Casuahate Ağacı
Monte Alban
ismi işte bu pamuk gibi beyaz beyaz açan Casahuate
Ağacı’dan geliyormuş. Kasım ve Aralık ayları geldi mi Casahuate ağaçları pamuk gibi açarak ortalık pamuk gibi beyaza kesermiş. Monte Alban’da bu ağaçlardan
bol miktarda olduğundan İspanyollar beyaza kesmiş Monte Alban’ı görünce buraya
Beyaz(Albino) Dağ(Montana) anlamına
gelen Monte Alban demişler.
Sömürge
Meksikası öncesinde Monte Alban’ın Mixtec
dilinde ismi, sahandevui (Cennetin dibinde, yamaçlarında) imiş. Zapotekler ise Kutsal Dağ anlamına gelen Danibaan diyormuş
Monte Alban,
Oaxaca’ya 10 km mesafede ve medeniyetler beşiği Oaxaca Vadisinden 400 metre
yüksekte, Teotihuacan’dan sonra Mesoamerika’nın ikinci büyük tapınım merkeziymiş. M.Ö.500’de başlayıp M.S. 800’e kadar süren ve Zapoteklerden
Miksteklere uzanan şanlı bir tarihi varmış.
Gerçi,
ilkin, ‘nasıl oluyor da bu insanlar, Oxaca
Vadisi gibi bereketli toprakları terk
edip daha önce hiç bir yerleşimin
bulunmadığı, su kaynaklarının olmadığı ve
Oaxaca Vadisini 360 derece panoramik
olarak tepeden görmekten başka bir cazibesi olmayan bir dağın tepesini düzleyip oraya yerleşmiş olabilirler’ diye düşünmeden
edemedim. Fakat; daha sonra, Zapotekler’in
Oaxaca Vadisi’nden Monte Alban’ın güney doğusuna kanallar ve yağmur suları için barajlar kurarak su taşımış olduklarını;
tarım yaptıklarını; dağın tepesine binalar yapacak kadar iyi organize
olduklarını; ve mimari kapasitelerinin yüksek olduğunu; bilimsel ve teknik faaliyetlerde
bir hayli ileri gittiklerini; astronomik gözlem evi yaptıklarını.. öğrenince sözlerimi geri aldım.
Oaxaca
Vadisinin merkezinde yaşayan Zapotekler M.Ö. 500’de yaşadıkları kenti (San Jose Mogote) terk ederek, 20 km uzakta, Oaxaca Vadisi’ne hakim
bir tepeye Monte Alban’ı kuruyorlar.
Ve zamanla Zapotek imparatorluğunun başkenti oluyor. En parlak dönemini de M.S. 300 ile 900 arasında yaşıyor. Monte
Alban’ın altın çağında kentte 35 bin kişi yaşıyormuş.
Oaxaca
Vadisi’ne gelen ilk insan toplulukları en erken M.Ö. 10 000’ e tarihlenmekte ve en erken ilkel
tarım faaliyeti ise M.Ö.7000’e tarihlenmekteymiş. M.Ö. 1500-2000’de ise yerleşik
hayat başlamış. Vadide, Olmek kolonileri, Zapotekler ile Mikstekler ve diğer etnik insan
toplulukları bir arada yaşamış
Monte
Alban’da henüz anlamı çözülemiş Mezoamerika’nın en eski hiyeroglif yazısı
bulunmuş.
Ayrıca ne anlama
geldiği anlaşılamayan ve Los Danzantes(Dansçılar) ismi verilen garip kaya figürleri de
gizemini korumaya devam ediyormuş.. Monte Alban’da Los Danzantes adı verilen koleksiyonda 300’yüzü aşkın kaya oyması/kabarması insan
figürleri varmış.. Bu kaya kabartmaların ne anlama geldiği konusunda ise tevatür
muhtelifmiş..
Kimileri, kabartmalardaki
yüz ifadeleri daha ziyade ölümü, acıyı, ıstırabı.. anlattığını; bir salgın
hastalığa yakalanmış insanları betimlediğini; kimileri ise, bunların, tıp okulunda öğrencilere anatomi dersi için kullanıldığını
söylemekte, hatta uzayla bağlantısını kuranlar bile var.
