma ve delil uydurma yöntemimizi  böylece tespit ettikten sonra, şimdi; ilerde adı, faile göre belirlenecekse,  'Kişneyen Benekli At'; yok eğer fiile göre belirlenecekse 'Oval At-Pisliği Davası' olacak olan Davamıza tekrar dönebiliriz. Bunun için İktidar gücü Bay Dickonson ve Şerif’in müştereken, daha önceden hedefe tahtasına koymuş olduğu makul-suçlular, yani, makul şüpheli denen 'malum' suçluları, burası Vahşi-Batı ya, asıllı-asılsız olmuş hiç fark etmez, hakkınızda isimsiz  bir "ihbar telgrafı"  var diyerek tutuklamak üzere göz altına alırız. Şerifin adamları  olan  “gazeteciler”, yani, psikolojik savaş elemanı olan İktidar Bülteni Mensupları aracılığıyla da, kasabalıyı kandırmak yani ikna etmek için "kişneyen benekli atı oraya koyanların kimlikleri belirlendi” diye bir şayia çıkartarak; ve nasıl olsa elimizde, iftara attığımızda izi kalacak olan  pislik bol miktarda olduğundan,  göz altındakiler hakkında yoğun bir iftira ve yalan kampanyası başlatırız. İftira kampanyasını takiben, Bay Dickonson 'un kasaba ve eyalet yargısına sızmış adamları vasıtasıyla da, ister hukuka uygun olsun ister olmasın fark etmez, Vahşi Batı hukuku dilinde, Arap saçı örgüsü çoook uzun arapsaçı bir iddianame hazırlatırız.

Arapsaçı İddianamenin  sayfa sayısını ise, öyle ince Hurufi ve Ebced hesaplarına hiç girmeden, "24 mıh hesabı" yöntemiyle  kolayca tespit ettiririz. Malumunuz, atların dört ayağı bulunur ya her ayak için bir nal gerekir. Her nal da altı mıh ile atın ayağına çakıldığından demek ki atımızın ayaklarında toplam 24 mıh  var demektir. Şimdi; söz konusu arapsaçı iddianameyi yazmak için Savcılık makamına, aldığı özel talimat gereği, birinci mıh için bir sayfa, ikinci mıh için iki sayfa, üçüncü mıh için dört sayfa, dördüncü mıh için sekiz sayfa olmak üzere bir öncekinin iki katı artış oranlarıyla 24. mıha geldiklerinde, ek'ler hariç, sayfa sayısının  toplam  8 milyon 388 bin 608 olması gerektiğini tespit ederek iddianameyi yazdırırız. İddianamenin okunması için gerekli ve yeterli olan toplam gün sayısını da, ayni şekilde “24 mıh hesabı” ile bulduktan sonra, makul şüphelileri, göz altındaki “ölme eşeğim ölme” adil yargı bölmesinde bekletiriz. 

Şimdi, madem elimizde bizce malum ve makul  failler yani  "suçlular" var; bu faillere yakışan fiilleri ve delilleri Guguk (bağışıklığını kaybetmiş olan Hukuk) diline uydurarak iddianamede bir bir sıralayabiliriz. Ve başlangıçtaki "a priori[12]gerçek'in keyfini çıkarabiliriz artık. Yeter ki; iş, kılıfına uygun delil imal etmeye kalsın; eminim Şerif'in çete adamları ve Bay Dickonson’un eyalet bölge çete temsilcileri gerekeni yapacaktır. Ne bileyim; mesela, kişneyen benekli atın  nalının mıhı Zırdeli Vadisi arpa deresinde bulundu diye söylenti çıkaracaktır kasabada...Ve mümkünse inandırıcı olması içi arpa deresinde bulunmuş olan ve üstünde ıslak arpalar bulunan o mıhı, nalıyla birlikte hem nalına   hem de mıhına vurarak   kasabalılara gösterecektir.
Benekli at süsü verilmiş makul şüpheli eşek

Hatta gerekiyorsa, "atın ölümü arpadan olmuş" deyip arpayı fazla kaçırma sonucu nalları havaya dikmiş bazı eşeklerin, üzerine biraz arpa da serpilerek benekli at süsü verilmiş bir halde, sanki benekli at nalları havaya dikmişçesine fotoğrafları Şeriflik marifetiyle kasabalıya dağıtılacaktır. Hani şu algı-yanılsaması yönetimi diyorlar ya, işte onu, usulüne uygun olarak yapacaklardır. Tabi, bu arada, adı Kişneyen Benekli At ya da Oval At Pisliği olacak davanın, Şerifin dalkavuk ve şarlatan gazetecileri marifetiyle kasabalının diline düşmesi de sağlanmış olacaktır.. Göreceksiniz, bu sayede "gerçek" büyük ölçüde aydınlatılmış; ve başlangıçtaki örgütlü ‘suç planlamasına uygun olarak,  pek ala; hedefe konulan masum insanlar   " basbaya suçlu" ilan edilmiş olacaktır.  

Peki; o kişneyen benekli at oraya  William Blake kaçsın diye "kasten, pardon yani, sehven" konulmuş olamaz mı? diye soranlarınız varsa eğer, sevgili okur, onlara söyleyeceğim şudur: (Gerçi bunun daha kasteni mi kaldı ama, hadi neyse anlatalım..). İster kasten ister sehven konmuş olsun, şu egemen-kovboy hukukunun ve her çeşit haydutluğun   hüküm sürdüğü Vahşi Batı'da, her ne olup bitiyorsa, siz sanıyor musunuz ki öyle kendiliğinden oluyor? Bütün olup bitenlerin arkasında muhakkak  bir tasarım, bir gaye aramak gerekir bence. İki taşım Tarih ötesinden George Politzer'i hatırlayın:  Ne diyordu George Politzer, St.Germain bulvarında kolundan yakaladığı Henry Lefevbre'ye : "provokasyon yok; provokatörler var sadece!". Provokasyon eylemini provokatörün varlığından ayırırsak; ondan ayrı olarak,  kendi başına ele alırsak provokasyon gerçeğini çarpıtmış oluruz değil mi? Bu olaylar da öyle kendiliğinden olacak şeyler değil işte; önceden planlanmış ve kurgulanmışlar. Yani bu olayların belirli özneleri var. O öznelerden ayrı ve bağımsız değiller. Önemli olan, söz konusu plan ve tasarımları yapan; senaryoyu yazan; oyuncuları, figüranları, esas oğlanları; kötü adam ve kötü kadınları…tespit edip; oyunu yöneten o  asıl özneyi deşifre etmektir;   ve oynanan oyunu bozmaktır.
                                                                         
Aslında; Vahşi Batı’da, Kişneyen Benekli At Davası hakkında tevatür muhtelif. Bazılarının dediğine göre, güya,  William Blake’in kaçması için o kişneyen benekli atı oraya, sehven, Nurlu Sinsi Örümcek Ağı Tarikatı mensubu kasabanın şerif yardımcısı koymuşmuş. “Yahu; Şerif yardımcısının işi yok da, kasten, yani sehven,  William Blake’in kaçmasına yarayan bir kişneyen benekli at imal edip oraya nasıl koysun?” demeyin; Vahşi Batıda Bay Dickonson'un at çiftliğinde, mahmuzlu-metal-adamlar dürtme teknolojisiyle at öksürmesinden at hapşurtmasına ve at hıçkırığı tutmasına kadar neler üretiliyor neler. Malumunuz at kişnemesiyle at kavramı arasında "fark" var;  at kavramı kişnemez, ama; mahmuzlu metal-adamların dürtme teknolojisiyle adamlar ‘at kavramını’ bile uzaktan kumanda ile kişnetebiliyorlar.(vay canına diyen yok mu!? Hiç olmazsa caramba! diyin bari, yıllarca o kadar western filmlerini boşuna mı izlediniz yoksa!?). O koca başbakanları bile, beyinlerine çip takılmışçasına,  bir parmak işareti ile uzaktan kumanda edenler,  bir benekli atı  uzaktan kumanda ile  kişnetmiş çok mu yani!?

Peki ama bir "at kavramı" niye kişnetilir ki uzaktan Feridun abi? (Edip Cansever'in mendilinde kan sesleri güzel Ahmet abisi varsa benim de ‘kişnemede kan ve ölüm sesleri’ Feridun abim var; ona göre!).Canlı bir at değil; kısrak değil; sadece bir "kavram", "at kavramı" niye uzaktan kişnetilir ah benim güzel Feridun  Abim? Bu gün at kavramını kişneten yarın ya eşek kavramını anırtırsa, ertesi gün demokrasi ve özgürlük kavramını koyun gibi  meee'letirse maazallah burası ‘oynatmaya az kaldı’ hayvanlar çiftliğine döner. Hukukun üstünlüğü adına kavramlardan kimse öyle  keyfe keder eylemler icat etmesin, aksi takdirde, er geç kasabalı da  ossurup ossurup ( Picasso'yu anmış olalım gene çift ss'lerine dikkatinizi çekerim) ipe dizer, bunu yazın bir kenara Feridun Abi.

Peki tamam; sizin dediğiniz gibi, hadi bir an için o kişneyen benekli  atı, oraya, Nurlu Sinsi Örümcek Ağı Tarikatı mensubu şerif yardımcısının   koymuş olabileceğini kabul edelim. Ama o zaman da, hayatın olağan akışına karşı gelmiş olmuyor muyuz? Nasıl yani? demeyin; açıklayacağım: Bir defa Adam, yani şerif yardımcısı, tarikat mensubu bir kanun adamı.. O bölgede kişneyen benekli atların sadece Bay Dickonson'un aygır deposunda olduğunu bilir. Yüzlerce atı olan ve çok iyi korunan  Bay Dickonson'un aygır deposuna hırsızlık için girmesi, yüzlerce çift yeme riskini göze alması demek olur. Ayrıca bu  bir suçtur. Ve tarikat mensubu bir kanun adamı olarak böyle bir  suçu planlamak "kanunsuzluk" olur! Dahası, benekli atı kanunsuz bir şekilde bulduk diyelim,  bu sefer de, William Blake kaçarken farkına varsın diye, onu, nasıl kişneteceğiz? Benekli atlar öyle durduk yere kişnemez ki!  Onları, ayrıca, amaca uygun olarak birilerinin  kişnetmesi lazım. Bu ise özel bir uzmanlık ister. Şerif Yardımcısının tahsili ve aldığı özel kurslar ortada.  Ve sicili belli. Gerçi siciline “tarikat mensubudur; dikkat edilmedir; şebekecidir; kişneticidir, çete mensubudur...” diye not düşülmüş ama, olsun. Hasılı bu iş,  Şerif Yardımcısı'nın işi olamaz. Ama siz hala ikna olmadınızsa ve bunlardan her şey beklenir; bunlar kanun adına 'suç planlayan' kanun adamları örgütü ve gizli suç şebekesi’dir diyorsanız, onu bilemem işte! Zira; burası Vahşi Batı, onlardan her türlü "pislik" beklenir!

tacizci at sineği(gadfly)
Diğer bir husus da kişneyen benekli atın sırtına o tacizci at sineklerini (gadfly)  kimin musallat ettiği? Hatırlayın, hani; William Blake kaçarken at kestanelerinin olduğu bir dere kenarında mola vererek at sineklerini kovmak zorunda kalmıştı ya.. (Bir dakika sayın güvenilmez anlatıcı, bir dakika.. madem bir dikkatli okur olarak anlatıya katılma hakkımız var demiştiniz, peki öyleyse söyler misiniz bize, ilerde, "at sinekleri komplosuna" delil teşkil etsin diye,  ne malum o dere kenarındaki molayı sizin önceden kurgusal olarak ayarlamadığınız? ) velev ki ben ayarladım; ne olmuş yani!? Burası Vahşi-Batı dememiş miydik; nasıl olsa eninde sonunda ‘yüce adalet' egemen-güce ‘ayarlanmış’ bir şekilde yerini bulmayacak mı; ve  yaptığımız yanımıza kar kalmayacak mı zaten? Hem sonra konumuz kurgular değil gerçek at sinekleri, siz simdi şuna kafa yorun biraz:  mantıken  bu at sineklerini at sırtına koymak tek kişinin işi olamaz; bu iş, mahiyeti itibariyle, muhakkak bir organize iş olmalı. Hani, eski Atina'da olsak, tanrı tarafından, bir "at sineği" olarak uyandırıcı ve canlandırıcı olsun diye devletin başına musallat edilen Sokrates örneğine bakarak, tanrının bu işte parmağı var diyebilirdik.

Yine, bir an için, at sineklerini tarikat mensubu Şerif Yardımcısının benekli atın sırtına yerleştirmiş olabileceğini farz edelim. Peki ama, o zaman da, o kadar at sineği, tek başına bir kanun adamı tarafından, hangi bataklıktan nasıl toplanacak ve onlar neyle taşınacak? Bu muazzam organizasyonun maliyeti Şerif Yardımcısının maaş bordrosunda gösterilen aylık maaşı ile karşılanabilir mi? Bu iş için özel bir fona ihtiyaç yok mu sizce? Siz hala tek bir kişiye takmışsınız kafanızı bir günah keçisi arıyorsunuz. Bu iş ancak  organize bir iş olabilir. Zaten, ücretli ve ücretsiz köleler hariç, organize olmayan ne var ki şu dünyada!

Eğer At Sinekleri, kese kağıdı ve karton kutularla taşınır  diyorsanız, bir kese kağıdının ve karton kutunun boyutları ve hacmi belli. O kadar at sineğini Vahşi Batı bataklıklardan toplayıp getirmek  için yeterli ve elverişli kese kağıdını ve karton kutuyu nereden bulacaksın? Hadi buldun diyelim, bu sefer de, o kadar at sineğini eşek sırtında taşırken, kese kağıdı ve karton kutuların yüklendiği eşeklerden kasabaya kadar  bir eşek-yolu konvoyu oluşturman eşeklik olmaz mı? Yaklaşık  iki kilometrelik bu konvoy her kesin dikkatini çekebileceğinden akıllıca değildir. Yok eğer deniz yolu ile gemi ambarında taşıtırım diyorsan o zaman da sineklerin deniz tutması riskini göze alacaksın demektir. Ayrıca; hava muhalefeti dolayısıyla, ambar sızdırmazlıkları iyi değilse, tüm karton kutular ve kese kağıtları ıslanmış olacağından sefer sonunda  en az yarıdan fazla at sineği telef olmuş olacaktır. Ondan sonra zararı tazmin edeceğim diye  işin yoksa sigortacılarla boğuş dur!

Öte yandan; at sinekleri hacimli yük sınıfına girdiğinden sineklerin uçuş aralığı mesafesi nedeniyle ambarlarda çok fazla yitik hacim (broken stowage) olacaktır. Yitik hacimli yüklerin  navlunu çok yüksek olacağından at sineklerinin gemi taşımacılığı astarı yüzünden pahalıya patlayacaktır. Ayrıca, at sinekleri, atlar olmadan yaşayamazlar ki; adı üzerinde at sineği! Ama; Atı bulsan, bu kez de denizli havalarda gemi dalgalardan at gibi şaha kalktıkça, ortalık at kişnemesinden geçilmez. Ve at sineklerinin kan emici saldırıları ve baskısı ile de atlar, yemeden içmeden  kesilirler. Hem sonra, yükün emniyeti ve  yola elverişlilik belgesi alabilmek için deniz taşımacılığı kuralları gereği sefer boyunca gemide baytar da bulundurmanız gerekecektir. Deniz tecrübesi olan baytarı nereden bulacaksın; sonuçta, yine deniz simsarlarının eline düşeceksin demektir. Bütün bunlara para mı dayanır!  
deniz tutmuş tacizci at sineğinin alttan görünüşü

Aslında; en iyisi mi at sineklerini deniz yoluyla gemi ambarlarında taşımamak. Çünkü gördüğünüz gibi, telefat çok fazla olmakta ve maliyet artmakta. Ayrıca, telefat nedeniyle, Vahşi Batı Deniz Telefatları İzleme Komitesi Raportörü hakkımızda ileri geri bir rapor da tutabilir. Ama; eğer at sineklerini, bu kez, özel maksatlı at-sineği-konteynırları ile gemi güvertesinde taşırım diye ısrar ediyorsanız o zaman da  güverte üstü yükleri konvansiyonu gereği at sineklerini çok iyi laşing (deniz-bağı) yapmanız gerekecek. Aksi takdirde, kuvvetli bir rüzgarda hepsi sapır sapır denize dökülecektir. Hassas ve kırılgan   yüklerden olan   at sineklerine laşing yapmak, daha baştan at sineklerinin kolunun kanadının kırılması anlamına da geleceğinden, at sineklerini evsafını yitirmiş yük statüsüne sokacaktır; ve yükleme sırasında yükleme ordinosuna çekinceler konacağından bir türlü ‘temiz’ konşimento (taşıma senedi) imzalanmayacaktır. Ve alıcı, malını sapasağlam alamayacaktır.

