25 Aralık 2016 Pazar

HYPATİA VE KUBİLAY' IN YOBAZ SÜRÜSÜ TARAFINDAN KATLEDİLİŞİ

Hypatia'nın öldürülüşü, 1866  Louis Fuguier




22 Aralık 2016 tarihli  Aydınlık’ta Serap Işık  1600 yıl öncesinin yobazlar sürüsünün İskenderiyeli bilge kadın Hypatia’yı nasıl katlettiklerini  ve bilime  nasıl kıydıklarını  “238 Hypatia burada!” başlıklı   yazısında bi güzel anlatmış.   

“Bizi birleştiren şeyler ayıranlardan daha fazla; tüm insanlık kardeşdir” diyen ve insanlık aleminin gelişiminin durdurulamayacağına duyduğu inançla gezegenlerin hareketlerini hesaplayan matematikçi, astronom ve bilge kadın  Hypatia(M.S. 350-415), bilim düşmanı İskenderiyeli Piskopos Cyril tarafından  seytan olarak suçlanmış ve hakkında “katli vaciptir” diye buyruk verilmiş; ve  kışkırtılan  (Kıpti) Hristiyanlarca, bilge kadın Hypatia üstü başı soyularak çırılçıplak taşlanmış; etleri ve kemikleri istridye kabuğuyla birbirinden ayrılmış; daha sonra da yakılarak vahşice katledilmiştir.


Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay





Derviş Mehmet

86 yıl önce Menemen'de de , ayni gerici zihniyet ve yobaz sürüsü, kılık ve kimlik değiştirmiş olarak, kendini mehdi ilan etmiş olan Derviş Mehmet öncülüğünde 
Cumhuriyet'e isyan ederek     genç Cumhuriyetin yedek subayı olan Kubilay'ın kafasını kesmiş; sokaklarda dolaştırmıştı.


Tarih boyunca ilerici-gerici  kavgasında, Hypatia’dan Kubilay'a; Hallac-ı Mansur'dan Bruno'ya... kendilerini,  gerici ve yobaz güçler karşısında insanlığın ışığı ve cesareti  olmaya adamış    tüm  fedakar ve cesur insanlara ne kadar minnet duysak azdır.








Hypatia'nın hayatı için film izle:  AGORA

Carl Sagan'ın hazırladığı Hypatia'nın trajedisi ve İskenderiye Kütüphanesi için :

https://www.youtube.com/watch?v=XHfFH7gU_MU

NİÇİN ŞANGAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜNDEN YANAYIM?



Genel olarak  kapitalist toplumda yaşıyoruz. Yani; balıklar nasıl suda yaşıyorsa, bizler de kapitalist üretim ilişkilerinin ve tarzının egemen olduğu toplumda yaşıyoruz.  Toplum çeşidimiz belli: Kapitalist toplum.  Toplumun yaşaması, yeniden üretilmesi de, işte bu  egemen kapitalist üretim tarzına bağlı.


Peki ama; kapitalizm ne? Kapitalist üretim tarzı ne?


Kapitalist üretim tarzı, genelleştirilmiş bir “meta üretimi” sistemidir. Meta üretimi sisteminde bütün ürünler,  üretici ve tüketicilerin önceden belirlenmiş  ihtiyaçlarını  karşılamak için   ve insanların doğrudan kullanımını  düşünerek değil,  sırf, pazarda mübadele amacıyla üretilirler. Meta üretimi sisteminde neyin, ne kadar, nerede, nasıl üretileceği önceden belirlenmiş toplumsal planlara, toplumsal adetlere göre olmaz. Meta üretimi sisteminde  insanın emek-gücü’nün kendisi de dahil olmak üzere  emek sürecinin bütün unsurları (hammadde, üretim araçları, aletler ve sermaye)  meta(mal)’ya dönüşmüştür.Yani insanın üretken ve yaratıcı faaliyeti ve ürünü  “mal” biçimini almıştır.  Kapitalizm, kapitalist üretim tarzı, böyle bir şey işte.


Soralım o zaman: Bu iyi bir şey midir? İnsanın çalışma kapasitesinin, emek harcama potansiyelinin, ürünün ve toplumsal ilişkilerinin   “mal” biçimini alması, alım-satımın konusu olması, insanlık ve geleceğimiz için iyi bir şey midir?


Eskiden köleler vardı, toptan satılır ve benlikleri sahiplerince ipotek altına alınır, köle yapılırlardı. Şimdi de, modern zamanlarda yani, bu kez, elinde hammaddesi ve üretim araçları-aletleri olan bir takım insanlar, üretim yapmak için, çalışma kapasitesi ve emek-gücü sahibi olan insanları belli bir işte çalıştırmak üzere belli bir ücret karşılığında satın alarak   onları ücretli-köle yapmakta; ve toplumu, çıkarları birbirine zıt iki ayrı sınıfa bölmekte. Demek ki biz yaşadığımız toplumda, yani meta üretimi toplumunda, bir çok (çeşitli) şey üretmek suretiyle toplumsal hayatı(mızı) yeniden üretirken  ayni zamanda ve esas olarak “mal” biçimi almış insanlar, sınıf ilişkileri ve ürün de üretmiş/yaratmış  oluyoruz.


Oysa sorsak kendimize, kimse kendine “mal(meta)” olmayı reva görmez. Mal-adam, mal-kadın, mal-çocuk, mal-insan, mal-işçi, mal patron... tabirlerini kim kendine yakıştırır? Ama "mal" olmuş toplumda, mal-toplum’da  yaşarsak başka ne olmayı bekleyebiliriz ki?  Kirli ve zehirli sularda yaşayan deniz canlıları gibi acaba hangimiz bu mal-toplumunda  kendi gerçek  canlılığımızı ve  kişisel özelliklerimizi, yeteneğimizi  gösterebiliriz ki? “Şey” değil; birer kişi, özgür bireyler, olabiliriz ki?


İşte bu insanın insanlığını yok eden; ve toplumu ücretli emekçiler ve sermayedar patronlar diye sınıflara bölen kötü kalpli kapitalizm, kapitalist üretim tarzı, yani genelleştirilmiş meta(mal) üretimi, zamanla ve kendi dinamikleriyle, tekelci bir karakter kazanarak, dev tekelleri doğurmuş ve tekelci dev şirketler sayesinde koluna militarizmi ve savaşları da alarak  dünyaya egemen olmak istemiş, ve günümüze kadar gelmiştir. İşte bu tekelci sermayenin, tekelci dev şirketlerin, dünyayı paylaşma ve sömürme biçimine ve karakterine  emperyalizm diyoruz.


Emperyalizm, militarizmsiz ve savaşsız var olamaz..  Emperyalizm, emperyalist devletler arasında açık-gizli işbirliği öngörür; ittifaklar kurar. Emperyalizm, her araçtan, yalnız ve ancak, emperyalizm olarak kalabilmesi bakımından ilgilenir, yararlanır.  Bu uğurda ne gerekiyorsa, ne yararlıysa onu yapar. Ve Dünya çapında karşı-devrimi örgütler. NATO, bu bakımdan  emperyalist devletler için iyi bir enstrüman ve  savaş makinesidir.


Günümüzde batı emperyalizmini temsil eden devletler denince başında Amerika Birleşik Devletleri gelir. İngiltere, Fransa, Almanya, kimi orta ölçekte Avrupa ülkeleri, Kanada ve Japonya…gibi devletlerde de emperyalist ABD’yi takip eder. Eğer böylesine  emperyalizmin var olduğu bir dünyada yaşıyorsanız, emperyalist devletlerin dışında kalan devletler de  kendi güvenliklerini ve kalıcılıklarını korumak ve savunmak durumunda kalırlar.


Şangay İşbirliği Örgütü, ŞİÖ, işte böylesi nesnel  bir ihtiyacın sonucunda doğmuştur. Emperyalizmin kolektif saldırısı ve hegemonya arzusu  karşısında bağımsızlıklarını ve milli egemenliklerini korumak ve savunmak isteyen beş ülke(Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan) 26 Nisan 1996’da  Şanghay’da  bir araya gelerek NATO ve Atlantik sistemine karşı   kendi kolektif savunma sistemlerini ve araçlarını yarattılar. Daha sonra Özbekistan da onlara katıldı. Bu ülkeler, ŞİÖ’yü, emperyalist emelleri için değil; üye  ülkelerin milli çıkarları ve milli güvenlikleri  için  kurmuşlardı. Her ülke bir diğerinin haklarını, milli menfaatlerini    gözetmeyi esas olarak kabul etmişti.


Hindistan, Pakistan, İran, Afganistan, Beyaz Rusya ve Moğolistan’dan oluşan altı devlet de gözlemci statüsündeydi. Bir de, Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Kamboçya, Nepal, Sri Lanka’ dan oluşan diyalog partneri ülkeler vardı.


