19 Ekim 2018 Cuma

HARİKALAR DİYARI MEKSİKADAN ANILAR -8-

Casuahate Ağacı


Monte Alban ismi işte bu pamuk gibi beyaz beyaz açan Casahuate Ağacı’dan geliyormuş. Kasım ve Aralık ayları geldi mi Casahuate ağaçları pamuk gibi açarak ortalık pamuk gibi  beyaza kesermiş. Monte Alban’da bu ağaçlardan bol miktarda olduğundan İspanyollar beyaza kesmiş Monte Alban’ı görünce buraya Beyaz(Albino) Dağ(Montana)   anlamına gelen Monte Alban demişler.               

Sömürge Meksikası öncesinde Monte Alban’ın Mixtec  dilinde ismi, sahandevui (Cennetin dibinde, yamaçlarında) imiş. Zapotekler  ise Kutsal Dağ anlamına gelen  Danibaan  diyormuş

Monte Alban, Oaxaca’ya 10 km mesafede ve medeniyetler beşiği Oaxaca Vadisinden 400 metre yüksekte, Teotihuacan’dan sonra Mesoamerika’nın ikinci büyük tapınım merkeziymiş. M.Ö.500’de başlayıp M.S. 800’e kadar süren ve Zapoteklerden  Miksteklere uzanan şanlı bir tarihi varmış.        
Gerçi, ilkin,  ‘nasıl oluyor da bu insanlar, Oxaca Vadisi gibi bereketli toprakları  terk edip  daha önce hiç bir yerleşimin bulunmadığı, su kaynaklarının olmadığı ve  Oaxaca Vadisini 360 derece panoramik  olarak tepeden görmekten başka bir cazibesi olmayan  bir dağın tepesini düzleyip  oraya  yerleşmiş olabilirler’ diye düşünmeden edemedim. Fakat; daha sonra,  Zapotekler’in   Oaxaca Vadisi’nden Monte Alban’ın güney doğusuna kanallar ve yağmur suları için barajlar kurarak su taşımış olduklarını; tarım yaptıklarını; dağın tepesine binalar yapacak kadar iyi organize olduklarını; ve mimari kapasitelerinin yüksek olduğunu; bilimsel ve teknik faaliyetlerde bir hayli ileri gittiklerini; astronomik gözlem evi yaptıklarını..  öğrenince sözlerimi geri aldım.       

Oaxaca Vadisinin merkezinde yaşayan Zapotekler M.Ö. 500’de  yaşadıkları kenti (San Jose Mogote) terk ederek, 20 km uzakta, Oaxaca Vadisi’ne hakim bir tepeye Monte Alban’ı kuruyorlar. Ve zamanla Zapotek imparatorluğunun başkenti oluyor. En parlak dönemini de M.S. 300 ile 900 arasında yaşıyor. Monte Alban’ın altın çağında kentte 35 bin kişi yaşıyormuş.

Oaxaca Vadisi’ne gelen ilk insan toplulukları en erken   M.Ö. 10 000’ e tarihlenmekte ve en erken ilkel tarım faaliyeti ise M.Ö.7000’e tarihlenmekteymiş. M.Ö. 1500-2000’de ise yerleşik hayat başlamış. Vadide, Olmek kolonileri,  Zapotekler ile Mikstekler ve diğer etnik insan toplulukları bir arada yaşamış


Monte Alban’da henüz anlamı çözülemiş Mezoamerika’nın en eski hiyeroglif yazısı bulunmuş. 

Ayrıca ne anlama geldiği  anlaşılamayan ve Los Danzantes(Dansçılar) ismi verilen  garip kaya figürleri   de  gizemini korumaya devam ediyormuş.. Monte Alban’da  Los Danzantes adı verilen koleksiyonda  300’yüzü aşkın kaya oyması/kabarması insan figürleri varmış.. Bu kaya kabartmaların ne anlama geldiği konusunda ise tevatür muhtelifmiş..
Kimileri, kabartmalardaki yüz ifadeleri daha ziyade ölümü, acıyı, ıstırabı.. anlattığını; bir salgın hastalığa yakalanmış insanları betimlediğini; kimileri ise, bunların,  tıp okulunda öğrencilere anatomi dersi için kullanıldığını söylemekte, hatta uzayla bağlantısını kuranlar bile var.
Bir iddia da, bu kaya yontularının Zapoteklere ait olmadığı; buraya getirilmiş olabileceği; ve muhtemelen Olmeklere ait olduğu..Çünkü; bu Danzantes’lerin bazıları Olmek kültürü etkisindeki Zapoteklerin vadi yerleşimi olan San Juan Mogte’de bulunmuş.
Daha ilginci, söz konusu bulaşıcı hastalıkların göktaşları yağmuruyla başka diyarlardan gelmiş olabileceği.. Dedim ya tevatür muhtelif;  kanıtın olmadığı yerde spekülasyon konuşur. Oysa; bilinen gerçek, katliamcı İspanyol sömürgen fetihçilerin gelirken yanlarında bol miktarda, kuşpalazı, sıtma, çiçek, tifo, sifiliz..ve “ölüm” mikrobu getirdiği. Daha ne kanıtı arıyorsunuz; anlamadım!


  


   

Los Danzantes (Daşçılar) bazı örnejkler..



Monta Alban'dan Bertolt Brecht'in okumuş bir işçisi soruyor
“2000 metre  yükseğe,  Monte Alban medeniyetini kuran kim. Kitaplarda hep kralların ismi yazar. Yoksa o koca koca kayaları tek başına mı taşıdı  krallar? Bir de Teotihuacan varmış tapınak piramitleriyle meşhur. Peki kim yapmış o piramitleri her seferinde yıkılınca. Yapı işçileri hangi evinde oturmuş altınlar içinde yüzerken Tenochtitlan. Ne oldu dersininiz taş ustalarına piramitlerin basamakları tamamlanınca. Bir kurban da krallardan olsun denilemez miydi binlerce savaş tutsağının kalbi sunulurken  tanrı Huitzilopohtli'ye. Şu Mezoemerika’da zafer anıtı ne çok! Aztek kralı  Yüce Moctezuma tek başına mıydı kazandığında  o savaşları.  İsimsizdi zahar o savaşçılar! Tenochtitlan’ı aldğında "Sakallı Tanrı" (Quetzalcoatl) Cortes için koca Aztek imparatorluğunu yıktı derler, bir aşçısı olsun yok muydu yanı başında? Anasının Maya beylerine köle olarak sattığı La Malinche, konkistador Cortes’e hediye edilince  hain oldu?  mezoamerikan kabileleri haraca bağlayan Aztek imparatoruna  hiç mi bir diyeceğiniz yok ?   Fetihçi sömürgen İspanyol geldiğinde Texcoco gölünde imdat diye uluyan  Aztec aristokrasisinin hangi kölesi  efendisinin yardımına koşmuştur  bilen var mı?  İspanya kraliçesi İsabel için suratı beş karış olmuş derler göremeyince Kolomb’un altın ve gümüşten ganimetini. Ama o ganimet ne kadar çok kan ve ter eder soran yok! Kolomb için dört sefer yaptı derler Batı'ya   peki, yok muydu   başkaları  o cesur gemileri bilenmez ufuklara götüren. Kitapların her sayfasında   bir zafer yazılı peki pişiren kim bu zafer aşını. Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam  sanki tarihte hep  bir kendi varmışcasına. Peki yapan kim Tarihi?   İşte sana bir sürü fanfinfon olay ve soru cevaplarsan ”



Çok tanrılı Zapotekler’in  ‘bir karış dilli’ su tanrısı ‘Cocijo’.. 

Azteklerin maskeli su tanrısı Tlaloc’a nazaran bu “bir karış dilli tanrı bana daha sevimli geldi. Sanki; bu tanrıdan hiç kimseye bir kötülük gelmezmiş gibi bir havası var.  Ama şu bir gerçek, sömürge öncesi Mezoamerikan uygarlıklarında katiyen bir tanrı yetmiyor; muhakkak çok daha fazla tanrı olmalı ve işi garantiye almalı. Hatta; mümkünse her şeyin bir tanrısı olmalı. Paganizm dedikleri bu olsa gerek. 

Kutsal Papalık, İspanyol kraliyet  Tacının  korumasında buralara gelerek Mezoamerika’nın bütün tanrılarına el koymuş; ve onları kılıç zoruyla tanrısız bırakmış; yerine de   İsa Peygamberi  koyup gitmişler. Yani şu  İspanyol sömürgeciliği Mezoamerikan halklarının  sadece soyunu kurutmakla kalmamış; tanrılarını da kurutmuş. “Vay alçaklar!!” diyecek yok mu içinizde?




Gelelim şu Zapoteklerin Ullamaliztli (“Juego de Pelota”) dedikleri elsiz ayaksız oynanan kutsal top oyunlarına. “O da ne?” diyeceksiniz, anlatmaya geçmeden önce sizlere önce şu oyun sahasını göstermeliyim:



                                                                                Tlaxco ( kutsal top oyun sahası ), Monte Alban









                                                   

Kutsal top oyunu, resimde gördüğünüz  Tlaxco denilen büyük “ I “ harfi ya da çubuk tabanları birbirlerine değen iki  “ T “ biçimli özel sahada oynanırmış. Taraftarlar birbirlerine girmesin diye Tribünler   halka kapalıymış (şaka şaka; şaka yaptık ya..) Tribünler, sadece yönetici ve seçkin sınıf üyelerine açıkmış. Eski Roma Cumhuriyetinde “tribün” zümresi vardı ya işte onlara açık burası


   


Kutsal top oyunu  Pelota, aslında,  Teotihuacan hariç, tüm Mezoamerikan topluluklarında görülmüş. Rituel amaçlı bu oyunda, iki rakip takımın oyuncaları koruyucu kemerler, dirsek ve diz koruyucuları takarlarmış. 1,5 kg ağırlığındaki kauçuk bir topa, eller ve ayaklar hariç, bedenleri, dirsekleri, dizleri ve kalçaları ile vurarak, kauçuk topu, kuzey güney yönündeki sahanın her iki kenarına karşılıklı olarak  yerleştirilen Tlaxtemalacatl  denilen ortası delik taş bir çemberin içinden geçirmeye çalışırlarmış.  Fakat; Monte Alban’da,  her nedense, bu taş çemberler kullanılmamış. Oyunun galibi nasıl belirleniyor ve bu kauçuk topa hangi amaçla vuruyorlar o da belli değil



Oysa diğer Mezoamerikan kültürlerinde topa saha kenarında bulunan taş daire deliklerden geçirme kuralı varmış. Ve yenilen tanrılara kurban edilirmiş. Bazen de, tanrılara kurban edilmek her kula nasip olmayacağından; ve bir onur ve gurur vesilesi olacağından;  yenen takım kurban edilirmiş. Yani, bu kutsal oyun, o zamanlar,  kupasına değil ölümüne oynanırmış. Aztek ritüellerinin vazgeçilmez tanrısı Tezcatlipoca, nam-ı diğer, “puslu ayna”,  bu kutsal oyunların merkezinde yer alırmış. Belki de maçın hakemliğini yapmakta..

Oyun sonunda akan kanla yeryüzü ve güneş tanrıları beslenirmiş. Hayata canlılık ve bereket geleceğine ; güneş ve ayın sağ salim döngülerine devam edeceğine inanılırmış. Tabi bu arda Zapotekler hariç, tribünlerdeki seyircilerin “ bahis” oynamaları  ve tanrılara kurban edilecek takımlarını desteklemeleri serbestmiş. Egemen ideoloji denilen bir şey de var değil mi şu yalan dünyada. Egemen düzenin sürmesi için elbette olacak  böyle eğlenceli, heyecanlı  “oyun”lar, ritüeller..

Avrupalı konkistadorlar(sömürgen-zalim fetihçiler) Pelota ile karşılaştıklarında ve   hayatlarında hiç zıplayan top  görmemiş olduklarından olsa gerek, çok şaşırmışlar ve muhtemelen Pelota’yı, kendi ülkelerine taşımışlardır. O yüzden,  kutsal top oyunu/ritüeli   Pelota’nın, Futbol, basketbol, golf ve beyzbolun uzak atası olma ihtimali araştırılmaya değer bence.

                             
                                    Tlaxtemalacatl, ortası delik taş çember, Milli Antropoloji Müzesi     


     

                                      
                                                          1,5 kg'lık kauçuk top, Milli Antropoloji Müzesi



Eeee, buralara kadar gelmişiz şimdi Monte Alban’da bir hatıra fotoğrafı çektirmezsek olmaz. Deklanşöre kim basacak bakalım?




Meksikalı ortaokul öğrencileri Türk öğretmenleriyle birlikte Monte Alban gezisi sırasında



        Yan gelip oturan azınlığa karşı ayaktaki çoğunluk elbet bir gün hesap soracak!