Sayın dikkatli okur, “peki bütün bunların kişneyen benekli at veya  oval at-pisliği  davası ile ne ilgisi var!?” diye soracak olursanız ben de size cevap olarak: zaten; bu dava, başından beri, aslında, “bütün bunların, bu davayla ne ilgisi var?" davası değil mi  derim. Bütün mesele, zaten, dava dosyasını, ilgili-ilgisiz, abuk sabuk, saçma-sapan bir takım karmaşık şeylerle alabildiğine kabartmak ve balon gibi şişirmek değil mi? En iyisi mi, bu davada siz bir rabıta ve mantık aramayı bir yana bırakın da şu söyleyeceklerimi bir dinleyin: Davanın ruhuna sadık kalarak son olarak diyebiliriz ki at sineklerinin güverte üstünde özel maksatlı konteyner içinde  taşınmasının Denizde Çatışmayı Önleme Kuralları gereğince de bazı sakıncaları bulunmaktadır. Seyir halindeki çatışma riski taşıyan iki gemi kural gereği yapacağı manevrayı önceden belli etmek ve  birbirlerini uyarmak zorundadır. Bu gemiler bazen gemi düdüğüne ihtiyaç duyabilirler. İşte; böyle durumlarda gemilerden herhangi birinin gemi düdüğüne asılması halinde At sineklerinde alışık olmadıkları bu ses şiddetiyle karşılaşmış olmalarından ötürü can havliyle konteyner havalandırma deliklerinden kaçışarak köprü üstü kumanda yerine dolup  geminin sevk ve idaresini, sekteye uğratabilirler. Ve bu da, Allah muhafaza, felaketle sonuçlanabilecek gemi kazalarına yol açabilir.

At sineği taşımacılığı Kadıköy-Karaköy arası kısa mesafe yolcu gemilerindeki eğlenceli martı taşımacılığına benzemez. Orada, ince belli sarı sırmalı bardakla içtiğin çay eşliğinde, bir tabla küncülü gevrek simit parçalarıyla martıları karşıdan karşıya taşıyabilirsin. Ama at sinekleri öyle mi? Onlar taa Atlantik sahillerinden deniz aşırı diyarlara uzun mesafe taşımacılığıyla gönderilebildikleri için günlük küncülü simite değil aylık kumanyaya ihtiyaç duyarlar. Ama at sineklerinin yegane beslenme kaynağı ve kumanyası atlardır.. Sırf  at sinekleri beslensin diye yeterli sayıda atı,  uzun mesafe yolculukları için gemiye yüklemek de pek  akıl karı değil. Zira; uzun boylu uzak yol kargo gemilerinde at taşımacılığı yaparken stabilite (denge) ve trim (başlı-kıçlı olma) hesaplarını çok iyi yapmazsanız Atlantikte yalpalar ve boğulabilirsiniz. Fırtına esnasında o dalga tepesine çıkayım derken bu dalga çukuruna aniden düşebilirsiniz. ve maazallah kamburlaşma (hogging) ve çukurlaşma (sagging) nedeniyle gemi ortadan caaart diye kırılıverip ikiye bölünebilir; ve gemide ne birlik kalır ne bütünlük!   Ondan sonra, denizden kişneme feryatlarını işit dur. Hasılı; özel maksatlı  konteynırlarda  at sineği deniz taşımacılığına  kimse rağbet etmeyecektir. Ama, at sineklerinden bazılarını   tanık koruma programından yararlandırmak suretiyle, önce tutuklayıp sonra çok amaçlı  "makul-şüpheli-gizli -tanık" yaparsak belki at sineği gerçeğini biraz  aydınlatabiliriz.

Nasıl mı? Açıklayabilirim: 

çift kanatlı eklem bacaklı at sineği
Malumunuz; at sinekleri  çift kanatlı eklem bacaklı asalak uçuculardan  olduklarından, onları, gizli türeme ve sızma yoluyla ile bir ata, hele ki kişneyen bir benekli atın kuyruk sokumuna eklemlememiz çok kolay olacaktır. Kasaba Şerifliğinde, bir tutanakla, at sineklerinin ta başından beri zaten kişneyen benekli atın kuyruk sokumunda yuva yaptığını, ve sırtında barındığını; hatta, kişneyen benekli atın, anasının karnındayken bile bu at sinekleriyle haşır neşir olduğunu uydursak, yani; anlayın işte, iddia edersek, emin olun, kasabalıyı şu "Kişneyen Benekli At Davasına" inandırabiliriz. Tabi; kasabalıda istenen algının yaratılmasında Şerifin Adamları olan ve kendilerine “gazeteci” süsü veren  İktidar Bülteni Mensuplarına çok iş düşmekte. Söylemeye bile gerek yok; Bay Dickonson’un matbaası ve basını bu işler için var zaten. O yüzden; önce biz, Kasabadaki Şerif ofisinde, binlerce at sineğini, sirke sineği, kara ve sivri sinek, kurt atan yeşil sinek... gibi bilumum uçuculardan ve haşerelerden ayırdıktan sonra, hepsini  beyaz bir cibinlik içine hapis edelim. Cibinlik içindeki at sineklerinden bazılarını  "beyaz-cibinlik" kod adıyla, korumaya ve özel beslemeye alalım. Göreceksiniz, kısa bir zamanda, "beyaz-cibinlik" kod adlı  özel beslenme ve koruma altındaki at sinekleri, kafalarındaki özel görevli yön bulucu antenleri sayesinde  kişneyen benekli ata çok çabuk ulaşacak; ve onu, istediği zaman, makul şüpheli bir at gibi  kişnetebilecektir. 

Gerçi, at sineklerinin çoğalmak için kara sinekleri taşeron olarak kullandığı söyleniyor ama, bu  ne kadar doğru bilemem. Malumunuz, çift kanatlılar (sanki tek kanatlılar varmış gibi!) aleminde, bu  kara sineklerin, pisliklere konması saymakla bitmez. Ve bunlar, özellikle orta çağdan beri  karanlıkta  geri geri uçmalarıyla meşhurdurlar. Kafalarındaki özel maksatlı antenli alıcılarına bakılacak olursa, taşeron olarak kullanılma ihtimalleri çok yüksek görünüyor. Hatta, bazı istihbarat kaynaklarına göre, bazı kara sineklerin, “resmi-hizmet sineği” adı altında, özellikle Afrika gibi geri bırak(tır)ılmış yerlerde, okulların bulunduğu mahallerde, 'bırakın uyuyanlar uyan(a)masın; uyuşanlar uyuşuk kalsın' diye, Ashab-ı Kehf  uykusu ("Yedi Uyurlar Derin Uykusu" ) bulaştırdıkları bile  oluyormuş.

Yalnız anlayamadığımız bir şey var: normal olarak at derisi titreşerek bu at sineklerini kaçırtabilecekken   nasıl oluyor da o kadar at sineği koloni halinde bunca yıl atın sırtında kalabiliyorlar? Benekli Atımız, hani; titreyip kendine gelenler gibi,  şöyle bir silkinse ve derisini titreterek kendine gelse,  bütün bu at sineklerini üstünden kovabilecekken, nedense, bu uçucu-kaçıcı asalaklara yıllarca bedeninde konaklama izin vermiş; onları beslemiş. Bu tuhaf hususun da bir şekilde  aydınlatılması gerekiyor aslında.

Sevgili dikkatli okur sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı, bu arada, hiç mi "meşin kırbaç" şaklamadı? O kadar kişneme oluyor, nedense, meşin kırbaçtan hiç bahseden yok!? Malumunuz; hani delil uydurulması için  Vahşi Batının Ak Tolgalı Beylerbeyi " deeeh! (hayvan dilinde ilerle!! demek)" diye haykırmıştı ya, işte o arada meşin kırbaç illa ki şaklamış; ve yağız atlar da kişnemiş olmalı (isterse kişnemesin; arpası kesilir, saltanatı son bulur yoksa!); ve bu hengamede at sinekleri de haliyle kaçışır. Ama; bunlar özel "arpa" ile beslenen özel görevli "benekli" atlar oldukları için belki meşin kırbaç kar etmemiş olabilir. O yüzden; makul şüpheli benekli atın kişnemesinden önce ve ya kişneme sırasında, fark etmez, meşin bir kırbacın şaklayıp şaklamadığı hususuna da bir açıklık getirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Ve özellikle, para peşin kırmızı meşin kırbacın, olay anında, kimlerin elinde bulunduğu; ve şaklatılmışsa ne amaçla ve ne  sıklıkta şaklatıldığı, Şerif'in adamlarınca, tarih ve saati önceden "ayarlanmış" olarak, olaydan önce düzenlenen Olay Mahali Tespit Tutanağında ayrıca belirtilmelidir.

Bay Dickonson’un Kasabasında en çok konuşulan konulardan birisi de, yargılamaların, Bay Dickonson'a ait özel bir aygır deposunda, At kişnemeleri eşliğinde, Özel Görevlendirilmiş ve Yetkilendirilmiş At Kişne(t)me Mahkemelerince görülecek olmasıdır. Yargılamanın açık ihlali anlamına gelecek olan bu uygulamanın,  yargılanacak olanları, yüzlerce at tepişmesi ve kişnemesi arasında bırakacağından;  Vahşi Batı'nın kanun adamı kılıklı tarikat mensubu at hırsızı çetesinin  açık hedefi yapacaktır. Sanık avukatları, yargılamaların yapılacağı mahkemenin, kasabadaki bir kamu binasına alınması için, bir üst mahkeme olan  Tam Yetkili Eyalet Yüksek At Kişneme ve Kişnetme Beygir Mahkemesine itirazda bulunmuş; ama, gerçeğe ulaşmak için çok sayıda benekli atın kişneyeceği/kişnetileceği duruşmalar sırasında yargılamaların  yapılacağı Mahkeme, kasabalıların  ilgi odağı olur da, kasabada önü alınamayan  toplu kişnemeler başlarsa; top yekun bir kişneme salgını kasabayı ve diğer kasabaları hatta eyaletleri sararsa, işte o zaman, ne “hukukun-üstünlüğü”  ne de “hukukun-alçaklığı”  kalır mülahazasıyla söz konusu talep reddedilmiştir.

Kasabanın ileri gelenleri ve geri gidenlerinin belirttiğine göre, dikkat çekici diğer bir husus da, Bay Dickonson’un Özel Aygır Deposunda görülmekte dava  boyunca, Oval At Pisliği Davasına bakan  mahkemede, haralardaki oval at pisliklerinden olsa gerek, pis kokudan milletin burnu deliniyormuş..  Özellikle, kasaba esnafından alışveriş yapan özel görevli  mahkeme heyetinin, sanki dipsiz bir pislik cuburunun içine düşmüşçesine,  üstü başı adeta leş gibi pis kokuyor olmasından esnaf illallah demiş.  O yüzden söz konusu mahkemeye, halk arasında,  hukukun kokuştu(ruldu)ğu Foseptik Mahkemesi  adı takılmış.

Öte yandan; Çoğunluğu hafif süvari alayı mensubu olması hasebiyle malum ve makul şüphelilerin yargılandığı Foseptik Mahkemesi salonunda, Mahkeme Heyetince, duruşmalar boyunca, 'ağırlaştırılmış ceza' hukuku müziği olarak Franz Von Suppe'nin "Hafif Süvari Alayı Üvertürü" nın seçilmiş olması, duruşmaların, daha başından, sanki hukuka uygun bir ahenk içinde senfonik bir şiir gibi akacağı ve "adil yargılama" yapılacağı izlenimini doğurmuş; ancak; davalı avukatları, müvekkillerinin Hafif Süvari Alayı mensupları olmalarını gerekçe göstererek bu marşa itirazda bulunmuş; ve duruşmaların, hiç olmazsa, düşmanı denize döken İzmir Marşı ile başlatılmasını ve düşmana korku salan "ceddin deden neslin baban" mehter marşı ile sürdürülmesini talep etmiştir. Fakat; bu talep de,   hafif süvari alayı vesayet rejimine alerjisi olan ve söz konusu Mehter Marşını yeterince  sakıncalı bulan  "ayarlanmış" Mahkeme Başkanlığınca reddedilmiş; ve böylece işin  rengi belli olmuş; adil yargılamaların mezara kadar süreceği anlaşılmıştır.  Savunmanın itirazlarına rağmen duruşmaların kapanış müziği olarak da Chopin (Şopen)'in Cenaze Marşı seçilmiştir. 

Aygır deposundan bozma bir  salonda Özel Görevlendirilmiş At Kişne(t)me Mahkemesince görülmekte olan Oval At Pisliği davasında, diğer adıyla Kişneyen Benekli At davasında, duruşmaların Suppe'nin Hafif Süvari Alayı Marşı'nın  hücum borusu sesiyle başlaması; atlarını daima özgürce kişnetip sürüp gitmeye alışmış olan   hafif süvarilerin  yakınları ile mahkemenin bulunduğu aygır deposundaki görevlilerin didişmelerini anlatan ‘vurmalı-çalgılar’ ile devam etmesi; ardından; malum ve makul şüpheli hafif süvari alayı mensuplarının, mahkemece yasaklanmış olmasına rağmen İzmir Marşını okuyarak toplu halde duruşma salonuna gelmesi;  ve Vahşi Batının  Nurlu Sinsi Örümcek Ağı Tarikatı mensubu savcısınca hazırlanmış olan ve adına ucu açık iddianame denilen uydurukname'nin aygır deposundan bozma mahkeme salonunda okunmasına geçilmesi; uydurukname’nin ‘kısa kesilmiş  Aydın havası’ şeklinde okunmaması yüzünden gerilimin artması; ve mahkeme başkanının tehditkar sözler sarf etmesi üzerine kalın sesli devrimci yaylılar grubundan kontrbasın  devreye girmesi; ve Mahkeme Heyeti cephesindeki düşman mevzilerinden uydurulmuş deliller, yalancı gizli tanıklar ve imzasız ihbarlarla mesnetsiz hukuk dışı yaylım ateşlerin  başlatılması; ve bu yaylım ateşten korunmak amacıyla savunma makamı mevzilerinden, hukuka uygun avcı boy çukuru siperleri kazılarak vatan savunması savaş-nöbetine  geçilmesi; ve anayasal sütre gerisi atışlarına başlanması;  derken; beyaz bayrak gösterilip  alınan  bir yara-bere sarma molası ile muharebelere geçici bir ara verilerek savaş temposunun düşürülmesi; ancak; bir süre sonra da, savunma siperlerinden çalınan bir hücum borusuyla saldırıya geçilerek eldeki Alay Sancağı tam İddia Makamının müstahkem mevki sırtlarına dikilmeye çalışılırken, bu kez, yurttan sesler halk korosu eşliğinde ‘uzun soluklu sazlar’ın devreye girmesi; ve  uzun ince  bir  “ti” boru sesiyle özel görevli mahkemenin ti'ye alınması; ve bu tiz  "ti" sesleri arasında Marş tam sona ererken, okunmuş şeker yutmaktan uykusu gelmiş üfürükçü Mahkeme Heyeti Korosundan bir  özel görevlinin "ti" sesiyle uykusundan uyandırıldığından bahisle  makul şüpheli-sanıklar hakkında mahkemeyi ti'ye almaktan ve tertiplenmiş armonik uyumu bozmaktan suç duyurusunda bulunması; ve bu arada hafif süvari birliğinin alay sancağına saldırılması; ve hafif süvarilerin, bu durumu,  hep bir ağızdan: ‘“bu mahkeme, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar mahkemesi olamaz!” diyerek protesto etmeleri;  ve bunun üzerine hafif süvarilerin, kasten tipi bir sehven  ile arbede çıkartılarak   mahkeme salonundan çıkartılmaları; ve o esnada, psikolojik savaş müziği olarak çalınmak istenen Şopen’ın cenaze marşına tepki olarak, hafif süvarilerin toplu halde  tekrar İzmir Marşını okumaları... işte; bütün bunlar, kasaba halkının vicdanında yer etmiş; ve bu duruşmaların, aslında, ‘adalet yerini bulsun ve hukuka uygun  bir yargılama yapılsın’ diye  değil de; bilakis; halkın gözünü boyamak ve Bay Dickonson’un gizli ve sinsi emellerini hayata geçirmek için tasarlanmış birer kumpas ve "gösteri" duruşmaları olduğunu kasaba halkının gözleri önüne sermiştir.