Şimdi gelelim niçin ŞİÖ’den yana oluşuma :


1-      ŞİÖ, emperyalist bir organizasyon değildir.


2-      ŞİÖ, Emperyalizm çağında, milli devletlerin çıkarlarını ve milli egemenlik haklarını savunur ve esas alır.


3-      Türkiye’yi bölmek-parçalamak-yutmak isteyen Batı emperyalizmi karşısında ŞİÖ Türkiye’ye dost eli uzatmaktadır.


4-      Türkiye’nin mili çıkarları ve  kalkınması  için Batı emperyalizmi yörüngesinden kurtulmak zorundadır. ŞİÖ bu iş için iyi bir imkan ve fırsattır.


5-   ŞİÖ, Emperyalizmin milli devletleri parçalama, bölme araçları olan her türlü etnik, mezhepsel, dini bölücülüye-gericiliğe;  ve Soros’cu turuncu devrimlere karşıdır.


6-      Dünya ekonomisin merkezi ve ağırlığı Asya’ya kaymıştır. Dünya ekonomisinin büyümesine Çin Halk Cumhuriyeti’nin katkısı %39’dur. Hindistan’ın ise %16. Japonya ve diğer Asya ülkelerini de sayarsanız Asya dünya üretiminin cazibe merkezi ve  lokomotifi olmuştur. Buna mukabil Atlantik sistemi ise sadece kriz üretiyor ve küçülüyor. Amerikanın dünya ekonomisine katkısı %10, Avrupa’nın ise %5’in altında.


7-      Dünyanın enerji kaynakları Asya’dadır.Ve gelecek Asya’dadır.


8-  Mustafa Kemal Atatürk  1 Aralık 1921’de Meclis konuşmasında  şöyle demişti:   

   “Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız. Dolayısıyla her birimizin hakkı vardır. Selahiyeti vardır. Fakat çalışmak sayesinde biz hakkı kazanırız. Yoksa arkası üstü yatmak ve hayatını emek harcamadan geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur. Hakkı yoktur. İnsan ancak çalışmakla insan olur. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyet-i milliyece mücadeleyi öngören  bir mesleği takip eden insanlarız.


9-   Bizler eğer Mustafa Kemal Atatürk’ün  yolunda yürüyen bir Türkiye istiyorsak   “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizmin bir aracı ve organı olan  NATO’dan derhal ayrılıp; ŞİÖ’ye dahil olmamız gerekir.


10-  İşte; insanı her yerde bir mal(meta), “şey”,”eşya” derekesine düşüren Kapitalizm’i ve onun tekelci dölü emperyalizmi devrimci inkara uğratma mücadelesinde, ŞİÖ, bir uğrak, bir moment olduğu için, ŞİÖ’den yanayım.



4 Aralık 2016 Pazar

UĞURLAR OLSUN COMPANERO FİDEL..

13 Ağustos 1926 - 25 Kasım 2016





ABD emperyalizminin yenemediği Efsane Devrimci burda yatıyor:  Santiago de Cuba  Santa Ifigenia Mezarlığı

NE MUTLU KÜBALIYIM DİYENE!




  
FİDEL, KÜBA DEMEKTİR:  https://www.youtube.com/watch?v=quslQzHiSoY


LA HİSTORİA Mİ ASSOLVERA ( TARİH BENİ HAKLI BULACAKTIR)


         LA HİSTORİA Mİ ASSOLVERA  ( TARİH BENİ HAKLI BULACAKTIR) 


Companero Fidel,

Karayiplerden bir haber geldi, dediler ki Küba Devrimi'nin sakallı  ihtiyar delikanlısı Fidel ölmüş!

Bilmezler mi ki;

Amerika kıtasının ilk sosyalist devletini kuran ve dünyanın her yerinde emperyalizme meydan okuyan devrimciler.. ÖLMEZ!!

Amerikan tekelci sermayesinin uşağı ve kuklası Diktatör Batista'nın sömürü ve zulum düzenine son veren efsanevi  liderler..ÖLMEZ!!

400 yıllık İspanyol sömürgesi artıklarını ve işgalci tekelci Amerikan şirketlerini karayipler denizinde boğan  Küba Devriminin yiğit ve cesur  membise önderleri..ÖLMEZ!!

Emperyalizmin,  Tekelci şirketlerin ve Mafianın kanlı saltanatına  göre tarif ettiği hak ve özgürlükleri, sosyalizme göre yeniden tarif eden devrimciler..ÖLMEZ!!

Latin Amerikanın Bolivar'ı, Marti'si, Che'si  Fidel, yani dünyayı ferahlatan ve özgürleştiren o şen devrim kasırgası,  ÖLMEZ!!

Marksist düşünceyi Küba'nın tarihi gerçekleri ve devrimci gelenekleri ile bağdaştıran millici, bağımsızlıkçı yurtseverler Ölmez!!

Zulum gören kalplerde  ve sömürülen bedenlerde daima yanan devrim ateşi ve yeni doğan gün ..ÖLMEZ!!.

Companero Fidel, bilmezler mi ki  Fidel Castro'lar ölesi değil!  







FİDEL’DEN BİZLERE KALAN BÜYÜK MİRAS:  “ÖZGÜRLÜK, VATANIMIZDIR”

400 yıllık İspanyol sömürgesi bir adadan  ve 50 yıllık Yanki emperyalizminin katliamcı ablukasından ve tekelci sermayenin uydusu ve kuklası kanlı diktatörlük rejimlerinden  sosyalist bir vatan  yaratan Fidel’ in bizlere bırakmış olduğu en büyük miras  kökleri ta Bolivarlar’a, Jose Martiler’e uzanan  mambise’ci anti- sömürgeci gelenektir. yani;    “özgürlük,  vatanımızdır”  gerçeğidir.  Emperyalizm var olduğu sürece, Fidel’in bu mirası, emperyalizmin ezdiği ve sömürdüğü tüm halkların anti-emperyalist mücadelesinde hayat bulacaktır

19 Ağustos 2016 Cuma

KAPİTALİZMİN VE DEVLETİN SONU GELDİ Mİ?




Geçen gün feysbuk’ta bir arkadaşım paylaşmamış olsaydı 12.02.2015 tarihli BirGün gazetesinde yayınlanmış olan Berkant Gültekin’in Prof.Dr.Cem EROĞUL ile yapmış olduğu  Söyleşi*’den haberim olmayacaktı. Söyleşiyi okuduğumda dikkatimi çeken ve kafama yatmayan bazı hususlar oldu.  Onları sizlerle paylaşmak isterim. Öncelikle belirtmeliyim ki, uzun yıllar Mülkiyede dersler veren; anayasa hukuku ve Marxist devlet kuramı üzerine çalışmaları olan değerli Hoca Prof.Dr. Cem EROĞUL'un “kapitalizmin ve devletin sonu”, “proletarya diktatörlüğü” gibi.. konularda kafasının  karışık; zihninin  bulanık olduğunu tespit ettim.. EROĞUL, nesnel dediği yerde öznelliğe  düşmüş; ve soyut düşüncenin büyüsüne kapılmış. Ve bir şekilde, eleştirmiş olduğu Kapitalist düzen(leniş)in  kucağına düşmüş.  

Nasıl mı?

EROĞUL, söyleşisinde, bir soru üzerine,  Aşağı yukarı 500 yıldır devam eden kapitalizmin sonuna gelmiş bulunuyoruz.(abç). Nesnel olarak gelmiş bulunuyoruz, kapitalizmin artık nefesi tükendi, bu düzenin devam etmesine imkân yok. Kâr peşinde koşarak çarkı döndürmek mümkün değil artık. Bugün üretim güçlerinin eriştiği bu verimlilik düzeyinde, 7 milyar insanın asgari ihtiyaçlarını, zorunlu çalışma olmadan, ücretli emek olmadan karşılama imkânı mevcut. Sadece gönüllüler, dünyada bilmem kaç milyon insan, “Ben çalışmak istiyorum” desin yeter. Emek verimliliği öylesine büyüdü ki, artık üretim güçlerini geliştirmek için, kâr etme dürtüsünü kullanarak işçi emekgücünden artı-değer yaratma çağı bitti. Marx bunu Grundrisse’de söylüyor: ‘Bilimin üretimde kullanılmasıyla üretim güçlerinde öylesine muazzam bir ilerleme sağlanacak ki’ diyor; ’O noktadan sonra artık işçiyi sömürerek artı-değer yaratmak anlamsız hale gelecek. O zaman da kapitalizmin nesnel dayanağı kalmayacak.’ Artık dayanağı kalmadı gerçekten; kapitalizmin sonuna gelindi.(abç)


“Ama tabii sömürü düzeni kendiliğinden yıkılmayacak.(abç) İnsanlık(?) (abç), bu gereği yerine getirmezse, barbarlık ve çok yaygın faşizmler olacak. Üstelik, sanırım daha da büyük bir dönüşümün arifesindeyiz: Devletin de sonuna geliniyor.(abç) Bu da Marx’ın öngördüğü bir şey. Kapitalizmin ortadan kalkmasıyla birlikte devletin de temel işlevi bitecektir. Dolayısıyla artık “Proletarya Diktatörlüğü” tezi de geçerliliğini yitirmiştir. Yepyeni bir şeye(?) doğru gidiyoruz. Köklü iklim değişikliği olduğu gibi, toplumsal yaşamda da çok köklü bir düzen değişikliğinin arifesindeyiz.(abç) Bunu görürsünüz ya da görmezsiniz. Ben böyle olduğunu düşünüyorum.   demektedir.


Cem  Eroğul’un bu düşünceleri, bir bakıma, tekelci kapitalizmin ideolog memurlarından Fukuyama' nın "tarihin sonu" (geldi)  tezine  eşdeğerdedir.  Fukuyama, Kapitalist üretim tarzını ve kapitalist toplum çeşidini "son durak" olarak ilan ederken tarihsel gelişimi keyfi olarak dondurmaktaydı, Marksist EROĞUL da, kapitalizm'in sonuna gelindiğini söyleyerek tarihsel gelişimi öznel olarak hızlandırmaktadır.


Kapitalizmin sonunun gelmesi, proletarya diktatörlüğü tezinin geçerliğini yitirmesi ve devletin temel işlevinin bitmesi için, Marx’a göre,  komünist toplumda yaşıyor olmamız gerekir. Çünkü Marx: Gotha Programının Eleştirisi’nde: Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci dönüşüm dönemi yer alır. Buna da bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz.” diye yazar.

Demek ki, Marx’a göre,  komünist toplum aşamasına gelmeden, ne devletin temel işlevi bitmekte ne de proletaryanın devrimci diktatörlüğü gereksiz olmaktadır. Bilakis; kapitalizm ile komünizm arasındaki devrimci geçiş döneminde, devlet, sınıfsal egemenlik aracı olarak, devrimci proletaryanın siyasal gücü  haline gelmektedir.


Aslında,  diyalektik olarak,  "doğan, ölümü hak eder." Feodal bir toplumda,  önderlik ettiği sınıflar-mücadelesi sonucu  devlet iktidarını ele geçiren ve egemen  sınıf olarak tarih sahnesine çıkan burjuvazi, gerici ve karşı-devrimci bir  karakter  kazanmasıyla birlikte, kendi mezar kazıcısı olan proletaryayı da, rolünü oynamak üzere, tarih sahnesine çağırmış oldu.  19.yüz yıl sonlarında Kapitalizm, uluslararası tekelci kapitalizm aşamasına, yani, emperyalist döneme girmesiyle birlikte de, çürümeye, can çekişmeye, Kıvılcımlı’nın deyişiyle “gebermeye” başladı. 


Peki ama; bütün bunlar,  "kapitalizmin sonu geldi" anlamına gelir  mi? Onu sonlandıracak güç tarih sahnesine çıkıp rolünü oynamadıkça o can çekiştiği söylenen kapitalizm, hiç tarih sahnesinden kendi kendine çekilir mi ? Emperyalizm aşamasındaki Kapitalizmin çürümüş bir sistem olması başka, onun tarihi olarak devrimci inkar(olumsuzlama) yoluyla aşılması(aufheben) başka.

Keza; Marx söylemiş olsa bile, üretim kapasitesi ve yeteneği itibariyle kapitalizmin, bilimin üretimde kullanılmasıyla üretim güçlerinde o zamanan kadar misli görülmemiş  muazzam bir ilerleme sağlamış olması;  üretimin nitel ve nicel olarak, tüm insanlara yetecek seviyeye ulaşması ;  bu durumun, maddi hayatın yeniden  üretilmesinde  günlük çalışma sürelerini kısaltmış olması, “kapitalizmin sonuna gelindi” anlamına gelebilir mi?   Yani; egemenlik ilişkilerinin ve sınıf mücadelesinin  kapitalizmin emperyalist döneminde  almış olduğu özel biçim(ler), sınıfların ortadan kalktığı, her alanda meta üretiminin sona erdiği; sermaye-emek ilişkisinin yok edildiği; ve devletin sönümlendiği  anlamına gelebilir mi?

Elbette gelmez; emperyalizm aşamasındaki Kapitalizmin çürümüş bir sistem olması başka onun tarihi olarak devrimci inkara uğratılıp aşılması başka. Ayrıca; hiç bir sosyal düzen(leniş), bünyesinde taşımış olduğu potansiyel güç ve yetenekler tamamen tükenmeden sonlanmaz.

Dünyaya egemen olmak isteyen Tekelci sermayenin hiyerarşik  güçleri, bu dünyada egemen sınıf olarak varlıklarını idame ettirebilmeleri için, daima, ideolojik, siyasal, ekonomik, bilimsel, teknik..  ‘her araçtan’ yararlanmak suretiyle, her yerde, karşı-devrimi örgütlemek  isterler.  Bu, onlar için hayat memat meselesidir.. Peki ya kapitalizmi sonlandıracak olan ezilen ve sömürülen güçler, yani kapitalizmin mezar kazıcıları,  ne yapıyor? Onlar da ‘her araçtan’, Emperyalizmi zayıflatmak, uluslararası sömürü metabolizmasını bozmak için yararlanıyor mu ? Tekelci ileri kapitalist ülkelerin emekçileri, kendi devletlerinin emperyalist politikalarına karşı durabiliyorlar mı?  Yani; BİRLEŞİN !! denilen “DÜNYANIN BÜTÜN İŞÇİLERİ VE EZİLEN ULUSLARI/HALKLARI”,  EMPERYALİZM-SİZ ve  KAPİTALİZM-SİZ bir dünya için birleşiyor mu??  

“Ne gezer..” , henüz emperyalizm çağında yaşıyoruz; günümüzde devrimci öznel koşullar ve devrimci güçler yeterince olgunlaşmamış;  devrimci  bir durum yok; sınıf dengeleri hala egemen sermaye sınıfı lehine diyorsanız (geberen) kapitalizmin sonuna  gelinmediğini de kabul etmeniz  gerekir. Ayrıca; emperyalizm varsa, milli devlet ve vatan savunması da var demektir. Yani, eğer Emperyalizm çağında yaşıyorsak, ayni zamanda, emperyalist sömürü ve egemenliğe  karşı vatan savunması çağında yaşıyoruz demektir.


Öte yandan; EROĞUL, ayni söyleşisinde söyle demektedir: “Tekel ve metal işçilerinin direnişi, bitmekte olan kapitalist düzenin hareketleridir. Gezi ise yarınındır, yeni bir dünyadır. Tıpkı Occupy Wall Street (Wall Street’i işgal et) hareketi gibi. Wall Street’te böyle bir şeyin olabileceğini kim hayal edebilirdi? İnsanlar kalkıyor, “Biz yüzde 99’uz, çekilin önümüzden!” diyorlar. Hiyerarşisiz, yeni tarz örgütlenmeler bunlar; yarının unsurları. Bunlar gümbür gümbür geliyor. İnternetin olduğu bir dünyada temsilciye ne gerek var? Temsilci niye var; çünkü biz karar vermek için bir yerde toplanamıyoruz, temsilci bu işi yapsın diye var. Şimdi biz her an karar verebilecek durumdayız. Dolayısıyla temsilciye gerek yok artık. Gereksizleştiği için de gericileşiyor.  Bu yeni dünyanın sınıf savaşında, belki de en önemli savaşçılar artık hacker’lerdir. Yarının savaşçıları bunlar. Çünkü emperyalistler, insansız hava araçlarında olduğu gibi, elektronik programlar kullanarak bize hükmetme yolundalar. Dolayısıyla bunları esas alt edecek olanlar, bu araçları kullanmasını bilen insanlar olacak. Ne oldu Marx’ın proletaryası? Marx’ın proletaryası Google’da, Apple’da çalışan insanlar bugün. Yani beyin gücüyle üretim güçlerinde esas ilerlemeyi yaratan insanlar. Fabrikadaki işçi sınıfı da var ama onlar geriden takip edecek. Öncü artık bu yeni proletarya.”

Bu paragrafta yazılı olanların neresini düzeltelim?

Söyleşideki bu parağraf,  tam anlamıyla tekelci küresel güçlerin son moda post modern “sınıf mücadelesi” anlayışını yansıtmaktadır. Ve yukarıda sayılan mücadele yöntem ve araçları emperyalizmin örgütlü ve  sistematik sofistike gücü karşısında dağılmaya ve yenilmeye mahkumdur. 