                                                         Sekiz şapkalı gezgine karşı iki şapkasız gezgin azınlıkta kalmış



                                                    
                                                      Casuahate ağaçları ve dikenli incirler, Monte Alban sırtları

                                             
Sabahtan beri güneşin altında  dolanıp duruyoruz, şöyle ulu bir ağacın gölgesi olsa da serinlesek hani.. Hadi öyleyse,  EL TULE’ye  gidiyoruz. 15 -20 dakikaya ordayız. 







                                   

El Tule dünyanın en geniş gövdeli ağacıymış. Hani ‘biraz geniş olun’ derler ya, işte onu El Tule ağacına söyleyemezsiniz, o zaten  olabileceği  kadar geniş olmuş. 
Ben doktor olsaydım, her şeyi kafaya takan ve kendine dert edinen birine,  biraz “geniş” olabilmesi için, her gün El Tule’nin karşısında birkaç saat geçirmesini tavsiye ederdim. Eminim hastasına anlatacak çok şeyi vardır o ulu ağacın. 
Mesala; ben kuş olsaydım El Tule’nin dallarına konmaktan kendimi alamazdım. Ya da avcı-toplayıcı sürü adamı olsaydım kesinlikle El Tule’ye tapardım; ya da ne bileyim, “ağaç” olasım gelirdi ... 
Bir seferinde Hegel, bir meşe palamudu ile onun yıllar sonraki koca meşe ağacı olmuş halini kıyaslayarak, kim derdi ki şu küçük Meşe palamudunda bindallı gölgeliği olan kalın gövdeli dev bir meşe ağacı olacağını  mealinde bir şeyler söylemişti. 
Evet El Tule’de öyle, kimbilir, 2000 sene önce  küçücük bir fidanken  nasıldı;  ve kimbilir ne fırtınalar ve kasırgalar atlatmıştı  o geniş gövde gençken..ve ne darbeler yemişti o yeşil dal budaklar.. .. ama her seferinde hayata tutunmasını bilmiş; ve bir yaşam kuvveti ve direnç anıtı olarak karşımıza dikilebilmiş; ne mutlu ona!! yaşamak EL TULE gibi tek ve  hür; "ve bir orman gibi kardeşcesine.." bütün ağaçların hasreti bu olsa gerek.


Böylesi kadim ağaçların en hüzün verici yanı, çevresinde, o çocukluk günlerinin tanıdık  eş dost ağaçlardan, akran ağaçlarından, kuşlarından, börtü böcekten  hiç birinin kalmamış olması.. Ama; Allahtan o yıllara sığmaz  hatıraların konabileceği yeterince gümrah dalları var hala..

El Tule şu can dünyada “ağaçlığını” açmış; yaşamış  mutlu bir ağaç haliyle müthiş bir saygı uyandırıyor bizlerde.  Bizlere örnek oluyor yemyeşil yaşam enerjisiyle, güzelliğiyle.. 
El Tule, "yoğun ve büyük" yaşamıştı.. 
Nasıldı Ataol BEHRAMOĞLU' nun  belleğimize kazınınan o şiiri:
   Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
   Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
   Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

   İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
   Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
   Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
   Kopmaz kökler salmaktır oraya

   Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
   Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
   Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
   Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

   İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
   Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına

   İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
   Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

   Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
   Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
   Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
   Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

   Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
   Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
   Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
   Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

   Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
   Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına    
   Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
   Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Aslında, yanıbaşımızda, her an, doğanın her hangi bir güzelliği  çıkıveriyor karşımıza, fakat, nedense,  biz onu fark edemiyoruz çoğu zaman. “Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya”.. diyebilirsiniz, orası öyle ama gene de, inatçı ot toprağı itecek; ve ilkyaz tomurcukları er ya da geç rengarenk patlayacak, bunu bilerek ona göre yaşamak var bir de..

Ey El Tule Ağacı, Oaxaca’ya dönmek üzere senden ayrılırken, son kez, ellerimi ağaç ellerine, yeşil enerjine değdiriyorum.. Muazzam genişliğine son kez bir daha bakıyorum.. ve sana, en az, Zonguldak Gümeli ormanının 4000  yaşındaki Porsuk Ağacı  kadar ömürler diliyorum.  Seni özleyeceğiz El Tule, hoşça kal!

El Tule ile vedalaştık ve Oxaca’ya dönüyoruz, Mescal’in memleketi Oxaca’ya.
Meksika hatıralarımız da bir gün kuşlar gibi konacak dal aradığında    El Tule'den 'hayat izleri' taşıyan  bir demet anıyı yanımıza almadan edemedik: 

 


 



 



 




   











Hiç yorum yok:

Yorum Gönder