Bu arada, Dava Dosyası'na göre biraz makul şüpheli, ama, zaten bizatihi  "a priori suçlu" olan  hafif süvarilerin  avukatları,  Kişneyen Benekli At Davasının en önemli delillerinden birisinin de, sahibinin sesinden "benekli at kişnemeleri" taş plağı olduğunu belirterek başka bir gerçeğe daha dikkat çekmişler. Hani William Blake kaçarken bir taş plaktan kişneme sesi duymuştu ya, işte o taş plak. Bu taş plak, kimliği belirsiz bir telgraf ile yapılan bir ihbar üzerine, şerifin "özel görevli" adamlarınca, hafif süvari alayının at yetiştirme çiftliğinde yapılan aramalar sırasında samanlık içinde sanki daha önceden elinle konmuş gibi bulunmuştu. Ancak; bir çok 'kişnemeye' açıklık getirebilecek olan söz konusu taş plak, duruşmalarda dinlenmek üzere mahkeme heyetince Kasaba Şerifliğinden istendiğinde taş plağın kovboy çakısı ile kırılmış olduğu anlaşılmış; ve pek makul-şüpheli bir çok benekli at kişnemesine yazık olmuştu. 

Bu olayla ilgili olarak  Dava Dosyasından öğrendiğimize göre:

1- Hukuka parmak atmış bazı pre-historyacı hukukçulara göre, Tarihte kayda geçmiş ilk "makul  şüpheli" At kişnemesi, güya, neolitik dönemden  kalma imiş; ve yontma-taş plaka okunmuş. 

2-Dava dosyası muhtevasında bulunan kuru imzalı bir belgeye göre, güya, İnsanoğlu, önce  doğadaki Sert Taşı görmüş, onu ellemiş,  sonra onu kullana kullana Taş sertdir mertebesine sıçramış; ve böylece taş üstüne taş koymanın bilgisine  ulaşmış; daha sonra da, ilk taş plağı kaba-saba taştan; pikap iğnesinin de  sivri taştan yapmış. Doğa ve insan seslerini bu taş plağa kaydetmiştir. Doğanın çıkardığı ilk ses öcü sesiymiş. İnsanlar bu sesi duydukça korkup mağaralarına kaçarlarmış ve yalvaracakları bir güç ararlarmış. İlk taş plak kayıtları hep bu seslerle dolu.  Bu bilgiler ışığında, maddi gerçeğin ortaya çıkması için, Vahşi Batı'nın İddia makamınca, Uydurma Vadisinde, "Arkeo-kırık -Taş Plak " kazıları başlatılmış. (şunu ovaya gömseydiniz ya daha kolay kazardık, işin yoksa vadiye in, bir de bunun çıkması var değil mi? bu arada belirtmek isterim ki bir kazı evimiz bile yok biliyor musun!? Kazı tahsisatlarımız yeterli değil, kaz demesi kolay öyle, kolaysa gel sen kaz demeyeceğim, aşk ile çalıştın mı zor olmaz, o da bizde var işte!)

3- Foseptik Mahkeme  Başkanlığı, ayrıca, kazı sonucu çıkarılacak olan kırık taş plağın yaş ve iz tespiti için "çok gizli  karbon kağıt-14" yöntemiyle, mümkünse orta-taş çağından alınmış bir numune ile   Arkeo-Hukuki-metrik bir inceleme yapılmasını da istenmiş.(Ah sevgili dikkatli okur bir bilseniz şu anda ne kadar önemle şeyler söylediğimi.. ama, pek dinleyenim yok galiba.. Sizlerden hiç bir tepki alamıyorum, sıktım mı yoksa sizleri? Bakın; sıktıysam çekinmeden söyleyebilirsiniz, hemen kısa keserim. Bu arada sizleri unutmadığımdan da emin olabilirsiniz; ben sizsiz; siz bensiz olmaz!) 

4- Öte yandan; Tarihe parmak atmış pardon parmak basmış Pre-historik bazı arkeologlarca, söz konusu kırık taş plak üzerindeki  tarihi gizli parmak izlerinin incelenebilmesi için,  Eyalet Eski Taş Kültür İşleri Taş Plaklardaki  İzleri Tespit Komisyonu Başkanlığından  izin istenmiş; ancak bu izin " tarihi fazla kurcalama yoksa senin için iyi olmaz!" mülahazasıyla reddedilmiş.

5-- Dava Dosya Muhtevasında bulunan  imzasız bir belgeye(!) göre,   Kaba-saba Taş devrine ait olduğu düşünülen bu eski  taş plağın,  aslından, her şeyi kendilerine  yontmak isteyen, kaba-saba acemi yontma taş ustalarınca  sehven kırılmış olabileceği ihbar edilmiş. Fakat bu ihbar, 'bu kadar da sehven olmaz artık' diye  pek dikkate alınmamış.

6- Yaygın kanıya göre, muhtemelen, ne muhtemeli, kesinlikle ve hatta tamamen mutlak olarak eminim, yani; emin olmam gerekir, hem sonra emin olmasam ne yazar; keyfiyet benim değil mi, bu taş plağı yontma taş devri ustaları kırmışmış; çünkü onlar, zaten, tarihte her şeyi kendine yontan; aksiyomatik olarak  "makul şüpheli"  yontucularmış. (İnandınız mı şimdi buna?)

7- Neymiş efendim, Cilalı Taş Devrinin değerli-taş ustası Cilalıibo'nun baldızına nişan hediyesi olarak taktığı 'tek-taşın'    göze gelip; önce taş plağı çatlatması; ve  sonra da kırmış olabileceği mülahazasıyla, Mahkeme Başkanı, maddi gerçek ortaya çıksın ve "yüce adalet" yerini bulsun diye, değerli-taş ustası Cilalıibo'nun ifadesine başvurmak üzere, Cilalıibo'nun kolluk gücüyle Cilalı Taş Devrinden  mahkemeye getirtilmesine karar vermiş.(Yok daha neler demeyin ; yüce adalet bu!..)

8- Dava sürecinde, asrın buluşu "Yarı-Gizli-Aleni Resmi Tanık-Sanık"  olarak ünlenen ve tarikat mensubu savcılığın gözdesi olan her türlü pislik-iş elemanı Osmanım Kaçık da    Tanık Koruma Programı’yla  izini kaybettirebilmek için  güya söz konusu kırık plağa bazı  iftiralarda, şey yani, itiraflarda bulunmuş. (Bu bana da pek inandırıcı gelmiyor ama olsun ben nasıl olsa cümlemi "güya" diyerek kurmuştum, gerisini Mahkeme Başkanlığı düşünsün.  O da savcılıktan gelen her iddiaya gözü kapalı inanmasın canım!! Mahkeme heyetinin de bir ağırlığı, bir ciddiyeti olmalı değil mi, eskiden öyle miydi, ağır ceza reisi dendi mi önümüzü iliklerdik.. Mesela, Faruk Erem'in Bir Ceza Avukatının Anıları kitabı vardı, o kitapta  insandaki suçlu değil suçludaki insan sorgulanırdı; ve suçluyu kazıyın altından "insan" çıkar denirdi. Maazallah günümüzde insandaki suçluyu bulmak için delil uyduruyorlar, suç planlıyorlar, yalancı tanık icat ediyorlar.. Şu Adalete  hiç olmazsa "insan" gözüyle bakamaz mıyız artık? Adil yargılama, adil yargıla deyip duruyoruz, işte size bir fırsat, suçludaki "insanı" ve kumpası keşfedin!)

9- Davanın selameti için, Tarihte, o kadar güneş tutulması  olduğu halde, bir Allahlın kulu da kalkıp şu ana kadar güneş tutulmasının 'kırık taş plak tutulması' üzerine olan etkilerini  araştırmamış. Bu durum Davaya bakan mahkeme başkanının dikkatini çekmiş ve davanın selameti için  bu hususun araştırılmasını istemiş. Fakat araştırmayı kimden, hangi makamdan istemiş o belli değil işte, bunu muallakta bırakmış.  Mahkeme başkanına göre, Nasıl olsa ikisi de "tutulma",  ha kırık taş plak tutulmuş ha güneş ne fark eder!? önemli olan maddi gerçeği ortaya çıkarmak değil mi? Kırık taş plak tutulması da ne diyeceksiniz? Aslında sizin de bildiğiniz bir şey ama anlatalım gene de: Orta Taş devrinde taş plak çalarken sivri taştan çalma iğnesinin  taştaki bir pürüze takılarak  plağın hep ayni nağmeyi gına getirircesine çalmasına müzik hukukunda taş plak tutulması denir. 

10- Keza; Mahkeme başkanına göre, toplumda son zamanlarda her alanda görülen ideolojik pepelik  ('akıl ve dil tutulmaları)  ile kırık taş plak tutulmaları arasında da  şu ana kadar bir bağ kurulamamış olması manidardır. Oysa; Unutulmasın ki; Horkheimer Akıl Tutulması Sendromuna tutulmuş ve  serbest liberal aklın yörüngesine ve etkisine girmiş "yetmez ama evet" her 'sol-akıl' gibi, her  taş plak da, er geç bir gün  tarihi gerçeğin pürüzlerine tutulur; ne var bunda!? Önemli olan soyutlama yeteneğinize mukayyet olmanız; sapmayın hemen öyle sağa sola! (Öyle değil mi sevgili dikkatli okur? yoksa   Sizler de benle ayni fikirde değil misiniz? Beni ortada bırakmayın  bu konuda, gerçekleri söylüyorum, gerçekler ortada bırakılmaya gelmez!)

11-Bay Dickonson'un haralarında bulunan çok sayıda atların tepişmesi-eşeklerin ezilmesi sırasında, pekala   söz konusu taş plağın da kırılmış olabileceği   hesaba katılması gerekirken, nedense, 'özel görevli' savcılık makamı, bu hususu es geçmiş; ve  atlar tepişirken bazı eşeklerin ezilmesine de seyirci kalmış. Ne diyebiliriz ki adı üstünde "özel görevli" savcı, " ne istediyse verdik- eksik olmasın ne istediysek yaptı! "..  Buna Roma Hukukunda do ut facias diyorlar, yani "veriyorum ki yapasın".. Ben sana istediğini vereceğim sen de bunun karşılığında bana hizmette bulunacaksın. mesela, ben, iktidar sahibi Bay Dickonson olarak, sana dört at çekerli makam arabası, süper yetki ve imtiyazlar vereceğim sen de  benim hedef gösterdiğim  muhaliflerimi delil uydurup mahkum edeceksin. Anlaştık mı? Ne hukuki ve adil bir alış-veriş değil mi!? 

Sevgili dikkatli okur bu ilkeler aslında dört tanedir yeri gelmişken onları da sizlerle paylaşayım: facio ut des.. (yapıyorum ki veresin.. Mesela, yasada ve yönetmelikte  sizler için gerekli olan düzenlemeyi  yapacağım; sizler de pamuk elleri cebe götürüp avantanızdan hayırda bulunacaksınız), do ut des ( veriyorum ki veresin.. mal değiş-tokuşu gibi yani, ben size kışlık kömür ve yardım sepeti göndereceğim siz de bana seçimlerde oy vereceksiniz.), Facio ut Facias (yapıyorum ki yapasın.. Yeterince kuvvet toplamanız için Adliyede, Mülkiyede, Zaptiyede, Askeriyede.. sizin için ne lazımsa ayarlayacağım; ama siz de  benim vaz geçilmezim olan Saltanatıma sakın dokunmayın, tamam mı? aksi takdirde külahları değişiriz, ona göre!..)

12- Malumunuz "her taşın bir gediği vardır", peki;  şu ana kadar niçin, ta orta-taş çağına kadar gidilerek  söz konusu kırık taş plaktaki taşın  'gediği' hala bulunamamıştır? Oysa, bu davanın bir numarasından başlayarak bir çok numarası önceden belliydi ve  ilan edilmişti. yoksa bu davada başka bir "numara" mı var sayın yargıçlar? siz de numaradan yargılama yapıyor olamaz mısınız, zira kasaba halkı sizler için numaracı yargıçlar diyor da..

13- Yaşasın Yüce Adalet Juri Yüksek Kurulu, kırık taş plağın onarımı ve adaletin tecellisi için "fincanı taştan oyan ve içine bade koyan" bazı taş ustalarından niçin şu ana kadar gereken yardımı almamış; almak istememiş; ve hukuki nezaket icabı, onları bir taş fincan kahve içmeye bile davet etmemiş? ( Bir düşünün derim.)

Aslında; Oval At Pisliği Davasını yakından takip eden güvenilmez ve taraflı bir anlatıcı olarak bizim de bazı makul tespitlerimiz oldu : Hatırlayın, bu taş plak, kimliği belirsiz bir telgraf ihbarıyla bulunmuştu ilk kez değil mi?  Telgrafta, malumunuz, mors alfabesi kullanılması gerekirken, nedense, gene sehven herhalde, (nasıl olsa bir şey olduğu yok; "sehven" deyiver çık işin içinden.), Fenike Alfabesi kullanılmıştı. Telgrafı kaleme alan muska kafalı ve sinkaf dilli özel görevliler bu alfabeyi kullanmakla kendilerini ele verecek bir hata yapmışlardı.  "bu kadar da şaş-zaman salaklık olmaz ama artık!" dedirtmişlerdi kendilerine.! Tabi bu durum, davaya bakan okunmuş şeker yutturulmuş özel görevli mahkeme heyetinin kurgulanmış yüce dikkatlerini bile çekmişti.

Özel şifreli "hukuk yok guguk var" telefon hattından görüşü sorulan İddia Makamı ise, her zamanki kabadayı edasıyla, "telgraf ister Kiril isterse Orhun alfabesiyle yazılmış olsun  ne çıkar; aslolan olan bizim yüksek gugukumuz! biz ne dersek o olur" diyerek Adliye bahçesinde kar topu oynamaya gitmiştir. Kar topu oyunu bitince tekrar çalışma masasına gelerek Suçu planlayan, pardon yani; iddianameyi hazırlayan  bir savcı olarak, söz konusu telgrafın yer yer paslı inşaat çivisi yazısıyla yazılmış olabileceğini  Asur kil tabletlerine atıf yaparak  kanıtlamış; hatta; ultra yüksek yetkilerle donatılmış özel görevli savcı olarak  gerekirse telgrafın tellerine konan kuşların cikciklemesini bile  yasaklayabileceğini belirtmiştir. Vay canına!  Siz şu iddia makamındaki kudrete ve cürete bakın sayın yargıçlar! Pek sayın yargıçlar sizlere seslenmiştim duymadınız herhalde..

Bu iddialar üzerine ayarlanmış Foseptik Mahkeme Başkanı, kırık taş plağın bilir kişi incelemesi için, Sahibinin Sesi Taş Plak Enstitüsü'ne  gönderilip gönderilmemesine karar vermek üzere duruşmaya bir saat ara vermiş; ancak ara sırasında çok üst düzey bir yetkiliden gelen telefon talimatıyla  bilirkişi incelemesinden vaz geçilmiştir. Bir yandan hukukun üstünlüğünü savunan bir yandan da hukuku alçaltan  bu kararın, Özel Görevli Mahkemeleri çok  zor durumda bırakabilir mülahazasıyla,   Eyaletler Arası Kişneme Hakları Tam Yetkili Yüksek Mahkemesinin Telgraf İhbarlarını Değerlendirme Seksiyonu'nca "bu kadar da hukukun alçaklığı olmaz artık!"  gerekçesiyle hukuka uygun bulunmayarak   düzeltilmesi istenmiştir.

Gerçi; şu kafalarına muska bağlı üfürükçü  "bilirkişiler", adetten olduğu üzere okunmuş şeker yutarak şekerleme, pardon, inceleme yaptıkları bir sırada, Kiril Alfabesi'nin sesli harflerinin maruz kalmış oldukları şiddetli baskı sonucu aniden sessizleştiğini; 38 harfli Orhun Alfabesinde de kala kala dört sesli harf kaldığını fark etmişler ve durumu behemehal  özel görevli savcıya bildirmişler. İddia makamı da bu dört sesli harfin ilerde muhtemelen ses çıkarabileceği ve tehlikeli olabileceği mülahazasıyla  -ne makul şüphelisi-, artık bunun makul şüphelisi mi kaldı bunlar basbayağı azılı suçlu "harf"!!  diyerek   tutuklanması gerektiğine   karar vermiş ve burada da masal bitmiş.. onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.. Bu arada,  telgrafın tellerine kuşlar konmuş; "gel yanıma yanıma da yanı yanı başıma şu gençlikte neler geldi garip başıma" şarkısını cik cik edip durmuş.

Sevgili dikkatli okur, izninizle, şu Oval At Pisliği Davasına bakan heyete ve muska kafalı tarikat mensubu bilirkişilere tarih önünde sormak isterim: Bizim kendi öz mors alfabemiz yok muydu da yıllarca yabancı alfabelerden medet umup durmuşuz!? "ateşi ve ihaneti" gördüğümüz emperyalist işgal günlerinde, tarihin sabrının yeterince taştığı o milli direniş zamanlarında, bizim bir Manastırlı Hamdi Efendimiz vardı hani, hamiyetli ve cesur telgrafçımız, ne oldu ona dersiniz?.. Onun, 16 Mart 1920'de İngilizlerin İstanbul'u işgalini haber veren kuvayı milliye ruhuyla Mustafa Kemal Paşa'ya çektiği telgrafları ne çabuk unuttuk. Unutmak; bir çeşit ihanet değil midir? Siz hangi hakla ve hukukla mazlum milletlerin anti-emperyalist devrimci önderi Mustafa Kemal'i ve onun askerlerini  askeri casusluktan, vatana ihanetten ve hükümeti devirmeye teşebbüsten  makul şüpheli" ilan edip mahkum edersiniz!? Ey Oval At Pisliği Davası Heyeti, Türk Milleti yaptığınız bu pislikleri, hainlikleri ve kalleşlikleri unutmayacaktır!

Şimdi; vahşi batıda asrın davası olarak nitelendirilen Oval At Pisliği Davasında,  dosya muhtevasında yer alan bir hususa daha   dikkatlerinizi çekmek isterim. Dava dosyasında yer alan ama kim tarafından hazırlandığı belli olmayan bir belgede (böylesi çok sayıda belge var Dosya muhtevasında), söz konusu davada makul şüpheli olarak kişneyen benekli ata, şu ana kadar, hala, her hangi bir tanımlayıcı ad verilmemiş olmasının davanın gidişatını olumsuz yönde   etkileyeceği belirtilmiş; ve özetle şöyle denilmiştir:  

" 17.yy'da yaşamış Panteist düşünür Spinoza'nın "Omnis Determinatio Est Negatio"  "her belirleme  bir olumsuzlamadır" düsturuna atfen, kişneyen benekli ata, İddia Makamınca kasten, her hangi bir tanımlayıcı ‘ad’ verilmemiş olması Özel Görevli Kişneyen Benekli At Mahkemesi Başkanlığı açısından  hayırlara vesile olmamış ( hani; her işte bir hayır vardı!?); bilakis; yargılamaların seyrini,   makul şüpheli kişneyen benekli at lehine değiştirmiştir. Şöyle ki; Mahkeme Başkanlığınca  davanın görülmesini belirsiz bir geleceğe ötelemek ve makul şüphelileri tutuklu olarak cezalandırmak  amacıyla makul şüpheli kişneyen benekli ata her hangi bir isim vermekten imtina edilmesi, haliyle,  yargılama süreci boyunca dava konusu atı isimsiz ve tanımsız  bırakmıştır. (Oysa; herkes ve her şey ismiyle çağırılır di mi?). Böylece, kişneyen benekli atın her at gibi daha fazla belirlenime sahip olma hakkı, ne sehveni, basbayağı kasten, makul şüpheli atın elinden alınmış olmaktadır. Zira; Spinoza'nın düsturuna göre, eğer siz bir Ata ya da her hangi bir nesneye, bir isim vermiş olursanız, onu, isim bakımından tanımlamış, belirlemiş ve sınırlandırmış  olursunuz. Yani; makul şüpheli atımızı, isim bakımından vazetmiş; kuvveden fiile çıkartmış; zihinde kavramsal olarak yeniden üretmiş ve bir kimlik vermiş olursunuz. Böylece; söz konusu kimliğe istinaden bizim dava konusu makul şüpheli bu at hakkında daha esaslı belli bir  tez'imiz olmuş olur." ve gerçeğe biraz daha yaklaşmış oluruz.

Aslında söz konusu belgede belli bir gerçeklik payı bulunmaktadır. Şöyle ki: Bir an için varsayalım ki dava konusu kişneyen benekli atın ismi Benek olsun. Benek, Spinoza'nın "conatus" dediği yaşama, var olma çabası, eylemi sayesinde, canlı bir özne olarak kendi atgücü ile kendiliğinden bir takım canlılık faaliyetlerinde bulunmak suretiyle, içinde bulunmuş olduğu ortam ve şartlara göre belirli bazı ilişkilere ve etkileşmelere girerek kendini, kendi dışındakilere (Benek-değiller'e) nazaran, nicel ve nitel olarak belirlemiş (sınırlandırmış) olacaktır. Bir kere Benek, Aysel, Fatma;  Nuri, Ali, Veli... değildir; Benek dir. Spinoza'ya göre “Her belirleme/sınırlama(tez) olumsuzlama(anti-tez)” olduğundan  Benek derken Benek dışında kalanları yani geri kalan tüm doğanın, her şeyin  Benek olmadığını da söylemiş olursunuz. Yani Benek demekle bir bütün olarak Benek dışındaki Doğayı da olumsuzlamış olursunuz. Tabi bunu pratikte değil zihninizde, zihninizle yaparsınız. Benek dışındaki doğaya "ben sen değilim" demiş olursunuz.   Bu düstur  "karşıtların birliği" ile ayni kapıya çıkacağından, Kişneyen Benekli Ata bir ad vermekle de, onu kendi dışındaki tüm varlıklardan, yani Benek-değil'lerden (yani "kendi-değil' lerden) karşıtlarından ayırarak sınırlandırmış oluruz. Ve böylece bir karşıtlık yaratmış oluruz.  Artık bu dünya Benek ve Benek-değiller dünyasıdır. Benek-değiller'e sınırlanmış nicel ve nitel özelliklerinizle ve kendinize has özel içerik ve biçiminizle bir tekil varlık olarak ben sizlerden ayrı olarak bir Beneğim demiş olursunuz. Böylece belirsizliği ortadan kaldırmış; ve "Benek değiller" dünyasına da sen Benek değilsin (olumsuzlama)  demiş oluruz. Yani "Benek değil" dünyası ile Benek karşıtlaşmış olur. Bir tarafta Benek diğer tarafta ise Benek olmayanlar yani Benek değiller. 

Makul şüpheli kişneyen benekli atımızı, diğer belirlenimleriyle birlikte (kişneyen, benekli, at sinekli, makul şüpheli, vb...) içeriğini zenginleştirdiğimizde de,  artık, onu,  bir önceki durumuna nazaran daha farklı ve karşıt bir uğrağa (moment) taşımış olursunuz. Ama; eğer, ortada, adı sanı, kimliği bilinmeyen, belirlenimden yoksun  yani   içeriği belli olmayan; ne idüğü belirsiz, sadece, bir "...dır" kavramı olsa idi, o zaman, "kişneyen benekli at davası" diye bir dava olmazdı ve duruşmalar başlayamazdı. Duruşmaların başlamasını bilinmez bir geleceğe ötelemiş olurduk. Makul şüphelilerin tutukluluk halleri de mezara kadar devam etmiş olurdu. 

Öte yandan, Kişneyen benekli At'ımız,  belirlenimsiz ise, yani yüklemden yoksun sadece bir "..dır" halindeyse, yani mevcut değilse, yoksa (belirlenimi olmayan yoktur çünkü!) ve "Yokluğun" davası da  olamayacağına göre bu durumda ‘Kişneyen Benekli At’ davası da düşmüş olur.. O zaman da  Özel görevli, okunmuş şeker yutmuş üfürükçü hakim ve savcı heyetine her hangi bir gerek kalmamış olur. Bu iki ucu boklu değneği güvenilmez bir anlatıcı olarak bilmem anlatabildim mi?

Ancak, söz konusu makul şüpheli At'ın inkar edilemez bir  biçimde kişniyor ve benekli olması, davanın   görülebilmesi için yeterli görülmüş; kafa karıştırıcı Spinoza’nın bu ünlü akidesi de sakıncalı ve yeterince makul-şüpheli bulunarak, akide şekeri yerine sehven   "okunmuş nöbet şekeri" yutmuş nöbetçi felsefe mahkemesince  sabaha karşı  yasaklanmıştır. (nedense böyle şeyler hep sabaha karşı yapılıyor). Aslında, ta başından beri, İddia Makamı, Spinoza'ya cinini koymuş; eline geçirebilse onu da makul şüpheli yapacak zaten. Çünkü; iddia makamına göre, Spinoza, mistik tanrı sevgisi yüzünden tanrıyla sarhoş olmuş; ve tanrıyı sarhoş etmiş; havra tarafından aforoz edilmiş; ve kimseye eyvallahı olmayan bağımsızlık düşkünü zındık bir bilgeymiş. 

Ayrıca, Spinoza'ya göre, güya, Tanrı evreni yaratmamış; bilakis; evren, tanrının özünden zorunlu bir sonuç olarak çıkmış. Nedeni kendinde (causa sui) asıl varlık olarak tanrı, bütün varolanların nedeniymiş. Ancak; neden ve etki ayrı ayrı şeyler olmayıp; etki, neden'in özünü açması ve gerçekleşmesiymiş.  Bu durumda, "Yaratıcı", yarattığından ayrı/başka bir şey olamayacağına göre, yaratıcı güç/doğa(natura naturans), yaratılmış doğanın (natura naturata) içindeymiş. Yani; evren tanrı ile doluymuş ve tanrı, evrenin kendisiymiş. ("Enel hak!" diyesim geldi.)  İşte; bu fikirlere sahip dinsiz Spinoza'yı,   okunmuş şeker yutmuş üfürükçü İddia Makamınca, vaktiyle Galileo'ya yapıldığı gibi mahkûm ettirebilmek için, Mahkeme heyetinden, Spinoza uzmanı olan  bilirkişilerden delil uydurması için  görüş  sorulması talebinde bulunulmuş; ayarlanmış mahkemenin savcılık talebini uygun görmesi (isterse görmesin..) üzerine, ayarlanmış bilirkişi aranmış; ama koca eyalette bir tane dahi Spinoza uzmanı bulamadıklarından  talep edilen bilirkişi mütalaası  yıllarca mahkemeye gönderilemeden sürüncemede kalmış.

Adet olduğu üzere, şu malum Yüce adaletin bir türlü yerini bulamamasının  artık  bazı vicdanları sızlatabileceği mülahazasıyla,  okunmuş şeker yutmuş üfürükçü Mahkeme Heyetince, nihayetinde,  alışıla geldiği  gibi Teksas’lı bir akil adama  akıl danışılmış.  Söz konusu akil adamın şahsi çıkar karşılığı (Vahşi Batı'da her şey çıkara dayanır) hazırlamış olduğu Spinoza hakkındaki  Mütalaa’da aynen şöyle yazmaktadır: 

“Pragmatist bir kovboy olmam hasebiyle bu işlerden pek anlamam ama, bilimsel namusum gereği sizlere bu konuda ancak şu kadarını söyleyebilirim: “Belirlenmiş” olan her şey, nicel ve nitel olarak, daima, kendi dışındaki, diğer farklı varlıklarla sınırlanmış  demektir. Doğa bir bütün olarak sonsuz çoklukta ve çeşitte  belirlenmişlik demek olduğundan ve insan aklı doğayı bir bütün olarak bilemeyeceğinden onu ancak kısmen, özel parçalar olarak zihnen ve soyutlama yolu ile sınırlandırarak  bilebilir ve kavrar ancak.  Yani ben, doğadaki sonsuz ve sınırsız tekil varlıklar arasında/içinde  her hangi bir varlığa, öteki varlıklara nazaran "bu At'dır" dersem; dahası; ona, "kişneyen, benekli at" diye belli yüklemler atfedersem, onu, "Kişneyen Benekli At" sınırları dışında kalan bütün öteki tekil varlık ve olaylarla sınırlamış olurum; ve onun bu sınırlar dışında, kişneyen benekli attan başka  her hangi bir varlık olmadığını da ifade etmiş olurum. (Aksi takdirde Kişneyen Benekli At olamazdı).   Böylece, doğayı da  'kişneyen benekli at ve kişneyen benekli at değil' diye iki bölmüş; ayırmış olurum. Bu da; doğadaki nesne ve olayları anlamak/bilmek  için zorunlu bir zihinsel  soyutlama ve tecrit  işlemidir. Doğada, sırf ve sadece, bir ve tek nesne olsaydı, yani doğa, bir tek nesneden, mesela, kabaktan ibaret olsaydı, "görelilik" ve ilişki-etkileşim olmadığı için, doğa hiç bir zaman bilinemez ve anlaşılamazdı. Kabaktan doğa, bize ancak kabak tadı verirdi. ( Zamane insan doğası işte! hala bencilce varolmak istiyor. Her şeyin sırf ve sadece kabak olduğu, kabaktan olduğu bir evrende,  artık insan ve insanın tad duygusu, yani kabak tadı hiç söz konusu olabilir mi!?) 

Doğada her şey, özünde göreli olduğu için, bir şey ancak başka şeylere nazaran bir anlam taşır ve başka şeylerle ilişki ve etkileşimi içinde bilinir ve tanınır. O yüzden bizim makul şüpheli atımız hakkında, kendi başına (as such), bir şey dememiz mümkün değil. Atımız hakkında söyleyebileceğimiz her şey, onu başka şeylerle, ilişkiye  ve bağlantıya sokmamıza bağlıdır; ve atımızın mevcut verili belirlenimi(tez) ile,  kendi dışındakilerle girmiş olduğu ilişki ve etkileşim sonucu  kazanacağı yeni belirlenimler (anti-tez) sayesinde kendini kısmen zenginleştirmiş; ve bütünlemiş olacaktır. Çünkü; her yüklemde, daima, özneyi belirli sınırlar içinde tutan; ve bu yüzden  onu daima eksik bırakan  bir gerilim vardır. Yani; ben, bir özneyi tanımlamak, belirlemek için ne kadar yükleme sahip olursam olayım, işin doğası gereği, daima, Özne’de eksik kalan, özne tarafından karşılanmayan bazı şeyler olacaktır . “Bu benekli ve kişneyen bir At” dır demiş olmamla, aslında, Atın bütünsel belirlenimlerine, tezahürlerine nazaran  At’ın diğer tezahürlerini ve belirlenimlerini de  sınırlamış olurum. Yani At’ı o iki belirlenimine (benekli ve kişneyen) indirgemiş ve hapsetmiş  olurum; onu onlardan ibaretmiş gibi var sayarım.  Oysa, atın doğasının, içinde bulunduğu şartlara ve ortama nazaran sınırlandırılamayacak kadar çok çeşitli belirlenimleri ve tezahürü  vardır. Ne demişti Hegel: "Gerçek Bütündür"

Demek ki; Teksas’lı akil adama göre, At, aslında, bir bakıma “ne değilse o dur; yani at, 'at-değil' değildir; bilakis attır. At, ne ise o da değildir.” çünkü maddesi hareket halinde olduğundan sürekli değişime uğrar ve başka bir şeye dönüşür. Bu da, kendini kendi kendine olumsuzlama anlamına gelir. Bu bakımdan makul şüpheli kişneyen benekli atı felsefi olarak, kendini, kendi kendine, kendinden kaynaklı kendi eylemiyle (kendi olumsuzlayıcı otodinamik gücü ile)  daima, eksik bırakan kalıcı "nesneden-özne" diye tanımlayabiliriz. Bu nesnel süreçte, makul şüpheli kişneyen benekli atın  tümel bütünlüğüne nazaran her "eksik" belirlenimi, olumsallığına; eksikliğini telafi etmek üzere kendini aşmaya, tamlamaya, bütünlemeye yönelmesi de olumsuzlamasına  denk düşer. Ama bu tamlama ve bütünleme süreci, doğası gereği, dondurulamaz ve sınırlandırılamaz bir içeriğe sahip olduğundan hiç bir zaman tam olarak gerçekleşemez.

Ama ben at'ımı kişneyen, benekli, oval pisleyen, dıgıdık dıgıdık koşan, üstüne at sinekleri konan.. diye belirlemiştim; yani olumlamıştım. Çünkü; atımın şu şu özellikleri var; o böyle bir at'dır diye tasdik ediyorum; olumluyorum yani.. Şimdi; hem "olumlama"nın hem de "olumsuzlama"nın "bir ve ayrılmaz" olması metafizik özdeşlik ile bağdaşmayan bir çelişkidir; ve her çelişkide birbirlerine zıt iki farklı kutup ve yön olur. Birbiriyle zıtlaşan kuvvetler varsa, bir çatışma ve mücadele de var demektir. Öyleyse, bu çatışma, nihayetinde, zıt kutuplardan birinin diğerine geçici üstünlüğüyle sonuçlanacak demektir. Daha doğrusu, bu zıtlaşan kuvvetlerin varlığı sonucu doğan kavgaya ve mücadeleye bağlı olarak, belirli(sınırlı) ve olumlu  bir varlık, eninde sonunda, kendi sınırlarını muhafaza edemeyerek olumsuzlanmış olacaktır. Yani belli bir içerik değişip-dönüşerek yeni ve belli bir içeriğe yol açacaktır.

Gördüğünüz gibi başlangıçta olumlu ve sınırlı olan belirli bir varlık, kendi eylem gücü ve ilişkileriyle, kendi kendini olumladığını sanırken, sonuçta, meğer; kendini, kendi kendine  inkara uğratıyormuş; olumsuzluyormuş. Kendini, sınırlı (belirli) bir varlık  sanırken, meğer; kendi eylemiyle kendi sınırlarını  yeniden sınırlandırarak sınırsız'lığın üretilmesine hizmet ediyormuş. İşte; olumsuzlamanın olumsuzlaması, yani, olumsuzlayarak belirlenenin (sınırlandırılanın) olumsuzlama sonucu göreli olarak yeniden "olumlu" olanın olumsuzlanması,  yaşamın ve nesnel gerçek'in kaynağı ve  gücüdür.  Bakın doğaya, var olan hiç bir tekil varlık kendini yok etmek için kendiyle uğraşmıyor. Kendimi yok edeyim de kendimden kurtulayım  diye feryat etmiyor; faaliyet ve eylemde bulunmuyor. (Bunalıma ve çaresizliğe düşmüşleri söz konusu etmiyorum.) İşte bu Spinoza'nın  "conatusu" gibi yaşama isteği ve itkisidir ki olumlama, tasdik anlamına gelir. Ama her hangi bir şey de, sırf kendisini tasdik ediyor, olumluyor diye de, olumsuzlama'nın  o her bir şeyi sonlandırıcı karşı konulamaz gücüne tabi olmaktan kurtulamıyor.

Teksaslı akil adam Mütalaasının sonunda ise şöyle demektedir:  "Her tekil varlıkta bu iki kuvvet, yani olumlayıcı ve olumsuzlayıcı kuvvet  birlikte (birlik halinde) vardır. Bu iki kuvvet, tekil varlığın bağrında, doğasında kendiliğinden var. Olumsuzlama, daima, "belirli ve sınırlı" bir içeriğin olumsuzlaması olduğu için/göre, ayni zamanda, belirli bir olumsuzlama ve  belirli bir içerik olarak  olumlu'yu olumsuzlar.  Bu incir dir derken onun incir olduğunu; pırasa veya ıspanak olmadığını da tasdik ediyorum; olumluyorum. Ama bunu, incir olmayan'lara, incir-değil'lere nazaran/nispetten yapıyorum. Öte yandan; her olumsuzlama'nın ya da olumsuzlanan'ın kendisi de zorunlu olarak olumsuzlanır. Örneğin, uygun ısıyı bulduğunda Yumurtayı çatlatıp kıran civciv, yumurtanın olumsuzlayıcısıdır. Civcivin büyüyüp tavuk olmasıyla yumurtlanan yeni yumurtalar, bu kez,  bir zamanların olumsuzlayıcı güçleri olan  eski civcivleri olumsuzlamış olurlar. ve böylece her şey kendi karşıtıyla olumsuzlanmak suretiyle içerik itibariyle zenginleşerek ömrünü tamamlar; ve toprağa karışır gibi sonsuzlukta erimek üzere sonsuzluğa karışır. 

Sonuçta, kendini ne kadar sağlam ve kalıcı sanırsa sansın, her şey, "olumsuzlamanın karşı konulamaz kalıcı gücü" karşısında  gelip-geçici ve sonlu (finite) dur. Bu işleyiş ve düzenleniş her varlıkta aynıdır ve kalıcıdır. Varlık, sonlu' daki sonsuzluk; doğup-ölücüdeki ölümsüzlüktür. Yani; sonsuz çokluk ve sınırsız çeşitlilik halindeki bir ve tek (şey)'in sonlu (finite) olarak sonsuzca(infinite) ve bir (tek) bütün olarak var-olmasıdır.   Varlığın biricik kalıcı hali ve doğası işte bu olumsuzlayıcı bitmez tükenmez gücüdür. "Nesnel kalıcılık"  ve sonsuzluk dediğimiz de budur zaten. Yani; "nedeni kendinde (causa sui) olan hareket halindeki Madde'nin kendini, kendi kendine, sonsuz(infinite) sonlu(finite) gerçeklik olarak göstermesidir."

Bütün bunlar,  okunmuş şeker yutturularak özel görevlendirilmiş ve yetkilendirilmiş At Kişne(t)me ve Oval At Pisliği Mahkemesinin üfürüklü aklını karıştırdığından, Mahkeme Heyetince, elbette, makul ve hukuki bulunmayacaktır. Çünkü; At Kişne(t)me Mahkemeleri, mevcut yasaları olumsuzlama değil; kendilerine göre tek yanlı olarak olumlama makamlarıdır. Onların hukuki lügatlarında, Spinoza'nın "belirlemenin olumsuzlama'sına" ve" Hegel'in olumsuzlanan'ın  olumsuzlanması'a yani olumsuzlamanın belirlemesine" yer yoktur.  Hem sonra, ultra yetkili iddia makamının Öyle kendi hukuki varlıklarını olumsuzlayıcı felsefi kuvvet ilişkileriyle de bir işleri olamaz. O yüzden; her şey ne kadar geç belirlenmiş; geç  sınırlanmış; geç olumlanmış olursa Gerçek o kadar geç ortaya çıkacaktır.. At Kişne(t)me Mahkemeleri için belirsizlik ve ucu açıklık esastır. Bir şey ne kadar belirsizse; ve  hatta, kıyamete kadar ucu ne kadar açıksa(ahlaka mugayir olmadığı sürece) hukuken o  kadar muteberdir. Dolayısıyla, Spinoza gibiler  bu Özel Görevlendirilmiş  At Kişne(t)me Mahkemeleri için son derece sakıncalıdır; tehlikelidir   ve hukuken, onların doktrinsel tanıklığına  katiyen  itibar   edil(e)mez.

Davalı tarafın avukatları tarafından görüşü istenen bir uzman  mütalaasında da, Kasaba Şerifliğinde hazırlanan ve Savcılıkça da aynen kabul gören dava dosyası tutanaklarında bulunan çok sayıda sahte Pegasus ve "Truva Atları"ndan dolayı bu davanın hile ve tuzaklarla dolu olduğu; aslında davaya bakan Özel Görevli Mahkemenin bizatihi bir suç planlama örgütü gibi çalıştığı ve bu yüzden davanın yeniden görülmesi gerektiği; hatta, asıl makul şüpheli olması gereken  mahkeme heyeti ile süper yetkili savcılığın, adil yargılamayı engellediği için, bu davada sanık olarak yargılanmaları  gerektiği belirtilmiş olmasına rağmen, pek tabi, mahkeme heyetince bu mütalaaya  itibar edilmemiş; bilakis, hukuki "nesnel-gerçeğin" ortaya çıkması için, aşağıdaki hususlar alelacele karara bağlanmıştır :  

1- Atın muhtelif yürüyüşleri arasında: dörtnala, eşkin, rahvan, tırıs, adeta, yorga   ...gibi farklı yürüyüşlerinin bulunduğundan bahisle kişneyen benekli atın elde kesin bir delil olmadan dört nala dıgıdık dıgıdık gitmiş olabileceğinin hukuken  kabul edilemez olduğuna;

2-  Ve söz konusu kişneyen benekli ata, şayet  her hangi bir meşin kırbaç şaklatılmamışsa atın pekala   tırıs veya rahvan da gidebileceği ihtimal dahilinde olduğuna;

3- Kişneyen benekli atın dere başındaki molası sırasında  tımar edilmiş olabileceğine; ve bu tımar sırasında atın beneklerinde bazı  azalmalar olabileceğine; ve yüzden, üzüntüden,   atın kişnemesinin ve iştahının kesilmiş olabileceğine; bir an önce eksilen beneklerin söz konusu hayvana iade edilmesine;

4-Benek azalmasına maruz kalan kişneyen benekli atlarda görme kusuru başlayacağından, aslında  at-gözlüğüne ihtiyacı  olacağına; o yüzden, kişneyen benekli atın her hangi bir baytara uğrayarak bir at gözlüğü taktırıp taktırmadığının bölge baytarlıklarından sorulması gerektiğine;

5-Yakınlardaki at üretme çiftliklerindeki, benekli beneksiz fark etmez, aygırların en yakın zamanda tanık olarak kişnetilmesi gerektiğine; ve kişneyen aygırdan ziyade kişneten kısrağın tahrik edici davranışının  mahkeme heyetini de tahrik etmemesine dikkat edilmesine;  

6-Sadece benekli at kişnemesine takılıp kalınmaması gerektiğine; hazır herkes "makul şüpheli" olarak gayet makul şekilde ‘dinleniyorken’ ve özel bir konuşma yapacağı zaman meralarda otlamaya çıkmış koyun sürüleri gibi açık arazide gezintilere çıkıyorken, bu arada, hiç olmazsa, bir kaç beygir bağırttırması, kısrak kingirdemesi, boğa böğürmesi; inek öğürmesi; kaplumbağa tıslamasının da mahkeme heyetince dinlenmesinde yarar olacağına; hatta; nihayetinde, özel görevli mahkeme olarak, nasıl olsa attan düşüp eşşeğe binileceği için civardaki çayırlıkta kendini ele veren tüm makul şüpheli  özel görevli anıran eşek(lik)lerin de bu dinlemeler kapsamına alınmasına;

7-Buridan'ın Eşeği gibi eşşekliğine doymadan ölüp giden eşşekler ile Nasreddin Hoca'nın neşeli eşşeği dahil tarihteki tüm önemli eşşek şahsiyetlerin mahkeme huzuruna davet edilmesine; ( "yaz kızım", ne kızımı? deminden beri yazan zaten benim! parmaklarım koptu, kızımı da nereden çıkardın? İyi ki bir kızın var senin de Mahkeme Başkanı!!).

8- Ayrıca; Cengiz Aymatov’un zincirlerini koparan beneksiz atlarından Gülsarı'nın söz konusu makul şüpheli kişneyen benekli at ile  özel bir ilişkisinin ve  bağlantısının olup olmadığının araştırılmasına; ve zincirlerini koparan Gülsarı'nın önümüzdeki celseye çifte zincir bağıyla kuyruğundan tutulup gizli-seyis gücüyle getirtilmesine;

9-Aksi belirtilmedikçe ikinci bir emre kadar bölgedeki yılkı atlar dahil tüm atlara yurt dışı çayırlıklarının ve her türlü kişnemelerin yasaklanmasına;  

10-  Bölgede ve çayırlıklarda, 'şüpheli şüphesiz hiç fark etmez, dinlenmemiş  at kişnemesi kalmamasına; nasıl olsa bir gün, şantaj ve tehdit amaçlı olarak   işimize yarayacağından tüm dinleme kayıtlarının  güvenilir bir yerde muhafazasına; kişneme analiz sonuçlarının da tam yetkili at kişneme laboratuvarlarınca raporlanarak mahkeme heyetine, ıslak kuru fark etmez; nasıl olsa kurunun yanında yaş da yanar, bir kupkuru, pardon, ıslak imza ile teslimine;

11- Söz konusu dere başındaki mola sırasında yapılan tımar sonrası benekli atın kişnemesinde ve beneklerinde belirgin bir azalma çoğalma olup olmadığının  en yakın mülki Şerifliklerden soruşturulmasına; azalan benek miktarının tespitine;

12-Şayet belirgin bir benek azalması olmuşsa bunda at kestanelerinin rolünün olup olmadığının Teksaslı  kestanecilerden sorulmasına;

13- İddia makamının tespitine göre dere boyunda kavaklar olur; oysa, kişneyen benekli atın mola verdiği  derede at kestaneleri var. Bu garipliğin nedenini dereboyu idaresinden sorulmasına;

14-Söz konusu makul şüpheli benekli atın kaç adet bacağı olduğuna dair Olay Yeri Tespit Tutanağı ile  Gizli Görgü Tanık İfadeleri arasında bir takım ciddi uyumsuzluklar olması hasebiyle, öncelikle, tarafsız bir At Bacağı  Sayma Komisyonu oluşturularak  gerçekte söz konusu makul şüpheli atın kaç adet bacağı olabileceği hakkında adamakıllı bir tespit yapılabilmesi için istihareye yatılmasına;

15-İki çelenkli ve kapalı tohumlu at kestanelerinin tohumlarının "nifak" tohumları olup olmadığının nifak sokucularca araştırılmasına;

16- At kestanelerinin damar büzücü etkilerinin olabileceği göz önüne alındığında; bir at kestanesi ellemekle, Mahkeme heyetinde büyüyen organ büzülmesi olup olmayacağının Teksas'lı bir büzük ustasından sorulmasına;

17-İddianemeyi hazırlayan savcıların eşlerinin kırışıklıkları için, pürüzsüz ve sivilcesiz bir cilt için günde en az kaç bardak at kestanesi çayı içilmesi gerektiğinin Güzellik Enstitü Müdürlüğüne sorulmasına;

18-Daha genç görünmek için at kestanelerinin çiğ mi yoksa pişmiş olarak mı yenmesi gerektiğini öğrenmek için  kime sorulması gerektiğinin öğrenilmesine;

19-Duruşmaların ahengi ve düzeni için At kestanesi kebabını en çok kaç porsiyon yenmesi gerektiğinin Teksaslı Kebabçılar Birliğinden sorulmasına;

20-Çilt bakımı için, At kestanesi tozunun gevşek deri sıkıştırmasına iyi gelip gelmediğinin Yüksek Cilt Bakımı  Kurumundan sorulup öğrenilmesine;

21- At kestanesi yağı içilirse ne olacağının, sıkıldım artık, herhangi birine sorulmasına;

22-At kestanesi kabuğunun, kabuktan ibaret olduğunun sanılmamasına; muhtevadaki Öz'e ulaşmak için kabuğun usturuplu bir yöntem ile kırılması; ve Biçim'e takılıp kalınmaması gerektiğine;

23- Doktirinde At kestaneleri hakkında yazılmış olan hukuki tezlere bu saatten sonra bakmanın her hangi bir yararı olup olmayacağının nereye istiyorsanız oraya sorulmasına;  

24-Mahkeme heyeti olarak, bir türlü ulaşamadığımız şu herkesçe bilenen Gerçeğe ulaşmak için aç karnına acaba  günde kaç damla  at kestanesi yağı içmemiz gerektiğini at kestanesi bilirkişilerinden öğrenilmesine;

25-Savcılık Makamınca iddia edildiği gibi, telgraf ile ıslak imzasız ihbar yapıldığında Mors Alfabesinin yerine sehven Fenike Alfabesinin  kullanılıp kullanılmadığının tespit edilmesine; şayet Fenike Alfabesi kullanılmışsa alfabenin derhal piyasadan toplatılmasına;

26- Keza; telgraf ile ihbar yapılırken Telgrafın tellerine kimliği belirsiz kuşların konup konmadığının; konmuşsa kaç adet konduğunun, ve cinsiyetlerinin ne olduğunun; dişi kuşla erkek kuşlar yan yana gelmişse aralarında her hangi bir yasa dışı ve ahlaka mugayir bir çiftleşme hadisesinin olup olmadığının; ve şayet bir çiftleşme olmuş ise, bu cinsel faaliyetin yol açabileceği titreşimlerden dolayı,  telgrafın çekilmesi sırasında, telgraftaki bazı kelime ve tarihlerde tahrifat olup olmadığına;   Şerif tarafından oluşturulacak bir Kuş Tetkik ve Araştırma Komisyonunca araştırılmasına;   ayrıca, civardaki telgraf tellerinin altındaki kuş pisliklerinin ilerde delil olarak pis işlerde kullanılmak üzere, pislik herifler tarafından, pisliğin kimyasını bozmadan, dikkatlice, toplanarak; pislik deposuna konulmasına;  

27-Ve  bir sonraki duruşma da, Suppe'lenin Hafif Suvari Alayı Marşı'nın yerine, davanın ruhuna uygun olarak, ağır aksak  traji-komik-satirik oyun havaları çalınmasına;

28-Kesinlikle  yanlış "benekli ata" oynanmaması gerektiğine; (altılı ganyan atı mı bu?)