Bir iddia da,
bu kaya yontularının Zapoteklere ait olmadığı; buraya getirilmiş olabileceği;
ve muhtemelen Olmeklere ait olduğu..Çünkü; bu Danzantes’lerin bazıları Olmek kültürü etkisindeki Zapoteklerin vadi yerleşimi olan San Juan Mogte’de bulunmuş.
Daha
ilginci, söz konusu bulaşıcı hastalıkların göktaşları yağmuruyla başka diyarlardan
gelmiş olabileceği.. Dedim ya tevatür muhtelif;
kanıtın olmadığı yerde spekülasyon konuşur. Oysa; bilinen gerçek, katliamcı
İspanyol sömürgen fetihçilerin gelirken yanlarında bol miktarda, kuşpalazı,
sıtma, çiçek, tifo, sifiliz..ve “ölüm” mikrobu getirdiği. Daha ne kanıtı
arıyorsunuz; anlamadım!
Los Danzantes (Daşçılar) bazı örnejkler..
Monta Alban'dan Bertolt Brecht'in okumuş bir işçisi soruyor
“2000 metre yükseğe, Monte Alban medeniyetini kuran kim. Kitaplarda
hep kralların ismi yazar. Yoksa o koca koca kayaları tek başına mı taşıdı krallar? Bir de
Teotihuacan varmış tapınak piramitleriyle meşhur. Peki kim yapmış o piramitleri her
seferinde yıkılınca. Yapı işçileri hangi evinde oturmuş altınlar içinde
yüzerken Tenochtitlan. Ne oldu dersininiz taş ustalarına piramitlerin
basamakları tamamlanınca. Bir kurban da krallardan olsun denilemez miydi
binlerce savaş tutsağının kalbi sunulurken tanrı Huitzilopohtli'ye. Şu Mezoemerika’da zafer anıtı ne çok! Aztek
kralı Yüce Moctezuma tek başına mıydı kazandığında
o savaşları. İsimsizdi zahar o savaşçılar! Tenochtitlan’ı
aldğında "Sakallı Tanrı" (Quetzalcoatl) Cortes için koca Aztek imparatorluğunu yıktı derler, bir
aşçısı olsun yok muydu yanı başında? Anasının Maya beylerine köle olarak sattığı
La Malinche, konkistador Cortes’e
hediye edilince hain oldu? mezoamerikan kabileleri haraca bağlayan Aztek imparatoruna hiç mi bir diyeceğiniz yok ? Fetihçi sömürgen İspanyol geldiğinde Texcoco
gölünde imdat diye uluyan Aztec
aristokrasisinin hangi kölesi efendisinin yardımına koşmuştur bilen var mı? İspanya kraliçesi İsabel için suratı beş karış olmuş derler göremeyince Kolomb’un
altın ve gümüşten ganimetini. Ama o ganimet ne kadar çok kan ve ter eder soran yok! Kolomb için dört sefer yaptı derler Batı'ya peki, yok muydu başkaları o cesur
gemileri bilenmez ufuklara götüren. Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı peki pişiren kim bu zafer aşını. Her adımda fırt demiş fırlamış
bir büyük adam sanki tarihte hep bir kendi varmışcasına. Peki yapan kim Tarihi? İşte
sana bir sürü fanfinfon olay ve soru cevaplarsan ”
Çok
tanrılı Zapotekler’in ‘bir karış dilli’ su
tanrısı ‘Cocijo’..
Azteklerin
maskeli su tanrısı Tlaloc’a nazaran bu “bir karış dilli tanrı” bana
daha sevimli geldi. Sanki; bu tanrıdan hiç kimseye bir kötülük gelmezmiş gibi
bir havası var. Ama şu bir gerçek,
sömürge öncesi Mezoamerikan uygarlıklarında katiyen bir tanrı yetmiyor;
muhakkak çok daha fazla tanrı olmalı ve işi garantiye almalı. Hatta; mümkünse
her şeyin bir tanrısı olmalı. Paganizm dedikleri bu olsa gerek.
Kutsal Papalık,
İspanyol kraliyet Tacının korumasında buralara gelerek Mezoamerika’nın bütün
tanrılarına el koymuş; ve onları kılıç zoruyla tanrısız bırakmış; yerine
de İsa
Peygamberi koyup gitmişler. Yani şu İspanyol sömürgeciliği Mezoamerikan
halklarının sadece soyunu kurutmakla
kalmamış; tanrılarını da kurutmuş. “Vay alçaklar!!” diyecek yok mu içinizde?