Kürelselci tekelci sermayenin algı mühendisleri, epey bir zamandır,   dünya kapitalist-emperyalist düzenini ve kendi egemenliklerini   sürdürebilmek için, emirlerindeki medya organları ve aydın (!) takımı aracılığıyla, artık, “sivil toplum var, devlete ihtiyaç yok; yaşasın devlet-sizlik!!” safsatasını topluma şırınga ederek devletin sonlanmak üzere olduğunu pompalayıp durmuşlardı..Ve  Özellikle emperyalizme bağımlı  (milli) devletlerin küçül(tül)mesi gerektiğini  ısrarla belirterek programlarına almışlardı. Ve Google'da, Apple'da çalışanların  öncülük ettiği   hacker'lı sınıf(!) mücadelesini.. internetin olduğu bir ortamda temsilci-siz, hiyerarşi-siz ve gevşek  yeni tarz örgütlenmeleri, sanki; yeni dünya düzeninin sınıf mücadelesi yöntem ve araçlarıymışcasına,   Sorosgil turuncu devrimler gibi,  topluma benimsetmişlerdi.   Etkili olmuş olmalılar ki bu  zırva ve yanılsamalar EROĞUL’da bile  bir karşılık bulabilmiş.. 

Oysa; devlet kuramı üzerine çalışmış olanların en başta bilmesi  gereken önemli gerçek, devlet-siz kapitalizm ve emperyalizmin olamayacağıdır. Marxist devlet kuramını çalışmış ve kitap yazmış  bir bilim insanı olarak, EROĞUL’un, buradaki fikirleri itibariyle  gelmiş olduğu  yer,  gerçekten manidardır.  EROĞUL'un sonlandığını iddia ettiği "Kapitalist düzen"in, sonlanıp sonlanmadığını anlamak için,  halihazırdaki üretimin yapısına şöyle bir bakmanız yeter. Eğer üretim, hala, "üretim için üretim" anlayışıyla  ücretli-emek  sermaye ilişkisi üzerinden    anarşik meta üretimi olarak devam ediyorsa;   ve dev patronlar, mahiyetlerinde, hala, onbinlerce, milyonlarca  işçiyi ücretli olarak çalıştırabiliyorlarsa; ve  "üretim fazlası", bir ur gibi toplumun sırtında büyüyorsa; ve devlet, bütün fonksiyonlarıyla kapitalistlerin işlerini kolaylaştırıryorsa,   'kapitalist düzen(leniş)' de, devlet de,  yaşamaya devam ediyor demektir.


Tekel işçileri vatan ve emek sloğanlarıyla Ankara’nın soğunda 70 gün naylon çadır kurdu ve Tekel’in bazı mütedeyyin işçisi bile beş vakit komünist oldu; ama özlük haklarını elde edince de hepsi tarihsel rollerini unutuverdiler. Tekel ve metal işçilerinin canını okuyan Kapitalist düzen  ise tam gaz yoluna devam etti. Demek ki, tekel ve metal işçileri direnişi, EROĞUL’un demiş olduğu gibi, bitmekte (!) olan kapitalist düzenin hareketleri değildir; bilakis; Kapitalist düzenin yeniden üretilmesine hizmet eden sıradan ve olağan  ekonomik hak mücadelesi veren işçi  haraketleridir.. Dolayısıyla; Mevcut verili kapitalist üretim ilişkileri ve üretim tarzı devrimci inkara uğratılmadan ne sınıflar ortadan kalkar ne de kapitalist düzen(leniş)!

EROĞUL’un  ‘yeni dünyanın sınıf savaşçıları  ve öncü yeni proletarya’ olarak gördüğü kuvvet,   acaba, tarihsel bilinci ve eylemiyle yepyeni bir yarın kuracak olan ve  Marx’ın, toplumsal sınıfları ortadan kaldıracak olan  proletaryası olabilir mi?  

EROĞUL’un imrendiği muhalif güçler,  “yeni tarz(?) hiyerarşisiz(?)” gevşek örgütlenmeler ile, emperyalizmin ve örgütlü karşı devrimin hakim olduğu bir dünyada iktidara talip olabilir; ama onu ele geçiremez. Bu mücadele biçimleri kapitalizmin istikrarına hizmet etmekten öteye geçemez.  EROĞUL, “Ne oldu Marx’ın proletaryası?” diye soruyor ve ekliyor: “ Marx’ın proletaryası Google’da, Apple’da çalışan insanlar bugün. Yani beyin gücüyle üretim güçlerinde esas ilerlemeyi yaratan insanlar. Fabrikadaki işçi sınıfı da var ama onlar geriden takip edecek. Öncü artık bu yeni proletarya."

EROĞUL’un  öncüsü,  “bu yeni proleterya(!) “ olabilir ama, bu yeni güç(!),  sınıf savaşımının artık bütünüyle uluslar arası bir biçim aldığı Kapitalizmin Emperyalizm çağında  asıl öncü güç olabilir mi?  Kapitalizmin emperyalist çağında  “ücrete kölelik ve ücretli kölelik rejimi”ni  yıkacak olan  öncü ve temel güç, olsa olsa,     “halkın birleştirlmiş anti-emperyalist gücü” olabilir. Türkiye gibi halkından İslamiyetin  tecrit edilemeyeceği bu topraklarda, bu anti-emperyalist gücün en önemli bileşenlerinden biri de emek hareketinin yanı sıra elbette Mustafa Kemal Atatürk olacaktır.


Kapitalist Üretim Tarzı, malum, genelleştirilmiş meta üretimidir. Yani; emek-gücü dahil emek sürecinin tüm unsurları metaya dönüşmüştür ve ürünler, önceden belirlenmiş bir biçimde ve doğrudan, bireylerin ve toplumun ihtiyaçları için değil, salt kar amaçlı, piyasa için üretilir. Üretim, esas itibariyle, ücretli emek-gücü  ile sermaye ilişkisi üzerine kurulmuştur. ve çıkarları birbirine zıt ve uzlaştırılamaz olan  sosyal sınıfların varlığını ön varsayar.Yani; hayatta kalabilmek için emek-gücünü özgürce pazarda satan emek-gücü sahibi sınıf  ile emek-gücünü özgürce pazarda satın alacak olan sermaye sahibi sınıfı… Ve tabii birbiriyle çelişen bu iki ayrı sınıfın  dünyasına  ait görüş-duyuş-düşünüş-davranış biçimlerini de..ideolojik formasyonlarını da..


Kapitalist üretim tarzı ve sistemi, ‘eşitsiz gelişim yasasına’ göre işler. Ve Hobson’dan, Hilferding’den, Buharin’den ve Lenin'den bu yana, Kapitalizmin emperyalist dönemini yaşadığımız bilinmektedir. Özellikle Lenin, kendi emperyalizm teorisini, Hilferding'in tekelciliğin kaynakları ve yayılması hakkındaki  tespitlerinden hareketle, ileri kapitalist ülkelerdeki tekelciliğin egemenliğine  dayandırdı. (Bkz.Paul Baran ve Paul Sweezy,   Tekelci Kapitalizm, Doğan Yayınları,1970, s.6). Bu teoriye göre, dünya ezilen milletler ve ezen milletler olmak üzere iki kampa ayrılmıştır. Devrim, öncelikle, ezilen milletler kampında olacaktır. Ve Aslolan, uluslar arası sömürü sisteminin bir parçası olmamaktır.

Emperyalizm, devlet-militarizm ve savaşlar olmadan kendini idame ettiremeyen  hiyerarşik bir sistemdir. Emperyalizm, devlete ve savaşlara ihtiyaç duyar. Ve fazla üretim  sarmalından kurtulabilmek,  talebi canlandırabilmek, pazar yaratmak ve genişlemek için   daima,  kendine  yeni tüketim alanları açmak ister.


Emperyalizm, devlet-siz var olamaz.  Dünya çapındaki, sınır tanımaz, tekelci dev şirketlerin, dünyanın bir çok ülkesinde ham madde kaynaklarına sahip olması ve yabancı ülkelerde üretim yapması; binlerce, milyonlarca işçileri mahiyetinde çalıştırması;  sermaye ihraç etmesi; ve uluslar arası piyasaları denetlemesi ;  bir malın dünyanın neresinde, ne kadar, nasıl ve niçin üretilebileceğine karar vermesi; malların  fiyatını tayin etme  imkanlarına  sahip olması, emperyalizme dünyayı biçimlendirme ve belirleme  bakımından misli görülmemiş bir  üstünlük sağlamıştır. Onları, çağın, gerçek efendileri, egemen güçleri yapmıştır.

Emperyalistler, kendi  çıkarlarına  ve siyasetlerine  boyun eğmeyen ülkeleri, militarizm ve savaş yoluyla da hizaya getirirler. Savaşlar, ayni zamanda, anarşik kapitalist üretim sistemimin  bunalımlarını emmekte ve çelişkilerini azaltmakta kullanılan son derece elverişli araçlardır. Emperyalizm bütün bunları, Militarist gücü olmadan gerçekleştiremez. Sömürü ve işgal aracı olan NATO zaten bu yüzden var.


Emperyalizm, günümüzde,  genelleşmiş tekeller yoluyla  ‘kolektif emperyalizm’ biçimini almıştır. Samir Amin’in belirttiği gibi, kolektif emperyalizm, günümüzde, piramidin tepesinde  ABD olmak üzere, ana gövdesini Almaya, Fransa, İngiltere’nin oluşturduğu AB, Japonya, ve kısmen Kanada, Avusturalya ile  temsil edilmektedir.

Şimdi;  böylesine dünyaya dal budak salmış uluslararsı dev bir ahtapotun varlığı ortadayken, EROĞUL, nasıl olur da devletin ve kapitalizmin sonuna geldik diyebilir!?


“500 yıllık kapitalizmin ve devletin” sonunun(!) gelebilmesi için ücrete kölelik ve ücretli kölelik sisteminin diyalektik manada devrimci inkara(olumsuzlama) uğratılması gerekmektedir. Ve bu devrimci inkar  sürecinde,  iktidarı fetih eden  ezilen ve sömürülen sınıf, yeni egemen sınıf olarak,  eski egemen sınıfı ve uzantılarını ezmek için, o sonu geldiği söylenen DEVLET'e,  her zamankinden daha fazla   ihtiyaç duyar.


İster burjuvazi olsun ister emekçiler, egemen sınıf olarak devlete ihtiyaç duyarlar; ve devlet'in imkan ve kabiliyetleri sayesinde karşıt sınıfı ezer; bastırır ve kontrol ederler. Toplumsal sınıflar var olduğu sürece bu böyle olacaktır. Çünkü; bir egemenlik ve baskı aracı olarak devlet, sınıflı toplumun ürünüdür ve tarihseldir.


Kapitalizm gibi devlet de, para da, demokrasi de…hasılı tarihsel olarak üretilmiş tüm sınıfsal ürünler, ideolojik formasyonlar,  toplumsal sınıflar var olduğu sürece ve için, yaşamaya devam edecektir. Sadece tarihsel biçimleri ve görünümleri değişecektir, o kadar.  Elbette, toplumsal sınıf farklarının ortadan kaldırılmasıyla da, bu sınıfsal fark ve çelişkilerden  doğan her türlü toplumsal ve siyasal ayrıcalık, üstünlük, egemenlik araçları da   kendiliğinden sönümlenecektir. Genel olarak Devlet de bu sınıfsal dinamikten nasibini alacak, sınıfsız toplumda kendiliğinden sönümlenecektir.

“Devrimci inkar(olumsuzlama)” varsa(Hegelci manada aşma, aufheben, yani), Devlet veya Kapitalizm, ya da başka bir şey, ortadan kalkmaz, sadece iç içe geçen eski ve yeni süreç(ler) in çatışması ve birliği olarak  (yeni bir) senteze kavuşur ve sönümlenir.

Kapitalizmin,  Devlet'in ve gerici egemen sınıfın,  toplumsal  sınıfsal gerçeği ve çelişkileri maskeleyen, örtbas eden tüm ideolojik formasyonların aşılması, MARX'ın Gotha Programının Eleştirisi’nde ifade ettiği gibi, ancak, her alanda üretimin fışkırdığı bolluk toplumunda olur. Çalışma, bir zorunluluk değildir artık; zevktir. Ve toplumsal ihtiyaçların giderilmesine herkes, gönüllü olarak, yeteneği oranında katılır ve ihtiyacı oranında alır. Bir insanın özgürlüğü herkesin özgürlü anlamına geldiği bir toplum çeşididir bu. Ve bu toplum, haliyle,  işçi sınıfının  kendi eseri olmalıdır. Böyle bir eserin yaratılması daha çok zaman alacağa benzediğinden, vaktiyle, Althusser, "Gelecek Uzun Sürer" demişti.
                                                                                 
Emperyalist dönemindeki (tekelci) Kapitalizm,  emperyalist ülke merkezlerindeki kendi sınıf çelişkilerini belli bir dengede tutmada ve bağımlı -geri ülkeler üzerinde savaş bölgeleri yaratarak kendini yeniden üretme istikrarı  bakımından yeterince mahir ve yeteneklidir. O yüzden, ister tekelci kapitalist devletlerde olsun ister emperyalizme bağımlı kapitalist üretim tarzının egemen olduğu ülkelerde olsun, emperyalizm ile mücadele perspektivi olmadan kapitalizmi AŞAMAZSINIZ (Hegelci manada aşma, aufheben). O yüzden;  kapitalizmi geriletmek ve aşmak  için emperyalizmle mücadele etmek, dün olduğu gibi bu gün de,  gericilik değil ilericiliktir!


EROĞUL, yine ayni söyleşide, "Atatürk zamanında Atatürkçülük yapmak ilericilikti, şimdi yapmak ise gericiliktir. Artık her şey değişiyor, yeni bir dünyaya gidiyoruz. Yeni dünyanın da kendi araçları var. " diyor.

Eğer; hala kapitalist üretim tarzı egemen olduğu; kolektif emperyalizmin hüküm sürdüğü tekelci dev şirketlerin MİLİTARİST-mafyatik yeni-ortaçağ gerici dünyasında yaşıyorsak ; ve   EROĞUL, Atatürkçülük’ten, benim gibi, anti-emperyalist bağımsızlıkçılığı, halkçılığı,  kuvva-yı milliyeciliği, çağdaşlaşmacılığı ve çoğulculuğu..  anlıyorsa, başka bir şey anlamıyorsa; “Atatürkçülük yapmak” niye gericilik olsun ki!!?? Yani düşman(ımız) dün olduğu gibi bu gün de, kapitalizm ve onun dölü emperyalizm ise,  dün, Mustafa Kemal devrimciliği, İngiliz emperyalizmi başta olmak üzere Fransız, Rus..  ve içerdeki işbirlikçi uzantılarına  karşı mücadele etmiş; saltanatı yıkıp cumhuriyeti kurmuşsa, çağdaş medeniyet seviyesini yakalamayı Türk Milletine hedef göstermişse; bütün bunlar İLERİCİLİK ise,  bu gün de, emperyalizm çağında yani,  ayni ve benzer görevler, bizleri beklemiyor mu?


Emperyalizmin baskı ve denetimi altındaki ülkelerde, hatta bizatihi emperyalist ülkelerde, bilimsel sosyalistlerin başlıca görevlerinden biri de, emperyalizm ile mücadele etmek ve onu geriletmek olmalıdır. İLERİCİLİK budur!  Kapitalist-emperyalizm var olduğu sürece, ‘sosyalist değil ama anti-emperyalist ulusçu’ Mustafa Kemal Atatürk’ün ileriyi aydınlatan, mazlum milletlere yol gösteren; sosyalist bir geleceğe de ışık tutan Anti-emperyalist mücadele meşalesi hiç sönmeyecektir.


Türkiye’nin özgün bilim insanlarından toplum bilimci NİYAZİ BERKES, döne döne hep bu gerçekleri anlatmadı mı?  Emperyalizm ile mücadelede yarım kalan “toplum ve uygarlık devrimi”ni tamamlamamız gerektiğini ısrarla dile getirmedi mi? Türk Çağdaşlaşma sürecini,   “ayetleştirilmiş” sosyalist kavramlar ve sınıf mücadelesi ile  daraltılmasını; ve  Efruzlaş(tırıl)mış aydınları ve  aydınlanma(!)’ yı  hep eleştirmedi mi? Aslolanın, Atatürk’ün devrimci ve anti-emperyalist çağdaşlaşmacı  ruhu olduğunu her vesile ile dile getirmedi mi? Dolayısyla,   EROĞUL, Türkiye için “gerekli” bir Atatürk(cülük) ile karşı karşıyadır. Eğer;   hala, “ bu gün Atatürkçülük yapmak  gericiliktir” demeye devam edecekse,  kusuru bakmasın ama  “gerici” nitelemesini asıl kendisi hak etmiş olacaktır.


Öte yandan, EROĞUL’un ,  “ yeni bir dünyaya gidiyoruz” dediği dünya, hangi dünyadır, nasıl bir dünyadır? Ve bu “ yeni dünyanın kendi araçları var ” dediği araçlar nelerdir???  Kapitalizmden ve emperyalizmden kurtulmak isteyen(?) işçi sınıfına, halka ne öneriyor bu "yeni dünya"?? Bu halkı neyle, hangi yöntem ve araçlarla ikna edecek??  Dahası ve en önemlisi, bu "yeni dünya"nın öncüleri, hangi kuvvetle ve kimle ittifak yapacak?  Hedef ve mevzileri ne olacak?? Söz konusu öncüler, bu halkın önüne hangi programı  ve stratejiyi koyacak? Ve bütün bunları hangi teşkilatla yapacak?


Keza; EROĞUL,  "sömürü düzeni kendiliğinden yıkılmayacak" derken aslında sömürü düzenini yıkacak kuvvet(ler)i de önceden varsaymış olmaktadır.. Peki ama; kimdir bu kuvvet(ler)?? O konuda bize niçin yeterince açıklayıcı, doyurucu  bilgi vermez?

Şimdi  bu  ve buna benzer soruları, a priori ve öznel kurgusal fantazilerimizle   cevaplamış olursak, soyut düşüncenin büyüsüne  kapılmış oluruz. Kavramsal gerçekliği, nesnel gerçeklik yerine koymuş oluruz. Oysa; bilindiği gibi,  kedi kavramı, miyavlamaz. Ve  manavdaki belirli bir (somut) muz, hiçbir zaman ve katiyen, sizin  soyut(genel) ve ideal  muzunuzun  yerini tutmaz..  Soyut ile somut arasında daima bir FARK vardır. Marxın belirtmiş olduğu gibi, nesnel gerçekliğin soyut biçimleri ve görünüşleri,  özleri ile  tıpa tıp uyuşsaydı/bağdaşsaydı,   bilime ihtiyaç duyulmazdı. O yüzden;  kapitalizmin sonu, devlet, sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü..gibi  tarihsel gerçekleri ve biçimleri ele alırken, keyfi olarak, kendi öznel kavramsal gerçekliğimize indirgeyemeyiz.  


Bilim adamları,  bilimsel olmak durumundadırlar ve görünüşe aldanmamalıdırlar. Bilimsel olmak ise, bilimsel yöntemi kullanmaya bağlıdır. Engels, W.Sombart'a yazdığı  11 Mart 1895 tarihli mektupta:  "Marx'ın tüm görüşü bir öğreti değil; bir YÖNTEM'dir. Hazır doğmalar değil  ilerki araştırmalar için çıkış noktaları ve yöntemi sunar" demişti. Bir Marksist kuramcı olarak  Cem EROĞUL eğer hala Marksist kimliğini korumak istiyorsa   kendi  yöntemini  gözden geçirse iyi olur Vesselam.







12 Ağustos 2016 Cuma

KENDİNİ "YENİ ROMA" SANANLARA KARŞI İKİ TARZI SİYASET



“Unutma, Romalı, ulusları yönetmek sana düşer. Senin görevlerin şunlar olacak: Barışçı yoldan töreleri kabul ettirmek, boyun eğenleri esirgemek ve gururluları savaşla uslandırmak.”      Virgilius, “Aenias”



Günümüzde iktidarlarda iki tip siyaset adamı var:


Kendisini “Yeni Roma” sanan ve hoşuna gitmeyen iktidarları devirme hakkını kendinde gören ABD emperyalizmininin memurları ile Davu (Beyaz Saray’ın Davutoğlu’na taktığı ad) gibi “high five(çak-beş) yaparak yaranmaya çalışanlar ve “sizin asıl adamınız benim” diyenler.. Yani; dünya Emperyalist sisteminin bir parçası, bir unsuru olmak için can atan  işbirlikçiler..




Bir de, sömürgeci güçlerin korkulu rüyası olan  Mambis savaşçıları geleneğinden gelen Kübalı devrimci Raul Castro gibi, emperyalizmin  50 yıllık abluka ve ambargosuna rağmen   uslandırılamayanlar..boyun eğmeyenler.. Baş düşmanına “Biz seni yeterince tanıyoruz; çek o kanlı pis ellerini üstümden” diyerek “ Yeni Roma” ya kafa tutanlar.. Yani; anti-emperyalist kampta yer alan mağrurlar..

CİA-MAAT' ın 15 Temmuz kanlı darbe girişimi sonrası Türkiye’nin geleceği,    işte bu iki tip siyaset adamından hangisine sahip olacağına;  ve çıkarları birbirlerine zıt bu iki ayrı kamptan(emperyalist-antiemperyalist) hangisine dahil olacağına bağlı olacaktır. O yüzden, bu topraklarda, her zamankinden daha çok, anti-emperyalizmin bayrağı Mustafa Kemal Atatürk'ün bağımsızlıkçı, halkçı ve devrimci siyasetlerine ihtiyac var.

11 Ağustos 2016 Perşembe

CİA-MAAT, BİR GECEDE HAİN OLMADI




FETÖ, nam-ı diğer CİA-MAAT, bir gecede HAİN olmadı. Hainliğinin kökleri Derviş Vahdeti’lere, Said-i Nursi'lere ve NATO’cu küçük Amerika olma süreçlerine kadar gider.


Sapına kadar Amerikancı ve gerici FETÖ kuvvetlerinin  15 Temmuz’daki Türkiye’yi işgal girişimi hazırlığı, aslında, siyasal iktidarların gözleri önünde gelişti. 1970'lerde Fethullahi SIZINTI dergisi dağa taşa yazılmaya başlamıştı. Amerikancı 12 Eylül 1980 faşist darbe sonrası,  Fethullah Gülen,  mevcut hükümetler ve MİT tarafından himaye edilmişti. Son dönemlere gelindiğinde, rahmetli Kamer Genç ve  İsa Gök gibi kimi milletvekilleri CİAMAAT'ın hainliklerini,Türkiye düşmanlıklarını  meclis çatısından haykırırken Bekir Bozdağ gibi milletvekilleri de CİA-MAAT'ın kendini mehdi sanan kainat imamına  methiyeler düzüyordu..AKP'li Burhan Kuzu da katıldığı tv proğramında  2005' deki ve 2010'daki F tipi örgütün devlette yapılanması konulu soru önergelerini red ederek CİAMAAT ile olan işbirliklerini ve ortaklıklarını  itiraf ediyordu.


Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, %90’nı elden %10’nu bayiden satılan Fethullah’ın gazetesi(!) ZAMAN’nde çıkan yalan bir haber üzerine  ne istedilerse verdik, Allahtan korkun; biraz da utanın” demişti. Hatırlayacak olursak,  Fethullahi Türkçe Olimpiyatlarında yaptığı konuşmasında “bitsin artık bu sıla hasreti; memleketine dön” daveti yapan  Başbakan da, keza, dersanelerin kapatılması üzerine feveran eden CİAMAAT’a, mealen, "ne istedinizse vermedik mi!?" demişti.


Ama; Fethullah Gülen adlı kaçkın   hakkında  tehlikeye ilk dikkat çekenlerin başında FAİK BULUT gelir.

Faik Bulut'un, Fethullah Gülen'in şikayeti üzerine,  1998 yılında İstanbul 2. AsliyeMahkemesince toplatılan "Kim Bu Fethullah Gülen" adlı kitabıyla  Fethullah Gülen gerçeğini açıklamıştı. Daha sonra, Polis Akademisi'nden   ayrılmış olan Zübeyr Kandıra'nın  2001 yılında yayımlanan "Fethullahın Jobları"  kitabı geldi. 19 haziran 1999 tarihinde ATV'de Ali Kırca'nın sunduğu "Siyaset Meydanı" proğramında yayınlanan bir kaset ise, kendini kainat imamı sanan bu meczup'un kendi sesinden Amerikancı şeriat islamını kurmak üzere Türk Devletini ele geçirme planlarını ve emellerini  tüm açıklığıyla Türkiye'ye  duyurmaktaydı.


Bir cinayete kurban giden Necip Hablemitoğlu,  ölümünden sonra 2003 yılında yayınlanan kitabı KÖSTEBEK  ile, akademik bir kurgu içinde, litaratüre de yer vererek, kendine mehdi süsü vermiş Fethullah Gülen'in, emperyalizme hizmet eden gelmiş geçmiş en tehlikeli şeriat örgütü  olduğunu; ve bir "saadet zinciri" şeklinde  örgütlenmiş olan  CEMAAT'ın, aslında,   CİA'nın denetiminde bir siyasi hareket olduğu gerçeğini  bizlere açıklıyordu.Ve  CİA-MAAT'ın devlet aygıtı ve organları içine  yuvalanmış mistik ve gizli faaliyetlerini tanıyabilmemiz için  "pirincin içindeki siyah taştan değil; beyaz taştan korkun" diye öğütte bulunuyordu. Gülen'ci Aksiyon dergisinde çıkan "suikastın sırrı sol göze sıkılan kurşunda" yazısı da, adeta,  "Hoca Efendi(!) ile uğraşmayacaksın" der gibi Hablemitoğlu cinayetinin  arkasındaki örgütün kimliğini açıklar gibiydi.


CİAMAAT, sinsi sinsi devlet organlarına sızarken ve anayasal kurumları ele geçirirken tehlikenin farkında ve bilincinde olan bir siyasi hareket vardı. Bu siyaseti hareketin adı Aydınlıkçılar ya da daha sonra Vatan Partisi adını alan İşçi Partisi’ydi. Aydınlıkçılar, 1987'den itibaren, canları pahasına ömürlük mücadeleriyle, CİAMAAT’in maskesini indirip gerçek yüzünü ortaya çıkarttı. Özellikle, Doğu Perinçek, Av.Nusret Senem ve rahmetli Emcet Olcaytu, Fethullahçı gladio'yu ve dalaverelerini ortaya çıkarmak; CİAMAAT'ın marifeti olan  başta HRANT Dink cinayeti olmak üzere bir dizi faili meçhul cinayetleri aydınlatmak için çok uğraştı.

Av.Senem, GÜLEN'in, 12 Mart darbesinin gladyocularından  FUAT Doğu'nun "beslemesi" olduğunu; 1966'dan itibaren Nurculuk örgütlenmesine başladığını; Komünizmle Mücadele Derneği'inde yetiştirildiğini; ve ABD'nin yeşil kuşak projesininde rol alan   bir NATO ve CİA  örgütlenmesinin başı olduğunu yazdı.


35 yıl Fethullah'ın sağ kolluğunu yapmış ve 2004 yılında gazeteci saygı Öztürk'e bir röportaj vererek itirafçı olan Nurettin Veren gibi   Latif Erdoğan ve  diğer bazı eski CİAMAAT mensupları ve gazeteciler de, özellikle 17-25 aralık süreçlerinden sonra, FETÖ'yü TV'lerde ve medya organlarında  ifşa etti; savcılıklara suç duyurusunda bulundu. Devletin bürokratı, eski emniyet müdürü, Hanifi AVCI; "Haliç’te yaşayan Simonlar; Dün Devlet Bugün Cemaat" kitabında, devletin savcısı, polisi, hakimi... sandıklarımızın, aslında, CİA-MAAT'ın adamları, mensupları olduğunu yazdı. Keza; eski istihbarat daire başkanı Sabri Uzun'un   "İN"  kitabı ve bunları takip eden bir dizi kitap da hep  ayni işlevi gördü.


Ümraniye'de bir gecekonduda elinle konmuş gibi bulunan el bombaları, karakolda hazırlanan Olay Yeri Tutanağı’nın sinkaf lafları; kaçak ve kaçık haham Tuncay Güney'in samimi(!) beyanları(Ergenekon demek TSK demekdir); ERGENEKON, BALYOZ, POYRAZKÖY, ATABEYLER, ASKERİ CASUSLUK VE FUHUŞ tertipleri; KUDDUSİ OKKUR ile başlayan bir dizi cinayetler, ölümler, sakatlıklar ve duruşmalardaki, dava dosyalarındaki hukuki kepazelikler, rezaletler; ve CİAMAAT'ın başı meczup hakkındaki belki yüzlerce kitap, makele ve röportaj yayınları; sözlü yazılı ihbarlar, suç duyuruları.. evet bu saydıklarımın hiç birisi CİAMAAT'ı ciddiye almak için siyasi iktidarlara kar etmedi; bilakis muzaffer ve teşvikkar bir eda ile, FETÖ ya da nam-ı diğer CİAMAAT ile, "yola devam" dendi..Ta ki CİAMAAT, silahlarını İktidara çevirinceye kadar.


Nasıl olsa ve Allahtan, şu sıralar son moda vicdan rahatlatma ve aklama aracı olan manüpülatif "kandırıldık" mavardı. Siyasal ekonomik düzenimizi borçlu olduğumuz Amerikalı dostlarımızda öyle yapmıyor muydu zaten? Irak'ta bir buçuk milyon müslümanı katlettikten sonra, zamanın dışişleri bakanı COLİN POWELL ne demişti? " Meğer; IRAK'ın Kitle İmha Silahları yokmuş; KANDIRILDIK !" bu kadar basit!! Tek kelime: KANDIRILDIK!! Söyle bakıyım bir kez daha: KANDIRILDIK!! Ama bu arada bir buçuk milyon müslüman ölmüş;olsun, hiç önemli değil; KANDIRILDIK!! deriz olur biter. Önemli olan militarizmin ve özel savaş şirketlerinin kar etmesi; ülke kaynaklarına tekelci dev şirketler adına el konulması.


Eeee, koskoca Amerikan Emperyalizmi ve onun katliam makinesi askeri güc NATO bile kandırılıyorsa/kandırılabiliyorsa bizimkiler de kandırılmış çok mu? Şimdi, 15 Temmuz'da, FETÖ eliyle,Türkiye halkına, Türk Milletine karşı İSGAL VE KATLİAM HAREKETİ'nde bulunan Amerikan emperyalizmin, TÜRKİYE'nin kafasına çuval geçirdiği anlaşılınca FETÖ'nün meğer ne azılı düşman olduğu keşfedenlere bir sorum olacak: Malum, "kandırılmak" bir bakıma "pişman oldum" demek, öyleyse soralım bakalım kandırılmış olanlara, "pişmanlık yasası"ndan yararlanmayı düşünüyorlar mı? Öyle ya, Türk Ceza Yasasının suç saydığı eylemlerde bulananlara şu ya da bu biçimde yardım ve yataklık yapanlar; görev ve sorumluluklarını ihmal edenler, kandırılmış dahi olsalar, eşit(!) yurttaşlar olarak  yasalar önünde hesap vermeyecekler mi?


Ayrıca; TSK'nın bazı kurumlarını kapatmakta ve statülerini değiştirmekte acele edenler, CİAMAAT'ın düzenlemiş olduğu 15 Temmuz katliamcı ve işgalci darbe girişiminin arkasındaki ve içindeki NATO VE İNCİRLİK ÜSSÜ için de bir "iyilik" düşünüyorlar mı acaba?

10 Ağustos 2016 Çarşamba

AYDIN MI DENİR ŞİMDİ ONA?




“ne zaman diye sorma, ne zaman
yaprağın fetreti gülün kıyamına
gülün kıyamı ağacın isyanına
dönerse işte o zaman”


3 Ağustos 2016  tarihli Aydınlık Gazetesi Kültür Sanat sayfasında  Şevki Akman. “Kim işlerse fikir suçu olur ?” başlıklı bir yazı kaleme almış. Yazıda, Sanatçılar Girişimi’nin  yazar-şair ve Zaman gazetesi eski yazarlarından Hilmi Yavuz hakkında darbe girişimi soruşturması kapsamında çıkarılan gözaltı kararına ilişkin yetkilileri “sağ duyuya” çağıran bir açıklamasına( bkz: http://t24.com.tr/haber/edebiyatcilardan-hilmi-yavuza-destek-sairlik-suc-degildir,352195) yer verildikten sonra, Şevki Akman “sol-duyuda” kalarak  “eşeği değil semeri dövenler”e duyurmak için Adnan Bingöl’ün konuya ilişkin 30 Temmuz tarihli yanıtından bir kesite  yer vermiş:  


“Bu (sanatçılar girişimi ve PEN) yazarlarının her biri, Marx’ı yutmuş olmakla övünür. Oysa Marx’a göre, fikirler maddi kuvvete dönüştükleri anda birbirine karşı savaş kazanmak üzre her türlü silahı kullanır yada bizatihi silahın kendisi olur. Emperyalizm, ülkemizi FETÖ ile işgale kalktığı açık değil mi? Elbette intikamcı değiliz. Ünlü sanatçılar yargıdan azade mi olacak? (Ezra) Pound gibi bir şair, (Knut) Hamsun gibi bir romancı  faşizmin insanlık suçlarına ortak olduklarında yargılanmadı mı? Faşizmi şu bu savununca suç oluyor da sanatçı savununca fikir mi oluyor?”


Şevki Akman sözü daha sonra, Ahmet Yıldız’ın  ODA TV’deki yazısında (http://odatv.com/hilmi-yavuza-acik-mektup-3007161200.html) Hilmi Yavuz için söylemiş olduğu “Türk Aydının Makus Talihisiniz” sözlerine  getirdikten sonra, tartışmaya katılan Seyyit Nezir’in  sözlerine yer vermiş.