29-Dere boyundaki  At kestanelerinin, sadece at sineklerini değil ayni zamanda keçileri de kaçırtmış olabileceğini; ve bu arada hazır keçilerden söz edilmişken, İddia Makamının bu arapsaçı,  okunmakla bitmez, iddianamesi karşısında mahkeme heyetinin de keçileri kaçırıp kaçırmadığının Eyalet Akıl Sağlığı Uzman Hekimliğinden sorulmasına;

30-Üf be; yeter artık; hangi renk at kestanesinin daha makbul olduğuna; ve  niye at kestanesinden at kestanesi şekeri yapılamadığının  öğrenilmesinin de bir sonraki duruşmaya saklanmasına; ve bu hususları gerçekten   kim biliyorsa ona sorulmasına;

31- Masumiyet karinesi sahibi atlarda  ‘kişneme bozukluğu sendromuna’ yol açan   bu gizli at kişnemeleri dinlemelerinin, milletin  sabrını    meydanlara ve sokaklara  taşırıp taşıramayacağını Atlı Jokey Kulübü'nün yapacağı bir kamu oyu yoklamasıyla öğrenilmesine;

32-"Hadi artık karar verelim" demek suretiyle Yüce Mahkemece, "nihayet, oh be.." sesleri eşliğinde zamanın ruhuna uygun olarak  kestane-kebap yaparak ve okunmuş şeker eşliğinde  at sütü içerek   oy birliğince, çok şükür, tam karar verilecekken,  son anda, çok-özel-görevli savcılıkça, çiçekçi kızın evine doğru  giderken söz konusu  o taş plakta çalınan Johann Sebastian Bach’ın do majör çello soloları ile,   ‘sakıncalı sol’ majör yurttan sesler korosu  arasında, çello sololarındaki 'sol' ile sakıncalı soldaki "sol" arasında her hangi bir örgütsel bağ olabileceği   mülahazasıyla  Johann Sebastian Bach’ın do majör çello sololarının,  makul şüpheli olarak derhal göz altına alınması talep edilmiş; ancak; çok-özel-görevli savcılık, göz altı talebini,  nota  bilgisi ile delillendireceğine, sehven, Nato bilgisiyle delillendirince,  Mahkeme Başkanınca, bu kadar da "Natoculuk olmaz ama! başımızı belaya mı sokacaksın sen,  şurada ne güzel yargıcılık oynuyorduk" denilerek 'çok-özel-görevli savcı' bi güzel azarlanmış; ve göz altı talebinin  reddine kara verilmiştir. Mahkeme Başkanının “yeter artık sıkıldım, ben gidiyorum; yargılama bitmiştir; ne haliniz varsa görün” demesi üzerine de bu kez,  hakikaten,  Kişneyen Benekli At ya da Oval At Pisliği davası     oy birliği ile karara bağlanmıştır.

Her ne kadar Mahkeme Heyetince söz konusu dava karara bağlanmış olsa da, Güvenilmez Anlatıcı olarak içimizde uhde olan bazı  hususlar  var hala: Merak konusu olan bizim benekli kişneyen atımız nasıl oluyor da William Blake'i yadırgamıyor ve bir silkinişte üstünden atmıyor. Sanki bu at William Blake' i daha önceden tanıyormuş gibi davranıyor ve kişniyor. Şayet, atların en son kişneme kayıtları alınabilmiş olsa idi,  özel yetkili bilirkişiler marifetiyle kişnemeden kişletene ulaşabilir; atın bu davranışının nedeni öğrenebilirdik...Hem sonra, William Blake, atın sahibi olmadığı halde nasıl oluyor da atın sırtında uzun bir süre kalabilmiştir? Hakikaten önemli bir soru bu. Zira, kendilerini devlet büyüğü sanan nice at binicisi bilirim ki, atların şahlanışı karşısında kendilerini yerlerde sürüklenirken bulmuş; makul şüpheli atların ayakları altında kalmışlardır.

Derler ki, at sahibine göre kişnermiş. Öyleyse;  atın kişneme tonu ve tarzından asıl suçluya, yani; kişneyen benekli atı oraya götüren makul şüpheliye kolayca ulaşabiliriz demektir.   Merkez eyalette Bilimsel ve Teknik At Kişneme Analiz ve Tespit Kurumu var. Gerçi; özel görevli savcının istediği raporları veriyor ama   olsun. Şayet kişnemenin kayıtlı olduğu taş plağı analiz için söz konusu kuruma ulaştırabilirsek, hiç olmazsa  Bir At Kişnemesi Raporu alıp işi bitirebiliriz. Ama; Özel Görevli Mahkemece, bu kişnemede atın benekli olduğu belli olmuyor;  illa benekli atlar için kişneme raporu isterim diye ısrar ediliyorsa, o zaman da,   Makul Şüpheli  At Kişnemeleri  Komisyonu aracılığıyla söz konusu  raporu almak üzere, bir üst makam olan Özel At Kişnemeleri  Tespit Mahkemelerine baş vurmanız gerekiyor. Oradan onay çıkarsa, hem kişneyen hem de benekli olan atımıza dair bilimsel  kişneme analizi yaptırtabilir ve  'makul-şüpheli-gerçek’e ulaşabiliriz artık.

Bu arada, kişneyen benekli at konusunda tevatür muhtelif: Her şeyden önce kişneyen benekli atın behemehal bulunup  kasabanın Özel Yetkilendirilmiş At Kişneme Mahkemesinde tanık olarak kişnemesi gerekiyormuş. Atın kulağına en son  kimin   ne fısıldadığı  bir bilinse bir çok şey aydınlana bilinirmiş diyorlar. Ayrıca; At kişnemeleri, Mahkemelerin uzmanlık alanına girmediğinden, at-dili uzmanlarına ve at-dili çevirmenlerine çok iş düşüyormuş. Gerçi Vahşi Batının özel görevle yetkilendirilmiş yargısına güven tammış; ve yargı, güya, hiç bir soruyu cevapsız bırakmayacakmış ama her şey, at kişnemelerinin, bağımsız ve tarafsız çevirmenlerce  doğru çevirisine bağlı. Zira bir yanlış at kişnemesi çevirisi yüzünden bir anda onlarca kişi tutuklanabilir diyorlar.

Özel Yetkili At Kişneme Mahkemesinin dosya muhtevasındaki  ifade tutanaklarında   belirtildiğine göre, kişneyen benekli at gerçeğine ulaşmak için, şu ana kadar söz konusu Mahkeme heyetince 5 milyon gizli at  fısıltısı kayıt altına alınmış ve atlara bol bol at teresi yedirilmek suretiyle    4 tere-bayt'lık at kişnemesi gizlice dinlenmiş; ve  bir o kadar da atlarla gizli fısıldaşmayı bilen yüzlerce uzmanın raporu okunmuş. Ayrıca; tarihteki meşhur benekli atlar hakkında fikir sahibi olmak için seyyar Manas destanı okuyucuları bile mahkemeye davet edilmiş. Köroğlu'nun kır at'ından Zapata'nın efsanevi atına kadar gelmiş geçmiş tüm meşhur atlar uzman  at-ologlarca mahkeme heyetine anlatılmış. Ama buna rağmen, şu ana kadar, kişneyen benekli at gerçeği bir türlü aydınlatılamamış, bilakis karartılmış. Bu yorucu çalışmalar sonucu mahkeme üyelerinde, haliyle, yer yer kişneme nöbetleri görülmeye başlamış; ve at sinekleri konmasın diye, beden derilerinde, olur olmaz yer ve zamanlarda, titreme tikleri oluşmuş;  hatta; üzerlerine at sinekleri konabilir mülahazasıyla da, mutfaktaki ete  soğan bile doğrar olmuşlar; ve bu yüzden duruşmalar uzunca bir süre cibinlik içinde devam etmiş.

Bu arada; Kasabanın şerifi de,  ayni zamanda özel yetkili bir şerif olmasına rağmen, yoğun at sinekleri vızıltısı yüzünden vızıltı sendromuna tutulmuş ve her vızıltıyı Bay Dickonson sanmaya başlamış ve yataklara düşmüş; ve  bazı benekli atların kulaklarına artık söz geçiremez olduğunu; ve bir kanun adamı olarak gerçeği aydınlatmada yetersiz kaldığını kabul etmiş; Bay Dickonson'a rağmen Eyalet Şerefli  Şerifler Yüksek Kurulundan yardım istemiştir.

Fakat; Şerifin bu girişimi, o şeriflik yıldızını göğsüne takan kasabanın gerçek patronu Bay Dickonson tarafından hoş karşılanmamıştı. Şerifin biricik oğlu Tom, kasabanın Dickonson Işıklı-Metal-Maden Okulunda eğitimine henüz yeni başlamışken; ve alış verişlerde kullansın diye eşine  atlı araba tahsis edilmişken, ya şimdi Nevada çöllerine sürülürse hali nice olurdu? Bu imkanlar  bir daha  eline geçebilir mi  acaba? Peki ya o korumaları ne olacak?  Ne güzel; bir çok özel işlerini onlara gördürdüğü korumaları emrinden alınırsa bütün forsu ve itibarı bir anda sıfırlanmış olacak. Daha kötüsü,   kasabanın delisi ve sarhoşunun yazdığı imzasız bir ihbar mektubu ile hakkında ya 100 bin sayfalık okunması ömür boyu sürecek bir iddianame yani ucu mezara kadar açık suç duyurusu  hazırlanırsa ne olacak o zaman hali ? Zira; bu Bay Dickonson kasabanın gerçek patronu. Onun bir emrine bakar her şey. Şerif iken bir anda makul şüpheli  pozisyonuna düşebilirsiniz. Kaçma şüpheniz olduğu zırvasıyla da peşinen ceza çekmek üzere  tutuklanarak  bir anda kodesi boylarsınız. Düşünebiliyor musunuz bütün bunlar her an Şerif'in başına gelebilir; ve ömrünüz suçlamalar karşısında kendinizi savunmakla  geçebilir maazallah!  "Hadi canım geçin bunları; elinizde "üretilmiş" bir delil bile yokken, neye dayanarak konuşuyorsunuz ?" demeyin. Zira, siz de bir kanun adamı olarak  pekala bilirsiniz ki, Dickonson Hukuku' nda delinin yokluğu yokluğun delili olamaz ki! 

Peki; Bay Dickinson'ların emrinde olanların dışında bu  kasabanın namuslu, dürüst ve vicdan sahibi   bir  iddia makamı yok mu ? vardır elbette; öyleyse versinler bunun cevabını o zaman. Söz konusu savcıların, kasten ve "sehven" iddia edecek  halleri yok ya! Bunlar Bay Dickonson'un ayarlanmış savcıları mı ki delil imal etsin; uydursun. Savcının işi yok da hukuki olarak  delil icat edecek ha!? Cüzdanındaki paranın sesini değil kendi vicdanının ve sadece somut gerçeğin sesini dinleyen  nice savcı var bu kasabada.  Onun bunun; falancanın filancanın savcısı değil ki yalandan "iddia" imal etsin. Aksi takdirde hukukun alçaklığı  hukukun üstünlüğüne galebe çalmaz mı!?

Hukukun alçaklığı değil, üstünlüğü adına, güvenilmez anlatıcı olarak, biz de soruyoruz :o kişneyen benekli atı oraya kim koydu  gerçekten? ve kişnemesine kim, niçin müsaade etti ? bütün bu soruların cevabı tabi ki araştırılsın; biz araştırılmasın demiyoruz; halkına güven veren bağımsız ve adil yargı yok mu  bu kasabada? Adalet duygusu sıfırlanmış bir yargıyla adalet, nasıl, er geç  tecelli etsin!? Kasabada olmasa bile en azından mahşerde (nah!) tecelli eder diyorlar; inanalım mı onlara? Hem sonra; sosyal ve siyasal hayatta, olaylar, öyle olduğu için değil; öyle planlandığı için öyle oluyormuş diyorlar peki; bütün bu olup bitenleri kim, niçin planlamış olabilir öyleyse?

Deniliyor ki, hukuken, kişneyen benekli atın masumiyet karinesi varmış; o yüzden ispat mükellefiyeti savcılık makamındaymış; kişneyen benekli atta değil. Hem sonra kişneyen benekli at makul şüpheli değilmiş; o yüzden tutuklamaya gerek yokmuş. Daha nasıl şüpheli olmasın kardeşim; At hem kişniyor hem de benekli.. Ayrıca; At bu, her an dıgıdık dıgıdık kaçabilir değil mi? Tutuklamayalım da dört nala  kaçsın mı  yani? Kamu ve hara düzeninin hali nice olur sonra? Elbette hürriyeti kısıtlayıcı tedbir kararını uygularız bizim istediğimiz gibi kişnemeyen atlara. Gerçi Hukuka giriş kitaplarında sağlam bir mesnede bağlanmış şüpheli kişneyen  Atlar için aslolanın ‘gözaltı’ olduğu söylenir ama, bu at "benekli" kardeşim, ‘tutuklama tedbiri’ şarttır! Hem de şöyle helalinden en az beş sene tutuklama şart! ve unutma; sen sen ol, makul şüpheli(nin) atı(nı) daima sağlam bir kazağı, en azından bir 5 sene, bağla kardeşim! yoksa kişneyen benekli atı alan Üsküdar'ı geçer; pişman olursun. 

Hem sonra; akıl var (zerre) mantık yok; şey yani, var: Kasabanın hakim gücü bay Dickonson istedi diye savcılar bir at kişnemesi, boğa böğürmesi, buffalo inlemesi imal ve icat ederek; suçlama yapacak değiller ya ! Gerçi bunu yapan özel ayarlanmış sipariş-savcılar olabilir Vahşi Batıda, ama orası, adı üzerinde, uygar değil  "vahşi batı".. ne kanun var ne kamu düzeni; sadece keyfilik ve  gangsterlik  hakim. Her kes "keyfimin kahyası olmuş bir düzen"de yaşıyor orada. Ve bu keyfi zorba düzende, hasbelkader, dava konusu 'kişneyen benekli at', bir punduna getirilip bir çayırlıkta kovboy kemendiyle yakalanacak olsa ve makul şüpheli olarak göz altına alınmış olsa; ve mahkemede 'gizli at-tanık’ olmayı kabul etmeyerek başından geçen bütün hadiseleri gerçeğe uygun olarak kişnemiş olsa, eminim, egemen güce  ayarlı bu 'vahşi- batı hukuku'onu da, somut ‘gerçeği’ de,  behemehal tutuklardı.

Egemen güce ayarlı Vahşi Batı Hukukunda, savcılar, delillerle, pardon; ayni zamanda hem sanık hem de mahkum olmuş gizli tanıklarla; imzasız ihbar mektupları ve iftiralarla; benekli at kişnemesi için 8 milyon 388 bin 608 sayfalık mezara kadar ucu açık iddianame hazırlayarak, suçlu imal ve icat etmiş; avukatların savunma haklarını kısıtlamış veya yasaklamış olabilirler. Ama, o zaman da, bunun adı hukuk düzeni olamaz ki! Vahşi Batı'nın zulüm ve guguk düzeni olur! Hukukun üstünlüğü olmaz hukukun alçaklığı olur değil mi!? 

Ayrıca; insanları, adil yargılama ve mahkeme hükmüyle değil de, sırf ve sadece, makul şüpheli savcıların iddianamesiyle ve tutuklama yoluyla mahkûm edecek olursanız; ve bu yetmez, hakim ve mahkeme ayarlarsanız; hatta İktidar eliyle yasa ve anayasa siparişi  verirseniz, bu da hukukun alçaklığı olmaz mı?  Vahşi Batı'daki gibi hukukun alçaklığı  marifetiyle tek adam iktidar düzenini tesis etmek ve her yeri (küçük)Teksas devleti yapmak istiyorsanız o başka tabi.

Bütün bunlar olup biterken ve vahşi batı hukukunun acımasız çarkı dönerken, Machine kasabasının egemen gücü Bay Dickinson  elinde uzun namlulu silahıyla  : "ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca; ben yargıca yargıç demem yargıç ben(im) olmayınca; ben savcıya savcı demem; savcı ben(im) olmayınca; ben şerife  şerif  demem şerif ben(im) olmayınca.. ben hukuka hukuk demem hukuk ben(im) gugukum olmadıkça; ben bu dünyaya dünya  demem dünya ben(im) malım olmayınca; ben bana "ben" demem "ben" ben(im) olmadıkça.." diye, bol "benli", birinci tekil şahıs özel-mülkiyet makamından bir şarkı tutturmuş  söyleyip kendi kendine eğleniyordu.. Şimdi; asıl merak konusu olan Kasaba halkının hangi makamda şarkı söyleyeceği. Bakalım; kasaba halkı "halkın-adaleti" makamında bir şarkı  besteleyip söyleyebilecek mi?

Neyse, biz maceramıza dönelim artık.

William Blake makul şüpheli benekli atı sürmekten bitkin düşer ve bayılır. Ayıldığında baş ucunda bir Amerikan yerlisi; elinde bıçak; William Blake'in göğsündeki mermiyi çıkarmaya uğraşmaktadır. Bil bakalım, kim bu yerli..? kim; sen söyle ? Kim olacak No Body! Peki No Body (Nobadi, hiçkimse) kim ? No Body, Amerikan devrimi sonrası Amerikasında henüz her hangi  bir body (kimse, kişi) olamamış kimsesiz II.Nebukadnezar'ın Amerikan yerlisi hali. Niye mi? Müsade edin, bilimsel olarak açıklamaya çalışayım. II.Nebukadnezar aslında bir ve tek II.Nebukadnezar değil; o bir ve çok haldeki bir yarı tanrı-hükümdar soyutlaması. Yani sizin anlayacağınız birbirlerinden ayrı ayrı ve farklı- dikkat edin 'ayni' demiyorum; hiç 'ayni' der miyim sevgili okur ? 'fark'ın nesnelliği karşısında hiç 'ayni' olabilir mi allah aşkına!? 

Bu arada, Fark'ın nesnelliği ve kalıcılığına nazaran  eşitlik(!) teraneleri tutturanları da hiç anlayamıyorum doğrusu! Oysa; sosyal hayatta, Fark'ın nesnelliği ve kalıcı karşında, nihayetinde, ancak "herkesin yeteneğinden ihtiyacına göre" ilkesi geçerli olabilir; yoksa; Jan Jak Rouseau'vari,  mahut ve meşhur "insanlar eşittir" ilkesine takılır kalırız. Malumunuz; doğada ve hayatta somut olarak ‘eşitlik’ yoktur! Eşitlik soyut bir kavramdır. Dünyaya kalıcı insanlık anıtı olmuş Karl Marx’ın dediği gibi: “bireyler eşit olsalardı farklı farklı bireyler olmazlardı.” Her şey ve her kes birbirlerinden “farklı” olduğu için eşitliği değil ama “özgürlüğü/özgürleşmeyi” esas alarak bir toplumsal düzen kurulmalı. Çünkü; "FARK", doğada, kalıcı ve nesnel olarak var! O yüzden; akıllıca, Fark'ın nesnelliğini esas alarak ‘eşitlik için değil ama özgürlük için’  sömürüsüz-sınıfsız bir toplumsal düzen kurulabilir. Zira; aslolan Rouseau'nun da belirttiği gibi "hür doğup hür yaşamak"tır. (Gerçi, bizim Nazım daha özlü söylemiş ya: “bir ağaç gibi tek ve hür; ve bir orman gibi kardeşçesine”) O yüzden; insanlar eşit değil; ama özgürdürler. 

Her bireyin toplum içinde özgürlüğü "eşitlik" esas alınarak değil; "Fark" esas alınarak gerçekleştirilebilir ancak. Formül şudur: Farkın Nesnelliğinden Toplumsal Bireyin Özgürlüğüne.. Aslolan; insanı her yerde, bir "eşya" ve "şey" ilişkisi olmaktan  kurtararak onu toplum içinde özgürleşebilen gerçek bir birey yapmaktır. Özgürleşme dediğimiz de budur zaten: Her bireydeki mevcut-verili yetenekleri, toplumsal ihtiyaç ve imkan dahilinde, sınırlarına kadar çok yönlü olarak geliştirmek suretiyle insanı, eşyanın ve dünyanın gerçek "efendisi" yapmak; bu sayede doğa ile insanın birliğini özgürce yeniden kurmak. Yani; "Ve bir ağaç gibi hür ve bir orman gibi kardeşçesine yaşamak!" 

Büyük İnsanlığın o  tarihsel hasreti, ancak; bu günden, mevcut-verili ekonomik-siyasal; toplumsal-tarihsel Düzen(leniş)i, devrimci “inkara”  uğratarak, Hegel'in aşma(aufheben) ilkesine göre, gerçekleştirilebilir. İşte; Çağımızın o “altın kalbini” yaratmak için yollara düşenler ve bu uzun soluklu tarihsel mücadele sürecinin şimdiden bir parçası olabilmeyi başaranlar, aslında, özgürlüğün o altın çağına   daha şimdiden ulaşmış, kavuşmuş  sayılmayı da  hak ederler.

Bir ve çok halde  II.Nebukadnezar var demiştik. Bir ve on Feridun abi gibi yani.. Birbirinden ayrı ve farklı mekanlarda 10 tane Feridun abi var; bu 10 kişinin hepsi de Feridun abi'ye özdeş, ama Feridun abinin hem geçmişteki hem de gelecek zamandaki "farklı" halleri; yani 'özdeş ama farklı' .Yeterince açık değil mi ? peki ama; biz bu ayrı ve farklı II.Nebukadnezar'ların, II.Nebukadnezar  olduklarını nereden biliyoruz ? -hadi onu da söyleyeyim- şurdan : ayrı ayrı ve farklı olan bu kişileri II.Nebukadnezar yapan zorunlu ortak bir taraf var. O zorunlu müştereklik olduğu için, biz, bunların hepsi de II.Nebukadnezar dır, diyoruz. Peki nedir o zorunlu müştereklik ? Hepsinin de esas itibariyle, yani özü itibariye, Babil Kralı oluşuydu. Anladınız mı şimdi, tarihte ve toplumda  kendi başına, izole, saf, tam ve mutlak bir II.Nebukadnezar olamayacağını? Lütfen; beni böyle bilimsel açıklamalar yapmak zorunda bırakmayın artık; anlatımın insicamını bozuyorsunuz.

Masal bu ya, işte o II.Nebukadnezarlardan biri de Divan edebiyatı şairlerinden Fuzuli'nin "dost bi-perva felek bi-rahm ü devran bi-sukun/ derd çoh hem-derd yoh düşmen kavi tali' zebun" beytini  dertli dertli okurken bu dünyada fuzuli biri olduğunu sanarak  işte bu No Body'e dönüşmüş (hadi senin dediğin olsun güvenilmez anlatıcı kardeş). Peki niye No Body ? No Body, çünkü; o, henüz belirli bir body(kimse, kişi) olamamış; herhangi belirsiz bir kimse halinde(!) ( fesuphanallah; hani belirsiz kimse olmazdı; "kimse" olmak zaten belirli olmak demek değil miydi? yukarıda sen anlattın ya bütün bunları! tamam gene senin dediğin olsun güvenilmez anlatıcı kardeş; tamam!). O, adeta, bir hiç kimse (nasıl oluyorsa?); Çünkü; II.Nebukadnezar'ın 2000 yıllık yalnızlığı var onda. Henüz; bu yeni hayatında, her hangi bir insanı sevmemiş; ve herhangi bir insan tarafından sevilmemiş; sevgisi ile kendini sevilen bir insan yapamamış. Dean Martin'in söylediği o şarkı nasıldı: "you're nobody till somebody loves you" (sevenin yoksa hiç kimsesindir), yani bizim usta kalem Sait Faik'in dediği gibi:  bir insanı sevmekle  başlar insan olmak. Kimseleri sevmemişsen, kimseler tarafından sevilmemişsen "adam" sayılmazsın. Bu dünyada  onu No Body'likten kurtarabilecek, bir şahsiyet, bir "adam" yapabilecek tek arkadaşı, hayranı olduğu William Blake! O da ölürse tam Nobody(hiç kimse) olacak. Kendini some body(her hangi belirli bir insan, "Adam") yapabilmesinin yegane yolu William Blake'in yaşaması; ve sanatçı kişiliğinin hep var olması.  Ona şiirlerini okuması, resimlerini yapması... Hatırlayın; geçmişte, sırf onun sanatçı kişiliğine olan doyumsuzluğu ve özlemi nedeniyle tahtını, tanrılarını, biricik karısını, hazinesini terk etmişti. William Blake'in sanatı  sayesinde, kısmen gaddar ruhlu öfkeli bir kral olmasına rağmen kendini ezilmişlere ve kölelere daha yakın hisseder olmuştu. Zaman zaman Amerika köle pazarlarında dolaşıp; alınıp satılarak el değiştiren kölelere arka çıkar olmuştu.. Koca Babil kralı, binlerce kölesi varken, simdi pazar pazar satılan kölelere sahip çıkıyordu. Nereden nereye.. diyalektiğin tecellisi işte!

Şu ana kadar bir Nebuko adlı  resimde   William Blake ile  arkadaşlık yapmış olan II.Nebukadnezar, Nebuko resmindeki geçici hayatına devrimci bir kalkışmayla son verek; resimden, kendi bedenini kurtarır. Üstü başı boya içinde kalmıştır. En fazla da kırmızı renk sürünmüştür üstüne. William Blake'e yardım etmek ve Tarih sahnesinde yeniden rol alma vakti geldiği için de, No Body isimli bir Amerikan yerlisinde yeniden hayat bulur. Şimdi anladınız mı No Body'nin bu yazıda ne aradığını. Ben öyle boşa konuşmam!!

No Body(hiç kimse), "mermi kalbine çok yakınmış ,çıkaramadım" der ;ve ekler: “artık sen ölüme doğru yürüyen bir ‘dead-man(ölü-adam)’ sın.” William Blake çok derin bir tarih uykusundan uyanan uykulu gözlerle No Body bakar, güneş gözünü kamaştırmaktadır. Hafızasını kaybetmiştir William Blake. No Body bunu anlayınca çok üzülür ve kendiliğinden William Blake'in o altın  dizelerini okumaya başlar:        

"Doğar bazıları acıya;
Her sabah ve her gece
Doğar bazıları tatlı haza.
Doğar bazıları tatlı hazza
Doğar bazıları sonsuz geceye."

Artık bundan böyle, No Body,  William Blake'in  acı çeken o yaralı bedenine merhem olacak; ve ruhunu teslim edeceği ana kadar da William Blake'in yanından hiç ayrılmayacaktır. Zaten onun biricik arkadaşı olmak için yerinden yurdundan olup bu kadar tarihi badireye katlanmamış mıydı? O halde,  No Body için yaşamak, artık; William Blake için yaşamak olmalıydı. No Body'nin kendisi için yaptığı yegane şey, at sırtındaki yolculukları boyunca, tarihten(II.Nabukadnezar'dan) kalma o şairane ruhunu beslesin diye,  mütemadiyen, William Blake'ten   şiirler okuyup; mutlu olmaktı:

SEVDA BAHÇESİ
Gittim Sevda Bahçesine
Ve hiç görmediğim bir şey gördüm:
Bir kilise yapılmıştı ortasına,
Çocukluğumda oynadığım çimenlerin.
Ve bu Kilisenin kapıları kapalıydı,
Ve "İçeri Girilmez" yazılıydı kapının üzerinde;
Şöyle döndüm baktım Sevda Bahçesine
Bir zamanlar hoş çiçeklerle doluydu;
Ve gördüm ki mezarlık olmuş her yan,
Ve mezar taşları var çiçeklerin yerinde;
Ve karalara bürünmüş Papazlar çevrelerinde dolaşmakta,
Ve bağlamışlar neşelerimi,  heveslerimi dikenliklere.

KAPLAN
Kaplan! Kaplan! yanmakta ışıl ışıl
Karanlığın ormanlarında:
Hangi ölümsüz el ya da hangi ölümsüz göz
Yaratabilirdi senin heybetli simetrini?

Hangi uzak yarlarda ya da hangi uzak göklerde
Kurban edildi gözlerindeki ateş?
Hangi kanatlar erişebilir ona?
Hangi el kavrayabilir ateşi?

Ve hangi güç ve hangi beceri
Bükebilirdi kaslarını yüreğinin?
Ve, yüreğin çarpmaya başladığında,
Hangi dehşetli el ve hangi dehşetli ayaklar?

Neydi çekiç? ya zincir neydi?
Nasıl bir azaphanedeydi beynin?
Neydi örs? ve hangi dehşetli kabza
Ölümcül korkularını kavrayabilir?

Yıldızlar savurunca aşağıya mızraklarını,
Ve sulayınca cenneti gözyaşlarıyla,
Güldü mü O yaptığını görünce?
Kuzu' yu yaratan mı yarattı seni de?

Kaplan! Kaplan! yanmakta ışıl ışıl
Karanlığın ormanlarında,
Hangi ölümsüz el ya da hangi ölümsüz göz
Yaratabilir senin heybetli simetrini ?

No Body, ne zaman bilge ruhunu doyuran o Kaplan şiirini okusa kendi kendine sormadan edemezdi: "kuzu'yu yaratan mı yarattı seni de?". Bir gerçeği ısrarla sorgularcasına ve Yüce Manitu'ya  sitem edercesine, No Body,  soruyordu bu soruyu: "kuzu'yu yaratan mı yarattı seni de?". Nasıl oluyor da masumiyeti ve zayıflığı temsilen "kuzu" ile, şiddeti ve gücü temsilen "kaplan" ayni Yüce Manitu'nun  yaratıkları olabiliyordu!? Tek ve ayni Yüce Manitu'nun  değişik ve karşıt yönlerini temsil ve ifade edebiliyordu? Çünkü, No Body'nin Yüce Manitu anlayışına göre, Yüce Manitu dediğin müşfik, merhametli, adil, iyilik sever ve mükemmel olmalıydı. Hem sonra, Kaplanın yırtıcılığı ve parçalayıcılığı karşısında kuzunun masumiyetine  ve zayıflığına hangi  vicdanlı kalp nasıl dayansın? Hangi akıl nasıl ersin? Hangi müşfik kalp ve hangi merhamet Kuzunun Kaplan karşısındaki varlığına tepkisiz ve seyirci kalabilsin? Hangi adalet bu görünür eşitsizliği geçiştirebilsin; Kuzu'nun imdat diyen kalbini bir yırtıcı Kaplan'a   kurban versin . Oysa; Yüce Manitu inancına göre, Yüce Manitu her yerde ve her şeydedir.  Her şeye ve her yere nüks etmiş kendinden bir özellik vermiştir. Şayet Kuzu'nun masumiyet ve zayıflığı göz göre göre Kaplanın yok ediciliğine kurban ediliyorsa, bu, Yüce Manitu'un bir tasarrufu olmalıydı. O zaman da Yüce Manitu,  nasıl oluyor da bu kadar kötü kalpli, acımasız ve gaddar olabiliyordu!? Bu, güçlü ve egemen olanı kayırmak değil miydi!? Yüce Manitu'ya, masumiyet ve zayıflık karşısında, güçlü ve egemen olan bir yırtıcıdan yana olmak yakışır mıydı? Bu düpedüz vicdansızlık, merhametsizlik  değilse neydi!? Hani yüce Manitu mükemmel ve müşfikti; esirgemesi ve merhameti yüce idi. Kuzu gibi zayıf ve masum bir hayvanı kaplan gibi yırtıcı bir canavara kurban vermek nasıl bir Yüce Manitu'luktu!?   No Body'in serzenişi bir kez daha  yükseldi Yüce Manitu'ya : Kaplan! Kaplan!! "kuzu'yu yaratan mı yarattı seni de?"  