Gelelim şu
Zapoteklerin Ullamaliztli (“Juego de Pelota”) dedikleri elsiz ayaksız oynanan kutsal top oyunlarına. “O da ne?” diyeceksiniz,
anlatmaya geçmeden önce sizlere önce şu oyun sahasını göstermeliyim:
Tlaxco ( kutsal top oyun sahası ), Monte Alban
Kutsal
top oyunu, resimde gördüğünüz Tlaxco denilen büyük “ I “ harfi ya da
çubuk tabanları birbirlerine değen iki “
T “ biçimli özel sahada oynanırmış. Taraftarlar birbirlerine girmesin diye Tribünler
halka
kapalıymış (şaka şaka; şaka yaptık ya..) Tribünler, sadece yönetici ve seçkin
sınıf üyelerine açıkmış. Eski Roma Cumhuriyetinde “tribün” zümresi vardı ya işte onlara açık burası
Kutsal
top oyunu Pelota, aslında, Teotihuacan
hariç, tüm Mezoamerikan topluluklarında görülmüş. Rituel amaçlı bu oyunda, iki
rakip takımın oyuncaları koruyucu kemerler, dirsek ve diz koruyucuları
takarlarmış. 1,5 kg ağırlığındaki kauçuk bir topa, eller ve ayaklar hariç,
bedenleri, dirsekleri, dizleri ve kalçaları ile vurarak, kauçuk topu, kuzey
güney yönündeki sahanın her iki kenarına karşılıklı olarak yerleştirilen Tlaxtemalacatl denilen ortası
delik taş bir çemberin içinden geçirmeye
çalışırlarmış. Fakat; Monte Alban’da, her nedense, bu taş çemberler kullanılmamış.
Oyunun galibi nasıl belirleniyor ve bu kauçuk topa hangi amaçla vuruyorlar o da
belli değil
Oysa diğer
Mezoamerikan kültürlerinde topa saha kenarında bulunan taş daire deliklerden
geçirme kuralı varmış. Ve yenilen tanrılara kurban edilirmiş. Bazen de,
tanrılara kurban edilmek her kula nasip olmayacağından; ve bir onur ve gurur
vesilesi olacağından; yenen takım kurban
edilirmiş. Yani, bu kutsal oyun, o zamanlar,
kupasına değil ölümüne oynanırmış. Aztek ritüellerinin vazgeçilmez
tanrısı Tezcatlipoca, nam-ı diğer,
“puslu ayna”, bu kutsal oyunların
merkezinde yer alırmış. Belki de maçın hakemliğini yapmakta..
Oyun sonunda
akan kanla yeryüzü ve güneş tanrıları beslenirmiş. Hayata canlılık ve bereket
geleceğine ; güneş ve ayın sağ salim döngülerine devam edeceğine inanılırmış.
Tabi bu arda Zapotekler hariç, tribünlerdeki seyircilerin “ bahis”
oynamaları ve tanrılara kurban edilecek
takımlarını desteklemeleri serbestmiş. Egemen ideoloji denilen bir şey de var
değil mi şu yalan dünyada. Egemen düzenin sürmesi için elbette olacak böyle eğlenceli, heyecanlı “oyun”lar, ritüeller..
Avrupalı
konkistadorlar(sömürgen-zalim fetihçiler) Pelota
ile karşılaştıklarında ve hayatlarında hiç zıplayan top görmemiş olduklarından olsa gerek, çok
şaşırmışlar ve muhtemelen Pelota’yı, kendi
ülkelerine taşımışlardır. O yüzden, kutsal top oyunu/ritüeli Pelota’nın, Futbol, basketbol, golf ve
beyzbolun uzak atası olma ihtimali araştırılmaya değer bence.
Tlaxtemalacatl,
ortası delik taş çember, Milli Antropoloji Müzesi
1,5 kg'lık kauçuk top, Milli Antropoloji Müzesi
Eeee,
buralara kadar gelmişiz şimdi Monte Alban’da bir hatıra fotoğrafı çektirmezsek
olmaz. Deklanşöre kim basacak bakalım?