Nezir’in sözleri şöyle:  “ Sevgili Ahmet Yıldız, Hilmi Yavuz üzerine çok esaslı bir yazı yazdığını söylediler, merakla okudum. Ne ki, Türk aydınına Hilmi Yavuz üzerinden “makus talih” nitelemesini yakıştırmak çok yanlış. Düpedüz haksızlık.. Darbeler talih değildir ki fire olarak görülen kimi döneklikler makus talihe işaret etsin. Dahası, bu kez darbe başarısız olduğuna göre, darbedarlık tarihi yenilmiştir; bu niye terslik olsun ki? Son olarak, Hilmi Yavuz’un şansı yaver gitmediyse, bunda niye Türk aydını için bir terslik ve kötülük olsun! Bu tür yanılsamaları ve duraksamaları terk etmeliyiz artık!  Hilmi Yavuz kendi yazgısını  ve Türkiye’yi hafifsiyorsa biz niye hayıflanalım ve onun yanılsamasını niye Türk aydınına mal edelim ?! Gerçek şu ki, Türk yazarı ve aydını için aydınlık talihi Nazım Hikmet örneklemiş; Aziz Nesin ve sonrakiler bayrak yarışına girmiştir. Yazıda başka garipliklere değinmeye gerek duymuyorum. Doğrusu; seni de,  yazını okumamı  övgüyle önerenleri de anlamakta sıkıntı çekiyorum.”


“ne zaman diye sorma, ne zaman
yaprağın fetreti gülün kıyamına
gülün kıyamı ağacın isyanına
dönerse işte o zaman”


Hilmi Yavuz’dan aklımda kalanlar; ve bir zaman dilime pelesenk ettiğim sadece, “Bedreddin” adlı şiirinde geçen bu dizeler..Bir de ortalıkta dolaşan ve  bir yerlerde okuduğum (http://www.hurriyet.com.tr/hilmi-yavuzu-gazeteye-alsaydik-dinozor-demezdi-39151131)  lakırdılar: Güya;  Hilmi Yavuz’un Cumhuriyet Gazetesinde köşe yazarı olmak iştemiş de.. verilecek parayı az bulmuş da.. o yüzden Zaman gazetesine gitmiş de… Ben bunlardan geçtim,  ama bir “aydın” kimliği olduğu iddia edilen Hilmi Yavuz’la meselem var.


Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, toplum içinde ve toplum sayesinde yaşayan  insanların, kendi yaşamlarını ortaya koyuş biçimlerinden ayrı olarak, kendi başların (as such), bağımsız   bir hayatları/varlıkları, kimlikleri/kişilikleri  yoktur/olamaz. İnsanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir.  İnsanların kim oldukları,  hangi koşullarda neyi nasıl ve niçin ürettikleriyle çakışır. Toplumdaki her bir insan varlığı, yani birey,  her kim/ne iseler; ve hangi kişiliğe/özelliğe  sahipseler, bunlar ancak her seferinde o kişisellik ve özellikler yeniden üretildiği için ve sürece öyledir. Ve bu bireyler bundan dolayı belirli bir kimlik/kişilik edinirler. Şiir de, içinde insani faaliyetlerin fışkırdığı toplumdan ayrı düşünülemez.


Peki Hilmi Yavuz’un kim?   Hani şu Ahmet Yıldızın, Oda Tv’de yayınlamış olduğu “Hilmi Yavuz’a Açık Mektup” yazısında belirtmiş olduğu Hilmi yavuz’dan bahsediyorum:

 “Amerikan emperyalizmine, hatta "Batı" emperyalizmine Mahir Çayan kadar bilinçli düşman olan; Ama dünyanın en çirkin, en alçak Amerikancı darbesinin soruşturmasında "şüpheli şahıs" olması, gelecek kuşaklara  açıklanmasında zorluk çekilen;  acımasız "Haşhaşi" fedailerine taş çıkartacak denli meczup, yanlış çağda yaşayan bir ortaçağ "Hoca efendi"sinin çevresinde, yakınında bulunan; onun yayın organında  yazı yazan;  ve  2 milyon basılıp bedava dağıtılan, bu suyun kaynağı nereden sorusuna yanıt ver(e)meyen  bir  gazete müsveddesinde bir Türk aydını(!)* olarak ısrarla yazı yazan Hilmi Yavuz.


Hilmi Yavuz, bir zamanlar ilerici, devrimci, marksist..sucu, bucu.. olabilir.. Ama bizi ilgilendiren, “bakalım hala öyle kalabilmiş mi?” kısmı. Öyle anlaşılıyor ki Hilmi Yavuz ömrünün belli bir bölümünden sonra, ZAMAN gazetesi(!)’nde köşe kapınca   karşı-devrim saflarında yer almaya başlamış. Çünkü; Zaman gazetesinin misyonu belli. Arkasındaki güç belli. Bunlar,  karşı-devrimci ve Amerikancı gerici güçlerin yayın organı.  Patronları,  milli devlet, İslamiyet  ve emek düşmanı tekelci sermaye güçlerinin kuklası ve uşağı olan bir emekli Vaiz. Adam müslümanım diyor, hayatında bir kez olsun Hacca gitmemiş. Tam bir din simsarı ve dalavereci. En azından aklı başında olan  biri şu soruyu sorar. Yahu bir emekli vaiz nasıl oluyor da milyarlarca dolarlık bir serveti kontrol edebiliyor; ve kendi başına 168 ülkede iki binden fazla okul açabiliyor !? Bunların dinle-minle alakası yok; bunlar, düpedüz  ve tastamam siyaset yapıyorlar; hem de  emperyalizmin emrinde olan  bir kuklanın siyaseti.. Bir de gönül adamı olduğu söyleniyor, gönül adamının  hiç parayla pulla; malla-mülkle; bu kadar servetle   işi olabilir mi? Dedim ya ; Adam tam bir sahtekar; din bezirganı!


Pablo Neruda’dan şiir çevirileri yapan; üniversitelerde ders veren  birisi bunları bilmiyor olabilir mi!? Hem sonra bir adam kendine Marxistim diyorsa Marx gibi yapması gerekmez mi? Yani, “yazar, yaşayabilmek, yazı yazabilmek için para kazanmalıdır. Ama para kazanmak için yaşamaya ve yazı yazmaya  kalkmamalıdır.”  Hangi saikle olursa olsun bütün bunları yapan biri, hala aydın nitemini hak etmiş olabilir mi? Hele Türk Aydını nitemini.. Aydın olma vasfını çoktan yitirmiş birisi nasıl olur da Türk Aydını nitemine hala layık görülür!?  


Aydın olmak bir durum değil ki “mutlak-aydın” olsun. Aydın olmak,  bir süreç meselesidir. Bireysel yetenek-kapasite ve birikimlerinle toplumsal ihtiyaçlara cevap verebildiğin için/sürece “aydın” olursun, toplumu aydınlatırsın. Her aydının belirli bir dünya görüşü ve ideolojisi olur. İdeolojiler ve dünya görüşleri ise sınıfsal konumlanışa göredir. Sermaye özgü değerleri ve sistemi savunuyorsan ona göre sermayenin aydını olursun. İşci-emekçi sınıfına  göre/için bir dünya ve toplum düzeni savunuyorsan da  işci sınıfının aydını olursun. Bunun dışında, saf, kendi başına bir aydın kategorisi yoktur/olamaz. Kendine Aydınım diyen  bu konuda berrak ve kararlın olmalıdır; utangaçlığı ve tereddütte düşmemelidir!


Türkiye her bakımdan emperyalizme bağımlı kılınmış bir ülkedir. Bizim gibi ülkelerde Aydının görevi, her şeyden evvel, iktisadımızı, siyasetimizi, kültürümüzü ve demokrasimizi emperyalizme bağımlılıktan  kurtarmak olmalıdır. Bu bakımdan ve bu yönüyle Hilmi Yavuz’un artık, Türk aydınını temsil hakkı kalmamıştır. O bir zamanlar aydın olmuş olabilir ama Zaman gazetesi sürecinde ve sonrasında bu vasfını yitirmiştir..


İnsanlığın görklü ve sönmez meşalesi MARX diyor ki: “ Kişiler sırf ve ancak  kendilerinde ekonomik kategoriler kişilik kazandıkları, kendileri belirli sınıf ilişkilerini ve sınıf çıkarlarının taşıyıcıları olduğu için/sürece  söz konusu olurlar.”


Hayatını ortaya koyuş biçimi olarak Hilmi Yavuz, Zaman Gazetesi(!)nde  yazmakla, zaten, hangi kimlik ve kişilikte nasıl  “söz konusu” olması gerektiğine kendince karar vermiştir. Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen; emperyalist egemenlik-bağımsızlık cephesinde safını seçmiştir. O yüzden; tercihini karşı-devrim saflarında yapmış Hilmi Yavuz’un  artık  aydınlığı mı kalmıştır ki “Türk Aydınının makus talihi”  olsun!


Son olarak, en verimli yaşında İspanya iç savaşında hayatını kaybeden marxist düşünce ve eylem adamı şair ve yazar Christopher Caudwell sözlerine yer vermek isterim: “Şiir, dibe çökmüş toplumsal tarihtir, insanın doğayla savaşımının çoşkusal alınteridir.” Umarım Hilmi Yavuz, ömrünün geri kalan günlerinde “o coşkusal alınteri”ne eskiden olduğu gibi yeniden sahip çıkar.

*Parantez içi ünlem bana ait.