Bu arada bay Dickinson öldürülen oğlunun öcünü almak için şöhreti önden giden kiralık katiller tutar. Sülalesini Deşen Jak da bunların arasıdır. Bay Dickınson, ofisinde, avladığı ayı postu önünde, seri katillere hitaben yapmış olduğu konuşmasında, kiralık katillerin sicillerindeki  katillik başarılarını tek tek saydıktan sonra  bu katillik başarılarıyla ne kadar övünülse ve gurur duyulsa az olacağını belirterek biricik oğlunun katilinin ölü ya da diri yakalanmasını ister.  Bay Dickinson için kurşun sıkan katillerin daima şerefli birer katil olacağını; ve her zaman takdirle anılacaklarını da  ifade ettikten sonra  William Blake'i ölü ya da diri yakalamak için sürek avını başlatır. William Blake, artık, no body sayesinde silahla  konuşmayı ve beyaz adam öldürmeyi öğrenmiştir.. O meşhur, "ve deneyim yitirdiğimiz masumiyetimizdir" dizesi işte bu sıralarda ağzından dökülür William Blake'in. Ve dağa taşa William Blake in ölüsü ya da dirisini getirene ödül verileceğini gösteren ilanlar asılır.

William Blake bu ilanları gördükten sonra artık nitelikli  bir seri katil olmuştur, gözünü kekitmeden önüne gelen herkesi öldürmektedir. Ve şiirlerini artık kanla yazmaktadır. Ama No Body'nin bütün uğraşlarına rağmen, William Blake, göğsündeki merminin etkisiyle git gide kötüleşmektedir. Çare tükenmek üzeredir artık. No Body, sevgili  arkadaşı için, acilen, bir şeyler yapmak zorundadır. No Body' nin yerli inancına göre, William Blake eğer ruhunu ölümlü(sonlu)ler dünyasına teslim ederse başka bir bedende William Blake haline yeniden kavuşup şiir yazıp resim yapabilecek; ve sanatsal yaratıcılığı sayesinde ölümsüz olacaktır.

Çünkü; No Body'nin hayat felsefesine göre, ölüm, aslında, ölümsüzlüğün bir tezahürü ve varlık biçimidir. Her kes ve her şey ölümlüler(sonlular) dünyası olarak bir gün mutlaka sonlanacaktır. Ama; bu sonlanma sayesinde "her şey" ve sonsuzluk ayni zamanda hayat bulacaktır. Ölüm(sonlu) ve ölümsüzlük(sonsuzluk) tek ve  ayni Tekil Varlık'ın farklı veçheleri olduğu için, ölüm,  No Body'e göre,  ölümsüz olmaktır zaten. Dahası; ölen(sonlanan)  Tekil şey(ler)in dışında, ondan ayrı, kendi başına; yalıtık biçimde, saf  bir ölümsüzlük(sonsuzluk) yoktur, olamaz. Ancak ve sadece, sonlanarak, sonlanma sayesinde ve sonlana sonlana, sonsuz ve kalıcı  olunur. Sonlanarak, sonlanma sayesinde, sonlana sonlana sonsuz  ve kalıcı olmak bir çelişkidir. Sonsuzlukçelişki olduğu içindir ki sürekli akıp giden bir ve tek sonsuz sonlanma sürecidir. Ve bu çelişki mutlak olarak yok edilemez olduğundan sonsuzluk'un sonu yoktur; kalıcıdır.  Kalıcılık ve sonsuzluk, nesnellik(madde-hareket farkının özdeşliği) sayesinde, sonlu'nun (ölümlü), yani çelişki'nin, sürekli yeniden üretimi halidir. 

İşte; o yüzden; bu kainat, yani nesnel-gerçeklik, her an, her dem kendini yeniden tazeleyen hiç sönmeyen bir ateşdir. (Enver Gökçe’nin “kirtim kirt” şiirini okumanın tam sırası şimdi). Ölümlüler ve sonlular alemi olmasaydı biz sonsuzluk ve ölümsüzlükten bahsedemezdik zaten. No body göre "ölmek",   kalıcılığa ve sonsuzluğa katılmaktır. Yani; köklerin köksüz-kökü'ne karışma; evrelsel anasız-ana'da eriyip gitme; ve bireyselliğin dağılarak kalıcı akışkan Tümellik(evrensellik)'te erimesidir Ölüm. Bir  bütün olarak nicelik olan niteliktir de diyebiliriz  Ölüm'e. Her ölümde ve her ölümle nitel bir bütünlük dağılır, sonlanır ve maddi ortama katılır, karışır.  Ve  nesnel-gerçekliğin nicelik'liği, kantitatif yanı, kendiliğinden kalıcı ve sonsuzdur. Ve ölüm(lük) her seferinde ve sürekli olarak bu kalıcı-sonsuz nesnellikten(kendiliğinden hareket halindeki madde'ye bağlı olarak) "yeniden üretilerek" doğar. Sonsuzluk, bu kalıcı oluşum sürecinin kendisidir.

Bu arada seri katiler William Blake bulamayınca sıkılırlar ve birbirlerini öldürürler. içlerinde en son Sülalesini Deşen Jak kalır. William Blake’i takibe devam eder. 

No Body, mütemadiyen at sırtında yol almaktan yorgun düşmüş; ve bedenine saplı mermi nedeniyle de takadı iyice tükenmek üzere olan ve zorlukla nefes alan William Blake'i, son vazifesini yapmak üzere, Pasifik sahilinde kabilesinin bulunduğu  köye götürmeye  karar verir. Ve sık ulu ağaçların kalabalığında Nehir yolu ile köye gitmek üzere bir kano ile yola koyulur. No Body Aşağı Mezopotamya'daki krallık zamanında olduğu gibi saltanat kayıklarıyla yapılan Fırat nehrindeki  gezilerini hatırlar bu nehir yolculuğunda; ve içinden şu türküyü tutturur  : "William Blake efsane oldu ve No Body onun en iyi arkadaşı, can-dostuydu”. 

Köye ulaştıklarında, William Blake, artık, tahammül edilemez o acılar içinde halsiz düşmüş;  ölüme teslim olmak üzeredir.  Ruhlar alemine yapacağı son yolculuk için, sedir ağacından özel kanosunun yapılmasını bekler bir süre daha. Ruhunu teslim edeceği an geldiğinde, William Blake, No Body'in  kabile büyükleri tarafından kanosuna ayinle bindirilir. William Blake, tıpkı Spinoza gibi panteist(tümtanrıcı) ve gizemsel-diyalektik bir evren anlayışına sahip olduğundan, aslında, ruhlar alemine yapılacak olan bu kano yolculuğu onun için hayatın ölümle takas edileceği zıtların son macerası olacaktır. William Blake için, Zıt(lık)ların çelişkili birliğinin sürekli olarak yeniden üretildiği bu muazzam evrensel bütünlükte, er geç, zıt kutuplar birbirlerine değeceğinden ölümün yaşama değmesi de kaçınıl(a)mazdı.  Ve nihayet William Blake  ruhunu teslim edeceği o son yolculuğuna uğurlanır."less than everything can not satisfy man[13]", William Blake'in son sözleri olur. Bulutlar arasında ışıklar titrekleşir ve sisler içinde suda yol alan kanosuyla William Blake, o efsanevi adam, gittikçe ufukta belirsizleşerek ölümle hayatı takas eder; ve ruhunu kurtarır.

No Body,  'William Blake efsane oldu ve No Body onun en iyi arkadaşıydı' diye türküsünü mırıldanırken o esnada köye gelmiş olan Sülalesini Deşen Jak tarafından vurulur; o da Jak'ı vurur. "Yaşamak ölmeğe değdi" No Body'in son sözleri olur ve  No Body'e hak vaki olur. Ve hükümdar II.Nebukadnezar olarak Ankara Kalesinin önünde bulur kendini. Aşağılarda yoğun bir kalabalık görünce kendini karşılamaya gelen  Babil halkı sanarak onlara doğru  sevinçle yürümeye başlar. Ancak, halk yürüyüş halinde olduğu için (durursa donar çünkü), onlara ancak taa Sakarya caddesindeki tekel işçilerinin direniş çadırlarının bulunduğu yerde ulaşır. Sadece çivi yazısı yazması-okuması olduğu için, hiç bir anlam veremediği ve hiçbir şey anlamadığı Aydın Tekel İşçileri’nin  "Tayyip Erdoğan geçmişini unutma işçiye sahip çık"[14]yazılı pankartını görünce ağzından nedense, kendiliğinden, en iyi arkadaşı William Blake'in şu dizeleri dökülür:

“Her gece ve her sabah/
 Doğar bazıları acı’ya
Her sabah ve her gece
Doğar bazıları tatlı haza.
Doğar bazıları tatlı hazza
Doğar bazıları sonsuz gece’ye."     

rüya bu ya..




[1]Fark’ı esas alan Tekil-Tümel Özdeşliğinde; Öz’ün,   değişimsel tezahürünün geçici Biçim’ini  belirleyen Özel-imkan dahilindeki otodinamik ilahi olasılıklar Bütünü. Yani; Genel’e indirgen(e)meyen nesnesiz(ilahi)-özne’nin  Yaratıcı Tümelliğinin Yeniden-Üretimi’nin  sınırsız çoklu-çeşitli Kalıcı Özgürlüğü; ya da; kendi Özel muhtevasından  ibaret olmayan Genel’in mahiyeti itibariyle vakti gelen  özgürlük biçimli Zorunluğu; ya da; “bir şey nasıl oluyor da başka bir şey oluyor” dediğimizdeki  bi’l fiil fail olan’ın kuvve-fiil’ini gerçekleştiren tayin edici nesnesiz(ilahi)-güç; hatta; olabilecek olanın olabilirliğini sınırlandırmış olan’ın, nesnel “fark”tan kaynaklanan çelişkili Birlik’teki belirlenene nazaran belirleyen tarafın  gerçekleşmeyi hazır hali de denebilir. Kısaca, “zaman neresi” diye sorulduğunda, henüz Mekan olmamış Zaman’ın yönünü bağlı olarak “aha orası” diyebilme yeteneği ve gizil-gücü..Bilmem anlatabildim mi? Ayrıca bkz: Yılmaz Abi(Öner)’nin ziyadesiyle  kafa patlattığı “olasılıktan determinizme diyalektik ve  prodeterminizm” konulu kitaplarının bilmem kaçıncı sayfası.

2] Yüklemin Özneyi abesle iştigali. Ya da öznede anlatılanın aynen yüklemde tekrarı,yani ‘malumu ilam’

3] “Al  takke ver külah” ın muadili yada ekürisi de denebilir.

[4]Teorik vesvese ile, ya anlaşılamazsam  diye takıntı yapmam obsesif’liğime ;anlaşılamamış olduğumu varsayarak ikide bir zorlama açıklama yapmam da  kompulsif’liğime denk düşer.  

[5] Cin fikirli  şeytan teologların, referans göstermeden, hükümdara ait fikirleri, eserleri  kendi malıymış gibi utanıp sıkılmadan kullanması;ya da bunun tersi, yani; hükümdarın kendi tebaasına ait emek ürünlerini kaynak göstermeden çalması...ahlaksız teolog(lu)k ya da ahlaksız hükümdar(lık)  da denebilir.  Plagiarism   denilen bu çeşit hırsızlığın  örneklerini, öte-tarihte, üniversite denilen medreselerde bol miktarda görmek mümkün. 

[6] Her insanda mevcut olan ve bizi biz yapmaya yarayan eksiklik ve zafiyetlerimiz. Bir çeşit kişilik yamukluğu.

[7] Demokrasi  taklidi   yapılan çağlarda,  tiranların, “kanun hükmündeki  keyfi(lik)leri” Ayrıca:bkz Taklid-i Ebla Tabletleri  ‘taklid-i demokrasi’ bahsi.

[8] Her şeyi ben mi söyleyecem ya;” Mustafa Kemal’in başka askeri yok mu!?” Hadi neyse; Bkz. Leonardo da Vinci’nin Vitruvius Adamı ve Son Yemek tablosu. Ya da Kepler’in dediği gibi, geometrinin iki hazinesinden  biri. Hatta; ay çiçeği çekirdeklerinin spiral biçimli dizilişleri de denebilir. Bir de “üzerimizde ağır bir yeryüzü varken çağımızın o altın kalbini arayanlar” var; onların sınıfsal “altın oranı”ndan kimsenin söz ettiği yok ama!

[9] İnsanın kendi gözünde emek-gücü’nün bir mal biçimini almış olmasının; ve emek-gücü ile ücret arasında daimi bir ilişki kurulmak suretiyle emeğin ‘ücretli-emek' halini almasının neresi medeni ki, ‘medeni Batı’ olsun Feridun Abi. Feridun Abi de kim deme, daha sonraki. yazılarımda adı geçecek olan ve insan hayatının  “mal” ile  sınırlandırılmasına karşı olan  bir abimiz işte.

[10] Mitolojide geçen bir  kahramanlık öyküsüne göre Grit adasında özel olarak yapılmış bir labirentte yaşıyan Minotaur adlı bir ejderha varmış. Grit kralı Atinalıları savaşta yenince savaş tazminatı olarak onlardan, her dokuz senede bir    Atinalı  yedi delikanlı ve bakire kızın Minotaur’a kurban verilmesini istemiş. Atina kralı Egeus’un oğlu olan Thesus adlı Atinalı kahraman da kurban olarak seçilince, bu anlaşmayı bozmak ve ejderhayı öldürmek üzere Grit’e gitmiş. Grit kralının kızı Ariadne, Thesus’u görünce  aşık olmuş; ve  ona, labirente yaşıyan ejderhanın yerini bulabilmesi ve geri dönebilmesi için daha sonra kendi adıyla anılacak olan bir  ip vermiş. İşte;  Ariadne’nin vermiş olduğu bu ip sayesinde Thesus,  Minotaur adlı ejderhayı öldürmüş; ve labirentten çıkarak sevgilisi Ariadne ile Atina’ya gitmek üzere yelken açmış.( Bundan sonra tevatür muhtelif ama biz devam edelim gene de),Ancak fırtına nedeniyle Ariadne, Nakşa adasında kalınca, Thesus yalnız başına Atina’ya dönmek zorunda kalmış. Daha önce babasıyla anlaşmış oldukları anlaşma gereği, şayet Minotaur’u yenmişse beyaz sancak; yenilmişse siyah sancak çekecekmiş. Thesus, peş peşe yaşadığı dramatik ve dehşet dengiz olaylardan ötürü  yelkenlisine  beyaz sancak çekmeyi unutmuş. Uzaktan siyah sancak çekili olduğunu gören  baba Egeus, oğlunun öldüğünü sanarak   üzüntüden ve kahrından  kendini denize atarak intihar etmiş.. Ve daha sonra, sularında kaybolduğu o denize  Egeus’un adı verilmiş.Egeus’un ismi, gel zaman git zaman, Ege olmuş.      

[11] “Kömünist bir Rönesans” hazırlamak uğruna  bağımsızlık ve özgürlük  için ölenler. Bkz. Dar ağacından notlar., Juluis Fucik ve “Öldükleriyle kalmadılar”, Orhan İyiler.

[12]Sırf ve sadece "kafadan" gelen gerçek ya da "Ne deliller vardı zaten yoktular” demek. İmmanuel  Kant’ın baba kavramlarındandır. Ayrıca bkz: “delilin yokluğu yokluğun delili değildir” bahsine.  Nerede mi? Onu da siz bulun bir zahmet!

[13] Tatmin etmez insanoğlunu “ her şey”e nazaran “biraz” ; ve “tam” a nazaran “eksik”. Oysa; ortada, kendi başına, ne” her şey” var; ne de  “tam” olan bir şey. Her şey, Özünde  “göreli”  ve “farklı”dır. Bütün olup biten,  sadece, sanki ‘karşıtı’ kendini çağırıyormuşçasına, zıtların birbirleriyle, birbirlerini belirlemek üzere kıyasıya bir mücadele halinde olmaları.. zıt kutupların, nihayetinde    kendilerini birbirlerine değdirme mücadelesidir. Çünkü, zıtların özgürlüğü ve sonlanışı zorunlu olarak birbirlerine değer nihayetinde.

[14]Eğer Aydın(!) (Tekel) İşçiler(i), kendi geleceklerini tayin edebilmek için, hala, İktidardaki Hükümdarlardan bir medet umuyor; ve Amasya Tamimi'nden ("milletin-hükümdarın değil- bağımsızlığını, yine milletin-hükümdarın değil- azim ve kararı   kurtaracaktır.") bir  ders alamıyorlarsa; yani  kendi yarınları ve toplumsal kurtuluşları, kendi öz-güçlerinin ve örgütlü mücadelerinin bir eseri olamıyorsa hala, biz daha çoook “şarabımızı vermek için üzüm gibi ezileceğiz” demektir.           

*Dead Man  Jam  Jarmusch’un Acid Wester filmi.