Meksikalı ortaokul öğrencileri Türk öğretmenleriyle birlikte Monte Alban gezisi sırasında
Sabahtan beri
güneşin altında dolanıp duruyoruz, şöyle
ulu bir ağacın gölgesi olsa da serinlesek hani.. Hadi öyleyse, EL TULE’ye gidiyoruz. 15 -20 dakikaya ordayız.
El Tule dünyanın en geniş gövdeli ağacıymış.
Hani ‘biraz geniş olun’ derler ya, işte onu El Tule ağacına söyleyemezsiniz, o zaten olabileceği kadar geniş olmuş.
Ben doktor olsaydım, her
şeyi kafaya takan ve kendine dert edinen birine, biraz “geniş” olabilmesi için, her gün El
Tule’nin karşısında birkaç saat geçirmesini tavsiye ederdim. Eminim hastasına anlatacak çok şeyi vardır o ulu ağacın.
Mesala;
ben kuş olsaydım El Tule’nin dallarına konmaktan kendimi alamazdım. Ya da
avcı-toplayıcı sürü adamı olsaydım kesinlikle El Tule’ye tapardım; ya da ne
bileyim, “ağaç” olasım gelirdi ...
Bir seferinde Hegel, bir meşe palamudu ile
onun yıllar sonraki koca meşe ağacı olmuş halini kıyaslayarak, kim derdi ki şu küçük
Meşe palamudunda bindallı gölgeliği olan kalın gövdeli dev
bir meşe ağacı olacağını mealinde bir şeyler
söylemişti.
Evet El Tule’de öyle, kimbilir, 2000 sene önce küçücük bir fidanken nasıldı; ve kimbilir ne fırtınalar ve kasırgalar
atlatmıştı o geniş gövde gençken..ve ne
darbeler yemişti o yeşil dal budaklar.. .. ama her seferinde hayata tutunmasını
bilmiş; ve bir yaşam kuvveti ve direnç anıtı olarak karşımıza dikilebilmiş; ne
mutlu ona!! yaşamak EL TULE gibi tek ve hür; "ve bir orman gibi kardeşcesine.." bütün ağaçların hasreti bu olsa gerek.
Böylesi
kadim ağaçların en hüzün verici yanı, çevresinde, o çocukluk günlerinin tanıdık
eş dost ağaçlardan, akran ağaçlarından,
kuşlarından, börtü böcekten hiç birinin
kalmamış olması.. Ama; Allahtan o yıllara sığmaz hatıraların konabileceği yeterince gümrah dalları
var hala..
El Tule şu
can dünyada “ağaçlığını” açmış; yaşamış mutlu bir ağaç haliyle müthiş bir saygı
uyandırıyor bizlerde. Bizlere örnek oluyor
yemyeşil yaşam enerjisiyle, güzelliğiyle..
El Tule, "yoğun ve büyük" yaşamıştı..
Nasıldı Ataol BEHRAMOĞLU' nun belleğimize kazınınan o şiiri:
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi
dinleneceksin
İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla
yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene
karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana
Aslında, yanıbaşımızda, her an,
doğanın her hangi bir güzelliği çıkıveriyor karşımıza, fakat, nedense, biz onu fark edemiyoruz çoğu zaman. “Ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri
anlamaya”.. diyebilirsiniz, orası öyle ama gene de, inatçı ot toprağı
itecek; ve ilkyaz tomurcukları er ya da geç rengarenk patlayacak, bunu bilerek
ona göre yaşamak var bir de..
Ey El Tule Ağacı, Oaxaca’ya dönmek üzere senden
ayrılırken, son kez, ellerimi ağaç ellerine, yeşil enerjine değdiriyorum.. Muazzam
genişliğine son kez bir daha bakıyorum.. ve sana, en az, Zonguldak Gümeli
ormanının 4000 yaşındaki Porsuk
Ağacı kadar ömürler diliyorum. Seni
özleyeceğiz El Tule, hoşça kal!
El Tule ile
vedalaştık ve Oxaca’ya dönüyoruz, Mescal’in
memleketi Oxaca’ya.
Meksika hatıralarımız da bir gün kuşlar gibi konacak dal aradığında El Tule'den 'hayat izleri' taşıyan bir demet anıyı yanımıza almadan edemedik:
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder